2

277 57 30
                                    

Üçüncü günün acı verici sabahına uyanırken bunun bir rüya olmadığını, tüm bu olup bitenlerin gerçekten ama gerçekten yaşandığını, evimi ve tüm hayatımı geride bıraktığımı tüm benliğimle kabullenmiştim. Dışarıda bir dünya yoktu. Sabahları doğan güneş, akşamları çıkan yıldızlar. Ne bir rüzgâr ne de yağan yağmur. Günle gecenin ayırtına varabilmek için günle geceyi andıran yapay bir ışıklandırma hepsi bu. Dünyanın altında mıydık yoksa cehennemin dibinde mi? Onlar da benim kadar bilgisizdi. Koskoca üç gün. Zamanın her saniye giderek yavaşladığı koskoca üç gün, benden bir üç yıl alıp götürmüş gibiydi. Mühendis haklıydı. Buradakiler parazitten başka bir şey değildi. Onun dışında dışarıya çıkıp oyun oynayan, o tuhaf varlıkları avlayan dört kişi daha vardı. Diğerleri böyle bir şeye yeltenmemişti bile. Ne göstergeleri ne de kılıçları vardı. Benimle birlikte gelen kadın dışında iki çocuklu anne daha vardı grupta, bizim dışımızda, on yedi kişilerdi. Bana onca laf söyleyen kişinin buradaki insanları en çok besleyen kişi olması tuhaf bir çelişkiydi. O günden sonra yanıma hiç yaklaşmadı. Benimle hiç konuşmadı. Kimse bana ne yapmam gerektiğine dair tek bir kelime söylemedi. Bir hayvan gibi önüme yemek konuldu ve durmadan ye denildi. Zayıfsın, güçlenmen lazım. İyi savaşman lazım. Ayakta durman lazım. Üç gün boyunca tek duyduğum laflar bunlardı. Kimsenin unvanını aklımda tutmak gibi bir zahmete girişmedim. Burada duramazdım. Bir yolunu bulmalıydım. Bulacaktım. Buradan çıkmanın bir yolu mutlaka olmalıydı. Onlar pes etmiş olabilirdi ama ben pes etmeyecektim. Hayvan kafeslerini andıran üst üste yığılmış yatakhaneden dışarıya çıktım. Hemen elime yiyecek bir şey tutuşturdular. İlk günün ezik büzük hallerinden kurtarmıştım kendimi. Sabaha kadar gözlerimi diktiğim ızgaralar eşliğinde kendimi teselli edişlerim güç verişlerim olmasaydı pekâlâ bunu yapamazdım belki, ama evime dönmek için hiç olmadığım kadar güçlü olmalıydım.

Tat olarak dünyanın yemeklerini andıran ama tuhaf kahverengi bir renk dışında bir şeye benzemeyen her şeyi kaba bir iştahla yalayıp yutuyordum. Bir yandan haklılardı. İyi tekme savurmak istiyorsam iyi yemeliydim. 

Buranın tuhaf bir soğukluğu vardı bu yüzden yemekten sonra üzerime kot ceketimi giydim. Kimseye aldırış etmeden kılıcımı bıraktığım yerden aldım ve doğruca kapıya yöneldim. Doktor beni durdurmak istedi ama bakışlarımdaki kararlılığı görmüş olmalı ki sonra bundan vazgeçti. Koridora adım attığım an tüylerim diken diken olmuştu. Yine de bu korku dolu hisse yenilmedim. Bir an için nereye gideceğimi bilemeyerek bocaladım. Geliş yolu bu taraftaydı, bu yüzden tam tersi yöne döndüm. Issız koridorlar boyunca ilerledim. Kolumdaki göstergede tek bir altın puan dönüp duruyordu. Adımlarımı hızlandırdım. Hemen sağımda yukarı doğru uzanan merdivenler vardı, duraksamadan oraya yöneldim. Büyük gümbürtüler eşliğinde çıktım merdivenleri. Yukarısı buradan daha genişti, daha geniş koridorlar, bazı garip açıklık alanlar. Her şey metal. Her yer ızgara mazgal. Arada burnuma gelen kokuşmuş kokular. Yine de bunlar beni durdurmadı. Nereye gittiğimi bilmiyordum ama son hızla ilerlemeyi sürdürdüm. O an ayağım bir şeye takıldı, kahretsin, buna hazırlıksızdım, sürekli devirdiğim variller gibi gümbürtüyle yere kapaklandım. Yüzüm son anda yere yapışmaktan kurtulmuştu. Kılıç elimden fırladı gitti. Bir an için başımın önünde biri belirdi, hızla sıçradım geriye. Bu oydu. Mühendis. Sinir bozucu bir şekilde sırıtıyordu. Bana çelme mi takmıştı? Pislik herif diye mırıldandım, duyup duymaması önemli değildi, ayağa kalktığım an suratına, yani o güzel suratına bir yumruk indirecektim, bundan kurtulamazdı. Canım yanıyordu. Dizimi fena acıtmıştım. Kılıcıma doğru uzandım. Doğruca üzerine bastı.

"Benimle oynama," dedim öfkelendiğimi belli ederek. "Bunun komik olduğunu mu sanıyorsun?"

"Komikti," dedi. Yüzüne bakmadım. Kılıcı ayağının altından hızla çektim. Ayağa kalktım ve sol yumruğumu hazırlayarak doğruca üzerine yürüdüm. İlk hamlem boşa çıktı.

SİMÜLASYONWhere stories live. Discover now