SİMÜLASYON

By tuba_arik1

5K 1K 448

Bütün bu metal yığını, dedim. Görüp görebildiğim her şey. Kıt aklımı öyle bir karıştırıyor ki, alışmakta hâlâ... More

2
3
4
5
6
7
8
9
10
SIFIRLA
2
3
4
5
6
7
8
9
10

SİMÜLASYON

793 88 36
By tuba_arik1

ÇİFTÇİ
1

İç içe geçmiş halkalar. Yüzlerce halka. Siyah beyaz. Uzun süre baktığımda başım dönüyor. Belki de amaç bu. Bekleme salonunda korku içinde titreyenlerin içeriden gelen diş oyucu vızıltının sesine odaklanmaması için. Eğer gerçekten amaç buysa, işe yarıyor.

Duvarda devasa bir saat var, on biri iki geçiyor. Bir diğer duvarda devasa bir televizyon ekranı, tuhaf bir şekilde sesi kısılı. Annesinin kazağını durmadan çekiştiren sekiz yaşlarında bir kız çocuğu. Sadece onlar ve ben varız. Küçük kızı yadırgamıyorum, ondan farklı değilim, yanımda kazağını çekiştirebileceğim biri yok, yarım saattir sırt çantamın koluyla oynuyorum. Kanal tedavimin son aşaması ve bir an önce evime dönmek istiyorum. Şehrin havası beni boğuyor. Kırsaldan şehre iki buçuk saatlik külüstür bir otobüsle keskin virajlar eşliğinde süren sinir bozucu bir yolculuk, bir o kadar da dönüş süreci, beni birazdan dişçi koltuğunda yaşayacağım stresten daha çok eziyor. Midemin gittikçe büzüldüğünü hissediyorum. Sırt çantam tıka basa abur cubur dolu ama şimdi yiyemem, takıntılı bir şekilde dişimi üç kere fırçaladım.

Zaman yavaşlar mı? Saate baktığım her an değil yavaşlamak duracakmış gibi hissediyorum. Küçük kız neredeyse ağlayacak. Muayene odasının kapısı kapalı, yarım saattir içeriye ne giren oldu ne de içeriden çıkan. Sesler kesildi. Televizyonun sesi daha rahat duyulabiliyor şimdi. Anneyle göz göze geliyorum bir an için. Saçını yarım toplamış, boynunda bir şal var, ufak tefek bir kadın ama yüz hatları çok güzel. Kız hiç annesine benzemiyor, birkaç kez anne dediğini duymasam annesi olmadığını bile düşünebilirdim. Onun da gözü sürekli saatte. Bir an için beni süzüyor. Gözüm ayakkabılarıma kayıyor, biraz çamurlu, temizlemeyi unutmuşum, şu kenardakinin hayvan pisliği olmaması için dua ediyorum. Yıpranmış kot ceketim, içindeki kapüşonlu tişört, aynı ölçüde yıpranmış kot pantolon. Koltukta biraz daha küçülüyorum. Sırt çantamın beni gizlemesini, dönüş otobüsüne kadar da hiçbir gözün görmemesini diliyorum ama o kırbaç etkisi yaratan bakışlardan her defasında nasibimi alıyorum.

Vakit ilerlerken onlar da ben de sabırsızız. İçerideki sesler tamamen kesildi. Ne bir vızıltı ne de konuşma. Hatta dışarıdan gelen araç sesleri de.

Annenin gözü üzerimde. Bütün bu tuhaflığa rağmen hiç konuşmadık. Yavaşça doğruldum. Önce pencereye doğru ilerledim ama merakım ağır bastığından muayene odasının kapısına yöneldim. Kapıyı tıklatmak için elim havada ama her zamanki gibi cesaretim yok. Kulağımı yavaşça kapıya yasladım. Gerçekten de içeride hiçbir ses yok. O sırada annenin "bu da ne?" deyişini duydum. Ayağa kalkmıştı. "Burada bekle," dedi kızına. Hâlâ kapının önündeydim ve yavaşça ona doğru döndüm. Odanın tam ortasında zemine doğru eğilmişti. Ne yaptığını göremiyordum ama kızı korku içinde, yerinden kalkmadan elini annesine doğru uzatıyordu.

Başını bir an için bana çevirdi ve "bakar mısınız," dedi, "benim gördüğümü siz de görüyor musunuz?"

Neyi görüyor muydum? Anne hâlâ yere çömeli bir şekilde bekliyordu. "Neyi?" diye sordum şaşkınlıkla. Yavaşça ayağa kalktı. Ayakkabısının ucuyla halkalara basıyordu. Uzun süre halkaları izlemekten başı dönmüş olabilirdi, bunu söylemeye yeltendim ama o inatla bunu yapmayı sürdürdü. Neye bastığına bakmak için kıpırdandım, tam da o anda, evet, tam da o anda, zemin tek bir ses çıkarmadan bir canavarın ağzı gibi açıldı ve kadını tek bir hamlede içine aldı. Bomboş, gittikçe büyüyen, halkaları yutan o delik bize doğru yavaşça gelmeye başlıyordu. Kulağımda küçük kızın attığı çığlıklar yankılanırken orada öylece duruyordum, öylece bakıyordum. Muayene kapısının önünde, sırtımda çantam, donakalmıştım. Kadının attığı çığlıklar bir süre sonra kesildi, çukur giderek büyüdü. Küçük kızın yerinden kalkıp bana doğru geldiğini, beni kucakladığını, çığlıklar eşliğinde ağladığını fark ettiğimde ancak kendime gelebilmiştim. Ellerimle yüzümü sıvazladım. Rüya mı görüyordum, lanet olsun, rüya mı görüyordum? Koltukta uyuyakalmış olabilir miydim? Başımı hızlıca iki yana salladım. Küçük kız bana öyle sıkı sarılmıştı ki neredeyse bütünleşmiştik. Hızlı bir hamleyle kapıyı açmaya çalıştım ama kilitliydi. Yumrukladım, tekmeler savurdum ama içeriden hiçbir tepki gelmiyordu. O lanet deliğin gittikçe büyüdüğünü, odadaki her şeyi yuttuğunu görüyordum.                                               
Bir şeyler yapmalıydım. Aklımı toparlamalı, hemen bir şeyler yapmalıydım. Kızcağızı hemen kucakladım, gözyaşı ve sümükle dolu suratına bakıp "sarıl bana," dedim "ve ne olursa olsun bırakma." Burnundan fışkıran köpüklü, baloncuklu sümükler eşliğinde başını salladı. Bacaklarını belime kenetledi, kollarını da boynuma doladı. Hemen pencereye yöneldim, o da kapı gibi kilitliydi ve bir türlü açılmıyordu. Kalp atışlarım gittikçe deliye döndü. Buradan kaçmalıydık. Aşağıya bakmamak için elimden geleni yaptım. Çıkış kapısına yöneldim. Tüm çabalarıma rağmen açılmadı. Şu andan itibaren tek düşündüğüm küçük kızdı. Kapıya yaslandım, ellerim arkamda kapının kolunu sıkıca tutuyordu. Küçük kız yüzünü boynuma gömmüş derin bir sessizliğe gömülmüştü ama kalp atışlarımız aynıydı, aynı şekilde hızlıydı, neredeyse bütünleşmişti. Gözüm zemine kaydı, neredeyse otuz santim.

"Özür dilerim," diye fısıldadım küçük kıza. Ayaklarım geri geri gidiyor ama kapıyı aşamıyordu. Bir kez daha "özür dilerim," diye fısıldadım, kollarımı ona doladım ve ikimiz de düşmeye başladık. Karanlığın içinde sessizce, hızla ama bir tüy tanesi kadar hafif. Dünyanın en garip hissiydi. Her düşüş sonrası rüya sona erer. Eğer rüyaysa, tam da bu anda bitmeliydi. Tüm bunların gerçek olma ihtimali neydi? Hayır, hayır, elbette değildi.

Burnumda iğrenç bir metal kokusu. Ameliyat odası gibi bir soğukluk. Hangi insan düşünde bir kokuyu alabilir ve hangi insan düşünde soğuğu iliklerine kadar hissedebilirdi? Bunun bir ilk olduğunu varsayıyordum. Küçük kız hemen altımda, bu şekilde sonsuzmuş gibi gelen bir sürede düşmeye devam ediyorduk. Tuhaf bir şekilde ikimiz de sessiziz. O düşüşü, yere çakılacak olmayı kabullendik. Hâlâ bana sıkıca sarılıydı. Dönmeye çalışıyordum, yere çakılacaksak yere ilk çarpan ben olmalıydım ama dönemiyordum, kıpırdayamıyordum. Tüm çabalarıma rağmen olmuyordu. İşte o son anda, bir şey oldu. Etraf giderek aydınlandı. Etrafı saran metal kafesler birer kule gibi yükseliyordu. Görüş alanıma giren her yer onlarla doluydu. Zemin orada. Neredeyse çakılacağız. Son bir metre. Ama o da ne? Yerden otuz santim yukarıda, hiçbir şey tarafından tutulmaksızın asılı kaldık. Küçük kız hâlâ altımdaydı. Yerler metal mazgal. Şaşkınca etrafa bakındım. Anne panikle bize doğru koşuyordu. Hemen önümüzde diz çöktü.

"Yere dokun," dedi bana. "Yere dokunduğunda ineceksin." Kollarım hâlâ küçük kıza sıkıca sarılıydı, tedirgince dediğini yaptım, elimi yere doğru uzattım, zemine dokundum. Yumuşakça düştük. Kadın, kızını kollarımdan alıp sıkıca sarıldı. Hâlâ yerdeydim, hâlâ rüyada olduğumu, birazdan uyanacağımı düşünüyordum. Hatta bundan emindim. Başka açıklaması olamazdı. Gözlerimi bir an için kapattım, kulağımda küçük kızın neredeyiz, burası da neresi anne diye art arda sorular soran vızıltılı sesi yankılanıyordu.

"Lütfen kalk," dedi sonra kadının endişe içindeki sesi.

"Bir şeyler yapmalıyız, neredeyiz biliyor musun?"

"Sizinle birlikte düştüm," dedim gözlerim kapalı. Evet, kesinlikle rüyaydı.

"Kalk," diye bağırdı. "Burada öylece bekleyecek miyiz? Lütfen kalk."

Ellerim göğsümde yumulu sıkıca bekliyordu. Cenin pozisyonunda büzülmüş, sırtımda çantam mazgalların üzerinde öylece yatıyordum. Metal kokusu giderek artıyordu. Tüylerim diken diken olmuştu. Gözlerimi bir an için araladım. İkisi de hemen tepemde sarmaş dolaş korku içinde bekleşiyordu. Rüya değil miydi? Peki neredeydik? Doğrulmaya çalıştım, başım döndü. Kadın anaç bir tavırla beni kolumdan yakaladı, yüzünde şefkat dolu bir ifade vardı.

"Lütfen yardım et," dedi. "Neler oluyor bilmiyorum ama çok korkuyoruz." Gözleri dolmuştu. Ben de en az onlar kadar korkuyordum. Ben de onlar kadar merak içindeydim ama gerçekten nerede olduğumuza dair hiçbir fikrim yoktu. Adımlarım bir ileri iki geri zeminde ilerliyordu. O korkunç çukur hâlâ başımın üzerindeydi, ama kule gibi uzayıp giden kafesler dışında başka bir şey görünmüyordu. Dişçi yoktu, dünya yoktu, sanki burası bambaşka bir yerdi.

"Anne çok korkuyorum," diyordu küçük kız durmadan. Kollarımı kendime doladım. Açıklık bir alandaydık. Bildiğim hiçbir şeye benzemiyordu burası. Her yer metal, her yer ızgara tipli mazgallarla doluydu. Filmlerde izlediğim şehirlerin yer altı tünellerini andırıyor olabilirdi ama kesinlikle burası devasaydı. Kendi etrafımda dönüp duruyordum. Bir an için kadının "yardım edin, yardım edin, buradayız!" diyerek mazgalların üzerinde gümbürtüyle koşturduğunu gördüm. Uzaktan bir grup insan geliyordu. Yavaş adımlarla, oldukça yavaş adımlarla. Kadın beni burada bırakmış kucağında kızıyla delicesine onlara doğru koşuyordu. Anlam veremediğim bir şekilde adımları yavaşladı. Bir şeyler söylüyordu ama onu duyamayacağım kadar uzaklaşmıştı. Bir an için ilerledim. O an garip bir şekilde kadın geri geri yürümeye başladı. Onun gerilemesi beni durdurdu. Derken koşmaya başladı. Onlardan kaçıyordu. Bana doğru koşuyor, anlamsızca ellerini sallıyor ve çılgınca ağlıyordu. Soluk soluğa vardı yanıma, kızı kucağında korkuyla titriyordu, yüzünü annesinin boynuna gömmüştü. Devasa bir çukurun içine düşmüş garip mi garip bir yere inmiştik ama daha önce böyle bir tepki vermemişti. Hâlâ şaşkındım. Hâlâ ne yapacağımı bilemiyordum. Gerçeklikle rüya arasındaki ince çizginin üzerinde bocalayıp duruyordum. Kalp atışlarım hâlâ hızlıydı. Hızla solumaktan boğazım kurumuş, acı içinde sızlıyordu.

"Ne oldu?" diye sorabildim, kadının tüm bedeni titriyordu ve bana, bize doğru gelen insanları işaret ediyordu. Arkamı döndüm. Birkaç metre ötemizdeydiler. İyi giyimli, iyi görünüşlü ama neredeyse milim milim, kararlı adımlarla yürüyen, yüzlerindeki tuhaf ifadeyle sekiz kadar insan. "Yüzlerine bak," derken arkamdan ceketimi çekiştiriyordu. O an dikkat edebildim yüzlerine. Son derece normaldi, ama tuhaftı. Doğruca bize bakıyorlardı, gözlerini kırpmıyor, herhangi bir ifade barındırmaksızın, sadece yürüyorlardı. Ölü gibi ifadesiz yüzler. Aramızdaki mesafe giderek azaldı.

"Gelmeyin," diyebildim kekeleyerek. "Orada durun!" Elimi uzattım ve durun diye işaret ettim. Ama durmuyorlardı. Hızları ne yavaşlıyor ne de artıyordu. Tüm bu süreç boyunca gözlerini bir kez olsun kırpmamışlardı. Omuzları hafif düşük, kolları iki yana sarkmış, genç yaşlarına rağmen paytak denebilecek adımlarla durmaksızın ilerliyorlardı. Adımlarım geriledi. Kadın hâlâ arkamdaydı. "Bir şeyler yap!" diyordu sürekli.

"Durun!" diye bağırdım. Hem geri geri gidiyor, hem de durun diye tekrarlıyordum ama beni duyduklarından hatta anladıklarından bile emin değildim.
Bir şeyler yapmalıydım gerçekten, ama ne? Kaçmalı mıydık? Nereye? Saklanmalı mıydık? Nerede? Aklımı kaçıracaktım, bir an için ellerimle saçlarımı çekiştirdim. Son bir metre.

"Durun!" diye haykırdım etrafı inleten bir haykırışla. "Durmazsanız canınızı yakarım." Sahi mi diye kahkaha atan iç sesime rağmen son derece ciddiydim. O şeylerin ne yapmaya çalıştıklarını bilmiyordum ama bana, bize dokunurlarsa yumruk sallamaktan çekinmeyecektim. Tüm tehditlerime rağmen yaklaşmaya devam ediyorlardı. Öndeki elini bana doğru uzattı. Adımlarım hâlâ geriliyordu. Tehditten fazlasını yapmaya karar verdim. Sırt çantamı çıkardım ve en öndekine, elini bana doğru uzatana hızla salladım. O da neydi öyle? Çanta adamın elinin içinden öylece geçip gitmişti. Bir kez daha salladım, sonra bir kez daha, ne yaparsam yapayım aynı şeyi görüyordum.

"Lanet olsun!" diye kükredim. "Hangi korkunç şakanın içindeyim? Kim yapıyor bunu?"

Çanta her defasında adamın içinden geçip gidiyordu. Ve o sekiz kişilik grup durmaksızın üstümüze geliyordu. Kafeslerin gıcırtılar eşliğinde üzerimize doğru geldiğini, bulunduğumuz alanın daraldığını fark ettiğimde ne yapacağımı bilemez bir şekilde hâlâ geriliyordum. Gözlerim yuvalarından fırlamak üzereydi, kadın durmaksızın bir şeyler söylüyordu ama onu duymuyordum bile, zihnim kaos içindeydi. Sonunda kafamı toparlayıp ona odaklandım.

"Burada kapana kısıldık," diye bağırdı. Çığlıkları, delicesine ağlayışı, küçük kızına sımsıkı sarılışı bir an için bana cesaret verdi. Kendim için değilse bile onlar için korkmaktan öte bir şeyler yapmalıydım. Bu şey her neyse bitmek zorundaydı.

"Arkamdan ayrılmayın," dedim sakin olmaya çalışarak, "ne olursa olsun ayrılmayın."

Yüzlerine bakmıyordum artık, insan değildi onlar, birer görüntüydü. Her ne kadar onlara dokunamasam da içimden bir ses onların bana, bize dokunabileceğini söylüyordu. Ne yapabilirdim? Nasıl püskürtebilirdim onları? Çantamı yeniden sırtıma taktım. Sol kolumu sıvazladım ve yumruğumu öndeki için hazırladım. Sıkı yumruklarım vardı, ama tek korkum yumruğumun da çantam gibi o şeylerin içinden geçip gitmesiydi. Yine de denemekten başka çarem yoktu. Derin bir nefes aldım ve en öndekinin suratına yumruğumu sertçe indirdim. Evet, indirdim! Yumruğum o şeyin içinden geçip gitmedi. Gerçek bir insan derisiydi. Gerçek bir yüz. Sendeledi, diğerlerinin üzerine yıkılacak gibi oldu ama toparlayıp yürümeye devam etti. Bir yumruk daha salladım, ardından bir tane daha. Öndeki iki kişi yere serilmişti, doğrulmaya çalıştılar, ama kurma bir oyuncak gibi doğrulmaya her yeltendiklerinde yeniden yere yıkıldılar. Korkum yerini şaşkınlığa bıraktı. Sonraki gelen tekmelerimden birini yedi. Kavga ediyordum. Evet, resmen kavgaydı bu. Karşılık vermiyorlardı hepsi bu. Yıkılanlar bir süre sonra büyük çabalar eşliğinde yeniden doğruluyor, yeniden üzerime geliyordu. Nefes nefese kalmıştım. Gücüm tükeniyordu. Her tekme onları biraz daha uzağa savuruyor, bana biraz zaman kazandırıyor ve sonra, her şey yeniden devam ediyordu. Son tekmeden sonra dengemi kaybederek yere kapaklandım. Başım dönüyordu. Bacak kaslarım korkunç bir sızıyla yanmaya başlamıştı. Bu hissi en son patlak lastikli el arabasında yokuş yukarı elli kiloluk yem torbası iterken hissetmiştim.

"Lanet olsun!" diye soludum. "Devam edemeyeceğim."

Yerde sürüne sürüne geriledim. Sonunda hepsi doğruldu. Kafesler alanı kapattı ve bize kaçacak bir yer bırakmadı.

"Koridorlar," dedi kadın. "Her yer koridorlarla doldu, bir kez daha püskürtemez misin, lütfen ayağa kalk, o koridorlardan birine ulaşabiliriz." Demesi kolaydı. Ellerim titriyordu. Tüm bedenim titriyordu. Gücüm tamamen tükenmişti. Gözüm üzerlerinde, yerde gerilediğim tam da o esnada elime soğuk bir şey değdi. Benden önce kadın haykırdı. "Bir kılıç."

Hah! "Kesinlikle rüya," dedim. Daha saçma olamazdı. Bu kesinlikle rüya.
Hemen solumda, elime değen gümüş renkli, pırıl pırıl parlayan bir kılıç duruyordu. Filmlerdeki gibi görkemliydi. Kılıcın kabzasını kavradım ve kalan son gücümle ayağa kalktım. Kabzayı iki elimle kavradığımda aramızdaki mesafe tamamen kapanmıştı. Bana dokunmak üzereydi. Bunun işe yaramasını umarak, güçlü bir solukla kılıcı o şeylerin üzerine doğru salladım. Gördüklerim inanılır gibi değildi. Kılıcın darbesiyle tıpkı bir oyunda olduğu gibi pul pul parçalara ayrılarak yere döküldüler. Hepsi. O şeylerin hepsi. Kılıcın değdiği her insan gözlerimin önünde milyonlarca küçük renkli parçaya ayrılarak yere döküldüler.

"Pikseller," dedi küçük kız. Şaşkınlıktan açılmış ağzımla onlara döndüm. Onlar da en az benim kadar şaşkındı.

"Ne dedin?" diye sordum. "Ne oldu onlara?"

"Pikseller halinde döküldüler," dedi benim oyun teorimi doğrularcasına. "Piksellere dönüştüler."

Delirmeme ramak kalmıştı. Zavallı beynim patlamak üzereydi.

"Şuraya bak," dedi anne kız aynı anda. Bir aksiyon daha kaldıracak durumda değildim ama yine de dedikleri yere bakmaktan başka çarem yoktu. Yere yığılmak üzere olan bedenim kılıçtan destek alarak zorlukla ayakta duruyordu. Küçük bir dua mırıldandım ve yönümü oraya doğru çevirdim. Koridorların birinde, on metre kadar ötemizde bir grup insan daha vardı, ama az öncekiler gibi bakmıyorlardı. Gözüm bir an için kiminin elinde, kiminin de sırtında asılı duran kılıçlara kaydı. Saydım, beş kişilerdi. Hemen öndeki siyah deri ceketli uzun boylu genç bir çocuktu. Diğerleri onun kadar genç değildi, bir de kız vardı aralarında. Kır saçlı adam bir adım öne çıktı ve "bizi takip edin," dedi bütün ciddiyetiyle. Kadın kızıyla birlikte adama itaat edercesine hemen yürümeye başladı. Ne nankörlük! "Lütfen," dedi fısıltıyla. "Başka çaremiz yok." Kadının peşine takıldım ve koridor boyunca o insanları takip ettim.☆
Kılıç hâlâ saçma bir şekilde elimde duruyordu. Yumruk yaptığım diğer elimi ceketimin cebine soktum.

Kimdi bu insanlar ve nereye gidiyorduk? Bu lanet yer de neresiydi? Ah, rüya olmalıydı. Rüya olsundu. Uyandığım şu andan itibaren bu uçuk kaçık rüyanın her anını kucaklayabilirdim ama uyanmak şartıyla, değilse, bu gerçeklikle nasıl başa çıkabileceğimi bilmiyordum.

Koridor uzuyor, insanlar sessizce, tek kelime etmeden ilerliyordu. Etraf bir an olsun değişmiyordu. Her yer tıka basa mazgaldı, koridorlar ancak dört insanın yan yana yürüyebileceği genişlikteydi. Sağa döndüler, bir süre sonra da sola. Her yer birbirine benziyordu. Düşünmeyi kesmeliydim, eğer ilerleyeceksem düşünmeyi kesinlikle kesmeliydim. Bir an için kadına tosladım. Kılıç elimden büyük bir şangırtıyla yere düştü, kimse dönüp bakmadı bile, eğilip kılıcı yerden aldım. Bir yere gelmiştik. Bir kapı. Kocaman, metal bir kapı. Herkes sırayla içeriye girdi, kadının ceketini çekiştirdim. Arkasını döndü ve sorun yok dercesine gözlerini kırpıştırdı. Nasıl da güvenip peşlerinden gidiyordu öyle? Kalbimin atışı tüm o süreç boyunca bir kez olsun yavaşlamamıştı ve yavaşlamaya da niyeti yoktu çünkü içerisi dışarıdan bir o kadar daha tuhaftı. Bir yaşam alanı vardı burada. Bir düzineden fazla da insan. En nefret ettiğim şekilde baştan ayağa süzüldüm. Çoğunun bakışları elimdeki kılıçtaydı. Kadınlı erkekli hatta içlerinde iki de çocuk olan bir grup insan. Onlara bakmayı kesip etrafı taradım. Çok geniş bir alandı, belki yüz metre kare. Ortada devasa metal bir masa duruyordu ve yemek yiyen birkaç kişi vardı. Biz içeri girince herkes hareketsiz kaldı. Köşede mutfağa benzer bir alanla birkaç metal dolap daha. Her şey metal. Kusmak üzereydim.

"Hadi," dedi kır saçlı adam eliyle masayı göstererek. "Geçin oturun, dinlenin. Hey, Piyanist, onlara içecek bir şeyler getir."

Piyanist mi, diye geçirdim içimden. Ona neden böyle seslenmişti? Kadın bir eliyle kızının elinden tutmuş diğeriyle de koluma girmişti. Hafifçe çekiştirdi beni. Kılıcı oturduğum sandalyenin hemen yanına, yere bıraktım. Titreyen ellerimi belli etmemek için onları kucağımda gizledim. Çantam hâlâ sırtımdaydı.

"Rahat olun," dedi Piyanist dedikleri adam elindeki tepside içecek bir şeyler getirirken. "Çantalarınızı bırakın, ceketlerinizi çıkarın. Zorlu bir gün ha! Sorun değil," dedi elini havada sallarken. "Alışacaksınız. Tıpkı hepimiz gibi."

Hiçbir şeye alışmak istemiyordum. Gözlerimi bir an için kapattım, beşe kadar saydım, gözlerimi yeniden açtığımda tam karşımda deri ceketli çocuk duruyordu. Duvara yaslanmış, doğrudan bana bakıyordu. Bütün dikkatiyle. İnsanın sinirlerini bozmakta üstüne yoktu. Yönümü hemen yanı başımdaki kadına çevirdim. Hiçbir bağımız yoktu, buraya düşene kadar da tek kelime etmemiştik ama kendimi garip bir şekilde ona yakın hissediyordum. Birçoğu sandalyelere geçip oturdu, diğerleri de masanın etrafına toplandı. Şu tuhaf çocuk dışında kimsede rahatsız eden bakışlar yoktu. Kır saçlı adam hemen karşımıza oturdu.

"Uzun zamandır kimse gelmemişti," dedi sevecen bir tavırla. Ellerini masanın üzerinde kenetledi. "Neredeyse iki yıl oldu. En son Kasiyer gelmişti," dediğinde hemen arkasındaki genç kız elini havaya kaldırdı. Bu gruptaki kızdı. "İsimlerinizi sormayacağım. Buradaki kimse fark ettiyseniz isimlerini kullanmıyor. Bekleyip, onların size vereceği isimleri kullanacaksınız. Gerçi," derken omuz silkti. "Mesleklere göre isim veriyorlar, göstergeniz olsun olmasın isimlendirileceksiniz, mesela ben doktorum. Bu yüzden siz de bana böyle seslenin. On yıldır buradayım." Oturduğum sandalyede hafifçe sarsıldım. Buna hazır değildim, buna hiç hazır değildim.

"On yıl mı?" diye sordum kekeleyerek. Neredeyse yığılıyordum. Görüşüm karıncalandı. Dizlerim yeniden titremeye başladı. Başını hafifçe salladı.

"Size kötü haberi doğrudan vermek istemezdim ama maalesef buradan bir çıkış yok. Bir oyun oynuyorlar."

"Kimler?" diye sordu kadın hararetle. "Hem, hem söyleyin lütfen, neredeyiz?" İyi ki o sordu diye geçirdim içimden. Konuşacak durumda değildim. Adam güçlü bir nefes aldı. Kimse yerinden kıpırdamıyordu. Üzerimdeki delici bakışların hâlâ farkındaydım ama şu an ona aldırış edecek durumda değildim.

"O insanlar," dedi. "Gerçek olmadıklarını gördünüz."

İkimiz de aynı anda başımızı salladık.

"Bir simülasyon." Bakışlarını bana çevirdi. "Seni izledim," diye devam etti. "Gerçekten çok iyiydin. Buradaki hiç kimse ilk saniyeden itibaren onlarla dövüşmek gibi bir girişimde bulunmadı. Çanta iyi bir başlangıçtı ama onlar için eğlenceli değil. Gerçek bir kavga istiyorlar. Gerçek bir savaş. Bir tek kılıçla ölüyorlar. Başka bir şeyle onlara saldıramazsın. Yumrukla yere ser, kılıçla öldür. Dediğim gibi bu bir oyun. Sana dokunmadıkları sürece sorun yok."

"Dokununca ne oluyor?" diye sordu kadın. Adam geriye yaslandı. İşaret parmağını havaya dikti ve "eğer biri dokunmuşsa elektrik çarpmış gibi hissediyorsun. Eğer dokunmaya devam ederse tüm gücün çekiliyor, içini boşaltıyormuş gibi bir his," başını iki yana salladı. "Pek tavsiye etmem."

"Peki ya birkaçı birden?" diye sorusuna devam etti. Sabırsızdı ve bu hali yüzünden rahatlıkla okunabiliyordu.

"Seni öldürmeye ikisi birden yeter. Eğer kalabalık bir sürü tarafından ele geçirilmişsen dua etmek için bile vaktin olmayacak bu yüzden ne yap et, ya kaç ya da onları yok et. Basit kurallar." Eliyle etrafı gösterdi. "Burada birkaçımız çalışan ve" deyip yanımdaki kadına dikti bakışlarını, "birkaçı da senin gibi yiyen olmak zorunda. Zayıfları dışarı atmıyoruz. Herkes cesur olmak zorunda değil ya da güçlü. Hiçbir şey yapmadan burada oturup diğerlerinin puanlarıyla yediğin yemekler için kendini suçlu hissetme ya da çaresiz. Biz böyle yaşıyoruz. Büyük bir aileyiz. Öyle olmak zorundayız. Zamanla her şeye alıştık. Her şeyi kabullendik. Siz de kendinizi buna alıştırsanız iyi edersiniz. Elbette," dedi kadını konuşacağı sırada susturarak, "sorularınız olacak ama bolca zamanımız var, bu yüzden bugün dinlenin. Yaşadıklarınızın üstesinden gelmeye çalışın. Kendinizi en azından sonrasına hazırlayın."

Doktor, tam olarak doktor gibi konuşmuştu. Ama kabullenmeye, burada olmaya hazır değildim. Bir hayatım vardı, bakmakla yükümlü olduğum hayvanlarım. Tavuklarımı kümesten bile çıkarmamıştım. Sadece beş altı saat diye düşündüm, fazla değil. İneğim Betty doğurmak üzereydi. İyi ki komşuma ona bakarak olmasını söylemiştim. Lanet olsun, eve dönmek istiyordum. Başımı tavana doğru kaldırdım, gözlerim kapalı, ağlamamak için direndim. Kadın benim kadar dayanıklı değildi, hıçkırıkları yankılanıyordu kulağımda, sonra bir ses daha; tıkırtılar. Hızla açıldı gözlerim. Tavanda bir şey yürüyordu, daha doğrusu tavanın üzerinde. Tıkır tıkır, metal yüzeyde. Hayır delirmiyordum, apaçık yürüyordu işte.

"Neler oluyor?" diye sordum korkuyla. Bakışlarım doğruca Doktor'a çevrildi. "Neler oluyor?" diye tekrarladım. O şey tavan boyunca ilerledi. Duvara doğru indi. Orada bir yerlerde ilerlemeye, tıkırdamaya, içeri girmek istercesine çabalamaya devam etti.

"İşte beklenen," dedi Kasiyer dediği kız. Diğerleri geriye çekildi. Yanımdaki kadın ve benim dışımda kimsede panik belirtisi yoktu. Karşımdaki genç kıpırdandı ve başını oda boyunca ileriye doğru uzattı. Doğruca onun baktığı yöne döndüm. İçeride bir hareketlilik başladı. O şey içeri girmişti, yerde ilerliyordu. İnsanlar yavaşça geriye çekiliyor ona yer açıyordu. Derken masanın üzerine zıpladı. Bir örümcek! Metalik bir örümcek, devasa masanın bir ucundan bize doğru geliyordu. Tıkır tıkır. Hızlıca yürüyordu. Tam karşımda durdu. Ah, ölüyordum. Bacaklarını açtı. Altı bacak. On beş santim uzunluğunda. Dönerken çıkardığı gıcırtılı o tuhaf mekanik sesler. Bacaklarından biri bana doğru kalktığı sırada kendimi korkuyla geriye attım. Sandalye altımda benimle birlikte büyük bir gümbürtüyle yere serildi. Ellerim göğsümde birleşmiş, gözlerim tavanda, sandalyede hâlâ oturur pozisyonda ama yerde yatıyordum, öylece, kıpırtısız. Tek kelime etmeden. Ölü solukluğuyla orada öylece yatıyordum. Saniyeler geçiyordu, kimse kıpırdamıyordu, kimse tek kelime etmiyordu, hâlâ orada yatıyordum. O şeye bakmaya bile yeltenmedim, yerimden hiç kıpırdamadım, sırt çantam bir yatak gibi sırtımı korumuştu. Derken, ızgaralar üzerinde yürüyen adımlar, ama bunlar bir insana aitti. Tam tepemde durdu. Bana doğru eğildi. Siyah deri ceketli çocuk. Bir süre, duruşlarımız ters de olsa birbirimizin gözlerine baktık. Güzel gözler diye düşündüm, güzel bir yüz. Sıradan bir günde, sıradan bir yaşamda kalp atışlarımı hızlandırabilirdi ama şimdi değil. İçim tıka basa korkuyla doluydu. Tamamen eğildi, sandalyemin sırtını tuttu ve tek bir hamlede, boş bir çuvalı kaldırır gibi beni yerden kaldırdı. Hiçbir şey olmamış gibi insanlar bize bakmaya devam ediyordu. O şey hâlâ masanın üzerindeydi. Çocuk yanıma oturdu. Ellerim göğsümde sımsıkı bir şekilde bekliyordu.

"Elini uzat," dedi sakince. Dudaklarımı yumdum ve başımı hızlıca iki yana salladım. Neredeyse ağlayacaktım. "Bunu yapmak zorundasın." Gözlerimi kapattım ve damlaların dökülmesine izin verdim. Daha fazla dayanamayacaktım, "eve gitmek istiyorum," dedim gözyaşları eşliğinde. Bir çocuk gibi hüngür hüngür ağladım. Kimseden utanmadım, kimseden çekinmedim, sadece ağladım.

"Burada hepimiz eve gitmek istiyoruz ama elimizden bir şey gelmiyor o yüzden güçlü bir kız ol ve elini uzat."

Yanımdaki kadın bana peçete uzatıyordu, minnetle salladım başımı, gözyaşlarımı sildim.

"Ne yapacak bana?" diye sordum. Kolunu sıvazladı ve bileğindeki saate benzer şeyi gösterdi.

"Bir gösterge," dedi. "Puan toplayacaksın."

Bir an için gözlerine baktım. Derinlere. Birkaç saniye içerisinde onu görmüştüm. Yüzeyde ne kadar genç biri olursa olsun derinlerde, yorulmuş, yıpranmış ve hatta tükenmiş biri duruyordu. Hâl böyleyken onlar karşısında şımarık bir çocuk gibi görünmek istemiyordum. Başımı salladım ve kolumu masaya doğru uzattım. Elimi tuttu.

"Ufacık bir acı," dedi. "İstersen gözlerini kapatabilirsin."

"Hayır," dedim. "Görmek istiyorum."

Başıyla onayladı. Ceketimin kolunu dirseğime kadar sıyırdı. Bir eliyle dirseğimden diğer eliyle de elimden tutarak doğru bir açıyla kolumu masaya, daha doğrusu o şeye doğru uzattı. Örümcek iğne etkisi yaratan sivri metal bacaklarıyla koluma zıpladı. Doğruca bileğime yürüdü. Bacaklarını bir saatin kordonu gibi bileğime sardı, gövdesi yerleştiği sırada hafif bir acı hissettim. Tüm bunlar olup biterken oldukça sakindim. Yüzümde küçük bir şaşkınlık belirtisiyle aslında gayet iyi idare etmiştim. O şey bileğime yerleşir yerleşmez öylece kaldı, kıpırtısız. Artık bir örümcek değildi. Bu gencin kolundaki göstergenin birebir aynısına dönüşmüştü. Yüce tanrım, otuz yaşındaki tüplü televizyonum evimdeki en teknolojik aletti ve burada gördüklerimi anlamlandırmakta zorlanıyordum. O şeyi, saati, göstergeyi, adı her neyse kendime doğru çevirdim. Bir ekran belirdi. "Dokun," dedi. İşaret parmağımı ekrana bastım. Biraz kabaydım, birkaç kişinin kıkırdamasına neden olmuştum ama olmuştu işte, ekran açıldı. Yeşil bir renkle birlikte içinde öylece dönüp duran bir altın para belirdi. Ekranı Doktor'a çevirdim.

"Tebrikler," dedi. "İlk altın puanın."

Tüm bunların ne anlama geldiğini bilmiyordum ama bahsettikleri, oyun, puan gibi şeyler kafamda bir şekilde canlanıyordu. Blink gibi bir sesle puan ekranın bir köşesine kaydı ve ekranda kocaman harflerle Çiftçi yazdı.

"Evet," dedi yanımdaki genç geriye yaslanıp kocaman bir gülümsemeyle. "Çiftçi'ye merhaba deyin. O artık bir unvana ve bir altın puana sahip, hem de gelir gelmez. Potansiyelini görüyor olmalısınız. Yüce gönüllü çıkarsa karnınız iyi doyacak demektir."

Dalga mı geçiyordu yoksa ciddi miydi bunları söylerken pek anlaşılmıyordu ama herkesin yüzünde garip bir sevinç ifadesi belirdi. Bir anda alkışlar yükseldi odada. Bileğimdeki bu garip şeyle şaşkınca onları izledim. Zaman yine yavaşlıyor, durma noktasına yaklaşıyordu. Başımın döndüğünü hissediyordum. Bunca insan etrafımızda toplanmış çılgınca alkışlıyordu. Her şey ağır çekimde olup bitiyordu. Güçlükle yutkundum. Bir an için yığılacak gibi hissettim. Birisi masaya doğru düşen başımı alnımdan destekleyerek yeniden doğrulttu.

"Söylemeyi unuttum," dedi genç. "Biraz baş dönmesi yapıyor." Hemen önümdeki bardağı elime tutuşturdu. "Hepsini iç, iyi gelecektir." Biraz ekşimsi, biraz da bozulmuş meyve tadı. Hepsini bir dikişte bitirdim.
Kasiyer dedikleri kızın yanında biri belirdi, otuzlarında, sevimli bir yüz ifadesiyle zayıf mı zayıf bir kadın.

"Hoş geldin," dedi titrek bir sesle. "Böyle doğruca söylediğim için beni yanlış anlama ama çantanda neler var, oradan," dedi parmağıyla yukarıyı işaret ederek. "Ne getirdin çok merak ediyorum, ben altı yıldır buradayım. Evimi çok özledim. Dünyaya ait her şeyi çok özledim."

Kadın bunları söyler söylemez herkes onun etrafına toplandı. Geldiğimizden beri yüzlerinde gördüğüm ilk merak belirtisiydi bu. Çantamın şişkinliği onları umutlandırmış olmalıydı. Bir süre duraksadım. Ne diyeceğimi, ne düşüneceğimi bilemedim. Başımı anne kıza çevirdim bir an için. Bakışlarında onay vardı. Kendisi kolundaki küçük çantayı masanın üzerine bıraktı.

"Birkaç şey," dedi sakince. "Bakabilirsiniz."

Çantamı sırtımdan çıkardım ve masanın üzerine bırakarak onlara doğru ittim. Ellerim yeniden masanın altında kucağımda birleşti. Zayıf kadın heyecanını bastıramıyordu belli ki, en az benim titreyen ellerim kadar titriyordu elleri. Çantayı dik konuma getirdi, fermuarı açtı. Herkes içinden olağanüstü bir şey çıkacakmış gibi elleri çenelerinin altında, gözleri dolu dolu umutlu bir bekleyiş içindeydi. Elini içine daldırdı. İlk çıkardığı baharatlı cipsti. Gruptan sıra dışı bir çığlık yükseldi. Küçük boy bir paketti ama ondan iki tane daha vardı. İçinden çıkan her şeyi sevinç haykırışları eşliğinde masaya bırakıyordu. Beş adet çikolatalı gofret, iki baharatlı çubuk kraker, bir kalıp bitter çikolata. İki büyük boy muzlu gofret. Beş paket portakallı bisküvi. Çantadan çıkan her abur cubur tezahüratla, ıslıklarla karşılanıyordu.

"Kırsalda yaşıyorum. Şehre her zaman gitmiyorum," diye açıklama yaparken buldum kendimi.

"İki kutu vişne suyu," derken kadının gözlerindeki ışıltı görülmeye değerdi. Yedek tişörtüm geldi eline. Onu da masaya çıkardı. Küçük bir şişe su. Küçük bir paket ıslak mendil. Küçük bir paket peçete.

"Uzun yol," dedim sırtımda biriken terlerle. "Lazım oluyor."

Ama kimse benim açıklamalarıma aldırış etmedi. İnsanlar hayretle çantadan çıkanları izlemeye devam ediyordu. Bir çift kumanda pili. Tüplü televizyonumun, diye geçirdim içimden. Paket içinde etiketiyle iki çift çorap. Bunlar çantanın tabanındaydı ve sırtımdaki terler giderek artıyordu. "Şey," dedim kekeleyerek, "orada şey var." Kendi kendime konuşuyor gibiydim. Kadın kesinlikle bana aldırış etmiyordu, büyülenmiş gibi çantamdaki her şeyi birer birer çıkarmaya devam ediyordu. Üç adet külot. Masanın altına doğru kaymaya başladım. Bu kadın neden çekinmiyordu? Kahretsin! Yer yarılsa, diye geçirdim içimden ama daha dibe gitme ihtimalim var mıydı?

"Ped," diye atıldı arkadan biri, "ped yok mu?"

İşaret parmağım titreyerek çantamı işaret etti. "İç gözünde," deyişim bir fısıltıydı. Yirmi kadar insan hepsi masanın etrafına toplanmış çantamdan çıkanları izliyordu. Buna iç çamaşırları da dahildi. Ped diye ortalığı inleten elini hızlıca çantaya daldırdı, onu bir başkası izledi, ortalık bir anda birbirine girmişti. Birbiriyle itişip kakışan bir sürü kadın. Birbirlerinin saçını çekenler bile vardı. Bu ana şahit olmamak için gözlerimi kapattım, ellerim iyice birbirine kenetlendi. Tam da o anda "bu kadar yeter!" diye haykırdı biri. Gözlerimi açtığımda yanımdaki genç doğrulmuştu.

"Bu kadar saçmalık yeter," dedi. "Soyguncu musunuz? İzin almayı, birinden doğru düzgün bir şey istemeyi ne zaman öğreneceksiniz?"

Oda sessizliğe büründü. Ped yeniden masaya bırakıldı. Herkes masadan birkaç adım uzaklaştı. Kadınlardan biri ağlamaya başlamıştı.

"İhtiyacım vardı," dedi sessiz hıçkırıklarla.

"Alabilirsin," dedim suçluluk duygusundan kurtulmak istercesine. Bir an için bu azarlamadan sonra çekineceğini düşündüm ama alabilirsin dediğim an timsah gözyaşlarını silip paketi kaptığı gibi oradan koşar adımlarla ayrıldı. Onu diğerleri takip ediyordu şimdi. Başımı bir an için gence kaldırdım. Yüzüme bakmıyordu. Gözlerini bir an için kapattı. Derin bir nefes aldı. Sonra da yönünü hızla bana çevirip beni ensemden tutarak kapıya doğru sürüklemeye başladı. Ona karşı gelemiyordum. Ayaklarım yerde mazgalların üzerinde çaresizce sürükleniyordu. Odadan dışarı çıkardı, kapıyı kapattı, beni de kapının hemen yanındaki duvara bir sinek gibi yapıştırdı. Yığılacağımı anlamış olmalı ki yakamdan sıkıca tutuyordu. Doğruca yüzüme doğru eğildi. Saçları alnında birikmişti, simsiyahtı saçları. Bembeyaz, pürüzsüz bir teni vardı.

"Son reglin miydi?" diye sordu öfkeyle.

"Ha?" dedim kocaman bir şaşkınlıkla.
Sorusunu yineledi. "Sen cevap verene kadar soracağım," dedi aynı öfkeyle.

"Son reglin miydi?"

Hayatım boyunca hiç bu kadar utanmamıştım, hayatım boyunca kendimi hiç bu kadar aşağılanmış hissetmemiştim. Suratına bir yumruğu hak ediyordu ama şu an için bunu yapabilmekten oldukça uzaktım. Başımı hayır dercesine iki yana salladım.

"O halde bir sonraki reglinde, eğer puan kazanamazsan tıpkı onların yaptığı gibi bir başkasının ayaklarına kapanacaksın. Bunu mu istersin? Böyle, onlar gibi, bir parazit gibi yaşamayı mı?"

Hâlâ onu anlamaya çalışıyordum. Hâlâ burada olan bitenleri anlamaya çalışıyordum ama o oldukça acımasızdı. Bana hiç zaman tanımamıştı. Yakamı bıraktı. Yavaşça soludum. Hayır, ağlamayacaktım. Onun karşısında daha da zayıf görünmek istemiyordum. Geriye çekildi, ileri geri yürüdü. Eliyle saçlarını geriye doğru sıvazladı. Gürültülü bir solumayla yeniden üzerime doğru yürüdü. Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra, "hiç bilgisayar oyunu oynadın mı?" diye sordu.

"Bilgisayar oyunu mu?" diye sordum. Etrafa bakındım aptalca. "Belki, küçükken, Gameboy. Bir de, şey."

"Ne?" diye sordu güçlüce dikilmiş bakışlarıyla. Bu bakışlar bana kendimi böcekmişim gibi hissettirdi.

"Mario."

"Mario?" dedi komik sayılabilecek şaşkın bir yüz ifadesiyle. Dehşete düştüğü belliydi. "Hangi çağdan bu?" diye homurdandı. Duymadığımı düşünmüş olabilirdi ama duymuştum işte.

"Kırsalda yaşıyorum," diye ekledim. "Bütün çocukluğum orada geçti." Gözlerime bakmaya devam ediyordu.

"Kaç yaşındasın?" diye sordu.

"Yirmi üç. Ya sen?" diye sorabildim bir anlık cesaretle.

"Aynı yaştayız," dedi.

"Senin adın, yani unvanın ne?" diye kekeledim.

"Mühendis," dedi.

"Mühendis miydin? Yani, yukarıda."

Başını hayır dercesine iki yana salladı. Bir şey diyecek gibi oldu, sonra vazgeçti, kapıya yöneldi, kapıyı açtı ve kolumdan tutarak aynı kabalıkla beni içeriye fırlattı. Kendisi girmemişti. Titrek adımlarla ilerledim masaya doğru. Abur cuburlarım ortadan tüymüştü. Çantam artık şişkin değildi. Yedek tişörtüm dışında ortada bir şey görünmüyordu. Anne kız da orada değildi. Yine de daha fazla devam edemeyeceğim için eski yerime oturdum. Bir süre sonra oda yeniden hareketlendi. Omuzlarım düşmüş bir şekilde orada öylece beklerken birileri önüme yemek bıraktı. Birkaç saniye içinde herkes masaya toplanmıştı. Tek duyulan ağız şapırtıları ve birkaç şakalaşmaydı. Gözlerimi yeniden kapattım.

"Lütfen ye," dedi yanımdaki yabancı kadın. Yönümü ona çevirdim. Otuzlarının sonundaydı belki. Güzel sarı saçları, yemyeşil gözleri vardı.

"Güçlenmen gerekiyor. Burada güçlenmesi gereken tek kişi sensin." Tabağındaki ete benzer parçaları birer birer atıyordu ağzına. "Bilirsin," dedi kolumdaki göstergeye bakarak. "Puan kazanmalısın." En ufak bir fikrim olmasa da başımı anlamışçasına salladım. Etrafa bakındım. O genç yoktu. Daha doğrusu Mühendis.

"O nerede?" diye sordum kısılan sesimle. Kimi kastettiğimi anlamıştı.

"Ava çıkmıştır," dedi. "Onun kendi dairesi var, burada bizimle birlikte yaşamıyor."

"Peki, neden öyle? Yani neden bana öyle davranıyor?"

Yüzüme doğru eğilerek göz kırptı ve kimsenin duymayacağından emin bir fısıltıyla "sana göz koymuştur," dedi.

"Ha!" dedim birden irkilerek.

"Yoo," dedi şaşkınlık ifadesini uzatarak, "o anlamda değil."

Bir an için beni süzer gibi oldu. Yüz ifadesi değişti. "Yanlış anlama tatlım, onun tipi değilsin." Açık sözlülüğü için neredeyse teşekkür edecektim. "Şey için. Birlikte çalışmak için. Bilirsin, dışarıda. Onlara karşı. İki kılıç bir kılıçtan daha iyidir. Seninle birlikte oynamak istemiştir."

"Oynamak mı?" diye sordum her saniye biraz daha aptallaşarak. "Ama oyun dediğiniz buraya düşer düşmez yaptığım gibi değil mi? Yani, şey, o insanlar..." Ne demek istediğimi anlamıştı. Hafifçe kıkırdadı ve yeniden ciddileşerek başını hayır dercesine iki yana salladı.

"Hayır, tatlım. Onlar sadece artıktı."

"Artık mı?"

"Bu ismi onlara biz verdik. Şey gibi düşün, insan değil, ondan arta kalan bir şey. Bir artık işte. Bazen ortaya çıkarlar. Hem eskiler, hem de yeni gelenler için. Oyunun içinde bolca olsalar da o oyun değildi."

Üzerime rahatsız edici bir şekilde eğildi. Yeşil gözleri iyice açıldı. Yüzüne şeytani bir gülümseme oturttu.

"Ah, zavallım," diye sızlandı. "Hiçbir fikrin yok değil mi? Oyun daha başlamadı."

Continue Reading

You'll Also Like

197K 9.3K 61
İNSANIN RASTGELE SALLADIĞI NUMARA HAYAT DEĞİŞTİRİR Mİ Kİ BENİMKİ DEĞİŞTİ...
66.5K 8K 55
Ne zaman? Ne zaman her yerde olman bana yetmemeye başladı? (angst DEĞİL) öyle gibi duruyor ama değil
DEVA By Khalesi

General Fiction

1.3M 149K 48
[TAMAMLANDI] Bela'nın devam kitabı.
17.4K 2K 25
Adım Prudence'tı. Fındıklı çikolataya bayılır, sade sütten nefret eder, limonlu dondurma için gözüm kapalı cinayet işlerdim. Sıradan bir hayatım, ort...