4

172 46 9
                                    

Kader kararlaştırılmış, saptanmış bir kez, büyük ve sonsuz bir zorunluluk yönetir her şeyi. Her şeyin gittiği yere gideceksin sen de. Yeni bir şey değil ki bu! Sen zaten bu yasa için doğdun,* demişti Seneca bundan yaklaşık iki bin yıl önce. Doktor'dan gelecek herhangi bir umut ışığı beklerken beni şu içler acısı durumumda Seneca'dan daha iyi teselli edecek birini bulamayacağımdan elime tutuşturulmuş dünyanın en ilkel tabletinden onun bu muazzam satırlarını okuyordum. Evrenler yaratıp, evrenler yöneten bu süper üstü gücün teknolojik aletlerde neden bu kadar yetersiz olduğunu anlamakta zorlanıyordum doğrusu. Ama buna da kafa yoracak değildim. Çiftçi haklıydı. Biz böceklerin rahatı ve huzuru için bu kadarı bile fazlaydı, neden daha iyisi için uğraşacaklardı?

Satırlara yeniden odaklandım, sayamayacağım kadar çok kez aynı büyülü paragrafın etrafında dolanıp dururken bu kelimelerin neden beni bu kadar çok etkilediğini anlamak zor olmamalıydı. Kaderci bir insan değilimdir ama bu süre zarfında bunu enine boyuna düşündüm. Onunla karşılaşmamız, zaman paradoksu ve çok daha fazlası. Kabin onun karşısına ilk kez çıktığında beni bırakıp gidebilirdi. O çaresiz halimle Seneca gibi buna kader der, büyük ve sonsuz zorunluluğun yönettiği bu acımasız yasaya dayandırırdım her şeyi. Yapmış olsaydı ona kızamazdım. Buna fazlasıyla hakkı vardı. Oyuna tek başına girmişti ve tek başına kazanmıştı. İkinci kabin belki de yine onun için belirmişti orada, ben fazlalıktım, yine de acıyıp beni de evime postalamışlardı.

Ondan üç sene geride olduğum gerçeği ne kadar kâbus gibi görünürse görünsün, yeni bir başlangıç yapabilmem için bana muazzam bir fırsat sunmuştu. Dünyayı onun gözlerinden görüp ben olarak yaşayabilmek. Değişimimden hiç olmadığı kadar memnundum. Onu bulmuştum, onu beklemiştim, onu izlemiştim, onun her anına şahit yıllar geçirmiştim. Hemen yanı başında. Her şeyden habersiz. Başına gelecekleri bilmeden. O gerçekten bir savaşçıydı. Başarmıştı. Eve geri dönmeyi hak eden biri varsa bu kişi kesinlikle oydu.

Eve geri dönebilecek miyim sorusuna aradığım yanıttan çok merak ettiğim bir şey varsa o da onun nerede olduğuydu? Evinde miydi? Hâlâ beni mi bekliyordu? Eğer geri dönebilirsem aynı paradoksla bunu hissetmeme ihtimali vardı ve bunun için dua etmekten başka elimden bir şey gelmezdi. Derin düşüncelerimi kapının sesi böldü. Doktor'un gelmiş olabileceğini düşünüp büyük bir heyecanla fırladım kapıya. Ama o değildi, Fizikçi'ydi.

"Beni beklemediğini biliyorum," dedi omuz silkerken. "Belki biraz yürür ve sıradan bir sohbete girişiriz. Ne dersin?"

Sessizliğim uzun sürdü. Normalde kestirip atardım ama bu kıza karşı içimde kalan son nezaket kırıntısı her defasında kendini gösteriyordu.

Başımı salladım.

Beklenmedik bir şekilde içeri girdi. Yürüyüş yapacağız dediğini gerçekten duymuştum, nerede yürüyecektik? Arka bahçemde mi? Evet, tam da oraya doğru ilerliyordu. Şapşalca takip ettim onu. Perdeleri açtı ki onları iki gündür kapalı tutuyordum, Fransız kapıları sertçe iki yana itti ve işte orada, parmaklarımla gözlerimi ovuşturdum. Lanet olsun, şaşırmamam gerekiyordu, şaşırmamalıydım ama mümkün müydü şaşırmamak? Geldiğimden bu yana orası bahçeydi. Tek bir kuşun ötmediği, kelebeklerin uçmadığı, çimlerin, birkaç bitkinin olduğu sıradan bir bahçe ama şimdi sahile açılmıştı. Müthiş bir deniz esintisi doldu içeriye. Rüzgâr saçlarımı savururken adımlarım oraya, onun peşinde ilerledi.

Hızlanmıştı, bir süre sonra ona yetiştim. Kendi etrafımda döndüm. Tek gördüğüm uçsuz bucaksız bir mavilikti. Ev yoktu, lanet Fransız kapılar yoktu. Ama bu nasıl mümkün olmuştu?

"Söyle," dedim onu kolundan yakalayarak. Cüretkârca yaklaştı bana doğru, kolunu bırakıp bir adım geriledim.

"Söyle," diye tekrarladım. "Sen fizik eğitimi gördün. Bunu nasıl yapıyorlar?"

SİMÜLASYONKde žijí příběhy. Začni objevovat