9

147 51 29
                                    

Boşlukta yüzen onca uzay aracı. Küreler görüş alanıma girip girip çıkarken geçtiğimiz dört ayı düşünüyordum. Mühendis'in blokesi hâlâ kalkmamıştı. Hâlâ cezalıydı. Bir ihtimal belki de hiçbir zaman blokesi kalkmayacaktı. Yeniden bir göstergeye, kılıca ve Poppy'ye hiçbir zaman sahip olamayacaktı ve bunların tüm sorumlusu bendim. Önünde açılacak bir kabin, eve dönmek istiyor musun diye bir soru görmeden nasıl eve dönecekti?  Tanrım, nasıl?

Bu yükü hafifletmek adına ondan bir parça uzaklaşmanın yolunu bulmuştum bugün. Tuhaf bir şekilde burası bana iyi geliyordu. Bir teneke yığınının içinde soluk alıp vermenin boğuculuğunu bir tek burada atabiliyordum üzerimden. Bir dışarısı vardı. Bir yukarısı vardı. O araçların içinde onu kullanan birileri vardı. İnsan ya da değil ama oradalardı işte, bu küçük açıklığın önünden durmaksızın geçiyorlardı. Belki bu da bir yansımaydı, bir simüle. Muhteşem bir şekilde kandırılıyorduk. Bu oyun için o yıldızın enerjisine ihtiyaçları var, demişti Mühendis. Her neyseler, gelişmişlik seviyeleri ölçüsüzdü. Haklıydım, yenilmezlerdi. Savaş açmıyoruz, demişti sonra. Sadece oyunu bitirmeye çalışıyoruz. O da haklıydı. Biz böcekler onlar gibi bir türle savaşamazdı. Tek bir fiskeyle bizi sonsuzluğa yollarlardı. Onlar için bir hiçtik. Oyun oynadıkları, eğlendikleri birer oyuncak. Baş döndüren mavimsi ışığıyla metal plakalar tarafından çevrelenmiş yıldıza son bir kez daha göz attım. Durumum ne olursa olsun bu bana iyi gelmişti. Daireye yeniden döndüğümde Mühendis masada arkası dönük bir halde oturuyordu. Ellerinin arasında bir fincan tutuyordu, geldiğimi duymuştu ama yönünü çevirmedi. Kılıcımı kapının hemen yanına bıraktım. Ceketimi de asarak doğruca onun yanına oturdum. Sandalyemi ona doğru kaydırdım. Saçları alnına doğru düşmüştü. Her profilden baş döndürücüydü.

Yumruk yaptığım elimi hafifçe omzuna vurdum ve "hey," dedim. "Kızdın mı bana?" Omuz silkti, cevap vermemişti. Gözüm boş duran bileğine kaydı, orada, belli belirsiz göstergeden kalan bir kızarıklık vardı. Elini ellerimin içine aldım, o ize dokundum ve başımı omzuna koyarak "özür dilerim," dedim. "Boğulacak gibi hissettim. Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım vardı."

"Aramızdaki fark bu işte," diye mırıldandı. "Ben senin yanındayken hiç boğulacakmış gibi hissetmiyorum. Sana yeterli gelmediğim için asıl ben özür dilerim."

Başımı kaldırıp doğruca yüzüne baktım. Hiç kıpırdamamıştı.

Ortalıkta dolanan birkaç kişi bizi yalnız bırakmak için oradan ayrıldı. Baş başaydık.

"Ne acınası değil mi? Kapıyı çarpıp çıkmam lazımdı. Ama çıkamıyorum. Burada bütün çaresizliğimle oturmuş seni bekliyorum. Senin bana bir parça daha yakın olmanı. Daha az acı duymayı."

"Özür dilerim," diye fısıldadım. Yanağına küçücük bir öpücük kondurdum. Fincanı tutan elleri titredi.

"Söz veriyorum, bir daha yanından ayrılmayacağım. Barıştık mı?"

"Hiç küsmedik," dedi bakışlarını sonunda bana çevirerek. İşte, yine içimde esen bir bahar yeli. Soluk kırlarımda rengarenk çiçek açtırıyordu adeta. Yine çekiyordu beni kendine. Gülümsedi.

"Bu halini daha çok seviyorum," dedi.
"Bana bakıp derin derin düşünmeni. O düşüncelerin yüzüne vurmuş sevimli ifadesini. Bocalayışını. Ne diyeceğini bilemezken gözlerini kaçırışını. Sana ait olan her şeyi."

"O halde görüyorsun," dedim. "Hiçbir şey karşılıksız değil. Tek seven senmiş gibi davranıyorsun. Ben nasıl sevilir bilmiyorum, böyleyim işte, bir kır dikeni. Dokunduğunda acı veririm. Senin gibi güzel değilim. Kimse bir dikenin yanından geçerken durup da bakmaz. Onun ne olduğuyla nasıl olduğuyla ilgilenmez. Diken dikendir. Sevimsiz ve kaba. Bir dikeni kim neden sevsin? Neden yanından geçerken durup da onu izlesin? Ha?"

SİMÜLASYONDonde viven las historias. Descúbrelo ahora