9

169 51 15
                                    

Bundan daha fazla yıpranamazdım. Yirminci sıfırlayışımdı. Her defasında bambaşka bir delik açıyordum kendime. Orayı kurcalıyor, oyuyor, içeri dalıyor, neredeyse başarıyor ve sonunda da çuvallıyordum. Müdahale ettiklerine dair hiçbir şüphem kalmamıştı. Ev yoktu, eve geri dönemeyecektim, sadece beni oyalıyorlardı. Pes etmemi istiyorlardı. Eninde sonunda pes edecektim. Son bir kez. Evet, bu son deneyişimdi. Oyunun sonuna göre kararımı verecektim. Ya hep ya hiç. Gerçek olmayan bir insana göre fazla zorluyordum. Ne yapıp edip kendimi yok etmenin bir yolunu bulabilirdim. Sıfırlan ya da fişin çekilsin. İkisi de umurumda olmazdı. Onunla olamadıktan sonra bu şekilde yaşamanın hiçbir anlamı yoktu. Kendim olamadığım bir yaşamda, başka her şey olabilirdim. Bir artık, bir hayalet, bir kukla, her şey... Sevdiğin insanları kaybetmeye alıştığın zaman demişti Tolstoy, hayatı önemsememeye başlıyorsun. Bense, onu her defasında kaybetmiştim ve belki de sonsuza dek.

Şimdiyse, son bir oyun oynayacaktım.

Onunla hiç iletişime geçmedim. Buradaki on dokuzuncu günüydü. Beni görmedi bile. Ama diğerleri ona beni uzun uzun anlattı. Doktor ve diğer üç kişiyle birlikte girdiği ilk oyun. Birinci leveli görece kolay atlatacağını düşündüğüm için oyuna girmedim. İkinci levelde hiçbir şey yapmasa bile diğerleri her şeyin icabına bakardı. Ama üçüncü level vardı. Hayaletlerin, gölgelerin, siluetlerin, her türlü musibetin kol gezdiği bir cehennem seçkisi.

İkinci levelin sonuna gelmişlerken puanlarımın yarısını feda ederek oyuna girdim. Herkes artıkları bir kenara bırakıp şaşkınca bana baktı. Hepsi bir ağızdan konuşuyordu. Aklımı mı kaçırmıştım, puanlarımla zorum neydi, neden böyle bir şey yapmıştım? Neden, neden, neden? Onları umursamadım bile. Çiftçi ilk defa görüyordu beni. En geride duruyordu tahmin ettiğim gibi. Kılıcı havada, tetikte, kendi kendini kolluyordu. Bir süre diğerleri gibi hayret ifadesiyle baktı yüzüme. Saçlarını dağınık bir şekilde tepeden toplamış, yüzü ter içinde, kaşları birbirine karışmış. Dudakları şaşkınlığınca aralık.

"Devam edin," diye bağırdım. Artıklardan biri Kasiyer'e dokunmak üzereydi, öne doğru atıldım. Epey havalı olduğum söylenebilirdi, belki de son saatlerimi yaşıyordum, havalı ölmek en iyisiydi, bu yüzden en gösterişli halimle saldırıya geçtim. Onlarcasını kılıçtan geçirdim. Doktor'a göz kırptım. Bu da ne dercesine baktı yüzüme. Anlayamazdı elbet. Çiftçi'nin yanından hızla geçtim. Bir şişe parfümü üzerime boca ettiğimden kokuyu almaması olanaksızdı. Bu kokuyu çok seviyordu. Belki bir nebze de olsa onu etkileyebilirdim.

Elbette bu oyun içinde oyundu. Belki de oyunun içindeki onuncu oyundu. Bilemezdim. Bu yüzden buradaki herkesi, Çiftçi hariç feda etmeye karar verdim. Kopyanın kopyasıydı onlar, gerçekten ölmeyeceklerdi. Çiftçi de öyleydi, kopyanın kopyası bile olsa, onun ölmesine izin veremezdim. Zaten bıçak sırtındaydık. Onunla ilgili hiçbir şeyi riske atamazdım.

Sadece ikimiz olmayacaktık, diğerleriyle birlikte son levele kadar ilerleyecektik. İkinci levelin bitişinde hep bir ağızdan konuşmalar kaldığı yerden devam etti. Elimi havaya kaldırıp hepsini susturdum. Çiftçi hemen Tamirci'nin yanında duruyordu. Doğrudan baktım gözlerine. Daha dingin olamazdım. Hiçbir umudum yoktu, sadece son çırpınışlar.

Elimi uzattım.

"Üçüncü levelden önce tanışmaya ne dersin?"

"Çiftçi," dedi kekeleyerek. "Sen de Mühendis olmalısın?"

Başımı salladım. Buna kahkahalarla gülebilirdim ama sırası değildi. Başımı diğerlerine çevirdim.

"Üçüncü levele giriyoruz, hep birlikte."

"Hep birlikte mi?" diye atıldılar. Yüzlerinde dehşete düşmüş bir ifade vardı. "Bunun için zayıfız, biliyorsun, bu levelle baş etmemiz olanaksız."

SİMÜLASYONWhere stories live. Discover now