OYUNBAZ 7 TUTSAK 1 ÖLÜ (+18)

By Limaei

4.5M 382K 527K

1 KIZ, 6 ERKEK, ÖLÜMCÜL BİR EV. Afra'nın diğer tutsaklardan dört farkı vardı: Birincisi, bir kız olmasıydı. İ... More

▂ ▄TANITIM▄ ▂
▂ ▄TANITIM FİLMİ▄ ▂
TUTSAKLAR& OYUNBAZLAR
BÖLÜM 1 • GÜN 1
BÖLÜM 2• GÜN 1'
BÖLÜM 3 • GÜN 1''
BÖLÜM 4• GÜN 2
BÖLÜM 5• GÜN 7
BÖLÜM 6 • GÜN 7'
BÖLÜM 7• GÜN 8
BÖLÜM 8• GÜN 8'
BÖLÜM 9• GÜN 8''
BÖLÜM 10• GÜN 8'''
BÖLÜM 11• GÜN 9
▂ ▄TANITIM FİLMİ 2▄ ▂
BÖLÜM 12• GÜN 9'
BÖLÜM 13• GÜN 9''
BÖLÜM 14• GÜN 11
BÖLÜM 15• GÜN 11'
BÖLÜM 16• GÜN 11''
BÖLÜM 17• GÜN 15
BÖLÜM 18• GÜN 15'
BÖLÜM 19• GÜN 17
BÖLÜM 20• GÜN 17'
BÖLÜM 21• GÜN 18
BÖLÜM 22• GÜN 25
BÖLÜM 23• GÜN 27
BÖLÜM 24• GÜN 28
BÖLÜM 25• GÜN 29
BÖLÜM 26• GÜN 30
BÖLÜM 27• GÜN 30'
BÖLÜM 28• GÜN 30''
BÖLÜM 29• GÜN 30'''
BÖLÜM 30• GÜN 31
BÖLÜM 31• GÜN 31'
BÖLÜM 32• GÜN 32
BÖLÜM 33• GÜN 34
BÖLÜM 34• GÜN 34'
BÖLÜM 35• GÜN 34''
BÖLÜM 36• GÜN 34'''
BÖLÜM 37• GÜN 34''''
BÖLÜM 38• GÜN 35
BÖLÜM 39• GÜN 35'
BÖLÜM 40• GÜN 35''
BÖLÜM 41• GÜN 36
BÖLÜM 42• GÜN 39
BÖLÜM 43• GÜN 39'
BÖLÜM 44• GÜN 40
BÖLÜM 45• GÜN 40'
BÖLÜM 46• GÜN 42
▂ ▄TANITIM FİLMİ 3: FİNALE DOĞRU▄ ▂
BÖLÜM 47• GÜN 43
BÖLÜM 48• GÜN 43'
BÖLÜM 49• GÜN 43''
BÖLÜM 50• GÜN 44
KALBİMİN İÇİNDEN BİR TEŞEKKÜR
INSTAGRAM CANLI YAYIN
▂ ▄2. KISIM: OYUNBOZAN TANITIM▄ ▂
▂ ▄OYUNBOZAN TANITIM FİLMİ 1▄ ▂
BÖLÜM 51• KAZANAMAYAN
BÖLÜM 53• GÜN 70
BÖLÜM 54• GÜN 73
BÖLÜM 55• GÜN 82
BÖLÜM 56• GÜN 89
BÖLÜM 57• GÜN 90
BÖLÜM 58• GÜN 90'
BÖLÜM 59• GÜN 90''
BÖLÜM 60• GÜN 90'''
BÖLÜM 61• GÜN 90''''
BÖLÜM 62• GÜN 90'''''
BÖLÜM 63• GÜN 91
BÖLÜM 64• GÜN 92
BÖLÜM 65• GÜN 93
BÖLÜM 66• GÜN 93'
BÖLÜM 67• GÜN 93''
BÖLÜM 68• GÜN 93'''
BÖLÜM 69• GÜN 94
BÖLÜM 70• GÜN 95
BÖLÜM 71• GÜN 95'
BÖLÜM 72• GÜN 96
BÖLÜM 73• GÜN 96'
BÖLÜM 74• GÜN 96''
BÖLÜM 75• GÜN 97
BÖLÜM 76• GÜN 98
BÖLÜM 77• GÜN 98'
BÖLÜM 78• GÜN 98''
BÖLÜM 79• GÜN 99
BÖLÜM 80• GÜN 100
BÖLÜM 81• GÜN 102
BÖLÜM 82• GÜN 102'
BÖLÜM 83• GÜN 102''
BÖLÜM 84• GÜN 103
BÖLÜM 85• GÜN 103'

BÖLÜM 52• KAYBEDEMEYEN

50.6K 4.1K 6.1K
By Limaei

Selamlar ballarım!

🎵Shinitai Chan- miss wanna die (Son kısmının çevirisi geçen bölümdeydi. Buraya da ilk kısmının çevirisini koyuyorum. Karakterleri yansıttığını düşündüğünüz yerlere yazmayı unutmayın ♥)

[Uyandım, etrafımı görmek için gözlerimi açtım

Bir hastane, beyaz ve temiz

Sanırım çatıya çıkıyordum

Sonra yaşanan tek bir şeyi bile hatırlayamıyorum

Bana el uzattın, oradaydın

Orada olduğunu biliyordum ama ulaşamadım

Her zaman düşeceğim ama görmek için bekle ve elini uzat

"Hiç karşıya geçmeyi denedin mi?"

Ah, ölmek istiyorum, ölmek istiyorum ama gerçekten ölmek istemiyor gibiyim

Oradaydın, umursadın mı?]

Kıyı umursamıştı Ahsen.

Her neyse.

İyi okumalar...

• • •

Ölüm

?? Temmuz 2021

??.??

Ölüm ve onun şimdiye kadar olduğu her şey, zamanın oyunları sevdiğini bilecek kadar zamanın içine hapsolmuştu.

Geçmişte bir hastane koridorunda bekleyen o toy oğlan, yelkovanla akrep arasında kısılıp kalmıştı. Geçmişten çıkamamış, oradan ayrılamamış ve geleceği görememişti. Şimdi ise onu geçmişe mahkum bırakan kişi, şimdide sıkışıp kalmıştı.

O, o oğlan gibi koridorda bekliyordu.

O, o oğlan gibi birini bekliyordu.

O, o oğlan kendi zamanında yitip gitmeden önce kimi bekliyorsa, onu bekliyordu.

Birini beklerken zaman geçmezdi, o kırılgan kalbe sahip toy oğlan bunu öğrenmişti. Bir haberi beklerken zaman geçmezdi. Yaşayan biri ölmeyi beklerken zaman geçmezdi. Ölümün eşiğinde biri yaşamaya çalışırken zaman geçmezdi. Böyle anlarda zaman, insanla alay eder gibi yavaşlardı. Düşünceler üst üste yığılır, bir enkaz altında kalırdı. Günler, saatler, dakikalar, saniyeler geçip gitmezken insan her şeyi sorgulamaya başlardı.

Ölüm düşünüyordu. Sorguluyordu. Yine de hiçbir şey eskisi gibi değildi, bunu biliyordu. Artık günlerin nasıl geçtiğini anlamıyordu. Oturduğunu hatırlıyordu. Ayakta durduğunu. Gözlerini açtığında bazen saatler, bazen de günler geçmiş oluyordu. Bazen o koridorda, bazen de hayata dönmekle dönmemek arasında karar vermeye çalışan o kızın başındaydı. Bazen ise uzun süre aynı yerde kalıyordu.

Kendini hâlâ aynı yerde otururken bulduğunda üç gün daha geçmişti.

Doktor, soğukkanlılıkla tutsağının yaşamak için çabaladığını söylemesinin üstünden bir gün geçmişti.

Ölüm bu konuda emin değildi. Onun hâlâ, şimdi bile ölmek için çabaladığını düşünüyordu.

Ölüm, uzun zaman sonra ilk kez tutsaklarını izlemeye karar verdiğinde Afra Ahsen Çakmak'ın intiharının üzerinden yirmi dört gün, Ölüm'ün bilinçsiz haliyle konuşmasının üzerinden beş gün geçmişti. Zaman o kadar değersiz ve anlamsızdı ki, bir bir yitip giden takvim yaprakları onun gözünde yere düşen sonbahar yaprakları kadar basitleşmişti.

Ölüm kafasını kaldırıp donuk bir şekilde odanın içini gösteren kalın cama baktı. Karanlığın içinde kalmış bedeni karanlığa rağmen seçebiliyordu çünkü kızı aydınlatan silik bir ışık vardı. Yüzü gün geçtikçe daha da soluyor gibiydi. En azından Ölüm'ün hissettiği buydu. Bembeyaz olmuş teninin üzerinde sürekli yeni bir damar daha belirginleşiyordu. Parçalanabilecek büyük- küçük tüm damarlar denizin üstünde asılı kalmış bir ceset gibi teninin üzerinde belirginleşiyordu.

Gözlerini silik ışığın aydınlattığı bedenden ayırdı. Yavaşça ayağa kalktı. Uzun paçaları yerde sürünürken birkaç adım atıp camın tam karşısında durdu.

Elini kaldırıp cama yasladı. Sanki camın diğer tarafındaki silik kalp atışlarını hissedebilecekmiş gibi. Ölüm gözlerini kapattı. Alnını cama yasladığında maske camla temas ettiğinde tok bir ses çıkardı.

İrkilip gözlerini açıp hızla alnını camdan geriye doğru çekti. Eli yüzüne gittiğinde maskeyi hissetti. Maske, ona kim olduğunu hatırlatırken diğer elini de camdan çekti. Bir an öylece kalarak camın diğer tarafında, kolları bandajlarla dolu olan o zayıf bedene baktı.

Parmakları kasılırken eli yumruk halini aldı. Maskenin hatlarının son bulduğu çenesindeki kemikler gerilirken sırtını cama, saatlerce oturduğu o koridora döndü ve yürümeye başladı.

En son ne zaman koridordan gittiğini hatırlayamıyordu.

Bunu ona zaman yapmıştı.

Zamanı bu hâle getiren kişi ise tutsağıydı.

Ne kadar süre geçtiğinden emin değildi fakat kendini en sonunda tutsaklarını izlediği o karanlık odada buldu. O odada değilken bile açık duran ekranların ışığı, odadaki karanlığı bölüp geçen tek şeydi.

Ölüm'ün paçaları yere sürünmeye devam ederken ekranlara doğru ilerledi. Ardından bedenini koltuğuna bıraktı. Bir çatının kenarından atlarmış gibi bir teslimiyet içinde yaptı bunu.

Gözleri ekranlar arasında geçip dururken içinde tuhaf bir his şekillendi, ardından da büyümeye devam etti.

Tutsakların açamayacakları kapının girişini gözetleyen kamera oradaydı. Yer kurşunlardan temizlenmişti. Salona açılan geniş koridordaki kitaplığın yarısı boştu. Kitapların bir kısmı yere dağılmıştı. Bazıları parçalanmış, bazılarının kapağı ve sayfaları eğilip bükülmüştü. Ölüm'ün omuzları gerildi. Kendi kıyafetleri içinde olmayan bedeni titrerken dişlerini birbirine bastırarak yerdeki kitaplara baktı.

Ahsen hatırlasın istemişti.

O kitaplar arasında, ikisine ait olanlar vardı. Yitip gitmiş oğlana ve intihar eden o kıza ait olan kitaplar. Birlikte okudukları kitaplar. Birlikte alıntıları işaretlediği, üstünde konuştuğu kitaplar. Kitap okumayı sevmeyen bir kızın gülümseyerek, arada donuk bakışlarla gökyüzüne bakarak anlattığı kitaplar. Sırf oğlan kitapları neden bu kadar seviyor diye anlamak amacıyla kitap okumayı sevmemesine rağmen okuduğu kitaplar.

Ölüm'ün dudakları arasından kesik nefesler dökülürken bakışlarını kitaplardan zar zor ayırdı.

Koridordaki tek saksı, yere serilmiş kitapların arasında tuhaf bir şekilde dikiliyordu. Bir şeyleri anlamlandırmak isteyenler için anlamlı bir görüntüydü. Fakat eğer anlam arayan biri yoksa, sadece yıkımı anlatıyordu. Ölüm, anlamları severdi fakat anlam aramazdı. Anlamlar, kelimeler, kavramlar ve sayılar onu kendisi gelip bulurdu.

Gözlerini başka bir ekrana çevirdi. Salon dağınıktı, tamamen karmaşadan ibaretti. Koltuklar patlamış, yüzeyinin içi dışına çıkmıştı. Bir yastık paramparça olmuştu ve içindeki elyaf yastık kılıfının etrafında dağılmıştı. Diğer yastıklar da yerinde değildi. Fırlatılmış gibi farklı noktalarda öylece duruyordu. Salona koyulan yeni radyonun her bir kısmı etrafa saçılmıştı. Defalarca duvara fırlatıldığı belliydi. Duvarın bazı kısımlarının boyası çatlamış ve yere dökülmüştü.

Mutfak da daha iyi bir halde değildi. Birkaç hafta önce ahşap sandalyeler alınmış, yerine plastik sandalyeler koyulmuştu. Plastik sandalyeler ise birkaç parça halinde yere serilmiş bir şekilde öyle duruyordu. Mutfak dolaplarının kapaklarından biri kopmuştu. Buzdolabının kapağı tam kapalı değildi ve bir duvardan aşağıya akmış devasa bir yemek lekesi vardı.

Bu yıkımın yeni olduğu, toplanmamış olmasından belli oluyordu.

Ölüm parmaklarını klavyenin üstünde hareket ettirdiğinde ekranlardaki görüntüler tek tek kapandı. Bir süre sonra, çaprazında kalan ekranda maskeli bir yüz belirdi. Bu Dokuz'du. Siyah, dümdüz saçları maskenin iki yanından aşağıya doğru salınıyordu. "Efendim," dedi kafasını eğerek Ölüm'ü selamlarken.

"Evde ne oldu?" diye sordu Ölüm gözlerini kapatmadığı ekranlardan birine, dağılmış kitaplara çevirirken. Bir şeyler boğazını yakıyordu fakat bu safra değildi. Biyolojik bir tepki değildi. Çünkü boynundan yukarıya yükselen şey hislerdi ve bu hislerin kendisine ait olmadığını biliyordu. "Ve neden anında bana haber verilmedi?"

"Sizi on üç kez aradım ve defalarca mesaj attım," dedi Dokuz. Söylediği sayı Ölüm'de onunla alay ettiği izlenimi uyandırsa da Dokuz'un sesi son derece ciddiyet taşıyordu.

Ölüm gözlerini ekrandan ayırmadan bir eliyle telefonlarını cebinden çıkardı ve bildirimleri kontrol etti. Dokuz'un doğruyu söylediğini fark ettiğinde kaşları maskenin ardında çatıldı. Fakat bu konuyla ilgili bir şey demedi.

"Yeni bir kavga," dedi Dokuz bir anlık bir duraksamadan sonra. Sessizliği bozma konusunda emin olamamış gibiydi. "Tutsak 1 ile Tutsak 5 arasında yaşandı." Dokuz susup tereddüt eder gibi kafasını eğdi. Bilgisayarının ekranı kısa bir an maskenin ardında kalan gözlerini da aydınlattığında yorgunluğunun belli olduğu ela gözleri ortaya çıktı. "Belki de onlara, Tutsak 7'nin hayatta olduğunu söylemeliyiz."

"İşte o zaman onları öldürmüş olurum."

Dokuz anlamamış gibi ekrana bakarken, "Umut," dedi Ölüm. "Onlara umut veririm fakat Afra uyanmazsa onların umudunu öldürürüm. Hiçbir şey bilmemeleri, onun geri geleceğine dair ufak bir ihtimal olduğunu bilmelerinden iyidir. Bir tutsağımı kaybettim. Diğerlerini de kaybedemem."

"Kavga etmeye devam edecekler."

"Bir süre sonra kavga edemeyecek kadar yorulacaklar," dedi Ölüm. Sert bir sesle ekledi: "Kavganın görüntülerini aç ve sesini kes."

Dokuz soruyu kendi sormadığı için rahatlamış gibi küçük bir nefes verdikten sonra ellerini hafifçe yukarıya kaldırdı. Dokuz'un bileğindeki kelepçenin zincirleri şakırdarken birkaç saniye sonra Ölüm tek elini klavyenin üzerinde gezdirdi. Kapattığı ekranlardan biri açılırken içinde tutsakların görüntüsü belirdi.

Mutfaktaki kamera kayıtları oynuyordu. Mutfak, şimdiki gibi parçalanmış halde değildi. Dolapların kapakları yerindeydi. Yerde yemek yoktu. Plastik sandalyeler defalarca kırılmamıştı.

Tutsaklar yemek masasının etrafındaki sandalyelere oturmuştu. Masa baştan aşağıya donatılmıştı. Reçel, peynir ve zeytin çeşitleri ayrı ayrı kahvaltı tabaklarında bulunuyordu. Çırpılmış yumurta da haşlanmış yumurta da vardı. Çeşitli yeşilliklerden içecek çeşitliliğine kadar her şey oradaydı. Fakat tüm bu zenginliğe rağmen masada hevesli bir hareketlilik yoktu.

Ölüm'ün ilk tutsağı Mete, içinde o evden çıkabileceğine dair bir umut kalmamışsa bile yemek yiyebiliyordu. Hareketleri robotik ve yavaştı. Yakışıklı yüzü solgundu. Yanağında silikleşmeye başlamış bir morluk vardı. Ağzına neyi koyduğundan, neyi yuttuğundan haberi yok gibiydi. Ağzına koyduklarını çiğnerken dalgın bir şekilde tabağını izliyordu. Dirseğinin birini masaya dayamış, avucunun içini de alnına bastırmıştı. Zar zor ayakta durmaya çalışıyormuş gibi bir görüntü oluşturuyordu.

İkinci tutsak, bir terapi yapar gibi her zamankinden daha da fazla yemeye çalışıyordu. Yemek çeşitleri artmıştı fakat kimse eskisi kadar yemiyordu. Bu yüzden her zamankinden daha fazla yiyebiliyordu.

Ölüm, önceki günlerin de kayıtlarını incelemişti. Sarp, yiyebileceği kadar yediğinde ağzındakini çiğnerken ağlamaya başlıyordu. Bakımsız sarı saçlarıyla ağlarken yüzünü gizlemeye çalışıyordu fakat tutsaklardan kaçsa da, onları tutsak edenin kameralarından kaçamıyordu.

Üçüncü tutsak, Egemen'di. Yaşıyor gibi değildi. Günlerce yemek yemeyip sonrasında ağzına bir şeyler sıkıştırıyordu. Kilo vermişti. Bayıldığı günler bile olmuştu. Kimseyle tek kelime konuşmuyordu. Ölüm bunu teyit edebilmek için bir gün boyunca onu izlemişti.

Afra'nın intiharından sonra çıkan ilk büyük kavgada da ona sorulan hiçbir şeye cevap vermemişti, sadece ona vurulmasına izin vermişti. Yüzünde ve boynunda morluklar, kızarıklıklar vardı. Birkaç farklı kamerada tüm yara izleri net bir şekilde gözüküyordu. Dikiş gerektiren bir şişlik bile öylece duruyordu.

Dördüncü tutsak, Kutay Alp Kaptan, yorgun gözüküyordu. Yorgun ve tükenmiş. Yine de kafasını kaldırıp masanın etrafında oturan diğer tutsaklara bakarken kendini toparlamaya çalışır gibi bir hali vardı. Çünkü içlerinden birinin güçlü durması gerekiyordu. Plan yapması, düzeni koruması gerekiyordu. Ve O, o kişi olmayı seçilmeden üstlenmişti.

Kutay, kafasını eğdiğinde uzamış kıvırcık saçları kıpırdandı. Ela rengi gözlerini Egemen'in üzerine çevirdi. "Egemen," dedi düz bir sesle. Egemen ona bakmadı bile. "Bir şeyler yemeye çalış."

Egemen gözlerini masadan ayırmadı. Kıpırdamadı. Tek kelime söylemedi.

Ölüm, açlıkla ondan ufacık bir tepki bekledi.

"Egemen," diye tekrarladı Kutay. Sesinde belli belirsiz bir öfke vardı. "Böyle davra-" Egemen kimseye bakmadan aniden ayağa kalkıp mutfağın kapısına doğru yöneldiğinde Kutay dişlerini gıcırdattı. "Kimse sana bebek bakıcılığı yapmak zorunda değil!" diye bağırdı arkasından. Egemen duyma yetisini kaybetmiş gibi mutfaktan çıkıp gittiğinde Kutay derin nefesler alıp vererek sandalyesinde geriye doğru yaslandı. Bağırmak ona göre değildi. "Hay sikeyim ya!"

Silahlar işe yaramaz birer çocuk oyuncağıymış, birer su tabancasıymış gibi hareketsiz bir şekilde durdu. Kutay'a çevrilmedi.

Ölüm, gözlerini başka bir ekrana çevirdiğinde Egemen'i gördü. Hiçbir şey olmamış gibi salonda tekli koltuğuna oturmuş, gözlerini hemen önünde kalan ikili koltuğa dikmişti. Afra'nın her zaman oturduğu o yere. Ölüm dudaklarından hırıltılı bir nefes verirken parmaklarını gevşetip tekrar yumruk haline getirdi.

Bakışlarını tekrar mutfağın görüntüsüne kaydırdı.

"Belki sadece aç değildir," dedi Sarp yutkunduktan hemen sonra.

"Egemen en son bir şey yiyeli üç gün oldu," dedi Kutay ters bir sesle. "Ve acıktığı için değil, hayatta kalması için yemesini söylüyorum. Burada-" Duraksadı. Konuşmaya devam ederken sesi kısılmıştı. "Burada kendimize zarar vermemiz, diğerlerine de zarar verir." Dudakları neredeyse hiç kıpırdamıyordu. "Bencil olmamalıyız," diye mırıldandı usulca.

Sarp'ın yüz hatlarında bir şeyler oynaşırken Ölüm, onun ağlamamaya çalıştığını tahmin etti. Kimse bencillik lafına bir şey demedi. Ya da ne ima etmeye çalıştığını sormadı. Kimse o ismi aklına getirmek istemedi. Kendine zarar veren o kızı düşünmek istemedi.

Mete elini alnından çekip mutfağın girişine dik dik baktı. "Suçlu gibi davranıyor," derken sesi sertti.

"Sen, suçlayacak birini arıyorsun," dedi Çağrı omuz silkerek. Bu sırada kendi tabağına tereddütlü bir şekilde bakıyordu. Yemeye devam edip etmeyeceğine karar vermeye çalışıyor gibiydi. "Çünkü kendini suçluyorsun. Ona engel olabileceğini, elinden bir şeylerin gelebileceğini düşünüyorsun."

"Kes sesini."

Çağrı gözlerini tabağından ayırdı. Bir eliyle saçlarını arkaya doğru yatırırken, "Biri seni suçlarken susmak, genelde kabulleniş olmaz," dedi Mete'ye doğru bakarken. "Bir hayvan gibi saldıracak canlı aramayı bırak. Bir şeye saldırmak istiyorsan eşyalara saldır. Kimse seni çekmek zorunda değil."

"Onu kışkırtma," dedi Sarp sabır dilenir gibi nefes alırken. "Bugün yapmayın."

"Bana onu öldürmemem için bir neden söyleyin." Mete sandalyesinde dikleşmiş, yumruk yapmış olduğu eliyle her an sandalyeden atlayıp üzerine çullanmaya hazırmış gibi Çağrı'ya bakıyordu.

Soğuk bir sesle, "Sen katil değilsin," dedi en başından beri susan Tutsak 6, Gökhan. Kollarını masaya dayamış, kafasını kollarının arasına gömmüştü. Siyah, dümdüz saçları kollarına dağılmıştı. Kendi yerinde değil, masadaki önü boş duran tek yerde oturuyordu. Afra'nın yerinde. Onun yerinin hemen önünde duran tabaklar el değmemiş bir şekilde duruyordu.

Çağrı sırıtarak ona döndü. "Ben ikna oldum," dedi göz kırparak. Ardından yüzünde öfkeli bir alayla Mete'ye döndü. Yüzündeki sırıtış solmuştu ve ciddi gözüküyordu. "Ya sen?"

"Uzatmayın," dedi Kutay.

Fakat uzattılar. Herkes uzattı. Çünkü aynı konuları uzatıp durmaktan, o ölümü ve ölümün kendileri üzerindeki etkilerini düşünmekten başka yapabilecekleri hiçbir şey yoktu.

Bir kız gelmişti ve yeni bir şey inşa etmişlerdi.

Bir kız gitmişti ve onlar yıkılmıştı.

Yıkıldıkları için, yıkacak, parçalayacak bir şeyler arıyorlardı.

Ölüm bunun için onları suçlamadı.

Ölüm, kavganın kaydını izlerken arkasına yaslandı. Gözleri ekranlar ve kamera açıları arasında kayıp gidiyordu. Mete dolabın kapağını söküp Çağrı'nın yüzüne doğru savururken Çağrı, sandalyeden kopardığı sivri sayılabilir bir parçayla duruyordu. Sarp yere dökülen her şeyi tekmeleyip dururken bir kriz geçiriyormuş gibi tuhaf bir şekilde nefes alıp veriyordu. Kutay ise her şeye engel olmaya çalışıyordu. En azından ilk başta. Sonrasında hiçbir şeye engel olamayacağını anladığında onların arasına katılmıştı. Gökhan sırtını duvara vermiş, gözlerini diğerleri üzerinde gezdirerek olan biteni bekliyordu.

Çağrı'nın alnı yarılırken Mete, dolabın kapağından bir çivi koparıp yere fırlattı. Kutay, Mete'nin kafasını dondurucunun içine gömerken Sarp ensesine bir tabak geçirdi. Aylardır birbirini tanıyan insanlar değil de, birer yabancı gibi birbirlerini incittiler.

Birbirini tanıyan insanlar karşısındakini incitmek için kelimelerini kullanırdı. Şiddete gerek kalmazdı çünkü kelimelerin etkisi, kaba kuvvetten daha yıkıcı olurdu.

Ölüm, kavganın tam olarak hangi geçerli neden yüzünden başladığından emin değildi.

Çağrı'nın ilginç bir şekilde Egemen'i savunması ve Mete'ye diklenmesi miydi bunları başlatan?

"O öldü!" diye bağırmıştı Mete. "Kendini öldüremezdi ama biri ona bunu yaptırdı! O gece ona bir şey yaptı!"

Yoksa Sarp'ın yemek yerken ağlamaya başlaması ve Kutay'ın onunla konuşma çabalarının boşa çıkmasına Kutay'ın sinirlenmesi miydi?

"Birini daha kaybetmek istemiyorum!" diye bağırmıştı Kutay. "Kendine bunu yapmayı kes! Daha sonra kustuğunu bilmediğimizi mi sanıyorsun? Yemek bu siktiğimin evinin sorunlarını çözmeyecek!"

Ya da Gökhan'ın tıpkı Egemen gibi günlerce bir şey yememesine sinirlenen Çağrı'nın, masadaki her şeyi yere atması mı başlatmıştı bu kavgayı?

"Ölmeye bu kadar hevesliyken neden o geceyi bize yaşattın?" diye bağırmıştı Çağrı. "Ben sana sadece yaşamak istediğimi söylemiştim! İstemeseydin o gece yaşanmazdı! İstemeseydin ta o gün geberip giderdik! Ölürdüm, Gökhan. Ölürdüm!"

Bağırışlar, çığlıklar ve gümbürtüler artarken Ölüm gözlerini diğer ekrana çevirdi. Egemen, salonda öylece duruyordu. Elleri yavaşça boynundan yukarıya doğru tırmanırken avuç içlerini kulaklarına bastırdı. Kaşları çatılırken gözlerinden aşağıya gözyaşları süzüldü. Dudakları oynadı fakat konuşmadı.

Ölüm onun, "Biraz sessiz olun," dediğine emindi.

Sanki başka bir şeyi duymaya çalışırmış gibi gözlerini koltuğa dikmişti.

Kıyı'nın, yıkık dökük bir kızla karşılaştığı ilk gün, birbirine benzeyen günlerinden sadece biriydi.

Kıyı, tüm işlerini halletmişti. Üzerine pahalı takım elbiselerinden birini giymişti. Annesinin beğendiği o çok pahalı saati de takmıştı. Sonrasında annesinin kapısını çalmış, onun bağırış çağırışlarıyla karşılaşmıştı. Buna çoktan hazırdı. Kelimeler artık kalbini kırmıyordu çünkü kalbinde annesinin kırabileceği tek bir parça bile kalmamıştı.

Kıyı kapıyı açtığı gibi kenara çekilmişti çünkü kapı ilk açıldığında annesinin kapıya doğru bir şeyler fırlattığını biliyordu. Yanından uzun, ince bir vazonun geçip duvarda parçalanmasına tepki vermemişti. Sonra da sakinleşmek için derin bir nefes alıp annesinin denizin ve göğün renklerine boyanmış odasına girmişti.

"Git buradan canavar!" diye kükremişti annesi yüzüne doğru. "Beni sen delirtiyorsun!"

Kıyı için sıradan bir gündü.

Hastane koridorundaki oturaklardan birine beli dimdik oturmuştu. Tek elinde açık duran bir kitap vardı. Sofie'nin Dünyası. "Kendi ruhumuz yok," yazıyordu kitapta. Kıyı, bu cümlenin başına siyah dolma kaleminin ucunu değdirmişti. "Ama başka birinin ruhuyuz." Kalemini kaldırıp cümlenin sonuna da bir nokta bıraktıktan sonra kelimeleri okumaya devam etti.

Dikkatini dağıtan ilk şey belli belirsiz seslerdi. Hastanedeydi. Özel ve lüks hastanede bile ses olurdu fakat bu ses, diğerlerinden farklıydı. Kıyı, kalemini kitabının arasına koyduktan sonra kitabın kapağını kapadı. Gözlerini etrafta gezdirip sesin kaynağını ararken bakışları bir noktada duraksadı. Koridordan merdivenlere açılan o kapının diğer tarafında, bastırılmış bağırışlar yükseliyordu fakat kitabı çantasının içine tıkıp ayağa kalkmasının nedeni bu değildi.

Adamın birinin en fazla liseli olabilecek bir kızın yüzüne sertçe tokat attığını ve ardından boynunu kavradığını gördü. Kızın yüzündeki gözlük uçup gitmişti.

Kıyı'nın adımları kapıya doğru yaklaşırken ise gördüğü görüntü daha da netleşti. Adam, bir kız çocuğuna uzanmaya çalışıyordu ve hareketleri hırçındı. Onu yakasından kavrayıp duvara asmak istiyor gibiydi. Attığı tokat öfkesini kusmasına yetmemiş gibi.

Kızın yüzünde ise en ufak bir korku yoktu. Sanki nerede olduğunu bilmiyormuş gibi bomboş önüne bakıyordu, kıpkırmızı olmuş yanağındaki acıyı hissediyorsa bile belli etmiyordu. İkisinin arasında geç kalmış bir engel gibi duran kişi ise dalgalı, küt kesilmiş saçlara sahip ve yorgun gözüken bir kadındı.

"Kes şunu!" diye bağırdı kadın. "Kim sana buraya gel dedi, ha? Kim dedi?"

"Kız delirdim diyor lan!" diye bağırdı adam.

Ulaşmaya çalıştığı kız, dikkatini bir şey çekmiş gibi gözlerini adama çevirip hafifçe gülümsedi.

Bu adamın daha da sinirlenmesine yetmişti. "Hangi yüzle 'sen delirttin' diyebiliyor? Ne yaptık lan sana, orospu? Paranı vermiyor muyum? Giyecek kıyafetin yok mu? Nasıl delirebiliyorsun? Hep o nankör anan alıştırdı seni buna!"

"Ona bağıramazsın!"

"Bağırırım! Daha fazlasını da yaparım! Ağzını burnunu kırınca bakalım delirdim diyebilecek mi? Ben hata ettim ona elimi sürmemekle."

"Hele bir dene! Bir daha elini kaldırdığında seni doğduğuna pişman ederim!"

Kız hâlâ gülümsüyordu fakat gözlerinin altında bir ıslaklık birikmeye başlamıştı.

"Çekil önümden yoksa elimden bir kaza çıkacak!"

"Asıl benim elimden bir kaza çıkacak," diye diklendi kadın. Sesini alçaltıp dişleri arasından, "Uzak dur kızımdan," diye tısladı. "Hastane masraflarını ben halledeceğim. Sen sadece uzak dur, tamam mı?"

"Parama ihtiyacın mı yok? O zaman neden şimdiye kadar verdiğimi de almasaydın amına ko-"

Ve sonra itişme kakışmalar başladı, hem de Kıyı daha ne olduğunu anlamadan. Kadın güçlüydü çünkü koruma içgüdüsüyle hareket eden bir anneydi. Kızını korumak için elinden geleni yapsa da adam, kıza ulaşmayı başardı. Kıyı, çantasını kapının dibine bıraktıktan sonra hızla kapıyı açtı ve tam bu sırada kavganın ortasına daldı.

Kıyı, adamın havadaki elini iki eliyle zar zor tuttuğunda tüm vücudu bir isyan çığlığı attı. "Güvenliği çağırdım beyefendi," dedi soğukkanlı bir şekilde, dişleri arasından zar zor bir nefes verdi. "Diğer doktorlarımız rahatsız olmuş. Taşkınlık çıkartmaya devam etmemenizi öneririm. Birazdan burada olurlar."

"Sen kimsin lan?" Adamın yüzünde ilkel bir ifade vardı. Vahşi doğada otoritesi tehdit edilen hayvanları anımsatan bir ifade.

Kıyı hafifçe gülümsedi. "Rahatsız etmemeniz gereken birisi."

Adam diğer eliyle Kıyı'nın yakasını kavrayıp onu kendine çekti. "Sen kimsin lan?" diye tekrarladı. Ardından Kıyı'nın yakasını bırakıp onun yanağının üstüne yumruğu geçirdi ve geri çekildi. Kıyı geriye doğru sendelerken birkaç saniye önce önünde siper olarak durduğu kız ürkek bakışlarla babasına baktı. Kıyı birkaç saniye sonra yüzündeki acıyı hissetmeye başlarken gözleri acı karşısında gözyaşlarıyla dolmak istercesine sızladı.

Elini yanağının üzerine getirip adama şaşkınlıkla baktı. Tanımadığı insanlara vurabilen türden bir insanı canlı kanlı görmek heyecanlanmasına neden olmuştu.

"Bunu konuşacağız," dedi adam dişleri arasından. "Tamam mı kızım?"

Kız koridora açılan kapıyı iterek açarken dudaklarından bir hıçkırık döküldü. Koridorda yalpalayarak koşarken annesi arkasından seslendi. "Afra!-"

Kıyı dengesi bozulmuş bir şekilde doğrulurken kızın çoktan koridorun köşesini döndüğünü ve ortadan kaybolduğunu fark etti. Şimdi karşısında sadece kadın ve adam vardı.

"Sen-" dedi adam onu işaret parmağıyla işaret ederek. "Başkalarının işine karışma. Bir derdin varsa gel hastane çıkışına bakalım. Dışarıda bir konuşalım."

"Defol git!" diye kükredi kadın. "Defol git ailenin yanına, bizimle işin olmasın! Duydun mu beni?"

Adam ona saldırma isteğini zar zor zapt ediyormuş gibi dişlerini birbirine bastırıp gıcırdattı. İşaret parmağını sallayıp, "Sen göreceksin," demekle yetindi. "Sen göreceksin." Ardından söylene söylene merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başladı. "En azından onların kafası yerinde. Siktiğimin delileri sizi..."

Kıyı gözlerini kırpıştırarak adamın arkasından bakakaldı. Anca kadın kıpırdadığında, kızın gittiği koridora girmek için kapıyı açtığında gözlerini merdivenden ayırabildi. "Uzaklaştırma kararı için başvurmanızı öneririm ve-" Gözlerini kadına dikti fakat kadın ona ne teşekkür etti, ne de tek kelime söyledi. Hızlı adımlarla etrafına bakınarak koridorda ilerlemeye başladı.

Kıyı derin bir nefes aldı. "Harika."

Kıyı'nın kendini toparlaması biraz zaman aldı. Az önce neye bulaştığını anlamaya çalışarak elini sızlayan yanağına bir kere daha bastırdıktan sonra doğrulup derin bir nefes aldı. Gömleğinin yakasını ve ceketini düzelttikten sonra çantasını almak için kapıya doğru yöneldi. Yanağının nasıl olduğunu hemen görmek istiyordu. Yüzünde birkaç gün kalacak bir hasar bile annesine büyük bir hesap vermesini gerektiriyordu.

Kapıyı açmadan onu durduran şey, sesler oldu.

Bastırılmaya çalışılan hıçkırık sesleri kulağına ulaştığında omzundan geriye, yukarıya doğru uzanan merdivenlere baktı. Bir anlık bir tereddütten sonra kapıyı açıp çantasını kapının kenarından aldı ve olabildiğince sessiz adımlarla merdivenden yukarıya tırmanmaya başladı.

Koridorda kaçıp giden kızı, üst katın merdiveninde otururken buldu. Duvarın kenarına oturmuş, alnını dizine yaslamış bir şekilde duruyordu. Kıyı'nın adım seslerini duyduysa da kafasını kaldırmamıştı. Gözleri sımsıkı kapatmıştı ve ıslak kirpiklerinden gözyaşları süzülmeye devam ediyordu. Ellerini kulaklarına bastırmıştı. "Biraz sessiz olun," diyordu yalvarırcasına. "Kalbimin sesini duyamıyorum."

Oysa sesler susalı epey olmuştu.

Kıyı kararsız bir şekilde kıza baktı. Ardından uzanıp yavaşça onun titreyen omuzlarından birine dokundu. "Merhaba?" Kız ellerini hızla kulaklarından çekip yerinden sıçrarken duvarda kayarak ondan uzaklaşmaya çalıştı. Kıyı hemen elini çekti. "Anneniz sizi aramak için koridor tarafına gitti de. Haberiniz olsun istemiştim."

Aslında neden ağlama sesine geldiğini kendi de bilmediği için en azından bunu söyleme gereği hissetmişti.

"Git buradan," dedi adının Afra olduğunu öğrendiği kız. Sesinde belli belirsiz bir korku, şüphe kıvılcımları vardı. Islak gözleri odaksızdı.

Kıyı onun gözlüğünün uçup gittiğini hatırladı. "Adınız Afra'ydı değil mi?"

"Hayır," dedi kız aniden. "Adım Afra değil."

Kıyı onun adını söylemesini beklediyse de kız ağzını tekrar açmadı. "Peki," dedi yavaşça. "Gözlüğünüz alt kattaki merdivenin oralarda olmalı. Ben onu alıp size getireceğim, olur mu? Burada bekleyin lütfen."

Kızdan bir onay beklemeden merdivenlerden inerken yanaklarını şişirip sessizce bir bıkkınlık nefeslenmesi yaşadı. Kendi kendine içinden uğraştığı durumla ilgili yakınırken yetmiyormuş gibi gözlüğün merdiven boşluğundan düştüğünü öğrendi. Gözlüğü alabilmek için en alt kata indiğinde de camlarından birinin eksik olduğunu fark etti. Camı da arasa da bulamadı.

Yerinde olan tek camı ceketinin içiyle elinden geldiğince temizledikten sonra son merdiveni de çıkıp kızın yanına döndü. Kız yerinden kıpırdamamıştı ve açık gözleriyle etrafa bakarken oldukça gergin gözüküyordu. Kıyı karşısında durup gözlüğü ona uzattı. "Buyurun."

Kız elini kaldırıp gözlüğe uzanmaya çalışırken Kıyı onu daha fazla uğraştırmamak, "İzninizle," diyerek bir cevap beklemeden bir çırpıda gözlüğü taktı. Parmakları kulaklarının arkasından süzüldü.

Ardından geri çekilip elini kıza uzattı. Kız gözlerini kırpıştırarak bakışlarını önce ona uzatılan ele, sonra da Kıyı'nın yüzüne çevirdi.

"Size yardım edeceğim," dedi Kıyı yumuşak bir sesle. Bir çocuğu her şeyin daha iyi olacağına inandırmaya çalışırcasına.

Kız, onun uzattığı eli tutmadan yerden doğruldu. Duvardan destek alırken gözlerini Kıyı'ya dikti. "Sağ ol,"dedi pürüzlü bir sesle. "Müdahale ettiğin için." Çenesini dikleştirip alev alev yanan gözlerle ona bakarken, "Şimdi gitsem iyi olur," diye ekledi. "Bulunmak istemiyorum."

Kıyı dudaklarını araladı fakat kızın bakışlarındaki bir şey onu susturdu. Annesi kızı bulana kadar yanında kalmayı teklif edecekti. Ya da annesini bulup kızın yerini ona söyleyecekti. Kızın güvende olduğundan emin olmak istemişti fakat annesinin teşekkür etmeyen tavrını ve kızın bu soğuk bakışlarını düşününce vazgeçti.

Sonuçta kız onun için bir yabancıydı ve yabancılar birbirini bir yere kadar umursayabilirdi.

Kıyı kafasını eğdi. "İyi günler dilerim," dedikten sonra sırtını kıza döndü ve merdivenlerden inmeye başladı. Sonra aniden, bir şey hatırlamış gibi duraksayıp geriye baktığında kızın onu izlediğini gördü. "İzninizle bir şey daha söylemek istiyorum," dedi Kıyı alçak sesle. Merdivenden aşağıya doğru bakıp orada kimsenin olmadığından emin oldu. Ardından gözlerini kızın kahverengi bakışlarına sabitledi. "Siz deli değilsiniz."

"Tek bakışta anladın yani?" dedi kız donuk bir ifadeyle. "Haberin olsun, deli raporumu alalı on beş dakika falan oldu."

"Siz deli değilsiniz," diye tekrarladı Kıyı. Kızın bu kadar kalın kafalı olmasını beklemiyordu. Belki de bu cümleyi en başından ona söylememeliydi. "Bir delinin deliliğinin ürünüsünüz. Deliler düzelmedikçe hasta ettiklerinin iyileşmesi imkansızdır." Kafasını eğip kızı tekrar selamladıktan sona, "İyi günler," diye tekrarladı.

Onun görüş alanından çıkana kadar kızın onu izlediğini farkındaydı. Fakat kızın onu izlerken ne düşündüğü hakkında en ufak bir fikri yoktu.

Derisindeki yaralar yerini hatırlatır gibi sızlarken Ölüm, gözlerini ekranlardan ayırdı. Kaydı dondurduktan sonra bakışlarını Dokuz'un görüntüsüne çevirdi. Dokuz, ekran donmuş izlenimi verecek kadar hareketsiz bir şekilde duruyordu. "Dağınıklığı ve pisliği kimse toplamasın," dedi Ölüm sert bir sesle.

"Hiçbir zaman mı?" diye sordu Dokuz teyit etmek istercesine.

"Sadece bu gece," diye cevapladı Ölüm. "Çünkü bu gece oraya ben gideceğim." Duraksadı. "Bu gece eve kimsenin gelmesini istemiyorum."

Dokuz'un cevap vermesine izin vermeden onun ekranını kapattı. Ardından tüm sistemin silahlara olan erişimini kesti. Klavyelerin arasında duran anahtarı aldıktan sonra kilitli çekmecelerden birini alıp silahını çıkardı. Mermileri silaha tek tek yerleştirdikten sonra silahı mor ceplerinden birine tıktı. Çekmeceyi kilitleyip anahtarı masaya fırlattıktan sonra ellerini cebine koyup odadan çıktı.

Fakat eve o gece gitmedi.

Gözlerini açtığında, tekrar o koridordaydı. Bekliyordu. Belki de asla geri gelmeyecek birini bekliyordu. Maskesini cama yaslamış, öylece duruyordu.

Kapının açıldığını duydu fakat gözlerini doktora çevirmedi. Kadının adım sesleri ona yaklaşırken bile sadece kızın kolundaki bandajlara bakıyordu. Uyandığında kesik sayısından emin olmak için o kesikleri sayacaktı.

"Efendim," dedi Doktor.

Ölüm onun bir haber verecekmiş gibi çıkan sesine karşı maskesini camdan ayırdı ve ona döndü. "Durumunda bir değişiklik mi oldu?" Sesinde belli belirsiz bir heyecan vardı.

"Hayır." Doktor ona bakarken yüzü ifadesizdi fakat bakışları anlamlıydı. "Efendim," dedi yavaşça. "Ağlıyorsunuz."

Ölüm elini kaldırdı. Parmaklarını maskesinin üzerinde gezdirip maskenin kuru olduğundan emin olduktan sonra elini indirdi. "Ağlayan ben değilim," derken sesi netti. Maskenin arkasındaki ağlıyor.

Boynundaki ıslaklığı hissetti.

Maske gülümsüyor, Ölüm gülümsüyordu. Maskenin ardında yukarıya doğru kıvrılmaya çalışan dudaklar titriyor ve başarısız oluyordu. Yaşlar dudaklarının kenarından akıp çenesine doğru süzülürken gözyaşlarının tek kanıtı çenesinden aşağıya doğru inenlerdi.

Ölüm, onun ağlamasına karşı duyduğu tiksintiyi bastırmaya çalıştı.

Elini cebine attığında metalin soğukluğunu hissetti. Maske gülümsemeye devam ederken Ölüm, cebinden silahı çıkardı ve hızla doktora doğrulttu. "Fazla cesursun doktor."

Kadın şaşkınlık ve dehşet içinde ona bakakaldı. Fakat o bir doktordu, kendini toparlaması uzun sürmedi. Temkinli bir şekilde ellerini havaya kaldırırken geriye doğru bir adım attı. "Elimden geleni yapıyorum," dedi düz bir sesle. "Sizin iyi olmanız için elimden geleni yapıyorum. Haddimi aştıysam-"

Ölüm tetiği çekti ve silahı ateşledi.

Maskenin ardındaki daha da kötü ağlamaya başlamıştı.

Doktor kadın donakalmış bir şekilde ona baktı.

Ölüm silahı cebine koyduktan sonra, "Biraz daha sağa çevirseydim boynunu vuracaktım," dedi omuz silkerek. Sesi, maskenin altındaki yüzünden biraz titremişti. "Sadece o odada kal, doktor. Gelişme olmadığı sürece benimle konuşmaya çalışma. Yoksa seni öldürmeden önce kızının gözlerinin önünde, özene bezene dizdiğin organlarıyla öldüğünden emin olurum."

Parmağında silahın soğukluğunu hissedebiliyordu. İşinin canlıları cesede dönüştürmek olduğunu biliyormuş gibi silah da bir ceset soğukluğundaydı. Ölüm, ona dokunmuştu. Onu ateşlemişti. Can almanın ne kadar kolay olduğunu hatırlamıştı. Tek bir kurşun. Hepsi buna bakıyordu. İsteseydi hepsini öldürebilirdi.

Ama isteyince hepsini yaşatamıyordu.

Belki de maskenin ardındaki bu yüzden ağlıyordu.

Ve sanki koridora bunu yapmak için gelmiş, günlerdir bu anı beklemiş gibi o gece, 13 numaralı daireye gitti.

Zamanın akışı Afra bir sabaha daha uyanmayalı beri tuhaftı. Mekanların akışı da öyle. Bir yere gitmeyi düşünüyordu fakat ayakları onu bambaşka bir yere sürüklüyordu. Tüm planlarını titizlikle yapan o deha, şimdi dalgındı. Dalgın bakışlarla karşısında otomatik olarak açılan dış kapıyı izliyordu.

Yere sürünen paçalarıyla kırmızı bölgenin içine adım attı. Kırmızı bölgeden çıkar çıkmaz kapı arkasından kapanırken dağınık koridora indirdi bakışlarını. Yeri boylayan kitap sayısı artmış gibiydi fakat emin olamıyordu. Kitapların üzerine basmadan dikkatle geçip yere oturdu ve kitapları toplamaya başladı. Bir yandan da kapakta yazan isimleri okuyordu. "İçimizdeki Şeytan," diye mırıldandı. "Tutunamayanlar..." Tutunamayanlar'ın kapağını düzelttikten sonra, "Ahsen uzun diye bitirememişti," dedi donuk bir sesle.

Sonra sustu.

Maskeli olan konuşmamıştı.

"Sabahattin Ali'nin kitaplarında onun çizdiği yerler vardır," dedi kendi kendine. Kitapları olabildiğince düzeltip kenarda dizmeye başlarken parmakları sayfaları çevirip alıntıları görmek için sabırsızlanıyordu. Fakat kitapların hepsini kitaplığa dizene, okunamayacak halde olanları telefonunda not alana kadar beklemeyi başardı. Sonrasında yere oturup sırtını kitaplığa yasladı ve sayfaları karıştırdı.

Ahsen kalemi sertçe bastırıp alıntının başını ve sonunu işaretlerdi. Öyle ki kalemin izi diğer sayfaya çıkardı. Bunu yaparken de eğlenirdi. Alıntıları noktalar arasında işaretlemek onun için eğlenceliydi.

"Ama bir kere kırılmıştım," diye mırıldandı Ahsen. Kıyı ile birlikte hastane koridorunda oturuyorlardı ve Ahsen gizli bir şey okuyormuş gibi kitabı iyice kendine çekmişti. "Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı; çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi." Kalemi kağıda bastırıp derin bir nefes aldı. "Çok güzel değil mi?"

"İhaneti anlatan bir alıntı mı?" dedi Kıyı kelimeleri takip ederken.

"İhanete uğrayacak kadar, onu hayal kırıklığına uğratacak kadar sevdiği, yanında tuttuğu, değer verdiği biri varmış," dedi hüzünlü bir tebessümle. "Birini bütün insanlığın timsali diyebileceğin kadar sevebildiğini hayal edebiliyor musun? O yoksa hiçbir insanın, insan olduğuna dair inancın kalmayacak kadar..."

Ölüm kitabı kapatıp burkulduğu için tuhaf duran kapağını tekrar düzelterek ayağa kalktı. Elindeki kitabı da kitaplığa yerleştirdikten sonra gözlerini saksı dışında bomboş duran koridora çevirdi. İşte o zaman, kameralarda fark etmediği bir şeyi fark etti. Saksının içindeki Unutmabeni çiçeği solmuştu.

Eğilip çiçeğin kendini aşağıya atmak istiyormuş gibi sarkmış yapraklarına parmak uçlarıyla dokundu.

Kızın yokluğunda Unutmabeni çiçeğini yaşatmayı unutmuşlardı.

"Çiçek olmak da zor iş ha," dedi Ahsen hastanenin duvarında solmuş çiçeklere bakarken. Kıyı ile henüz çatıya çıkmaya başlamadıkları zamanlardı.

"Çiçek olmak?" diye yineledi Kıyı. Bir uzaylıyı anlamlandırmaya çalışıyormuşçasına Ahsen'e baktı.

"Düşünsene kimse sulamadıkça mal gibi kuruyup gidiyorsun," diye homurdandı Ahsen.

"Mal gibi?"

"Aynen, mal gibi." Derin bir nefes aldı. "Güzel gözüksün diye gelmişler buraya koymuşlar ama sulamayı akıl edememişler. Bir çiçek böyle ölmeyi hak etmiyor." Sırtını solmuş çiçeklere döndüğünde yüzünde öfkeli bir ifade görmek Kıyı'yı şaşırttı. "Burası psikolojimizi yeşertmeyecek miydi? İçim boğuluyor şu zavallıları görünce. Böyle tedavi merkezinin ben ta-"

Ölüm yürümeye devam etti. İçi dışına çıkmış yastığın üzerine basarken düşünüyordu. Kız buraya geldiğinde suskun ve karamsar olmasına rağmen evde bir şeyleri değiştirmiş olmalıydı. Diğerleriyle bir bağ kurmuştu. Böylece o gittiğinde, hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı. Eskisinden de kötü bir hâle gelmişti.

O böyle biriydi. İnsanlarla bağ kuramadığını düşünüyordu fakat bunu yapıyordu. İnsanlar ona bağlanıyordu. Sadece kendisi insanlara aynı bağlılıkla bağlanmıyordu. Kendini koruma mekanizması burada da iş başındaydı. "Birine ne kadar az bağlanırsan, o kadar az kırılırsın," dedi Ölüm, salondaki koltuklara bakarak. Sanki tutsakları orada oturuyormuş gibi.

"Kıyı," dedi Ahsen kelimeleri uzatırken. "Bir baksana ya, yılışıyorum sana şurada. Kaldır kafanı şu kitaptan."

"Önemli bir kısımdayım," diye mırıldandı Kıyı gözlerini kitaptan ayırmadan. Sesinde dalgınlık vardı. "Üzgünüm, biraz bekleyebilir misin Ahsen?"

"Hayır."

Kıyı kafasını sallayarak kitabı kapattı. Yüzünde kızgınlığa dair hiçbir iz taşımadan hafifçe gülümseyerek aniden dönüp Ahsen'e baktı. "Seni dinliyorum," dedi kızın rüzgarda uçuşan saçlarına bakarken. Yüzünün arkasında gökyüzü gözüküyordu. "Önemli bir şey söyleyecek olmalısın."

"Evet, önemli," dedi Ahsen gülümseyerek. Fakat gülümsemesi kısa sürdü. Bir an sonra yüzü ciddileşmişti. "Ben hayatından çıksaydım ne hissederdin?"

Kıyı anında kitabı geri açtı. Okumasa da gözlerini kitabın içine sabitledi. "Saçma soru."

"Nesi saçma ya?" Ahsen iyice ona yanaştı. "Bir kere cevap versen ölür müsün? Düşünüp duruyorum ama cevabı la-"

Kıyı aniden kafasını çevirdiğinde yüz yüze geldiler. Yüzleri arasında çok kısa bir mesafe vardı. "Ahsen," dedi Kıyı ciddiyetle. "Hayatından çıkmayacağım. Eğer sen de çıkıp gitmeyi düşünmüyorsan sorun yok, tamam mı? Çok olumsuz şey düşündüğünü biliyorum fakat benimle ilgili kötü bir son düşünme. Hep arkadaşın olarak kalacağım."

"Ama ya gitseydim?" dedi Ahsen yavaşça yutkunarak.

Kıyı derin bir nefes alıp kızın gözlerinin içine baktı. "Seninle hiç tanışmamış olmayı dilerdim," diye mırıldandı. Çünkü o acıyla yaşayamazdım, diye düşündü fakat bunu kelimelere dökemedi.

Ölüm, ilerledi ve tutsakların odasına açılan koridora vardı. Hiçbir kapıyı incelemeden gözlerini direkt o kapıya çevirdi. Haftalardır açılmayan, ona en yakın ikinci kapıya. Ve sonrasında kırmızı çizgiyi geçerek odaya doğru ilerledi. Kapının kolunu çekip odanın kapısını geriye doğru itti.

Kurumuş kanın boğucu kokusu onu karşıladı.

Ölüm odanın içine adım atmadan önce eğilip kot pantolonunun uzun paçalarını kıvırdı. Ardından nefesini tutarak odanın içine girdi ve yavaşça kapıyı kapadı.

Nereye baksa bilemedi.

Banyodan dış kapıya kadar uzun bir kan izi vardı. Kan bazı yerlerde daha yoğun, bazı yerlerde ise aralıklıydı. Kurumuştu fakat daha ilk günkü gibi canlı gözüküyordu. Sadece bu kısımdaki kanın bile bir insandan nasıl çıkabileceğini düşünmek baş ağrıtıcıydı. Buna rağmen, bu kanın dahası vardı. Işığı ve kapısı açık kalmış banyonun içindeki kızıllık belirgindi.

Ölüm banyoya doğru ilerledi. Adımları, banyodaki kanın üzerine bastı. Başka adım izleri de yeri kaplamıştı. O geceye, diğer tutsaklara ait izlerdi bunlar. İzlerin en büyüğü ise Afra'ya aitti.

Kan.

Kan her yerdeydi.

Duşakabinin içinde, camında, üstüne düşmeden önce duşakabinin kenarına sardığı örtünün neredeyse tamamında, klozetin kenarında, aynanın yere saçılmış cam parçaları üzerinde, Afra'nın çarptığı duvarda, zeminde...

Ölüm oturacak bir yer aradı fakat bulamadı.

Üzerindekileri kirletmeden oturabileceği, kan olmayan tek bir yer bile yoktu.

Banyonun parçalanmış kameralarına, kanlı ellerin yıkanmaya çalışırken kanlı suyun geride iz bıraktığı lavaboya baktı. Bir adım daha ileri atamadı çünkü bunu yaparsa, o geceki seslerin zihninde çığlık atacağını biliyordu.

Yine o adımı attı. Kendini boğuluyormuş gibi hissetse de attı.

Böylece en az kanın olduğu tarafa, parçalanmış aynanın parçalarının büyük kısmının yattığı yere yürüdü. Banyonun en ucuna gittikten sonra üzerine değecek bir kurumuş kan lekesi olmadığından emin oldu. Bacaklarını kırıp sırtını duvara dayadı. Gözleri beyaz banyodaki koyulaşmış kızıllıkları üzerindeydi.

Kıyı ve Ahsen çatının kenarında duruyordu. Ahsen dirseklerini çatının kenarına yaslamış, yanağını avucuna gömmüştü ve yağmur altındaki binaların görüntüsünü izliyordu. Saçlarını tepeden toplayıp bir kuyruk yapmıştı. Üzerinde siyah kazak ve siyah kot vardı. İkisinin kafasının üstünü kaplayan geniş, siyah bir şemsiye vardı ve şemsiyeyi tutan kişi Kıyı'ydı. Üzerinde her zamanki takım elbiselerinden birini giyiyordu.

"Hava durumunun kontrol edip yanına şemsiye almalısın," dedi Kıyı sert bir sesle. "Yağmur damlaları gözlüğüne düştüğünde önünü görebileceğini hiç sanmıyorum. Tehlikeli."

Ahsen'in dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. "Telefonum yok," dedi omuz silkerek. "Sen demeden söyleyeyim, anneminkinden de bakamam hava durumuna. Üşeniyorum."

Kıyı iç geçirdi.

"Hem hayatta her şeye karşı önlem almak insanı yoruyor," diye devam etti Ahsen ikna etmeye çalışırcasına. "Çünkü bazen önlem alsan da hiçbir şeyin değişmediğini fark ediyorsun. Bu yüzden hayata ayak uydurmak lazım. Aniden yağmura yakalandığında ıslanmaya karar vermek çok güzel olmaz mı?"

"Üşütürsün."

"Ama değmez mi?"

Kıyı yağmur görünce şemsiye açanlardandı. Yağmurun altında ıslanmak için çabaladığı hiç olmamıştı. Ve yağmura da bu gözle hiç bakmamıştı. Bu yüzden, "Bilmiyorum," dedi.

"Bu arada bir şey soracağım," dedi Ahsen aniden ona dönerek. "Deniz Teyze'nin ilaçları işe yarıyor mu? Durumu iyiye gidiyor mu?"

Kıyı aniden Ahsen'e karşı mesafeli hissetti. "Neden sordun?"

"İyi olmasını çok isterim," dedi Ahsen ona yan gözle bakarak. "Ve bir de... Sanırım benimkiler işe yaramıyor."

Kıyı susup onun devam etmesini bekledi.

"İntihar hakkında sık sık düşünürdüm. Şimdi daha az düşünüyorum ama... Düşünüyorum. Bu normal mi, bilmiyorum. Eskiden nasıl ölebileceğimi araştırıp durmuştum. Bu aralar, özellikle şu aralar hava kötüyken sürekli aklıma gelip duruyor. En acısız, en hızlı, en acılı olabilecekleri araştırmıştım. Ben..." Derin bir nefes aldı ve yüzünü ellerine gömdü. "Bilmiyorum."

"Ölmek mi istiyorsun?" diye sordu Kıyı. Sesindeki o mesafe yok olmuş, yerine endişe gelmişti.

"Bilmiyorum. Sanırım yaşamak istiyorum. Ama... Ölürsem nasıl olur diye de düşünüyorum. Bunu ona söylersem ilaçların dozunu arttıracak ve yine ölü gibi uyumaya başlayacağım, eminim. Sınav haftama az kaldı. Uyuyunca bir ton laf yiyorum. Uğraşamam."

"Yiyeceğin laf umurunda olmamalı. İlaç kullandığını biliyorlar sonuçta. Ve kesinlikle psikiyatristine bunu anlatmalısın. Bunları düşünmen yanlış değil, Ahsen. Herkes ölüm hakkında düşünür fakat bu kafanı bu kadar meşgul etmemeli. İlaçlar bunu sağlayacak."

"Çünkü uyurken düşünecek zamanın olmuyor." Ahsen güldü. "Babamın yanında uyuyunca onu bir görsen... Onun lafını duyacağıma ölürüm daha iyi. Nefret ediyorum sesinden de ettiği her kelimeden de."

Ve sonra yağmur damlaları aniden üzerlerine döküldü.

Kıyı şemsiyeyi indirmişti.

Ahsen gözlerini kırpıştırıp bir eliyle gözlüğünün üstünü kapattı. "Ne oldu?" Bir an duraksayıp Kıyı'yı inceledi. "Şemsiyeyi mi indirdin? Ben de düşürdün sandım bir an."

Kıyı kafasını geriye yatırıp yağmurun onu ıslatmasına izin verdi. "Bunu ilk kez yapıyorum," dedi ifadesiz bir sesle. Birkaç saniye öyle durduktan sonra kafasını çevirip Ahsen'e baktı. "Ve hayatta ilk kez yapacak onlarca şeyin olacak. Bana değip değmeyeceğini sordun, değil mi? Yaşamadan yağmurun altında ıslanmanın değip değmeyeceğini bilemem. Ve sen de yaşamadan, bu hayatı yaşamaya değip değmeyeceğini bilemezsin. Ölerek sonsuz güzel olasılığı kaybetmenin ne denli korkunç olacağını bir düşünsene."

İkisinin de saçları yağmurla ağırlaşırken birbirine baktılar.

"Bazı ölüm şekilleri rahatlatıcı," dedi Ahsen donuk bir ifadeyle. Yüzünü diğer tarafa çevirdi. "Sanki 'yaşarsam neler olur' diye düşünmekten daha da rahat olur o şekilde ölmek."

"Hangisi?"

"Yüksek bir yerden atlamak," derken ifadesiz bir yüzle altlarında uzanan şehre baktı Ahsen. "Yere çakıldığın an bilincin kayıp gidiyor. Atladığında, yere düşene kadar kısa bir an özgürlüğü hissediyorsun. Kanatları olmayan birinin uçabilmesi gibi. Hızlı ve temiz. Sadece kısa bir an acıyı hissediyorsun."

Kıyı dikkatle onu izliyordu.

"Fakat bazı ölüm şekilleri çok korkunç," diye mırıldandı Ahsen. "Bana yaşamayı istetecek kadar. Ölümden korkutacak kadar. Düşünsene... Kendini kesiyorsun. Vücudundaki tüm kan dışarıya çıkarken bekliyorsun. Bilincinin kapanmasını beklerken acıyı hissediyorsun. Ve akan onca kanı görürken insan olduğunu hatırlıyorsun." Dudakları arasından kesik bir nefes vardı. "Tüm o kan... Bir insanın o şekilde ölecek kadar hayattan nefret ettiğini düşünsene."

Kıyı aniden kollarını onun etrafına doladı. Ahsen yan durduğu için tepki veremezken Kıyı derin nefesler alıp vermekle yetindi. "Sus."

"O kadar mı nefret ettin?" diye mırıldandı Ölüm. "O kadar mı nefret ettirdiler?"

Anılar ve anı olarak kalacaklar... Geçmiş, şimdi ve gelecek. Hepsi önündeydi. Hepsi Ölüm'ün kafasının içindeydi. Eski konuşmalar, gelecekte olabilecek konuşmalar... Tüm bunlar nasıl bu hale gelmişti? Tutsağı biraz daha bekleseydi, o görevin gerçek olmadığını öğrenecekti.

Peki ya son görevi değil de, sondan bir önceki görevi onu bitirmişse?

Egemen'i seçmesi, ölmeye karar verdiği gece olmuşsa? Ölüm'ün zihni doluyordu. Ya o geceye katlanamadığı için en çok korktuğu şekilde ölmeye çalışmışsa?

Ölüm aniden ayağa kalktı. Elini mor cebinin içine sokup silahı çıkardı. Ardından sendeleyerek banyodan çıktı. Kan izini takip ederek dış kapıya ulaştı ve kapıyı açıp koridora çıktı. Silahı kaldırıp o kapıya yanaştı.

Tutsak 3'ün kapısına.

Görüşü bulanıklaşıyordu. Göğsü derin nefeslerle inip kalkıyordu. Maskesini yüzüne bastırdıktan sonra iki elle silahı kavradı ve silahı kapıya doğrultmaya devam etti. Tam o sırada, kapının altında belli belirsiz bir gölge dikkatini çekti. Ve sonra bir ses duyuldu. Kapının diğer yanında, biri kapıya yığılmış gibi.

"Lütfen öldür beni." Egemen Varol'un sesini canlı olarak duymak Ölüm'ü afallatırken geriye doğru bir adım atıp gözlerini kapının altındaki gölgeleye sabitledi. Ses kapının ardından alçak bir şekilde geldi. "Benim yüzümden öldü. Lütfen, beni de öldür."

Ölmedi, diye düşündü Ölüm. Ölmedi, ölmedi, ölmedi.

Ölüm'ün elindeki silah titremeye başladı. Ona susması için bağırmak istedi fakat bunu yapmak için maskesinin ses değiştiricisini açması gerekiyordu ve eğer ellerinden birini silahtan çekerse, silahı düzgün tutamayacaktı. Ölüm silah tutmazdı. Başkalarına tuttururdu. Ölüm birini öldürmezdi. Başkalarına öldürtürdü.

Kendisi hiçbir şey yapmıyordu.

"Lütfen."

Afra intihara kalkışalı konuşmayan tutsağının ilk söyledikleri, ölmek için yalvarmak oldu.

Ve Ölüm, ona bunu verecekti.

Çünkü ona verebileceği tek bir şey vardı.

Telefonu çalmasaydı, bunu yapacaktı.

Telefon sesi boş koridoru doldururken Ölüm transtan çıkmış gibi titremeyi bıraktı. Tek eliyle silahı kapıya doğrultmaya devam ederken diğer eliyle telefonu açtı ve telefonu kulağına dayadı.

"Efendim," dedi doktorun sesi. "Kız uyandı."

Afra Çakmak, intihar kalkışmasının üzerinden yirmi altı gün geçtiğinde uyandı.

Ölmeyi başaramamıştı.

Ve böylece Ölüm, silahını indirdi. Kapının diğer tarafında ölmek için yalvaran tutsağı öylece bırakmaya karar verdi. "Sık kafama," diyordu bu sefer. "Bana kendimi öldürecek bir şeyler ver. Bırak öleyim. Bırak-"

Ölüm kıkır kıkır gülerken kıkırtıları boş koridorda yankılandı. Hızlı ve hevesli adımlarla koridordan çıkarken içinde bir çocuğun hevesi uyanmıştı. Uzun zamandır istediği bir oyuncağa nihayetinde sahip olan bir çocuğun hisleri.

Artık oyun devam edebilirdi. Ve sonuçta oyunun devamında, yine ölmeyi isteyecekti.

Ölüm o zaman, ona istediğini verebilirdi.

• • •

• • •

Herkese selamlar! Uzun bir bölümün sonuna geldik.

Bir haftada iki bölüm harika bir başlangıç oldu bence ♥ Umarım devamında da böyle gidebiliriz :3

Gelelim bölüm sonu sorularına!

Tutsakların kavgalarından birine şahit oldunuz. Onların gelmiş olduğu durum hakkında neler düşünüyorsunuz?

Kıyı ve Ahsen'in ilk karşılaşmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ölüm'ün maske takarken ağlaması ve doktora silah çekmesi ile ilgili neler düşünüyorsunuz?

Ölüm'ün 13 numaraya gidip Ahsen'le anılarını hatırlaması...

Sizce telefon gelmeseydi Ölüm, Egemen'i öldürür müydü?

Vee Afra'm güzelim uyandı! Bir sonraki bölümde onun gözünden devam ediyoruz ♥ Yıkık bir psikolojiyle- yeeey!

Bir de ben sizin merak ettiğiniz birkaç soruyu cevapladım aşağıda. Yorumlarda ve panoda tek tek cevaplamıştım ama toplu olarak bir de burada dursun, herkes görmemiş olabilir.

1) Diğer tutsakların gözünden bölüm yazmayı düşünüyorum, evet. Fakat bu ek bölümlerde olacak. Yani kurgu tamamen bittiğinde.

2) Bölüm günü şimdilik yok. Vize, sınav haftam başlıyor. O yüzden müsait oldukça yazıp atmayı düşünüyorum.

3) Sınır ŞİMDİLİK koymuyorum. Bir süre daha böyle devam edeceğim ama sınır koymadığımda oylar hep düşük oluyor, bir süre sonra yine koyacağım. Özellikle bölüm düzenini oturttuğum zaman.

Çoğunuzun sınavları vs. olmasına rağmen geçen bölüm Oyunbaz'ı desteklediğiniz için çok teşekkür ederim! Hâlâ buralarda olduğunuzu bilmek beni çok rahatlattı.

Hepinizi çok çok seviyorum ♥ İyi ki varsınız! En kısa zamanda, haftaya görüşmek üzere.

İnstagram hesaplarım:

Kişisel: Merisiej
Blog: Limaeibooks
Kitaplarımla ilgili paylaşımlar için: ilimaei

Tiktok: i.limae

Continue Reading

You'll Also Like

KOĞUŞ-7 By SA

Mystery / Thriller

67.3K 3.3K 7
"Tanıştırayım beyler. Terre Haute Hapishanesi'nin ilk kadın mahkumu."
154K 9.9K 53
~Fantastik~ "Öfkenin ve dansın zarafeti, olacak her şeyin sebebi... ~ Yaratıkların kol gezdiği, tehlikenin hüküm sürdüğü dünyada; onları avlamak için...
1K 286 16
Risale-i Nur'u okudukça ömrün sonuna kadar imanımız, amel-i salih olarak davranışlarımızı disipline ediyor. Amel-i sâlih de imanımızı arttırıyor ve i...