OYUNBAZ 7 TUTSAK 1 ÖLÜ (+18)

De Limaei

4.5M 382K 528K

1 KIZ, 6 ERKEK, ÖLÜMCÜL BİR EV. Afra'nın diğer tutsaklardan dört farkı vardı: Birincisi, bir kız olmasıydı. İ... Mai multe

▂ ▄TANITIM▄ ▂
▂ ▄TANITIM FİLMİ▄ ▂
TUTSAKLAR& OYUNBAZLAR
BÖLÜM 1 • GÜN 1
BÖLÜM 2• GÜN 1'
BÖLÜM 3 • GÜN 1''
BÖLÜM 4• GÜN 2
BÖLÜM 5• GÜN 7
BÖLÜM 6 • GÜN 7'
BÖLÜM 7• GÜN 8
BÖLÜM 8• GÜN 8'
BÖLÜM 9• GÜN 8''
BÖLÜM 10• GÜN 8'''
BÖLÜM 11• GÜN 9
▂ ▄TANITIM FİLMİ 2▄ ▂
BÖLÜM 12• GÜN 9'
BÖLÜM 13• GÜN 9''
BÖLÜM 14• GÜN 11
BÖLÜM 15• GÜN 11'
BÖLÜM 16• GÜN 11''
BÖLÜM 17• GÜN 15
BÖLÜM 18• GÜN 15'
BÖLÜM 19• GÜN 17
BÖLÜM 20• GÜN 17'
BÖLÜM 21• GÜN 18
BÖLÜM 22• GÜN 25
BÖLÜM 23• GÜN 27
BÖLÜM 24• GÜN 28
BÖLÜM 25• GÜN 29
BÖLÜM 26• GÜN 30
BÖLÜM 27• GÜN 30'
BÖLÜM 28• GÜN 30''
BÖLÜM 29• GÜN 30'''
BÖLÜM 30• GÜN 31
BÖLÜM 31• GÜN 31'
BÖLÜM 32• GÜN 32
BÖLÜM 33• GÜN 34
BÖLÜM 34• GÜN 34'
BÖLÜM 35• GÜN 34''
BÖLÜM 36• GÜN 34'''
BÖLÜM 37• GÜN 34''''
BÖLÜM 38• GÜN 35
BÖLÜM 39• GÜN 35'
BÖLÜM 40• GÜN 35''
BÖLÜM 41• GÜN 36
BÖLÜM 42• GÜN 39
BÖLÜM 43• GÜN 39'
BÖLÜM 44• GÜN 40
BÖLÜM 45• GÜN 40'
BÖLÜM 46• GÜN 42
▂ ▄TANITIM FİLMİ 3: FİNALE DOĞRU▄ ▂
BÖLÜM 47• GÜN 43
BÖLÜM 48• GÜN 43'
BÖLÜM 50• GÜN 44
KALBİMİN İÇİNDEN BİR TEŞEKKÜR
INSTAGRAM CANLI YAYIN
▂ ▄2. KISIM: OYUNBOZAN TANITIM▄ ▂
▂ ▄OYUNBOZAN TANITIM FİLMİ 1▄ ▂
BÖLÜM 51• KAZANAMAYAN
BÖLÜM 52• KAYBEDEMEYEN
BÖLÜM 53• GÜN 70
BÖLÜM 54• GÜN 73
BÖLÜM 55• GÜN 82
BÖLÜM 56• GÜN 89
BÖLÜM 57• GÜN 90
BÖLÜM 58• GÜN 90'
BÖLÜM 59• GÜN 90''
BÖLÜM 60• GÜN 90'''
BÖLÜM 61• GÜN 90''''
BÖLÜM 62• GÜN 90'''''
BÖLÜM 63• GÜN 91
BÖLÜM 64• GÜN 92
BÖLÜM 65• GÜN 93
BÖLÜM 66• GÜN 93'
BÖLÜM 67• GÜN 93''
BÖLÜM 68• GÜN 93'''
BÖLÜM 69• GÜN 94
BÖLÜM 70• GÜN 95
BÖLÜM 71• GÜN 95'
BÖLÜM 72• GÜN 96
BÖLÜM 73• GÜN 96'
BÖLÜM 74• GÜN 96''
BÖLÜM 75• GÜN 97
BÖLÜM 76• GÜN 98
BÖLÜM 77• GÜN 98'
BÖLÜM 78• GÜN 98''
BÖLÜM 79• GÜN 99
BÖLÜM 80• GÜN 100
BÖLÜM 81• GÜN 102
BÖLÜM 82• GÜN 102'
BÖLÜM 83• GÜN 102''
BÖLÜM 84• GÜN 103
BÖLÜM 85• GÜN 103'

BÖLÜM 49• GÜN 43''

55.2K 4.5K 14.1K
De Limaei

🎵Seksendört- Kendime Yalan Söyledim Karakterleri yansıttığını düşündüğünüz yerlere yazmayı unutmayın ♥

[Terkedilmiş bir şehrin ortasındayım
Altım çamur üstüm, yağmur ama bak buradayım
Bazı şeyler kaybetmeden sevilmiyor
Bedenim burada fakat ruhum kabul etmiyor 

Kendime yalan söyledim
Yalnızım bunu ben istedim
Paramparça bütün aynalar
İçinde kan revan birisi var]

UYARI: Hassas ögeler içermektedir. Psikolojisi sağlam olmayanların ve hassas düşüncelere sahip olanların okumaması önerilir.

Keyifli okumalar!

• • •

Afra Ahsen Çakmak / Tutsak 7

12 Haziran 2021

Bardakları tek tek, özenerek masaya yerleştirdim. 

Sonrasında da hızla kaşıkları hafif bir ses eşliğinde masaya bıraktım. Ardından yemek tabaklarını yerlerine koydum. Sürahiye dolan suyun sesinin değiştiğini anladığımda hızla oraya doğru ilerledim. Her adımımda bacaklarımın içine bir ağrı saplanırken ağrıyı göz ardı etmeyi başardım. Sürahiyi musluğun altından çekip kapağını kapattıktan sonra masaya ilerledim ve sürahiyi de masayı yerleştirdim.

Ellerimi masaya dayayıp hafifçe öne eğildiğimde krem rengi tişörtümün yakası hafifçe açıldı.

Gözlerimi yavaşça kırptım. Gözümün önünde açık tek göğsümün karanlığın içindeki görüntüsü gelirken ellerimi masadan ayırıp doğruldum. Tişörtümü arkadan çekerken yakasının iyice boynuma yaklaşmasını sağladım. Ardından tişörtümü buraya geldiğimde üzerimde olan kot pantolonumun üzerine verdim iyice. Pantolonun kumaşı tenimi sıkarken ve bacağımın içindeki çimdik yaralarına baskı kurarken dişlerimi sıktım.

Kulaklarımı dolduran sabah zilinin gürültüsüne rağmen birkaç adım sesi seçebildiğimde aynı anda gözümün kenarıyla bir hareketlilik yakalamıştım. Bakışlarımı mutfağın girişine kaydırdığımda Gökhan'ı gördüm. 

Genelde yere çevrili gözleri direkt olarak üzerime çevrilmişti. Simsiyah saçları darmadağındı ve bu dağınıklık, alnını biraz olsun serbest bırakmıştı. Gözleri ve kaşları gözükürken, yüzündeki endişe daha da belirgindi. Kaşları hafifçe çatılmıştı, ince sayılabilecek dudağını kemiriyordu. Elleri rengi solmuş siyah tişörtünü sıkıca kavramıştı. 

Cevap verebileceğimi hissetmesem de beklediğim şey nasıl olduğumu sormasıydı. Yaşadığı o geceden sonra onunla nasıl konuştuysam benimle aynı şekilde konuşmasaydı. Fakat Gökhan, üzerime doğru hızlı adımlar atarken ağzını bile açmadı. Belki de benim cevap veremeyeceğimi düşünmem gibi o da konuşamayacağını düşünüyordu.

Önümde belirir belirmez kollarını bana doladığında farkında olmadan tuttuğum nefesimi yavaşça verdim. Dudaklarım yorgun olmasaydı, hafif bir gülümse için yukarı kıvrılabilirdi. Ama yorgunlardı. Yorgundum. Bu yüzden kollarımı hafifçe kaldırıp ellerimi sırtına yaslamak dışında bir tepki veremedim.  

Boynuma doladığı kolları sıklaştı.

Birine sarılmak... Tuhaf hissettiriyordu. Hayatımda hiç sarılmadığım kadar burada sarılmıştım birilerine ve belki de, tuhaf hissetmemin nedeni birine sarılıyor olmam değildi artık. Ruhumdaki tüm yaralar açıkken, kendimi tamamen yara bere içinde kalmış, tükenmiş hissederken birinin beni bir arada tutmaya çalışıyormuş gibi bana sıkıca kollarını dolaması bir ilkti. Belki de sarılmaya alışmıştım. Belki de alışmadığım şey, parçalara ayrılmış bir şekilde birinin kollarına yığılmamdı.

Kendi yaralarını kendi başına kapatmaya alışmış bir kızın acizliğiydi bu.

Gökhan'ın sesi titrerken, "Geçti," dedi güçlü bir sesle. Alnını omzuma yasladı. Çaresizce çırpınan kalp atışlarımı duyup duyamadığını merak ettim. Duysa kalp atışlarımı hızlandıran şeyin ne olduğunu anlar mıydı? Dün gece biriyle seviştiğimi düşünüyordu. Belki de bu yüzden utandığımı zannederdi. 

Donuk bakışlarımı yavaşça mutfağın girişindeki duvarın üstünde asılı silaha kaldırdım.

Hiçbir şey geçmemişti.

Her şey daha kötü oluyordu.

Yeterli olduğunu belli edercesine sırtını hafifçe sıvazladım ve geri çekilmek için hafifçe bedenimi geriye kaydırdım. Gökhan'ın zayıf kolları bedenimi serbest bıraktığında dağılıyormuş gibi hissettim. Çatlakları olan bir cam şişeymişim ve biri beni dışarıdan desteklemediği sürece içime aldığım su beni patlatacakmış gibi hissediyordum. Her nefesim, kırık bedenimin bir son duasıydı. Kırık cam şişenin içine dolan o suydu.

Gökhan gözlerini yüzüme kaldırdı. "Konuşmak ister misin?" diye sordu usulca. Kapkara gözlerinde yansımamı görebiliyordum. Fakat kendimi görmek istemiyordum. Bu yüzden ondan birkaç adım uzaklaştım ve gözlerine bakmaktan kaçındım. Kafamı yavaşça sağa sola salladığımda zil sesine rağmen kesik bir nefes verdiğini duyabildim. "Tamam," dedi kendi kendine konuşuyormuş gibi. "Tamam, anlıyorum."

Kafamı sallayarak onu onayladım. Bir nevi teşekkürdü bu.

"Seni yargılamayacağımı biliyorsun değil mi?"

Kafamı tekrar salladım.

"Buradaki kimse seni yargılamayacak."

Ve bir kere daha kafamı salladım.

"Konuşmak istediğinde... Konuşuruz. Eğer hiçbir zaman konuşmak istemezsen de konuşmayız." Gökhan yanımdan geçerek buzdolabına ilerledi. Buzdolabının kapağını açtığında sırtıma çarpan hafif soğuğu hissettim. "İstersen oturup dinlen. Rengin atmış. İyi görünmüyorsun. Kahvaltıyı biz hazırlarız." Duraksadı. Kafası hafifçe öne eğildi. "Gerçi kimsenin bir şey yiyebileceğini sanmıyorum."

Sarp hariç, diye düşündüm.

Görmese de kafamı sağa sola salladım ve çay suyu ısıtmak için ocağa ilerledim. Tam ocağın karşısına bile varamamıştım ki zil sesinin mutfağa bıraktığı ikinci bir bedeni gördüm.

Çağrı üzerinde lacivert bir sporcu atleti ve beyaz şortluyla dışarı çıkmaya hazır görünüyordu. Elbette, dışarı çıkmasının bir yolu yoktu. Her adımında sağ taraftan iki yana ayrılmış düz saçları yüzüne doğru hareketleniyordu. Kapının eşiğinde duraksayıp bir bana, bir Gökhan'a baktı. Ardından mutfağa girdi.

Her sabah üçümüz odalarımızdan çıktığımızda Çağrı ve Gökhan asla aynı ortamda bulunmazdı. Çağrı, Gökhan'ın olduğu yere- banyoya, salona ya da mutfağa- özellikle gitmezdi. Son günlerde kahvaltılarını bile yarım yamalak ve hızlı yapıp mutfaktan herkesten önce çıkıyordu. Karşılıklı duran koltuklarımızda gözlerini kaldırmak istemiyormuş gibi eline bir kitap alıyor, okumasa bile akşam zili çalana kadar sayfalarını çeviriyordu.

Bu yüzden, bugün son günlere göre farklıydı işte. 

Gökhan muhtemelen onun geldiğini fark etmişti fakat tepki vermedi. Bir eli bembeyaz boynuna, Çağrı'nın onu boğarken çıkardığı parmak izlerinin hâlâ kaybolmadığı boynunda asılırken gözlerini buzdolabının içine dolaştırmak dışında yüzünde mimik oynamadı. Belli belirsiz morluklarla dolu yüzüne kaçamak bir bakış attıktan sonra önüme döndüm. Çaydanlığın altlığını alıp suyla doldururken boğazım kurumuştu.

Hayatta olduğuma göre... Biriyle yattığımı düşüneceklerdi. Ölüm anlamadan dün gece oynadığımız oyunu onlara anlatmamızın imkanı yoktu. 

Üstelik kimi seçtiğimi bilmiyorlardı. Bana bunu sorarlar mıydı? Yoksa sadece gözlemleyerek anlayabilirler miydi? Dün gece ben ağlarken ve çığlık atarken sesimi duymuşlar mıydı? Ne düşünmüşlerdi? Seçtiğim kişinin bana kaba davrandığını mı? Bir korkak olduğumu mu? 

Ve Çağrı da geldiğine göre... Sıradaki kişi Kutay'dı.

Ellerim suyun altında olsa bile avuç içlerimin terlediğini hissettim. Çaydanlığı suyun altından çekip hızla ocağın üzerine koydum ve dudağımı ısırarak, kapıya dönmeye cesaret edemeyerek gözlerimi tezgahın üzerindeki dolabın kapağına çevirdim.

Kutay ne düşünürdü? Dün gece uyanık mı kalmıştı? Yoksa onu seçmediğimi anlayınca uyumayı başarabilmiş miydi? Onu seçmediğim için rahatlamış olmalıydı. Evet, evet. Kutay iyi biriydi. Muhakkak hem rahatlamış, hem de endişelenmişti. Hangisinin daha ağır basabileceğini hayal edemiyordum çünkü seçen kişi konumundayken, seçilmeyi bekleyen biri olarak nasıl hissedebileceğimden emin değildim.

Kısa bir anlığına altı kız, bir erkek olsak neler olabileceğini düşündüm. Tek erkeğin içimizden birini seçmesini beklerken kurbanlık koyun gibi, akşam yerini geceye bırakırken hissedebileceğim dehşeti hayal etmeye çalıştım. Bedenim gerilirken anında bu senaryoyu düşünmeyi bıraktım. İşin bir tarafından bakmak yeterince yorucu ve yıpratıcıydı. Onu anlamam için her detayı düşünmeme gerek yoktu. 

Egemen ve Kutay için de bu gece yıpratıcı olmuştu. Bu gece Egemen için... Daha da zordu.

"Günaydın." Neşesiz, tatsız fakat yüksek sesle söylenmiş bu kelime kulaklarımda asılı kaldığında sertçe yutkundum. Kutay. Kutay gelmişti. Ve belki de onun hal ve hareketlerinden dün gece kimi seçtiğimi anlayacaklardı. Sonra, özneler belli olduğunda dün gece neler olduğunu hayal etmeyi denerlerdi.

Gözlerimi zar zor dolabın kapağından ayırıp omzumdan geriye doğru kaydırdım. Adımlarıyla birlikte zıplayan kıvırcık saçlarıyla bana doğru yanaştığını gördüğümde irkildim. Sırtımı tezgaha, yüzümü ona dönerken ela gözlerini yüzüme çevirdi. Yüzünde... Tam olarak anlamlandıramadığım bir ifade vardı. Bir şeylerin yolunda gitmediği kesindi.

"Sana ne yaptı?" 

Gözümü kırpmadan yüzüne baktım.

Aramızda iki adım mesafesi kaldığında durdu. Yumruk haline gelmiş elleriyle, "Sana ne yaptı?" diye tekrarladı. Sesi alçalmıştı. "İyi misin?"

"Sakin!" dedi Çağrı sesini yükseltirken. Oturduğu sandalyeden kalkma zahmetine girmedi.

Kutay'ın dolgun dudakları gerildi. "Neden koridordayken çığlık çığlığaydın? Ölüm ne yaptı sana? İyi misin? Bembeyaz olmuşsun."

Gökhan buzdolabının kapağını sertçe kapayıp Kutay'la benim aramdaki boşluğa geçerken, "Konuşmak istemiyor," dedi sert bir sesle. Gözlerimi ensesine sabitledim. O, böyle bir gecede uyuyabilecek biri değildi. Koridorda çığlık attığımı hatırlamıyordum fakat eğer böyle bir şey yapmışsam bunu Gökhan da mı duymuştu? "Yaşaması bile zorken bir de sana hesap mı verecek? Öfkeyle hareket ediyorsun." Kutay'ı omuzlarından tutup masaya doğru hafifçe ittirdi. "Geç otur, konuşmaya çalışma."

Kutay'ın yüz ifadesi bocaladı. "Afra..." derken sesi her zamanki nezaketine bürünmüştü.

"Uzatma dediler, değil mi?" dedi Çağrı yanağını avucuna yaslayıp dik dik Kutay'a bakarken. "Ya kahvaltı hazırlamalarına yardım et, ya da otur. İki türlü de susmanı istiyorlar zaten. Nesini anlamadın?"

Kutay bir bana, bir Çağrı'ya bakarken kararsızlığı belli oluyordu.

"Konuşmak istemiyor," dedi Gökhan bastıra bastıra.

Sertçe yutkundum. Kafamı aşağı yukarı sallayarak onu onayladım.

Kutay onu onayladığımı gördü. Hafifçe iç geçirirken, "Özür dilerim," dedi yumuşak bir sesle. Yanaklarının üstü kızarırken kafasını eğip Gökhan'ın tezgahın üzerine çıkardığı kahvaltılıklardan birazını alırken dudaklarındaki gerginlik kaybolmamıştı. Bu evdeki herkesi dinleyen ve her zaman anlayışlı olan bu kişiyi üzmek, üzerime bir ağırlık çökmesine neden olurken boğazım sızladı. Kısa bir anlığına öfkeye kapıldığı için kendini suçlayacaktı. Ve ben, bu durumdayken bu öfkeye kapıldığı için kendini daha da suçlayacaktı.

Gözlerimi kısa bir an yumup çay suyunun kaynamasını beklerken derin bir nefes aldım. Şimdi Gökhan da Çağrı da kimi seçtiğimi öğrenmişti. Üstelik duymamışlarsa bile artık koridora çıkarken çığlık attığımı da biliyorlardı ki bunu neden, nasıl, hangi istekle yaptığım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Egemen'in odasından çıkıp kendi odama geçişim bir bulanıklıktan ibaretti zihnimde. Sanki gözyaşları görüşümü bulanıklaştırmıştı ve odama girene kadar olan biteni görmemiştim. Kendi attığım çığlığı bile duymamıştım.

Durum böyleyken onlara Egemen'in beni incitmediğiyle ilgili bir açıklama yapmam gerekebilirdi. Çığlığımı açıklayamazdım fakat en azından Egemen'in canımı yakmadığını onlara açıklayabilirdim.

Konuşmak istemiyordum. Onlara bir açıklama yapmak istemiyordum. Dilimi hareket ettirip kelimeleri oluşturmak, ses tellerimi titremek bana çok uzak geliyordu. Susmak istiyordum. Çünkü dün gece, tüm çaresizliğimi bağırmıştım. Tüm acılarımı, tüm yaralarımı. Soluğum yeterince kesilmişti. Yeterince ağlamıştım. Ve konuşmam gereken her şeyi yeterince bağırmıştım.

Bacağımın içi sızlarken gözlerimi araladım ve suyun kaynadığını görünce çayı demledim. 

Kulaklarımı sağır eden zil sesi gittikçe yükselirken odasının içinden çıkmayı geciktiren kişinin Egemen olduğunu fark ettim. Endişe ve utanç, minnettarlık ve suçluluk içimi kemirirken Kutay'ın rahatça hareket edebilmesi için tezgahın en kenarına geçtim ve belimi tezgaha yasladım. Gözlerim mutfağın girişinde kalmış bir şekilde beklerken belki de zihnimin ve arkadaşlarımın sessizliğinden, zil sesi bana çığlıkları andırıyordu.

En sonunda mutfağın girişinde gözüktü. Saçları dün geceki kadar dağınık değildi. Elleriyle bastırarak koyu sarı saçlarını biraz dinginleştirmeyi başarmış gibiydi. Bunun dışında... Üzerinde hala dün giydikleri vardı. Kesik kollu, siyah bir eşofman üstü ve gri eşofman altlığı. Yüzünün rengi biraz sararmıştı. İyi bir uyku çekmemiş gibi gözlerinin altı hafifçe kararmıştı.

Gözleri yüzüme çevrildi. 

Zaman donmuş gibi hissederken göz ucuyla, hızla beni süzmekle yetindi. İyi olup olmadığımı anlamaya çalışıyor gibiydi. Sonra, belki de gördüğü şeyden memnun olunca, bakışlarını üzerimden ayırdı. Mutfağın içine girip hiçbir şey demeden masanın yanındaki yerine oturduğunda mutfaktaki hava belirgin bir şekilde gerginleşmişti.

Kutay'ı sürekli Egemen'e bakarken yakaladım.

Egemen tek kelime etmedi. Ve diğerleri de. Konuşmadık. Sustuk.

Sessizliğimiz bizim yerimize konuştu.

Sonra Sarp geldi. Onun da oturma odasında kalmayı tercih etmemesine şaşırdım. Tıpkı Çağrı gibi. Beni görmekten kaçınmasını, bu yüzden de mutfağa girmemesini bekliyordum. Eh, en azından beni görmekten kaçınması kısmını tutturabilmiştim. Normalde her sabah yüzüme bakan ve selam veren Sarp, bu sefer bana doğru bir bakış bile atmadan aceleyle yerine geçmişti.

Sonunda zil sesi kesildi. Çayın kaynama fokurtuları kulaklarımı doldururken dudaklarımın arasından hafifçe bir nefes verdim. Bacaklarım sızlıyordu. Oturmak istiyordum fakat önümde uğraşacağım bir şeyler yokken onlarla aynı masaya oturmak bana tuhaf hissettirecekti. Bu yüzden yerimde durmaya devam ettim.

Mete içeriye bir kurşun hızıyla daldığında irkildim. Bana kaçamak bir bakış attı. Ardından gözlerini çevirdi. Neler olduğunu anlamaya çalışırken Mete, tamamen öfkeli gözüken yüzüyle hızla Kutay'a doğru yürüdü. Bir elini havaya kaldırıp işaret parmağını ona doldururken, "Sen miydin?" diye hırladı.

"Hop hop," dedi Çağrı yerinden kalkarken. "Dün gece biri götünü mü elledi?" Nedensizce yanaklarıma kan bastığını hissedebiliyordum. "Ne bu şiddet bu celal?"

Kutay afallamış bir şekilde, "Hayır," dedi. "Dün geceyi kastediyorsa-"

Mete onun konuşmasını tamamlamasını beklemedi. Ben ne olduğunu anlamadan, bir anda mutfak masasının önünde belirmişti. Egemen'in sandalyesini geriye çektiğinde sandalye zeminde gıcırdayarak feryat etti. Mete sandalyeyi geriye itti. Egemen sandalyeye birlikte geriye doğru düşerken Mete onun boynunu kavradığı gibi sertçe çekti ve sürükleyerek boynunu duvara dayadı. Egemen yüzünde mimik oynamadan baygın bakışlarını Mete'nin yüzüne çevirdi.

"Bu kız neden çığlık atıyordu lan?" diye kükredi boşta olan eliyle yüzüne bir yumruk savururken. "Orospu çocuğu, zorunda kaldığı şey için ne yaptın kıza? Neden koridorda ağlayarak çığlık atıyordu lan? O çükünü kesip eline veririm senin!"

Gözlerim dehşetle irileşirken kalp atışlarım hızlandı. Hızla belimi tezgahtan ayırdım ve mutfağın içinde koştum. "Dur!" dedim kollarımı ikisinin arasında dümdüz uzatırken. Aralarına giremedim çünkü boşluk yoktu. "Dur!" 

Birkaç saniyede, Kutay ve Çağrı, Mete'yi omuzlarından tutuyordu. Mete gerçekten durup gözlerini yüzüme çevirdiğinde gördüğüm öfke beni korkuttu.

Dudaklarım titrerken gözlerim doldu. Çağrı, "Sikeceğim şimdi hepinizin siniri amına koyayım," diyerek Mete'yi sertçe geri çektiğinde Egemen'le Mete arasında bir boşluk oluştu. Mete, Egemen'in boynunu bıraktığında Egemen duvar boyunca kaydı ve oturur halde yere çöktü. 

Mete'nin gözlerinin içine bakarken ağlamadım. Gözlerimi hızla kırpıştırıp gözyaşlarını yok ettim. "Beni kurtardı," dedim zayıf, titreyen sesimle. "Beni kurtardı. Yapma, n'olur."

"Canını yakmadı mı?" dedi Mete nefes nefese.

Sertçe yutkunurken kafamı sağa sola salladım.

Bir süre öylece durduk. Mete'nin derin nefeslerle kalkıp inen göğsü, onun kollarını arkadan sıkıca kavramış, kaşları çatık Çağrı ve ne olduğunu anlamaya, dün geceyi yüzümde görmeye çalışırcasına bana bakan Kutay. Sarp yerinden kalkmamıştı ve kaynayan çayın sesi iyice artarken Gökhan uzaktan bizi izliyordu. Egemen ise arkamda bir yerlerdeydi.

"Tamam," dedi Mete kolunu sertçe çekerken. Derin bir nefes verdi. "Tamam."

Kafamı sallayarak onu onayladım. Ardından yutkunarak ona sırtımı döndüm ve gözlerimi yere çevirdim. Dizlerimin üzerine çöküp yumruğun geldiği yere bakarken istemsizce elimi kaldırıp yanağına doğru hareket ettirdim. Parmak uçlarım tenine değer değmez irkilerek kafasını hafifçe sola çevirdi ve elimi boşlukta bıraktı. Bunu yaparken bile gözlerimi gözlerimden ayırmamıştı.

"Canın acıyor mu?" diye sormak istedim.

Dudaklarımı araladığımda kelimeler dökülmedi.

"Hadi," dedi Kutay. Göz ucuyla diğerlerini yerlerine doğru ittirdiğini gördüm. "Hadi! Gökhan sen de zahmet olmazsa çayın altını bir kapar mısın?"

"Kafa sikiyor sesi," dedi Mete gergin bir sesle.

Gökhan'ın sesi bomboştu: "Tamam."

"İttirmesene," diye hırladı Çağrı. "Elini götüne sokacağım artık he!" İtişme sesleri geldiğinde Kutay'la Çağrı'ya kaçamak bir bakış attım. "Sanki sizi siktiler kurtlu gibi yerinizde duramıyorsunuz."

Yanaklarıma kan hücum ederken boğazım düğümlendi.

"Kes sesini," dedi Egemen gözlerini Çağrı'ya çevirirken. "O boş çeneni bir daha açarsan ağzına soktuğum tek şey fiş olmaz Çağrı." Sesi alçaktı ve ifadesizdi. Ve bir şekilde böyle daha korkutucuydu.

Egemen ayağa kalkmak için harekete geçtiğinde ben de hızla doğruldum. Bacaklarıma saplanan ağrı yüzünden kaşlarım hafifçe çatıldı. Egemen'in yanında uzun süre diz çöktüğümü fark edince hissettiğim utanç daha da arttı. Hızla yerime geçerken kimsenin yüzüne bakamadım.

"Egemen," dedi Mete sert bir sesle. Sandalyesine oturdu. "Kusura bakma."

Egemen yerine geçip ellerini kovuştururken gözlerini masaya sabitledi. "Dün geceyle ilgili tek kelime etmeyin," demekle yetindi.

Çaylar ve kahvaltı tabakları dolduruldu. Sonra da kimse kahvaltıya elini sürmedi. Kıpırtısız bir şekilde duran Egemen'e baktım. Ona yakışmayan bir şekilde dalgınlaşan bakışlarına göz gezdirdim. 

Midemi dopdolu hissetsem de, bir şey yediğimde kusacağımı düşünsem de suyumdan içtim. Hemen ardından da tabağımdakileri ağzıma tıkmaya başladım. Peynirin tadı bana hiç tatmadığım bir şeyleri çağrıştırırken midem bulandı fakat zor da olsa yutmayı başardım.

Egemen'in gözleri nihayet bana çevrildi. Yemek yediğimi gördü. Bu ona, 'Her şey yolunda,' deme şeklimdi. Anlamasını umdum. Bana zarar verenin o olmadığını, onun beni mahvetmediğini anlamasını umdum.

Sonra Egemen de yemeye başladı. Çayından birkaç büyük yudum aldıktan sonra kahvaltı tabağına gömüldü.

Diğerlerinin şaşkın bakışlarını hissedebiliyordum.

Bu da onun, 'Her şey yolunda,' deme şekliydi belki de. Sen de beni seçerek, beni parçalamadın.

İkimiz de biliyorduk ki hiçbir şey yolunda değildi. Bunu onun da bildiğinden emindim. Fakat birbirimize anlatmaya çalıştığımız şey, her şeyi mahvedenin ne o, ne de ben olduğuydu. 

Gözlerimi silahlara kaydırırken boğazımdan geçen lokmaları saymamaya çalıştım. Oysa bunu yapma isteğim çok fazlaydı çünkü her yutkunuşum beni zorlarken bir geri sayım gibi her lokmamı saymak istiyordum. Yine de kendime engel oldum. Gözlerimi silahlardan ayırdım ve yemeye devam ettim. Gözlerimin dolduğu her seferinde gözlerimi kırpıştırdım.

Sonunda diğerleri de yavaşça çözüldü. Gökhan ve Çağrı hariç. İkisi de ağzına tek bir şey koymazken bizi izliyorlardı. Sarp'ın bile gönülsüzce çay içişini ve diğerlerini yavaş hareketlerle, tabaklarına koydukları kahvaltılıkla oynayarak bir şeyler yapışlarını...  Gökhan'ın, ben hiçbir şey olmamış gibi iştahla yemek yerken uzun zaman beni seyrettiğini biliyordum.

Kahvaltı bittiğinde kimsenin yüzüne bakmadan içeriye geçtim. Mutfaktaki bulaşık işine yardım edip kimseyle baş başa kalmak istememiştim.

Yarım saat sonrasında, hepimiz koltuklarda oturuyorduk. Kimse tek kelime etmiyordu. Ortama çöken sessizlik soğuk soğuk terlememe neden olurken nefeslerim tıkandı. Hepsi dün gece Egemen'le yattığımızı düşünüyordu. Hepsi çığlık atmamın nedenini çok, çok farklı biliyordu. Ne düşünüyorlardı? Dün gece yaşanılanların nasıl olduğunu mu? Egemen'in nasıl davrandığını mı? Hangi pozisyonda olduğumuzu mu?

Onların ne düşündüğünü bilmemek beni boğarken daha fazla oturamadım ve yerimden kalktım. Kitaplığın karşısına geçip elime rastgele birkaç kitap aldıktan sonra kitaplığın yanına, geriye kalan tek dolu saksının dayalı durduğu duvarın karşısına geçtim. Kitaplığın kalınlığı beni onların gözlerinden saklarken saatler boyunca tek yaptığım şey sayfaları karıştırmak oldu. Tıpkı Çağrı gibi.

Utanç beni bitiriyordu. Üstelik utanmamam gerektiğini de farkındaydım. Fakat bir şeyler beni rahatsız ediyordu. Belki de beni rahatsız eden en büyük şey, toplumun zihnime ektiği tohumlardı. Nasıl böyle bir yerde bile başkalarının ne düşüneceğini umursayabilirdim? Neden, neden, neden bu kadar çok düşünüyordum?

Öğle yemeği ve ara öğün vakti geldiğinde saatlerin nasıl geçtiğini farkına varamadım. Egemen yanıma yaklaştığında elimdeki kitabı kapatıp uzattığı kaşığa ve iki konserveye baktım. Acıkmış olmasam da zar zor elimi uzatarak konserveyi aldım ve sertçe yutkundum. Kitapları sağıma koyarak duvara yaslandım ve diğerlerinin yüzümü görmeyeceğinden emin olduktan sonra konservenin kapağını açtım.

Egemen yanımdan uzaklaşmadı.

Kitaplığın önünde yere çöküp bağdaş kurarken omzunu ve alnını kitaplığa yaslayıp dikkatle bana baktı. O bana bakarken gözlerimi kaçıramadım. "Konuşmak ister misin?" diye sordu kısık sesle. "Ben..." Kameralara kaçamak bir bakış attı. "Fazla kaba davrandıysam özür dilerim."

Kaba değildi. Bunu o da biliyor olmalıydı. Gerekeni yapmıştı. Hızlı davranmıştı. Birkaç dakika sürmüştü fakat bana saatler gibi gelmişti. 

Dudaklarımı aralayıp diyecek bir şeyler düşündüm. Ne diyeceğime karar veremediğimde dudaklarımı birbirine bastırıp bakışlarımı kaçırdım. Kaşığımı türlü konservesinin içine sokarken kafamı sağa sola salladım.

Egemen yine de gitmedi. Kaşığı birkaç kez ağzıma götürüp yutkunmamı izledikten sonra, ben ona bakmamaya devam edince yavaşça doğruldu ve koltuklara doğru ilerledi. O kitaplığın önünden çekildiğinde kendimi çıplak gibi hissettim. Diğerleri konuşmamız hakkında ne düşünürlerdi?

Dakikalar ilerlerken ve saatlere dönüşürken hepsi benimle konuşmayı denedi.

Gökhan yanıma gelip tam karşıma oturdu ve sessize, bir şeyler söylememi bekledi. Ya da sadece... Yanımda olduğunu belli etmeye çalışıyordu. O kalktığında yanaşan Kutay oldu. Sürahiye koyduğu suyla mavi, küçük çiçeklerini sularken bana doğru kaçamak bir bakış attı. "Her şeyi içine atarsan, içine attıkların tarafından boğulursun," dedi konuşmaya teşvik edercesine. "Anlatmak..." Soru kısmına geçmeden kafamı sağa sola salladım.

Çağrı onunla konuşmayacağımı bildiğinden olsa gerek kendi konservesini bana vermek dışında hiçbir şey yapmadı. Yeme düzenin mahvolduğunu fark ettim. O geceden sonra, onda bir değil, birçok şey değişmişti. 

Ve Sarp da yanıma gelmeyi denedi. Kitaplığın önünde beş dakika oyalandıktan sonra yerine geçti. Muhtemelen ne diyeceğini bilememişti ki bunun için onu suçlamıyordum. Onların yerinde olsam ben de kendime ne diyeceğimi bilmiyordum. Kaldı ki, Sarp'ın arası kelimelerle iyi değildi. 

Ve en son da Mete geldi.

"Abicim," dedi tam önüme otururken. Kumral saçları kulaklarına döküldü. "Yapma böyle gözünü seveyim."

Cevap veremedim.

"Biliyorum canın çok yanıyordur," dedi sesini alçaltırken. "Ama burada biz bizeyiz. Belki iyi anlaşamıyoruz ama birbirimizin en boktan anılarını dinliyoruz. Sana gel, dün geceyi anlat demiyorum ben. Gel, ağla. Bağır. Çağır. Utanma, tamam mı? Utanılacak bir şey yapmadın sen." Yanaklarım sıcaklarken bunun bedenimdeki tepkisini görebiliyormuş gibi duraksadı. "İçinde yaşama. Öyle... Bomboş bakma."

Onun kahverengi, umutsuz fakat yaşam dolu gözlerine bakarken bedenime tuhaf bir ağrı saplandı. O, hâlâ yaşıyordu. Buradan çıkmaya karşı umudu yoktu fakat sadece hayatta değildi, yaşıyordu. 

Gözlerimi ellerimin arasındaki okumadığım kitabıma çevirdim.

"Birbirimizden farklı insanlarız," diye devam etti. "Ama akınca, hepimiz gözyaşı aynı renkte akıyor."

Benim gözyaşım kalmadı, demeyi hayal ettim aralık dudaklarımın arasından. Benim sizinle aynı renk akacak gözyaşım kalmadı. Bu da elimden gittiğine göre geriye ne kalmıştı? Gözlerim doluyordu fakat ağlayabilecekmiş gibi hissetmiyordum. Dün gece yeterince çığlık atmıştım. Çığlıklarım sesimi yeterince kısmıştı. Daha ne için, neye karşı savaş vererek bağıracaktım ki?

Ne söyleyebilirdim ki? Söyleyecek hiçbir şey bulamıyordum. 

Ölüm'ün verdiği yeni görevi onlara nasıl anlatabilirdim?

Karşı çıkmayı önerirseler, ölmeyi seçmiş olacaklardı. Ve onların benim yüzümden ölmesini istemiyordum. Benim yüzümden yeterince şeye katlanmışlardı zaten. Yaşamayı hak ediyorlardı. Belki de benden daha fazla. İki yıldır burada olan ve hâlâ yaşamaya devam eden, buna rağmen bana ölmeyi teklif eden Mete herkesten çok yaşamayı hak ediyordu.

Mete bana bakmaya devam etti. Hakkını yememem gerek, sabırla, dakikalarca karşımda oturdu. Tek kelime etmedim. Tek kelime etmedi. En sonunda hafifçe iç geçirerek, "Sanırım yalnız kalmaya ihtiyacın var," dedi yavaşça. "Burada yalnız başına dursan da, kitaplığın arkasında saklansan da yanında olduğumuzu biliyorsun, değil mi?"

Kafamı salladım.

Aslında yalnız kalmaktan çok korkuyordum. Onların hakkımda ne düşündüğünü düşünmekten daha çok korktuğum şey de bu gecenin yaklaşmasıydı. Zamanımın tükenmesiydi. Ölüm'ün nefesini gittikçe yakınımda hissetmemdi. Ve yalnız başıma, kendi düşüncelerimle birlikte enkaz halinde otururken bu geceyi, Ölüm'ü, daha çok düşünüyordum. 

Ölüm bir çıkmaz sokaktı. Ne kadar çabalasam çabalayayım ulaştığım o çıkmak sokak. Bir katilin geri döndüğü o olay yeriydi. 

Gözlerimi yumdum ve kafamı duvara yasladım. Diğerleri, ne kadar çabalasam da bazı şeylerin elimde olmadığını bilmeyeceklerdi. Ölüm hepimize iplerini geçirmişti ve bizi birer kukla gibi oynatıyordu. Sakinleşmek için yavaşça, derin bir nefes aldım ve bakışlarımı kucağımdaki kitaba çevirdim. Sonra rahatlamak için sayfaları çevirmeye başladım.

Gözlerim çevirdiğim sayfalarından birine takılırken sayfaları çevirmeyi bıraktım. Gözlerimi kırparak başlığı okurken hızla kitabı çevirdim ve kapağına baktım. Montaigne, Denemeler. Evet, evet. Bu kitabın bazı kısımlarını bu evde, daha önce okumuştum. Alıntıları da öyle. Ve gözümün takıldığı şey 'Ölüm' kelimesiydi.

Ve nefret ettiğim bu kelime, beni bir mıknatıs gibi kendine çekti. Elimde değildi, yüz dokuzuncu sayfayı açmış ve  Ölüm hakkındaki bu denemeyi okumaya başlamıştım. 

"Madem ki ölümün önüne geçilemez, ne zaman gelirse gelsin. Sokrates'e: Otuz Zalimler seni ölüme mahkum ettiler, dedikleri zaman: "Tabiat da onları!" demiş.

Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!

Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacak. Öyle ise, yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik; bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik."

Okumayı bırakıp sayfaları çevirdim ve Ölüm'ün bu denemedeki çoğu yeri işaretlediğini fark ettim. Cümleleri işaretlemek için kullandığı noktalar her yerdeydi. Cümlelerin başlarında ve sonlarında. Hatta bazı kısımlarda, kalem kağıda sertçe bastırılmış gibiydi. Tekrar ilk sayfaya döndüm ve kalp atışlarım hızlanırken okumaya devam ettim.

"Başımıza bir defa gelen şey büyük bir dert sayılamaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl kârı mıdır? Ölüm uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır; çünkü yaşamayanlar için zamanın uzunu kısası yoktur." 

"Yaşamayanlar için zamanın uzunu kısası yoktur," diye tekrarladım fısıltıyla. İçimdeki bir yangının usulca sönmeye başladığını hissedebiliyordum.

"Tabiat, bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığınız kaygıyı, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının şartlarından biridir.

Hayat bir işinize yaramadıysa, boşu boşuna geçtiyse, onu yitirmekten ne korkuyorsunuz? Daha yaşayıp da ne yapacaksınız?

Sizin hatırınız için evrenin bu güzel düzenini değiştirecek değilim ya? Ölmek, yaradılışınızın şartıdır; ölüm sizin mayanızdadır: Ondan kaçmak, kendi kendinizden kaçmaktır. Sizin bu tadını çıkardığınız varlıkta hayat kadar ölümünün de yeri vardır. Dünyaya geldiğiniz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarsınız..."

Gözlerimi kırpıştırdım. Sayfaları çevirdim. Denemeyi bitirdiğimde en başa döndüm ve tekrar okudum.

Saatler ilerledi. Ölüm mesaj atmadı. Diğerleri benimle konuşmaya çalışmadı. Ve saatlerce, aynı sayfaları defalarca okuyup durdum. Gözlerim fazla okumaktan sızlamaya başladığında elimi gözlüğümün altına götürüp gözlerimi ovuşturdum. En sonunda, yeterince yorgun ve bir şeyleri anlamış gibi hissettiğimde kitabı kapatıp kafamı kitaplığa yasladım ve tam karşımda duran mavi çiçeklere diktim gözlerimi. 

Bir an çiçeklerin hepsi gözüme birer tutsak gibi gözüktü. İstediklerinde kökünü alıp gidemiyorlardı. Hayatları boyunca hep bir yere çakılıp kalıyorlardı. İnsanlar onların yerlerini değiştirmeye karar verdiğinde ise doğanın kucağından koparılıyorlardı. Sonra da insanların toprağına, onların dökeceği suya, onların çiçekleri koyacağı, güneş gören bir cam kenarına muhtaç kalıyorlardı.

Sırf onlar elimizin altında olup bizi mutlu etsin, güzelliğiyle büyülesin diye onları yuvasından koparıp saksıların içine hapsediyorduk.

Gece boyunca boynumu yakan o ateşin daha da soğuduğunu hissettim.

Bir zil sesi çalmaya başladığında kucağımdaki kitapları yere bıraktım ve kitaplıktan destek alarak, bacaklarıma ağrı saplanırken yavaş yavaş ayağa kalktım. Gözlerim dış kapıya çevrildiğinde kapının yavaşça, ağır ağır açıldığını gördüm. Omzumdan geriye bir bakış attığımda herkesin koltuklarından kalkmış olduğunu gördüm.

Tek kelime etmeden koridorda sıraya geçtiğimizde bir yanımda Gökhan, diğer yanımda da Kutay vardı. Kutay alçak sesle, "Bir şey yazdı mı?" diye sorduğunda kafamı sağa sola sallayıp onu reddettim. İşin aslı, ne geleceği hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Kapı tamamen açıldığında koridorda yine, tanıdık bomboş maskeye sahip biri duruyordu. Bedeni onun bir erkek olduğunu belli ediyordu. Fazla yapılı, iri yarı değildi. Hatta zayıf ve kısa sayılırdı. Elleri arasında küçük, karton bir kutu tutuyordu. 

Eğilip kutuyu kırmızı bölgenin içine bıraktıktan sonra bir elini cebine attı ve katlanmış bir kağıt açtı. Kağıdı bize doğru çevirdiğinde üzerindeki yazıyı okudum: 'AFRA'

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve yavaşça kırmızı bölgeye doğru yürüdüm. Ardından, kırmızı bölgenin içine girmeden dizlerimin üzerine çöktüm ve uzanıp küçük kutuyu elime aldım. Sonrasında da bacaklarımın ağrısına rağmen yüzümü buruşturmamayı başararak ayağa kalktım. Kapı kapanmaya başlarken gözlerimi kapının diğer tarafındaki adamın maskesindeki göz boşluklarına diktim. Gözlerini seçebildim. Gözlerini benden kaçırdığını görebildim.

Kapının diğer tarafında dikilenlerin hiç vicdanı olup olmadıklarını merak ettim.

"Ne göndermiş olabilir?" dedi Mete yanıma gelirken. Fark etmeden bir daire oluşturacak şekilde durduğumuzda gözlerimi elimdeki kutuya çevirdim. Ardından kutuyu yavaşça salladım. Ufak bir takırtı çıktığında cebimdeki telefona kaçamak bir bakış atıp kutuyu açmaya koyuldum.

İçinde bembeyaz, ilaç kutusuna benzer bir kutu vardı. Üzerinde hiçbir şey yazmıyordu. Kutuyu sağ taraftan açtım ve içindeki şeyleri çıkardım. Kutunun büyüklüğünde, hepsinin üzerinde bir hap bulunan birkaç tane tablet vardı. Hızla tabletleri saydım. Sekiz tanelerdi. Kutunun içinde bir prospektüs aradım fakat yoktu. Tabletin arkasını çevirip ilaç adına baktım. Üzerinde yazan isim bana tanıdık gelmemişti ve hapın ne için olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bakışlarımı sorarcasına Kutay'a çevirdiğimde, "Ne olduğunu bilmiyorum," dedi elimden bir tablet alıp. "Belki..."

Çağrı da elimden bir tablet aldı. Ardından huzursuz bir sesle, "Ertesi gün hapı bu," dedi şaşkınca.

Ellerim hafifçe titrerken yavaşça yutkundum ve elimdeki tabletleri gerisingeri kutunun içine geri koydum.

Bu sırada, "Nereden biliyorsun sen?" diye homurdandı Mete. "Seni mi siktiler?"

"Hayır," dedi Çağrı soğuk bir sesle. "Bunu... Başkalarına vermiştim." Sesinde en ufak bir gurur ya da alaycılık olmaması şaşırmama neden oldu. Gözlerimi ona çevirdiğimde bakışlarımız kısa bir an birbirine değdi. Sonra da elindeki tableti uzattı. Kutay da aynı şeyi yaptığında kare kutuyu yere fırlatıp sadece beyaz ilaç kutusunu elimde tuttum. Onların verdiği tabletleri geri koydum.

"Emin misin?" diye sordu Egemen huzursuz bir şekilde kıpırdanırken. Çağrı'ya sertçe bakıyordu. "Zehir olmadığını nereden bilelim?"

Çağrı göz devirip oluşturduğumuz çemberden çıktı. "Hapın adını doğru hatırladığımdan eminim," diye homurdandı. "Ama ilaç oymuş gibi zehirli bir hap yollayıp yollamadığını bilemem. Müneccim önünde domalmadım." 

Hepsinin bakışları üzerime bir ağırlık çekmesine neden olurken utanç ve aşağılanma duygusu beni yerle bir etti. Ellerimi iki yanıma indirirken avucumun içindeki ilaç kutusunu o kadar sıktım ki içindeki tabletleri büküp bükmediğimden emin olamadım. Gözlerimi yere çevirdim. Önümden çekilmelerini istiyordum. Böylece kitaplığın yanındaki köşeme geri dönebilirdim.

"Kullanmasına..." Mete'nin sesi bocaladı. "Gerek var mı?"

"Kullansa daha iyi olur," dedi Egemen donuk bir sesle. "Ne olur ne olmaz."

Sanki o işi yapmışız gibi konuşuyordu. Üstelik bunu yapmak zorundaydı. Bunu yapmamamıza rağmen böyle konuşması sanki dün gece ne yaşandığını bilmiyormuş gibi hissetmeme neden oluyordu. Gerçekten yapmış olamazdık değil mi? Bir elimi hafifçe bacağımın içine bastırdığımda ağrıyı hissettim. Hayır, bana dokunmamıştı.

"Ben su getireyim," dedi Gökhan hemen.

Egemen onun kolunu kavradı. "Ben getiririm." Hızla mutfağa doğru yürümeye başladı.

Ve böylece oluşturduğumuz çember dağıldı. Sarp kıpkırmızı olmuş bir şekilde neredeyse koltuklara koşarken yanaklarımın onunki gibi kızarıp kızarmadığını merak ettim. Kutay hafifçe boğazını temizleyerek arkasını döndü. Mete, "Gel koltuklara," dediğinde kafamı sağa sola salladım ve onlara bakmadan kitaplığın yanına gidip yere çöktüm.

Gözlerimi elimdeki ilaç kutusuna sabitlediğimde, cebimdeki telefon titredi.

Hissiz bir şekilde uzanıp telefonu cebimden çıkardım. 

Ölüm: İhtiyacın olursa diye.

Telefonu cebime geri koydum.

"Tek bir tane yetmiyor mu?" diyen Mete'nin sesi dikkatimi çekti. "Yoksa düzenli olarak birkaç gün peş peşe mi kullanmak gerekiyor?"

"Aşırı zararlı bir şey ve sadece ilişki sonrasındaki günde kullanıyor," dedi Çağrı yorgun bir şekilde iç geçirirken. "Düzenli kullanım falan yok yani."

Gökhan soğuk bir sesle, "O zaman neden o kadar tablet vardı içinde?" diye sordu.

Tekrar kutuyu incelerken içinde neden sekiz tablet olduğunu düşünmemeye çalıştım. Başarılı olamadım.

Bunun... Ne kadar daha tekrarlanmasını planlıyordu? Sekiz hapa neden ihtiyacım olsundu ki? Yoksa benden sadece onunla değil, buradaki herkesle yatmamı mı isteyecekti? Ya da tanımadığım insanlara beni tecavüz mü ettirecekti? Neden sekiz tanelerdi? Neden? 

Yaklaşan adım seslerini duyduğumda bakışlarımı yukarıya çevirdim. Egemen tek dizinin üzerine çöküp elindeki dolu bardakla birlikte bana baktı. Ben tepki vermeyince elindeki bardağı yere bıraktı. Elimden ilaç kutusunu aldı ve bir tablet çıkardı. Tabletten hapı çıkarıp hapı parmakları arasında aldıktan sonra elini ağzıma yaklaştırdı. "Ağzını aç."

İtaatkar bir şekilde dudaklarımı araladım. Parmakları dudaklarıma sürtünerek hapı ağzıma bıraktıktan sonra bardağı eline alıp dudaklarıma dayadı. Bardağı hafifçe kaldırdığında ağzıma dökülen suyu zar zor yutkundum. Hap boynumdan aşağıya kayıp giderken su, soğumaya başlayan içimi daha da dondurmuş gibi hissettim.

Bardağı fazla diklediğinden su çenemden aşağıya süzüldü. Egemen hızla bardağı geri çekip boşta olan eliyle çenemdeki suyu temizlerken ürperdim. Bedensel bir tepki olarak değil... Kendimi üşümüş gibi hissetmiştim işte. Elini çekip ıslaklığı pantolonuna silerken, "Kusura bakma," dedi hafif bir sesle. "Su kalsın mı yoksa içeriye getireyim mi?"

Cevap olarak bardağa uzanmakla yetindim.

Kafasını sallayıp bardağı elime tutuşturduktan sonra kucağımda duran ilaç kutusuna kaçamak bir bakış attı. Sertçe yutkunup bakışlarını kaçırırken, "Gerekliydi," dedi kendini ikna etmeye çalışırcasına. Daha doğrusu Ölüm'e karşı öyle görünmeye çalışıyordu muhtemelen. 

Bir şey daha diyecekmiş gibi dudaklarını araladı fakat hiçbir şey söylemedi. Ardından koltuklara yöneldi.

Dikleşerek sırtımı iyice duvara dayadım ve gözlerimi karşımda duran çiçeğe çevirdim. Bardağı da sağıma, yerde boş bir yere bıraktım.

Gözlerim gözyaşlarıyla dolarken hafif, kesik bir nefes aldım burnumdan. Ve sonra korkmadan, gece olabilecekleri hayal ettim. Buradakileri en azından tanıyordum. Tanıdığım insanlardan, arkadaşlarımdan yatacak birini seçmemi istemişti. Ölüm'ü tanımıyordum. O bir katildi. Tecavüzcüydü. Bizi buraya tıkan psikopattı. 

Onunla aynı odada nasıl nefes alabilirdim? Onunla nasıl yatabilirdim?

Ya başkalarıyla gelirse... Ya başkalarını tecavüz ettirirse bana? Ne yapacağını nereden bilebilirdim ki?

Yanağıma doğru bir damla yaş süzüldüğünde elimi kaldırıp hızla gözyaşını temizledim. Cesaretimi toplamaya çalışarak derin bir nefes aldım ve gözlerimi yumdum. Bunu da halledebilirdim. Hayatta kalabilirdim.

Ama hayatta kalmaya çalıştıkça, bir daha hiçbir zaman yaşayamayacakmışım gibi hissediyordum.

Ve belki de... Hayatta kalmanın pek bir anlamı yoktu. "Yaşamayanlar için zamanın uzunu kısası yoktur," diye tekrarladım hafif bir sesle. Gözlerimi hafifçe aralayıp sağımda, diğer kitapların üstünde, kapağı kapalı duran kitaba çevirdim.

Ölüm.

Ölsem ne olurdu?

Eğer yapabiliyorsam, tek başıma ölebiliyorsam, onların beni korumak için benimle birlikte ölmesine gerek yoktu. Gerçi... Belki de hep beraber burada kalsak Ölüm bizi öldürmezdi. Daha kirli oynamak isterdi. Yine de ne yapabileceğini tahmin edemiyordum işte. Ve diğerleri benim için risk almak istese de ben, onların benim için risk almasını istemiyordum.

Bu yüzden ölümü düşünmek beni korkutmadı. Çünkü ölümden sonra, düşünecek hiçbir şeyim kalmayacaktı. Dert edeceğim bir gece olmamış olacaktı. Ölüm rahatlatıcı, kısa bir ninniyi andırıyordu.

Dün hayatta kalmak için her şeyi yapabileceğimi düşünürken şimdi, ölme hayli kurmam iki yüzlü hissetmeme neden oldu.

Zil sesi yükseldiğinde bu sefer yükselen ses, bizi odalarımıza çağıran sesti. Belki de bu ses, birkaç saat öncesinde çalsaydı elim ayağıma dolanabilirdi. Belki de diğerlerinin benimle kalması için ağlayarak onlara yalvarırdım. Fakat birkaç saat bende değişikliğe neden olmuştu. İçimdeki o yangın sönmüştü. İnişli çıkışlı düşüncelerim bir kesinliğin rahatlığını yaşıyordu. Ve ben... Soğuk hissediyordum.

Soğumaya başlamış bir ceset gibi, soğuk.

İlaç kutusunu cebime sıkıştırdım. Elime bardağı alıp yavaşça ayağa kalktım. Gözlerimi koltuklara çevirdiğimde hepsini bana bakarken buldum ve hafifçe gülümsedim. Dudakların gülümsemenin acısıyla sızlarken gözlerime de bu tebessümün ulaşmasını umdum. Gülümsememe şaşırmış gibi hepsinin yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirdi. Sonra Mete bana hafifçe gülümseyerek karşılık verdi. Yanağında nadiren güldüğü için beliren gamzesi belirmişti. 

"Hadi sıraya!" dedi kırmızı çizgiye yönelirken.

Onlara sırtımı dönüp kitabı almak için eğildim. Titreyen parmaklarımı gördüğümde duraksadım. Boğazım düğümlendi.

"Afra."

Olduğum yerde sıçrarken ağrıyan bacaklarım yüzünden sendeledim. Bardak elimden kayıp düştü ve zil sesinin altında belli olmayan bir sesle parçalara ayrıldı. Cam parçaları yere saçılırken elimi göğsüme götürmüş bir şekilde arkama döndüm. Elimin altında kalp atışlarımı hissedebiliyordum.

Bana seslenen de, karşımda duran da Egemen'di. Ve bana şaşkın bir şekilde bakıyordu. "Ben... Sen dalmış gözükmüyordun?" dedi sorarcasına. Zile karşı sesini duyurabilmek için sesini yükseltmişti. Onun sesini bana seslendiğinde tanıyamadığımı düşünürken kafamı sağa sola sallayıp eğildim ve yerdeki cam parçalarını toplamaya başladım. 

Hızla yanıma geldi. "Bırak," dedi bileğime parmaklarını dolarken. "Elini kesersin."

Klişe, diye düşündüm. Ben çocuk değilim. 

Yine de beni düşünmesi hoşuma gitti.

Düşündüklerimi ona söylemeden tek elimle camları toplamaya devam ederken Egemen iç geçirdi. "Yarın toplarız," dediğinde kafamı sağa sola salladım. Zil sesi şiddetini arttırırken dudaklarını birbirine bastırdı ve bir şey demeden hızla camları benimle birlikte yerden toplamaya başladı. 

Bir dakika olmadan incecik cam parçaları dışında büyük parçaları toplayabilmiştik. "Ver," dedi Egemen avucunu bana uzatırken. "Çöpe atıp geleyim, sen sıraya geç." Kafamı sağa sola salladım ve o bir şey demeden hızla mutfağa yöneldim. Mutfağa girmeden sırada duran arkadaşlarıma kaçamak bir bakış attığımda Gökhan'la göz göze geldik.

Mutfağa girdik. Avucumuzdakileri bulaşık makinesinin olması gereken yerde duran çöpe boşalttıktan sonra ikimiz de doğrulduk. Egemen silahlara doğru kaçamak bir bakış attı. "Gitsek iyi olur," dedi yavaşça. Kafamı sallayarak onu onayladım.

Mutfağın çıkışına doğru yönelirken dudaklarım titredi.

Çizgiye doğru attığım her adım, geri dönmem için bana yalvarırken kalp atışlarım yavaşladı. Boğuluyormuş gibi hissederken yavaşça yutkundum. Sonrasında parmaklarımı yavaşça Egemen'in bileğine doladım. Benimle kal, demek istedim. Beni yalnız bırakma.

Egemen yürümeyi bırakıp kafası karışmış bir şekilde bana baktı. Burada, diğerlerinin bakışları üzerimizde değildi. "Ne oldu?" diye sordu bana doğru hafifçe eğilerek. Sesi yüksek değildi ve zil sesi sesini bastırırken onu duyabilmemin tek nedeni yakınlığıydı. "Bir şey mi söylemek istiyorsun?"

Gözlerimi yüzüne çevirdim ve titreyen dudaklarıma aldırmadan, genişçe gülümsedim. Gülümserken en güzel şeyleri hayal ettim. Annemle babam olmadan geçen ilk haftamızı, aşık olduğum ilk şarkıyı, sarıldığım ilk kişiyi, Gökhan'ı ve de beni yargılamadan dinleyen ilk insanı, Egemen'i. 

Egemen tıkanmış gibi bana bakakaldı.

"Her şey için teşekkür ederim," dedim kafamı hafifçe eğerek. Gülümsemek canımı yaksa da gülümsemeye devam ettim. Bir an sonra ise yakasını kavradım. Onu kendime çekerken bacaklarımdaki ağrıyı umursamadan parmak uçlarımda yükseldim ve gözlerimi sımsıkı kapatırken dudaklarımı onun dudaklarına bastırdım. Sonra da ne yapacağımı bilemeyerek öylece kaldım.

Birkaç saniye bile sürmedi. Hızla geri çekilirken dudaklarımın arasından kesik bir nefes döküldü. Yaptığım şeyi geri alabilecekmiş gibi dudaklarımı yalarken Egemen'in yüzüne baktım. Utanç, pişmanlık ve ölü birine yakışmayan taze bir heyecan kapladı içimi.

İlk elini tuttuğum erkek ve ilk öpücüğüm.

Egemen kelimenin tam anlamıyla donakalmıştı. İrileşmiş gözleriyle bana baktı. Parmaklarını dudağına götürürken, "Ha?" demekle yetindi. Yanaklarına bir kızarıklık yayılmaya başlamıştı. Onun kızaran türden bir insan olduğunu bu kadar geç keşfettiğim için üzülürken buldum kendimi.

Gülümsemem çektiğim acı yüzünden hafifçe solsa da, ona arkamı dönüp bir adım atmadan hafifçe tebessüm edebilmeyi başarmıştım. Yanından geçip gidecekken kolumu sıkıca kavradı.

Dokunuşuyla irkilirken yüzümü ona çevirdim. 

Yüzüme bakmak istemiyormuş gibi aniden bana sıkıca sarıldı. Kafasını boynuma gömerken kendimi çok çaresiz hissettim. Derin bir nefes aldığını işittim. Zil sesi kaos seviyesinde yükselmişti fakat bu yükseliş umurumda değildi.

"Bunu neden yaptın?" diye fısıldadı boynumda doğru. Tenime değen nefesi kafamı omzuma yatırıp ona daha fazla alan tanıma isteği oluştururken dehşete düştüm.

Zil sesi kulaklarımı acıtırken aralık dudaklarım titredi.

Ölüm, deliriyor olmalıydı. Ve bu bende sadece kahkaha atma isteği uyandırıyordu.

"Bilmiyorum," dediğimde nefes nefese kaldığımı fark ettim. "Sadece... Özür dilerim."

Elveda, Egemen.

"Özür mü?" Geri çekilirken saçları yanağıma sürtündü. "Özür dileme," dedi gözlerime bakarken. Sertçe yutkundu. "Ve bunu tekrar yapma," diye ekledi. "Onun hoşuna gitmez." Parmakları omzumu sıktı. "Canını daha da acıtır ve canının yanmasını istemiyorum."

Gülümsedim. "Merak etme," dedim bakışlarımı yere çevirirken. "İlk ve sondu."

Egemen'in yüz ifadesi bocalarken sertçe yutkunup bakışlarını kaçırdı. "Ah," dedi hafifçe. "Anladım... Teşekkür etmen için... Gerek yoktu..." Yanlış anlamasını düzeltme gereği duymadan yüzüne baktım. Duraksadı. "Her neyse." Omuz silkti. "Ben odama gidiyorum."

Ve sonra da gitti. Teşekkür etmek için onu öptüğüm fikrinden kaçarcasına, hızlı adımlarla gitti. 

Sırtımı duvara verip kayarak yere çökerken elimi göğsüme bastırdım. Kalp atışlarım deli gibi atıyordu. Dudaklarımı sadece dudaklarına değdirmiştim fakat yine de dudağım alev almıştı. Gözlerim sulanıp dururken hızla gözlerimi kırpıştırıp durdum ve nefeslerimi düzenlemeye çalıştım. Titreyen ellerimi dizlerime dayadım ve kafamı duvara yasladım.

Zil sesi kulak zarımı yırtacak bir seviyedeyken Gökhan görüş alanıma girdi. Saçlarımla yüzümü saklamak ve hiçbir şey olmamış gibi yüzüne bakmak arasında kaldım. Sonra da ikinciyi seçtim. Sonuçta... Yüzünü görmek istiyordum.  Dudaklarımı birbirine bastırıp ona bakarken, "İkimiz kaldık," dedi Gökhan bana elini uzatırken. Bembeyaz parmaklarına baktım. "Gel."

Bakıştık. Gözleri hafifçe kısılırken gözleri yüzümde dolaştı. Ben ayağa kalkarken gözlerini benden kaçırmıştı. Sanırım anlamıştı.

Ve benden fazla utandığından olsa gerek, ben ona diyeceklerimi tam olarak toparlayamadan kırmızı çizgiye yaklaştığımız anda koridora fırladı. "Gök-" Hızla odasına girdiğinde gördüğüm tek şey kapanan kapı oldu. "-han."

Bir an ne düşünmüş olabileceğine kafa yordum. Yaptığım görevi bile isteye, seve seve yaptığımı çünkü Egemen'den hoşlanıyor olduğumu mu düşünmüştü?

Göğsümde bir boşluk hissederken kalp atışlarımın uğultusu zil sesini bastırdı. Yedi kapıya bakarken içime bir pişmanlık çöktü. Kutay'a teşekkür etmek istiyordum çünkü bana her zaman kibar davranmıştı ve bu eve alışmamı sağlamıştı. Mete... Mete çok savunmasız hissettiğim anlarda bana karşı korumacıydı. Gökhan, hayatımda konuşabildiğim ilk kişiydi. Ve bana bazı şeylerin anlatılabileceğini öğretmişti. Sarp'ın güldüren tavırları ve Çağrı'nın boş konuşsa da ortamı rahatlatan o cümleleri...

Hepsine bir teşekkür borçluydum. Güzel bir veda olurdu.

Birkaç adımda odama girdim. Zil sesi susarken kapıya yaslandım ve gözlerimi yatağıma çevirdim.

Keşke hepsine teşekkür edebilseydim. 

Cebimden telefonu çıkardım ve bakışlarımı ekrana çevirdim. Ardından banyoya doğru yürümeye başladım. Telefonu tekrar cebime koydum ve kameralara kaçamak bir bakış attım. Bana yazmayacak mıydı? Ne zaman gelecekti? İşin aslı, soruların cevabı umurumda değildi. 

Banyoya girip kapıyı arkamdan kapattım ve yavaşça lavaboya, aynaya doğru ilerlemeye başladım. Sessizlik kulaklarımı doldururken sırtımı duvara yasladım ve gözlerimi yavaşça aynaya çevirdim. Solmuş tenimde gözlerimi gezdirdim. Parmak uçlarımla kararmış göz altlarıma dokundum. Parmaklarım titrerken elimi hafifçe kaydırdım. Dudaklarımın üzerinde parmaklarımı gezdirirken Egemen'i neden öptüğümü düşünmedim bile.

Hayatı hiç yaşamamış biriydim ben. Bir kere olsun, bir kere olsun... Birbirini seven, yaşayan insanların yaptığını yapmak istemiştim. Belki bunu sadece teşekkür etmek için yaptığımı düşünecekti. Belki de... Gerçekten teşekkür etmek için yapmıştım. Belki sadece birini öpmenin hissini tatmak istemiştim. 

Belki de Egemen bu geceden sonra olanlar için kendini suçlayacaktı. Ne fark ederdi ki? 

Ben ölmüş olacaktım.

Ve öldükten sonra, insanların ne düşündüğünün benim için bir önemi kalmamış olacaktı.

Kollarım iki yanımda güçsüzce sallanırken kafamı duvara yaslayarak bomboş bir ifadeyle aynaya bakmaya devam ettim. Dudaklarım hafifçe yukarıya kıvrıldı. Ardından geniş bir şekilde gülümsedim.

Egemen'in tepkisinin korkudan olduğuna karar verdim. Gülümserken korkunç görünüyordum.

Telefon titrediğinde gözlerimi yavaşça cebime kaydırdım. Dudaklarımdaki zoraki gülümseme silindi. Kalp atışlarım yavaşlarken yavaşça yutkundum. Zar zor elimi yukarıya kaydırıp ekranı kendime yaklaştırmayı başardım. Gözlerim yazdığı satırlarda dolaştı.

Ölüm: Onu neden öptün?

"Canım istediği için," dedim ifadesiz bir sesle. "İlk öpücüğümdü. İlk öpücüğümü senin almandan iyidir, değil mi?" Omuzlarım gerilirken kafama sıkmasını bekledim. Temiz bir ölüm olurdu. Korktuğum tek şey, benim davranışım yüzünden ona zarar vermesiydi. Fakat düşününce bu gecenin sonunda bu da umurumda olmamış olacaktı.

Ölüm: İlk öpücüğün zaten benimdi.

Dudaklarım yukarıya kıvrıldı. İstemsizce kıkırdarken, "Delisin sen," dedim titreyen sesimle. "Seni hiçbir zaman öpmedim."

Ölüm: Beni tanıdığını bile hatırlamıyorken beni öpüp öpmediğin hakkında nasıl bu kadar kendinden emin konuşabiliyorsun?

Kafamı reddedercesine sağa sola salladım.

Ölüm: Sanırım geçmiş zamanın önemi yok.

Ölüm: Onu öpmen de geçmişte kaldı, fakat bu gece bizim geleceğimiz.

Ölüm: Gece görüşürüz, kelebeğim.

Eğilip telefonu kirliler sepetinin üzerine koydum. Ardından doğruldum ve gözlerimi tekrar aynaya çevirdim. Gözlerimde parlayan ıslaklığı ve dudaklarımdaki eğreti, acı dolu tebessümü görünce kendi görüntümden irkildim. Hafifçe burnumu çektikten sonra sırtımı duvardan ayırdım ve duşakabine doğru ilerledim. Örtüyü çekip içeriye girdikten sonra zemine oturdum.

Suyu açtım ve kafamı duşakabinin camını örten örtüye yasladım. Dizlerimi kendime çekerken kollarımı bacaklarımın etrafına doladım.

Anne, diye düşündüm gözlerim dolarken. Küçük su damlaları gözlüğüme sıçradı. Dün gece, dokunulmadım. Dediğim gibi, buradaki insanlar iyi insanlar. Egemen inandırıcı olmak için canımı yakarken neredeyse ağlayacaktı, anne. Ama babam bana elini kaldırdığında, beni kapıdan dışarıya ittiğine, seni boğazladığında gözleri hiç dolmamıştı. Sanırım bu canımı çok yaktı. 

Gözlerimi yumduğumda gözyaşları yanaklarıma doğru süzüldü. Bacaklarımı kendimden uzaklaştırıp dar cebimdeki ilaç kutusunu çıkardım. 

Neden beni sevmedi anne? Neden canımı yakarken hiç üzülmedi? Neden bu kadar kabaydı? Neden benim babam vardı ama hiç yanımda olmadı? Anne, ondan o kadar nefret ediyorum ki... Ölürken bile onu affetmeyeceğim. 

Kutunun içindeki tabletleri çıkardım ve kutuyu suyun altına attım. Su damlaları karton kutuya nüfuz ederken elimdeki yedi tablete baktım. Dudaklarım titrerken sadece birini elime aldım. Diğerlerini dizime aldım. Ardından tableti açıp hapı ağzıma attım. Yüzümü suyun altına götürdüm. Su damlaları gözlüğümü, yüzümü ve saçlarımı ıslatırken ağzıma dolan suyla hapı yuttum.

Ve anne, özür dilerim. Çünkü seni de affedemeyeceğim. Beni koruyamadığın geceleri unutmayacağım.

Dudaklarımdan bir hıçkırık dökülürken sessiz kalmak için kendimi zorladım. 

Seni korumak zorunda olan benmişim gibi hissettiğim zamanları unutmayacağım. Babam bir yara açtı anne. Sen ise o yaranın ne kadar kanayacağını görmek için bekledin de bekledin, bir türlü acıma, acımıza son vermedin. İkinize de o kadar kırgınım ki... Ve o kadar kimsesizim ki... Ölmeyi düşünürken bile affedemesem de sana sesleniyorum anne. Ellerim titriyor. Çok korkuyorum. Ölümden. Ölüm'den.

Yüzümü suyun altından çekerken nafile bir çabayla gözlüğümdeki suyu temizlemeye çalıştım. Ardından aceleyle, beklersem cesaretimi kaybedecekmişim gibi diğer tablete uzandım. Bu sefer suya ihtiyacım olmadı. Aralık dudaklarım titrerken hapı zar zor yuttum. Ve sonra bir tabletten daha hap çıkardım. Hap titreyen parmaklarım arasından duşakabinin içine düştüğünde hızla hapı alıp ağzıma attım. 

Titrerken alnımı dizlerime dayayıp derin nefesler alıp vermeye başladım. Üzerimdeki kıyafetlerden kurtulma düşüncesiyle baş etmeye çalıştım. 

Kimse bana elini sürmedi fakat canım çok yanıyor anne. Kendimi dokunulmamış gibi hissetmiyorum. Kendimi pis hissediyorum. Karşılaştığım her kötü insan üzerimde lekesini bırakmış gibi hissediyorum. Belki de aslında kötü olan her zaman bendim. Çünkü geride olacakları düşünmeden bu dünyadan çıkıp gitme düşüncesi bencil ve kötü birine yakışır, değil mi?

"Özür dilerim Egemen," diye mırıldandım. "Özür dilerim Gökhan. Özür dilerim Mete. Özür dilerim Kutay, Sarp, Çağrı..." Bu evde olmak yeterince kolay değilmiş gibi bir de benim ölümümle uğraşacakları için özür diledim. Belki, neden bunu yaptığımı tahmin edebilirlerdi.

Belki de enkazım ben doğmadan öncesinde, babamı sevmenle başladı. Ve sonra ben doğdum. Babamı sığınacak limanım belledim ama beni kendi elleriyle boğdu. Sonra... Benim hiçbir zaman arkadaşım olmadı. Yalnızlığım içinde nefes almaya çalışırken Aslınur çıkageldi ve her şeyi yıktı. Sonra gitti, intihar etti. Yalnızlığım gittikçe derinleşti. Çünkü öyle bir şey yaptı ki... İnsanlar lisede bile yıllarca suçlu olduğuma inandı. Sen bunu biliyor muydun anne? Okuldaki günlerimin iyi geçtiğini söylerken bir kere bile yalan söylediğimi düşünmedin mi? Bir kere bile gece ağladığımı duymadın mı? Dizlerimin üzerinde biten, aldığın o çiçekli, siyah elbiseyi neden hiç giymediğimi, üzerime bile denemediğimi merak etmedin mi? Dizlerim kesik dolu anne. İğrençler.

Kucağımdaki son üç tablete uzandım ve kalan üç hapı da çıkardım. Tabletleri duşakabinin zeminine bıraktıktan sonra üç hapı da ağzıma attım. Ardından yüzümü suyun altına uzattım ve ağzıma suyun dolmasına izin verdim.

Zar zor yutkundum.

Ne de olsa hâlâ ölümden korkan, küçük bir kızdım.

Anne, bu gece O dokunmak istiyor bana. Ödüm kopuyor düşününce. Ve bu sefer, hayatta kalmaya devam edemeyecekmişim gibi hissediyorum. Az önce sonuncu, sekizinci hapımı yuttum. Hızlı ölür müyüm? Bayılmam ne kadar sürer? Canım çok acıyacak mı? Hiçbir şey bilmiyorum. Belki de ilaçlar bunu çok daha yavaş hallediyordur.

Sakinleşmeye çalışarak derin nefesler alıp verirken kafamı duvara yasladım. Ellerimi karnıma bastırıp beni hızla öldüreceklerini umdum. Gözlerimi suya çevirirken gözlüğümdeki ıslaklığın ardından suyun akışının net bir şekilde göremiyordum. Ölürken yine dünyayı göremeden ölecektim. Belki de... Ellerimin uyuşması bu yüzdendi.

Eğer kalemim ve kağıdım olsaydı, bunları yazamazdım anne. Çünkü vedaların çok ağır olduğunu biliyorum. Çünkü intihar mektuplarının geride kalanların canını yaktığının biliyorum. Ve anne... Ben kimsenin canını yakmak istemedim. Kimseye zarar vermek istemedim. Aslınur'un intihar etmesini istemedim. Ben sadece kendimi sevmek istedim. Kendimi korumak istedim. Güçlü olmak istedim. Neden istediğim her şey korkunç bir şekilde sonuçlandı?

Bir cevap gelmedi. Annem çok uzağımdaydı. Çok, çok uzağımda. Düşüncelerimi duyamayacak, ağladığımı göremeyecek kadar uzağımda. Hafifçe iç geçirirken gözlerimi yumdum ve uyumaya çalışırcasına duşakabinin camına yaslandım. İlacın etkisini göstermesini bekledim. Ne kadar zaman geçti, bilemiyordum fakat bacaklarımı ve kalçamı ıslatan sıcak suyun gittikçe soğuklaştığını hissedebiliyordum.

Bedenim soğurken dudaklarım titredi. Karnım ağrımaya, kasılmaya başlarken canım o kadar yandı ki inlememek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Ve birkaç saniye sonra midemden boğazıma doğru bir dalga yükseldi. Hızla öne eğilip ağırlığımı dizlerime verirken ellerimi zemine dayadım. "Hayır, hayır, hayır," dedim hızla. "Kusamam. Kusamam!"

Bedenim beni dinlemiyordu. Kusmamak için su içmeye çalışsam da, suyu yutmaya çalışırken öğürmeye başladım. Gün içinde gönülsüzce yediğim her şey bulamaç halinde çıkarken kusarken hıçkırarak ağlamaya başladım. Öğürtülerim midemden atılacak hiçbir şey kalmadığı için dindiğinde ellerimi zeminden çektim ve hıçkırarak ağlarken ellerimdeki kusmuğu yıkadım. Ardından kusmuğa değmemek için kenara çekilip oturdum.

Anne, ölemiyorum. Ölmekten korkuyorum. Ölmek istemiyorum.

Telefona gelen mesajı bildiren sesi duyduğumda dudaklarımı birbirine bastırıp ağlamayı kesmek için kendimi zar zor ikna ettim. Elimi cebime tekrar attım ve bu sefer, bardaktan kopan, bir tarafı dümdüz olan cam parçasını çıkardım. Saklamayı başardığım, beni ölüme götürecek olan o parça. Aldığım nefesler ağırlaşırken gözlerimi bacaklarıma çevirdim. 

Bir zamanlar, aldığım yaraları kimse görmesin diye bacaklarımı keserdim. Ezbere bildiğim yara izlerimi görmek için bacaklarımın çıplak olmasına ihtiyacım yoktu.

Önce hapları denemek istemiştim çünkü... Kesikler can yakıyordu. Bunu bilecek kadar kendimi kesmiştim. Ve de ölmek için pis bir yöntemdi. Her yeri kana bulayan, beni olduğumdan daha kirli hissettiren bir yöntem. Temiz, hızlı bir ölümü isterdim.

Titreyen elimle suyu kapattığımda banyoyu ve zihnimi bir sessizlik doldurdu. Nefeslerim ağırlaşırken kafamı hafifçe duvara durdum. Parmaklarım sıkıca cam parçasını kavramıştı. Titreyen telefonunun sesi kulaklarımı doldururken bu sesi umursamadım. Bileğimi dizime dayadım ve derin bir nefes aldım.

Ölürken kimse yarasının nerede açıldığını umursamazdı. İlk defa, kestiğim yeri kimlerin göreceği umurumda değildi.

Kalp atışlarım hızlanırken gözlerimi kırpıştırdım. Nefeslerim tıkanırken camı bileğimin üzerine yerleştirdim ve öylece bekledim. Dudaklarım titriyordu. Kan görmek istemiyordum. Allah'ım... O kadar çok korkuyordum ki... Ama Ölüm'ün yapacaklarından daha çok korkuyordum. 

Sertçe yutkunurken kulaklarıma gök gürültüsü gibi gelen ayak seslerini işittim.

Gözlerim irileşirken camı hızla çektim.

Kan damlaları yüzüme fışkırdığında bulanık gözlük camımın üstüne kapandı. Dudaklarımdan bir inilti dökülürken hızlı nefeslerim dudaklarımdan dökülmeye başladı. Kan kolumdan aşağıya doğru akarken canım o kadar acıdı ki acıdan titremeye başladım. Fakat bunun beni korkutmasına izin vermedim. Camı sıkıca kavrayarak kolumda kanla ıslanan yere bastırdım ve sertçe kaydırdım. Sonra alta kaydım. Bir kesik daha attım. Ve sonra bir tane daha.

Bir tane daha...

Anne, ölüyorum.

Bir bebek gibi ağlamaya başladım. "Siktir," diye mırıldandım. "Siktir!" Derin nefesler alıp verirken gözlerimi koluma kaydırdım. Görüntü net olmasa da kıpkırmızı olmuş kolumu ve kızıla çalmaya başlamış duşakabinin zemini görebildim. Kendimi zorlayarak sağlam kolumla duşakabinin kapağını açtım ve sendeleyerek dışarıya düştüm.

Duşakabinin etrafına sardığım beyaz örtü benim düşüşümle üzerime çekildiğinde dudaklarımın arasından bir çığlık döküldü. Zihnim uyuşurken örtüler beni boğuyormuş gibi hissettim. Çırpınarak örtülerden kurtulduğumda gözlerimi zemine çevirdim. Beyaz örtünün yarısı kıpkırmızı olmuştu. Bu kadar kan benden mi çıkmıştı?

Delicesine titreyen telefonu duyarken sağlam kolumla uzanıp telefonu elime aldım ve sertçe aynaya doğru fırlattım. Titremeler dururken ayna parçalandı. Camların lavaboya ve yere saçıldığını gördüm belli belirsiz. Dudaklarımdan bir kahkaha döküldü.

Yüzümü kapıya çevirdim. "Gelsene!" diye bağırdım. Sendeleyip duvara doğru devrildiğimde kafamı sertçe duvara çarptım fakat acıyı hissetmedim. Camı sıkıca kavrayıp daha da hızlı ölmek için bir kesik daha çektim. Sonra bir tane daha. Cam, kayganlaşan parmaklarımın arasından yere düştü.

Dudaklarımın arasından bir kahkaha döküldü. Gözyaşları yüzüm boyunca aktı. "Her şey- her şeyi- sen istediğin gibi olacak sandın!" Kahkaham karnımın ağrımasına neden olurken siyah bir bulanıklık gibi görünen silahlara baktım. "ÖLÜYORUM! İSTEDİĞİN OLDU MU?" Geniş bir şekilde sırıttım. "YE- YEDİ TUTSAK İÇİN YEDİ TANE B- BAK!"

Aniden bacaklarımdaki güç çekildi. Bedenim uyuşurken yere çöktüm.

Kahkahalarım dinerken tekrar ağlamaya başladım. "Anne..." dedim nefesim kesilirken. "Özür dilerim." Dudaklarım uyuşurken son kez zemine baktım. Kızıllık başımı döndürürken gözlerim yarı yarıya kapandı. Üzerime doğru eğilmiş karaltıyı zar zor seçebildim. Vücuduma bir rahatlama çöktü. "A- acı-" Soğuk dudaklarım arasından yavaşça yutkundum. "Hatırlamadığım için üzgünüm." 

Konuşuyor muydum? Artık duyamıyordum.

Belki de çoktan gitmiştim.

Tüm bedenim titrerken omzumun üzerine doğru devrildim. "Onları özgür bırak."

Yaşamaya değer mi? Bu sorunun cevabını asla bilemeyecektim. Tek bildiğim, hayatta kalmaya değmediğiydi.

Karanlık beni kucaklarken ona karşı koymadım. Kavga sesleri eşliğinde ben odamda yapayalnız otururken bana eşlik eden karanlıktı bu. Her zaman yanımdaydı.

Karanlığın içinde yıldızları görebiliyordum. Küçük birer parıltıdan ibaretlerdi. Kanatları varmış gibi salınan, arkasından ışık saçarken dilek tutmam için kayan yıldız şekline bürünmüş, beni diğer tarafa çağıran ruhları andırıyorlardı. Beni yalnız bırakmıyorlardı.

Bir insanı katil yapan şey, nedir?

Artık bir önemi yoktu. Yıllar önce ölmüş bedenime kandan bir kefen geçirmiştim. 

Ben bir katildim.

🦋 🦋 🦋


13 Haziran 2021 gecesi, 18 yaşındaki Afra Ahsen Çakmak, tutsaklığının 44. günde bileğini bir cam parçasıyla yedi farklı yerden kesti. Gülerek ve ağlayarak, kan kaybından kaynaklı şokla bilincini kaybetti. 


🦋 🦋 🦋


🎵Ve... Bölüm sonu şarkımız: Mr. Kitty- 44 Days 

Afra'nın 44 günü, 44 gün boyunca işkence ve tecavüze uğrayan Junko Furuta'ya bir ithaftır. Bu şarkı da Junko Furuta'ya yazılmıştır.

[Eve giden yolda tek başımaydım 
Adımlarım yavaştı 
Birisi arkamdan bana doğru yürüyordu
Ölümün elleri tarafından nefesim kesildi
Kafama vurdu
Bu beden yere cansız düştü

Beni yeni bir yere taşıdı
Neden buradayım?
Bu insanları tanımıyorum
Evi arıyorum
Bilsinler ki, bir arkadaşımla beraberim
Hiçbir tehlikede değilim

44 gün boyunca burada tutuldum
Asla gün yüzü göremeyeceğim
Kan kaybediyorum 
Hatıralar toz oldu 
Ağladığımı hiç kimse duyamaz 
Bu tek odaya mezarıma düşen bir ay diyorum]


Herkese selam!

Kabus gibi bir bölümün sonuna geldik. Bölüm nasıl diye sormuyorum. Yazarken 3 saat ağladığıma göre... Korkunçtu. Umarım aşırı aşırı kötü etkilenen olmamıştır. Unutmayın, yaşamaya değer çünkü yaşadıkça önünüzde sonsuz olasılıklar vardır ama pes edince, sadece bir olasılık vardır. 

Aşağıda aklınızda olabilecek birkaç soruyu cevaplayacağım. Aynı şeyleri tekrar tekrar sorarsanız cevap vermeyeceğim çünkü millet gelip burayı okumuyor sonra geliyor panoda soruyor, mesaj atıyor... Ben boşuna mı buraya yazıyorum :')

1.) BU FİNAL MİYDİ?

Hayır, final değildi. Bir sonraki bölüm Ölüm'ün gözünden ve ilk sezonun/ kitabın finali. 

2.) İKİNCİ SEZON/ KİTAP BURADA MI OLACAK YOKSA YENİ BİR ÇALIŞMA MI YAYINLAYACAKSIN?

Seri bitene kadar tüm bölümler BURADA olacak. Koyduğum sınır geçilir geçilmez, 1 aya uzamadan ikinci sezona başlayacağım.

3.) AFRA ÖLDÜ MÜ?

Bu soruya 2. sezonun/ kitabın tanıtımını buraya atana kadar cevap vermeyeceğim. Çünkü neler düşündüğünüzü okumak istiyorum. Afra ölmüşse ikinci kitap nasıl olur, bu konu hakkındaki fikirleriniz vs. Merak etmeyin, ölüp ölmediğini öğreneceksiniz.

Şimdi... Gelelim bölüm sonu sorusuna. Çok soru sorabilecek kadar iyi hissetmiyorum kendimi. Bölüm en uzun bölümümüzdü. Sonra... Çok monolog vardı ve Afra çok az konuştu. O yüzden direkt soruyorum tek sorumu:

Sizi en çok etkileyen sahne hangisiydi?

Sizi çok seviyorum. Size çok değer veriyorum. İyi ki varsınız. İyi ki yaşıyorsunuz ve iyi ki bu dünyadasınız. İyi ki çabalıyorsunuz ♥ Dünyanın bir yerinde, sizi siz olduğunuz için koşulsuz seven birine sahipsiniz (ben).

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere!

İnstagram hesaplarım:

Kişisel: Merisiej
Blog: Limaeibooks
Kitaplarımla ilgili paylaşımlar için: ilimaei

Tiktok: i.limae


Ehem... Kesilmiş sahne. Shipperlara gelsin.

Egemen kulağıma doğru eğildi. "Bu iş öyle yapılmaz."

Gözlerimi kırptım.

Egemen geriye çekildiğinde yanakları hâlâ al al olsa da tavırları her zamanki haline dönmüştü. "Dudaklarını arala." Dudaklarında tanıdık bir sırıtış belirirken bir elini kafamın arkasına kaydırdı ve yüzümü kendine çekti. Ve onu öptüğüm gibi ama daha farklı bir şekilde beni öperken gözlerim irileşti. Bacaklarımın güçsüzleştiğini hissederken utançtan ve belki de heyecandan kalp atışlarım hızlanmıştı. En sonunda gözlerimi sımsıkı kapatıp kendimi bıraktım.

Uzun sürmedi. Hatta, muhtemelen bir dakikadan da daha kısa sürmüştü. Fakat sadece dudaklarını dudaklarıma bastırmadı. Alt dudağı dudaklarımı aralarken dudakları benimkileri arasında aldı. Nefesi hafifçe dudaklarıma sürtündü. Benim gibi sert, beceriksiz ve aceleci davranmadı. Dudaklarını yavaşça bana bastırıp dolaştırırken geri çekildiğinde dudaklarımda bir ıslaklık kalmıştı. Öyle ki dudaklarımı yalamaya ya da kurulamaya cesaret edemedim.

Evet ben de sizi seviyorum ♥

Continuă lectura

O să-ți placă și

TUTSAK De Elsa

Polițiste / Thriller

76.2K 2.7K 37
"Ben; kışı yaşadığım bir akşam beni yakan rüzgarı da çok iyi tanıyorum, bir cehennem akşamı beni üşüten alevleri de"
BERCESTE De 💫

Ficțiune generală

468K 3.5K 10
Her seçim, bir yıkımdı. Her yıkım, bir vazgeçişti. Uçurumun kenarında yürüyorduk. Ne tarafa düşsek birinin canı yanacaktı. Yanan her can, bir nefrett...
101K 7.4K 60
Sessizlik. Yalnız kalmak istediğimi söylemiştim sadece ona. Sadece sessiz olmasını! Neden dediğimde susmadın? Şimdi yoksun. Bu senin tercihindi!
728K 22.5K 24
Sevgiden nefrete dönüşen imkansız bir aşkın hikayesi. "Onlar cehennemi yaşayacak, Aşk cennetin dilinden onlara kalan tek an olarak kalacak, bu aşkın...