PARAVAN

By rabia_kbl

9.5K 1.7K 1.1K

Kapısı kapalı çikolata dükkânının önünde durdum. Saate baktım; 12: 58 Son iki dakika kalmıştı. Elimi cebime... More

TANITIM
1.Bölüm: "Paravan"
2.Bölüm:"Bir Yıl Sonra Çalan Kapı"
3.Bölüm:"Parmaklar Arasına Sızan Kan"
4.Bölüm:"Ahi"
5.Bölüm:"Mayın Tarlası"
6.Bölüm:"Tehlikeli Parmaklarında Hapis Parmaklarım"
7.Bölüm:"Geçmiş Yerin Altında Bir Metrede"
8.Bölüm:"Zincirleme İsim Tamlaması"
9.Bölüm:Depoda Kilitli Bir Kapı"
10.Bölüm:"Sinmiş Duman Kokusu"
11.Bölüm:"Sebep Sonuçların Döngüsü"
12.Bölüm:"Kırık Fayanslar"
13.Bölüm:"Toplumun Paryaları"
14.Bölüm:"Akrep Burçlu Öğretmen ile Koç Burcu Öğrenci"
15.Bölüm"Kirletilmiş Hisler"
16.Bölüm:"Fakat Şartlar Hiç Normal Olmadı"
18.Bölüm:"00:01"
19.Bölüm:"Pembe Ananas Yetiştirme Günü"
20.Bölüm:"O Bir Peri Masalı"
21.Bölüm:"Sen Bunları Duyma"
22.Bölüm:"İhtimallerin Dizilimi"
23.Bölüm:"Paravanın İlk Yüzü"
24.Bölüm:"Göreceliydi Zaman"
25.Bölüm:"Parmak Uçlarındaki Yaşam Ve Ölüm"
26.Bölüm:"Cambazın İpleri"
27.Bölüm:"Kalp Ve Beynin Sindirim Sistemi"
28.Bölüm:"Bir Fincan Kan"
29.Bölüm:"İhlal Edilen Sınırlar"

17.Bölüm:"Sıcak mı, Soğuk mu?"

162 52 8
By rabia_kbl


17.BÖLÜM: "Sıcak mı, Soğuk mu?"


Kehlani, Gangsta

"Neden engellemedin?"

"Engelleseydim içindeki tüm şüpheler yok olur muydu?" diye başka bir soru yöneltti.

Şu anda çok yanılıyordu. Hayretle ağzım bir parça aralandığında, oturduğum sandalyede öne doğru eğildim. Babamın çok nadir yaktığı sigaranın dumanı yüzüme vurmuştu.

"Eğer beni durdurup orada beni şüpheye düşürecek bir şey olmadığını söyleseydin..." Duraksayıp, içimdeki soluğun ağırlığını dışarı verdim. "... İnanırdım. Senin tek bir sözüne inanırdım baba. Bunu biliyorsun. Ama neden beni engellemeyip, öyle bir şey yapmama izin verdin bilmiyorum fakat beni bir teste tutuğunu da anladım."

Ruhsuz bir şekilde gülüp sigaranın olduğu eliyle şakağını kaşıdı. Tamda tahmin ettiğim gibi bunu gülüşüyle onaylamıştı.

"Neden gidip uyumuyorsun? Bence geceyi yeteri kadar yaşadın, Seyhan."

"Ah, bazen bir şüphe tarafından delirdiğimi görmek hoşuna gidiyor değil mi?" diye sorum, parıldayan gözlerinin içine bakarak.

"Sen Nihal'in eserisin. Ne derdi annen..." Hatırlıyordu ama düşünüyormuş gibi durdu bir süre. "... İhtimaller," diye tamamladı sözlerini.

Başımı, onu onaylarcasına salladım. "Evet, değer görmeyen ihtimallerin önemini her hücreme kadar işledi annem. Eğer bunu yapmasaydı ben bu gün o daire girip, bacağımı incitmeyecektim."

Kaşları çatıldı. "Bacağın mı?" dedi daha net anlamak istercesine.

"Bacağım sızlıyor," dedim dudaklarımı büzerek. Babam soluğunu seslice vererek, daha yarısı duran sigarasını önündeki küllüğün içinde söndürdü. Oturduğu yemek masasının sandalyesinden kalkarak yanımda durdu. Omuzlarımdan tuttuğunda, bedenimi ona çevirdim. Bir dizini kırıp yere yaslayarak önümde diz çöktü ardından.

"Hangi bacağın?" diye sordu.

Elimi sağ bacağıma koyup, paçaları geniş eşofmanı yukarı sıyırmaya çalıştığım. Babam sabırsızca ellerini koyup, dizime kadar sıyırarak bacağıma baktı. Bacağıma bakarken ki yüz ifadesi sertleştiğinde, bacağımın düşündüğümden daha kötü olduğunu anladım. Çok acı hissetmiyordum ama sızlamaya devam ediyordu.

"Hay seni gece oraya gönderen aklımı..." Sustuğunda, burnundan verdiği sert soluğu bacağıma çarptı. "Niye söylemedin?" Cevap vermedim. Başını kaldırmadan gözlerini bana dikti. Bir kaç saniye yüzüme bakıp ayaklanarak, arkasını döndü ve salondan çıktı.

Başımı eğip, dizimin bir altında, sağ tardaki morluğa baktım. Morluk tahmin ettiğimden büyüktü ama yürürken çok da acımıyordu. Babam tekrardan salona girince bakışlarımı ona çevirdim. Elinde tuttuğu kremi fark ettiğimde tekrardan önümde siz çöktü. Kremi açtığı anda burnuma yoğun bir mentol kokusu geldi. Ah, bu koku çok ağırdı ve her yere kolayca siniyordu.

"Ağrısını alır şimdi," diye mırıldandığında, daha çok kendi kendine konuşuyor gibiydi. Bacağıma değen soğukluk ile sırtım bir anda dikleşti. Parmakları ile kremi morluğun üzerine yaymaya başlamasıyla, soğukluğa alışmıştım.

"Bu kadar yeterli baba, uyuyalım artık," dedim.

Babam başını sallayıp ayağa kalktı. "Ben ellerimi yıkayayım, sende odana geçip biraz bekle."

İkimizde ayağa kalkıp, koridora doğru ilerledik. Babam banyoya doğru ilerleyince, bende odamın kapısını açıp içeri girdim. Direk yatağıma ilerleyip oturdum. Eşofmanım hala katlı duruyorken, parmaklarımı morluğun üzerine getirdiğimde derimin, keremin çoğunu emdiğini anladım. Paçamı düzeltirken odamın kapısı açıldı. Babam içeri girip kapıyı ardından aralık bırakarak bana doğru yaklaşıp tam önümde durduğunda, paçamı düzeltip doğruldum.

"Uzun zaman oldu," dedi. İlk ne dediğini anlamdım fakat yatağıma bir bakış atınca genişçe gülümsedim.

"Bilmem, olmuş mudur?" dedim anlamamazlıktan gelerek. Kendimi yatağın üzerine çekip pikeyi ayaklarımla ittirdiğimde, babam da diğer taraftan dolanıp yanıma geldi.

"Sanırım artık sığamıyoruz gibi," dedi. Yanıma uzanıp ince pikeyi ikimizin beline kadar çekerek başını yastığa koydu. "Eskiden üç kişi bile yatmışlığımız bile var bu yatakta."

"Yanılıyorsun baba, sizin odanızdaki yatakta dört kişi yattığımıza dair bir fotoğraf var," dedim.

"Ben bu yatağı kast etmiştim," dedi başını bana çevirerek. "Keşke dört kişi yattığımız zaman, senin yataktan düştüğünü kanıtlayan bir fotoğrafta olsaydı."

Koluna vurup ona dönerek sarıldım. "Ah, ben düşememiştim, Mustafa beni itmişti," dedim inkâr ederek. Babamın güldüğünü hareket eden göğsünden anladım.

"Mustafa sadece kendini savunuyordu. Ona sarıldım diye üzerine atlayıp bir kedi gibi tırmalamıştın onu." Bu sefer ben hatırlamadığım ama çok dinlediğim anıyla gülmüştüm.

Hatırlamadığım ama keşke hatırlasaydım dediğim bu anımı çok seviyordum. Keşke bir videosu olsaydı ama sadece bir fotoğraf karesi vardı. Bir ara kendimden beklenmeyecek bir şekilde tüm evi saatlerce temizlemiştim. Annem ile babamın odasındaki bir kutuda fotoğrafları bulunca onlara bakarken, dört kişilik bir fotoğraf görmüştüm. O fotoğraf ne zaman çekildi bilmiyordum çünkü beş yaşlarındaydım. Annem, babam, ben ve Mustafa aynı yataktaydık. Mustafa hatırlıyordu çünkü o benden büyüktü ve en çok ondan dinlemiştim bu hatırayı.

Söylediğine göre o gece neredeyse sabaha kadar uyumamış, sürekli yer değiştirerek kavga ediyormuşuz. Annem ile babam tam yorulup uyuyacağımızı sandığı anda ben, Mustafa'nın babama sarılmasıyla annemin kucağında çıkıp onun üzerine atlamışım. Mustafa o sıra da uzun tırnaklarımdan kurtulmak için refleksle beni itmiş ve yataktan düşmüşüm. Fakat herkes bir şey oldu sanırken ben kahkaha atmaya başlayınca diğerleri de gülmeye başlamış. Ardından uyumuşuz.

Hatıralarımdaki en güzle anıyı zihnimde canlandırırken, kapının aralandığını hissetim. Sırtım kapıya dönük olduğu için sadece ayak seslerinin buraya doğru yaklaştığını hissedebiliyordum. Başımın üzerinde bir baskı hissettiğim anda annemin kokusunu soludum. Doğrulup bir süre öylece durduktan sonra tekrardan yürüdüğünü ve ardından odadan çıkarak kapıyı çektiğini anladım. Anlımı babamın göğsüne yasayıp gözlerimi yumdum.

🍍

İnsan hisseder. Hiç hissetmemesi gereken şeyleri, hissetmemesi gereken yerde de hisseder. Sıcağın içinde soğu, başarının içinde yıkımı, ölümün kıyısında da yaşamı hissetmişliğimiz vardır. Hissetmenin mevsimi, zamanı ve kuralları yoktur. O yüzden asıl özgürlük hislerdedir bence. Çünkü insan kendi hislerine bile hükmedemiyordu. Bazen istemsizce mutsuz oluyordum, bazen de istemsizce mutlu. Sonra dönüp baktığımda kendimle ne kadar çok çeliştiğimi fark ediyordum. O an bunu fark etmemi hislerim engellemişti. Bu yüzdendi aldığımız kararların sonradan çok değiştiğine şahit olmamız, affetmem dediklerimizi gün gelir affedişlerimiz ve aynı yerden ikinci defa hüsrana uğramamız. İlk günkü hislerimiz diri durmuyordu.

Ahi'ye karşı hislerimin şu anda ilk günkü olmadığı gibi...

Elimde değildi, hislerimi ve duygularımı yönlendirmek ve ilk günkü gibi durmasını sağlamak. Eğlendim, o fark etmese de mutlu da oldum, hatta arkasını döndüğünde ondan daha güzel güldüm. Ardından korktum, tedirginlik damarlarımda dolaşmaya başladığında geri adım attım, hatta zihnimle alay edişlerinden sonra ondan nefret ettim. Dediğim gibi hislerimize hükmedemiyorduk.

Bende bıraktım. Hislerime sürekli bir şeyleri dayatmaktan, onları olması gerektiği gibi yönlendirmekten...

Eğer yaradan istediğimiz gibi hisleri kontrol etmemizi isteseydi onlara bağımsızlık vermezdi. İrade vermişti ama hisler bu iradenin dışındaydı. Hisler, iradeyi yöneten zihinden bağımsızdı. Onu hiç bilmeyen biri hislerine hükmedebilseydi, hissettikleri ile düzenin arkasındaki kişiyi bilmek için bir dürtüye kapılmazdı. Aklın da bunu yapabildiği gerçeği göz ardı edilemezdi fakat şu anda hisler söz konusuydu.

Olması gerektiği gibi hisleri yönlendirmekten vazgeçmemiz gerekiyordu artık. Eğer yanlış bir adım atsaydık, bu yine hislerimiz ile kendini belli ederdi. Hisler dünya üzerindeki en doğru ve ahlaklı şeylerdi bence.

Çünkü hislerde zıtlık içindedir. Ve her zaman bir hissin karşısında tetikte bekleyen bir zıttı vardır. Hâkimin verdiği adaletsiz kararın karşısında her zaman onun vicdanı tetikte bekliyor olacaktır.

"Seyhan, baban bir saate burada olacak, umarım hazırsındır," dedi annem.

Uzandığım koltukta biraz daha kaydığımda, üzerimdeki gömleğin ütüsünün artık bozulduğuna emin olmuştum. Üzerimdeki bakkal kombinimin en iyi tarafı, birkaç dakika önce jilet gibi ütülü olan gömleğimdi. Geçmiş zaman kullandım çünkü artık ütülü değil gibiydi.

"Hazırlanmak biraz vaktimi aldı ama çok şık olduğumu düşünüyorum," dedim. Bana göre çok şıktım, eh bu da yeterdi.

"Bu akşamki yemek için aldığım elbise zaten sana çok yakışacaktı," diye seslendi içerden.

Birazdan o malum akşam yemeğine gidiyorduk. Kadir abimin düğünü hakkında tüm akşam onların konuşmalarını dinlemek bana pekte zevkli gelmiyordu ama gitmek mecburiydi. Allah aşkına benim orada kafa dengim kim vardı ki? Mustafa vardı ama onun ağır abi havaları tutacak ve bana zerre yüz vermeyecekti. Seher desek kös kös oturup, en ufak bir şeyde 'kavga var' diye sevinecekti sadece.

"Ah, elbise çok güzel oldu, yeşil renk bana çok yakışır zaten," dedim.

"Sana aldığım elbise maviydi," dediğinde, dilimi ısırdım.

Keşke dolabı açıp elbisenin rengine baksaydım. Annemin adımları salona yaklaşmaya başladığında gözlerimi sıkıca yumdum.

"En azından sana aldığım elbiseye nezaketten de olsa bir baksaydın, belki o zaman rengini doğru söylerdin."

"Dilim sürçtü anne," diyerek gözlerimi açtım. Bacağımı kaldırıp üzerimdeki gri eşofmanı gösterdim. "Bacaklarımın tüy yumağından bir farkı yok ama istersen hemen gidip giyebilir."

Ah, umarım eşofmanı sıyırıp bakmazdı.

"Ah, senin bu pasaklığın nerden geliyor anlamıyorum ki?" diye söylendi, bıkkınlıkla. "Koca kız oldun hala kendine dikkat etmiyorsun. Nerdeyse her genç kızın hayali olan gelinliği giyecek yaşa geliyorsun birde."

Başımı iki yana sallayarak, "Her genç kızın hayali lazer epilasyonudur anne, gelinlik giymek falan değil," dedim.

"İnan sana laf anlatacak zamanım yok," dediği sırada kapı çaldı. Bakışlarım bir an annemden başka tarafa çevrildi. "Sen git kapıya bak, bende hazırlanmaya devam edeyim," diye devam edip, arkasını dönerek koridorda ilerlemeye başladı.

Ardında bende ayağa kalkıp kapıya doğru ilerlerken konuştum. "Ah anne, zaten iki gündür düşüncede hazırlandığın yetmiyormuş gibi birde üç saattir bedenen hazırlanıyorsun."

Önce düşüncede hazırlanıyorlar sonra bedenen hazırlanmaya başladıkları anda, düşüncedeki tüm hazırlığı ellerinin tersi ile itip yeni bir hazırlığa girişiyorlar. Madem düşündüğün şekilde hazırlanmayacaktın, neden o zihinleri yoruyorlardı ki?

Elim sarsakça kapıya gittiğinde kulpu indirip kapıyı açtığım anda, kapının birden üzerime doğru itilmesiyle geriye doğru birkaç adım sendeledim.

"Geçil kızım önümden, düğünümüz var," diyerek, beni kenara itip içeri girdi Adar.

Daha yaşadığım şeyin şaşkınlığını üzerimden atamadan, bu defa Feti tarafından itildim.

"Bak hala duruyor, daha elime nemlendirici bile süremedim," dedi Feti.

İkisi ayakkabılarını indirip içeri geçince, ben hala olduğum yerde öylece şaşkınlıkla ağzım aralık duruyordum. Ah, ben bu ikisine aynı anda maruz kalmayı kaldıramıyordum!

Karşımda öylece duran üçüncü kişiye baktım.

"Ağzını kapat amcakızı. Ben bir halt ettim ve akşam yemekte bana yardım edecek olan da sensin," dedi Yağız. Ne dediğini anlamayarak kaşlarımı çattığımda, içeri girip ayakkabılarının çıkardı.

Birden ne demek istediğini anladığımda gözlerim kocaman açıldı. "Sakın bana Adar da geliyor deme," dedim.

"Geliyorum canım!" diye içerden seslendi Adar.

Yağız omuz silkip salona doğru ilerlediğinde, bende hala şaşkınlıkla peşinden gittim. Yağız'ın birden durmasıyla sırtına çarptım.

"Devam etsene," dedim. Bana dönüp, "Burada değiller," dedi.

Duraksayıp, yavaşça başımı odama doğru çevirmem ile hızlıca koridorda koşmaya başlamam bir oldu. Odamın aralık duran kapısından hızla içeri girdiğimde tam da tahmin ettiğim gibi buradaydılar.

"Sakın bana o elindekinin kayısılı nemlendiricim olduğunu söyleme," dedim, Feti'nin elindeki şeyi kast ederek. Bakışları bir anlığına yanında duran Adar kaydı.

"Bu nemlendirici çok güzelmiş," dedi Adar. Ellerinin birbirine sürtmeye devam ediyordu. Ah, umarım yarısını ellerine yedirmeye çalışmıyordur!

Arkamdan Yağız'da içeri girince onlara baktı. "Ne kokuyor burası?" diye sordu.

"Nemlendirici," dedi Feti. Yağız ona doğru ilerleyip, elindeki kutudaki nemlendiriciyi koklandığında, yüzünde mest olmuş bir ifade oluştu.

"Sanırım benimde ellerim kurudu," diyerek, Feti'nin elindeki nemlendiriciye üç parmağını daldırdı.

Ne?! Üç!

"Hemen onu bırakıyorsunuz ve birbiriniz elleri üzerindeki artıkları paylaşıyorsunuz," dedim dişlerimin arasından sinirle konuşarak. "Onun çok az bulunduğundan haberiniz var mı sizin?"

Hızlı adımlarla yanlarında durup, Feti'nin elindeki kutuyu çekip aldım.

"Bir nemlendiriciyi de bize çok gördün ya amcakızı, öyle olsun."

"Ben serçe parmağım ile o nemlendiriciyi alırken sen, o kalın üç parmağını daldırdığının farkında mısın, Yağız?" diye sordum, hayretle.

Yağız, umursamazca kalçasını çalışma masama yaslayarak, parmaklarındaki nemlendiriciyi ellerine yedirmeye başladı. Feti, yanında durduğu sandalyeye oturup ayak bileğini dizinin üzerine koydu; Adar da kıyafet dolabıma ilerleyip oradaki aynada saçıyla oynamaya başladı.

"Hayırdır?" dedim, üçüne kısa bakışlar atarak.

"Şimdi şöyle oldu amcakızı," diyerek konuşmaya başladı Yağız. "Ben Adar'ı çağırmıştım bizimle yemeğe gelmesi için."

"Bende Feti gelmezse gelmem diyerek Feti'yi çağırdım," dedi araya girerek Adar.

Üçüne birkaç saniye boş gözlerle baktım. Bu iyi bir şeydi çünkü sıkılmayacaktım ama aynı zamanda çok tehlikeli bir şeydi bu. Hadi Yağız neyse de, Adar ile Feti beni endişelendiriyordu.

"Ah, herkes istediği kişiye çağırmış, bir ben istediğim kişiyi çağırmamışım," dedim, alayla. Parmağımı üçüne doğrulttum tehdit edercesine. "Efendi gibi yemeğimizi yiyip, ilk izlenimde kendimizi sevdireceğiz yoksa ninem hepimizin bir yerlerini o bastonuyla morartır."

Adar başını aynadan çekip, sırıtarak bana baktı. "Merak etme, her ihtimale karşı telefonum çalarsa diye zil sesini bile değiştirdim," dedi.

"Ne?"

"Benim değiştirmeme gerek yok, çünkü benim telefonumun sesi milli duyguları kabartacak cinsten," dedi Feti, eliyle göğsüne vurarak.

"Ben sessize aldım telefonumu," diyerek araya girdi Yağız.

Elimle anlıma vurup, daha ne kadar şaşıracağımı sorguladım. Keşke orada sıkılsaydım da bunlara maruz kalmasaydım. En azıdan Yağız biraz makul davranıyordu da sayıları üçe çıkmıyordu.

Temkinli bir şekilde, "Şimdi ikinizi de çaldıracağım," dedim. Eşofmanımdaki telefonu çıkarıp, ilk önce en kötüsüne kendimi hazırladım ve ilk seçeneğim Adar oldu. En kötüsü kesin ondadır diye düşünüyordum ama Feti de ondan aşağı kalacak gibi durmuyordu.

Adar'ın ismine tıkladıktan birkaç saniye sonra odada 'Sami Yusuf'un Allah'u Allah' ilahisi yankılanmaya başladı. Şaşkınlıkla Adar'a bakınca, gözlerini kapatarak başını salladığını gördüm. Ağzımı kapatıp diğerlerine baktım. Tek şaşırmayan kişi Feti'ydi.

Affeder günahı (Allah'u Allah)
Âlemin padişahı (Allah'u Allah)
Yüreklerin Felahı(Allah'u Allah)
İşit Allah derdimi bu ahlarımı.
Rahmeyle, bağışla günahlarımı.
Hayır eyle hem akşam hem sabahlarımı

Telefon kendiliğinden aramayı sonlandırınca, gözlerimi kapatıp açarak birkaç saniye nefeslendim. Adar'dan da ilk izlenim için ilahi seçimini doğal karşılamam gerekiyordu.

"Bence ilk izlenim için doğru bir zil sesi," dedi gülerek.

Başımı onaylayarak sallayıp, Feti'nin adına dokundum. Yerel bir türkü çıkması için içimden dua ettim.

Birden odanın duvarlarında 'Ceddin deden' çalmaya başlayınca, içimden ettiğim duanın sözlerini unuttum. Feti ile Adar ritme uyarak başlarını sallamaya başladı.

"Ah, bence bu kadar yeter," diyerek aramayı sonlandırdım. "İlk izlenim için çok doğru tercih yapmışsınız tebrikler."

"İnan böyle olacağını bilseydim, onlara yanlış adres verip önden yollardım," diyerek, ellerini teslim olurcasına kaldırdı Yağız.

"İnan bu sefer o bastonun en çok senin bedeninde morluk bırakması için elimden gelen her şeyi yapacağım," dedim, tehdit edercesine. Bu akşam rezil olacaktık ve ninem yaşımıza başımıza bile bakmadan konaktaki avluda sıra dayağına çekecekti hepimizi.

"Biz üstümüze alınmıyoruz," dedi Adar.

Ona öyle mi der gibi bakıp başımı omzuma doğru eğdim. Üçüne sinsice sırıtarak bakıp birkaç adım yaklaştım.

"Bunun aklında ne geçiyor?" diye sordu Feti, memnuniyetsizce gülümsemeye devam ederken.

"Çok güzel şeyler geçiyor ve siz burada kayısılı nemlendiricime dokunmadan bekliyorsunuz," dedim.

"Nereye gideceksin?"

Adar'a bakıp üzerindeki kıyafetleri süzdüm. Boğazına kadar iliklediği beyaz gömlek ve siyah bir pantolon giymişti. Saçları nemli bir şekilde anlına doğru dökülmüştü. Başımı Feti'ye çevirince yeni fark ettiğim şeyle afalladım. İkisi aynı giyinmişti, tek fark saçlarıydı.

"E, yuh ama ya!" Yağız'a baktığımda, neyse ki onun üzerinde siyah bir tişört ve mavi bir pantolon vardı. "En azından biri farklı giyinmiş."

"Sen bizim giyimimizi bırak da, nereye gideceksin onu de hele?" diye sordu Adar gözünün kırparak. Ah, o göz birazdan seğirecekti. Aynanın önünden çekilip odada yürümeye başladı.

"Bende Ahi'yi getireceğim," dedim.

Adar'ın adımları yatağımın yanında duraksadı. Yüzündeki tüm mimikler dondu ve bana baktı. Feti ile Yağız birbirine bakıp tekrardan bana dönünce yüzlerindeki şaşkınlık ibaresi beni keyiflendirmişti. Üçüne bakıp genişçe gülümsemeye devam ettim.

Ah, umarım bu yaptığımdan pişman olmazdım.

"Ah, hayır," dedi Adar, yüzünü ağlamaklı bir edayla buruşturarak. Kollarını iki yana açıp, kendini yatağa attı fakat sırtı yatağın kenarına denk gelince yere doğru kayıp oturdu.

"Ama ben hiç böyle hayal etmemiştim ki, ya hayır ya!" Oturduğu yerde tepinmeye başlayınca yüksek sesle gülmeye başladım. Bu onu daha fazla sinirlendirince, geriye doğru ters dönerek yatağın üzerine yüz üstü kendini bıraktı. Yastığımı alıp göğsüne yaslayıp sarılarak, yatağın üzerinde ağlamaklı seslerle tepinmeye devam etti.

Üçümüzde onun bu haline seslice güldükçe, daha çok yatağın üzerinde dönüp durdu.

"O deliden bu kadar çok korktuğunu bilmiyordum," dedi Yağız. Gülerek başımı ona çevirdim.

"Dükkâna çikolata almaya geldiği günden beri böyle. Çikolataları bırakıp kaçmıştı."

Yağız daha çok gülmeye başlayınca, aniden yüzüne gelen yastığım ile kahkahası yarıda kesildi.

"Kapayın o çenenizi!" diyerek yataktan indi. Bana dönünce bir adım geriledim.

Başımı iki yana sallayarak, "Beni durduramazsın, onu getireceğim ne olursa olsun," diyerek, bir şey demesine müsaade etmeden odadan hızla çıktım.

"Nemlendiricine veda et o zaman!" diye seslendi arkamdan.

Ah, o nemlendiricinin aktarda üç liraya satıldığını bilmiyordu.

🍍

Hisler. Ve yine başına buyruk davranan hislerim. Olmaması gereken yere, hiç olamaması gereken kişinin kapısına getirmişti beni. Benim onun kapısında ikinci defa duruyor olmam, olmaması gereken bir şeydi. Hisler benim içimde var oluyordu fakat benim istediğim hiç bir yöne sapmıyorlardı. Beni ikinci defa bu kapının önüne getiren zihnim değildi, hislerimin arsız istekleriydi. O belirsize doğru adım atmama sebep oluyorlardı. Herkes onu dışlayıp görmezden gelirken benim, onlar gibi davranmadığımı ve onu görmezden gelmediğimi göstermemi istiyorlardı. O kadar kuvvetli bir istekti ki bu, sonuçlarını durup düşünmeme bile müsaade etmiyorlardı. Eğer müsaade etseydi hislerim, bu kapıya ikinci defa gelmezdim.

Yanlış değildi, çünkü hislerimin karşısında duran zıt hisler öyle durup izliyordu. Farkındaydım. Hislerimin onu çoktan kendi hayatıma dâhil ettiğinin... Kendimi biliyordum ve içimdeki bu yakınlık karşısında sadece onun deliliğinin arkasına saklanıyordum. O bir deli, o bir belirsiz diyordum. Kaç, sakın soluk almak için bile durma çünkü durursan o belirsizliğe alışırsın.

Ve sanırım ben o belirsizliğe çoktan alışmıştım.

Elimi kaldırıp kapıya üç defa vurdum ve bakışlarımı kapıya diktim. Bir süre sonra kapı açıldı.

Bakışları anında bakışlarımla kesiştiğinde, yüzündeki ifadesizlikte çok kısa süreli bir şaşkınlık emaresi yakaladım. Tedirginliğim yavaşça kanıma işleyince dudağımı ısırmaya başladım. Bana doğru bir adım yaklaşıp, bakışlarını kaçırmadan her zamanki ifadesizlikle yüzüme bakmayı sürdürdü.

Önce onun konuşması gerekiyordu; çünkü şu anda zihnim alfabeden anlamlı kelimeler oluşturamıyordu. Bakışlarım omzunun üzerinden içeriye kaydı. O gün geldiğimde bir an bile içeriye göz ucuyla bile bakmadığımı anımsadım. Duvarların rengi kaşlarımın çatılmasını sağladı. Eğer gördüğüm renk pembe olsaydı afallamazdım fakat siyah? Parlak bir siyahlıkla bezenmişti duvarları, boydan boya. Karanlık değildi çünkü açık balkon kapısından ikindinin ışıkları içeriye doluşuyordu. Salonun tamamını görmemi engelleyen kısa bir koridor olmasına rağmen, tam karşıdaki camlı balkon kapısını ve beyaz perdelerini görebiliyordum.

"Dinliyorum," dedi ruhsuzca.

Bakışlarımı ona çevirdim. "Biliyorum," dedim.

Ah, bence giriş konuşması için iyi bir diyalogdu.

"O zaman..." Biraz daha yaklaştı. "... Konuş."

"Müsait miydin?" diye sorduğuma anında pişman olmuştum. Adamın sosyal bir hayatı istese de olmazdı. Şu anda içerde tek başına olduğunu açıkça biliyorken hem de.

"Neden bildiğin şeyleri sorarak canımı sıkıyorsun," dedi. Ardından gülümsedi. "İstersen devam et, çünkü benimde canım sıkılıyordu."

"Ah, madem canın sıkılıyordu, sana bir teklifim var," dedim. İlgili gözleri üzerimdeyken, daha açık konuşmamı bekledi. "Neden bu akşamki yemeğe bizimle gelmiyorsun?"

"Yemek?" dedi, anlamayarak. Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı usulca salladım. Dudaklarını düzerek gözlerini kıstı. Neden şu anda kurbanlık koyun seçiyormuş gibi bana bakıyordu ki?

"Ah, hayır yemek ben değilim," dedim aceleyle. Birden gülmeye başlayınca dilimi ısırdım.

"Orasını anladım ve yemek olsan dahi seni yemem ben, çünkü boğazımda kalırsın," dediğinde, hayretle ona baktım.

Konuşmanın seyrini niye hep başka yerlere çekip duruyorduk!

Boğazımı temizleyerek asıl konuya odaklandım. "Kadir abimin düğünü için kız evine yemeğe gidiyoruz. Bende senin gelmeni istiyorum," dedim. Dudaklarım tereddütle açılıp kapandı. "Eğer sende istersen tabi."

"Benim gelmemi mi istiyorsun?" diye sordu bariz bir şaşkınlıkla. Bende şaşırmıştım çünkü tepkisini gizlememişti.

Başımı usulca sallayarak, "Evet," dedim.

Yüzündeki ifade yavaşça kayboldu. Bakışlarını arkamdaki boşluğa dikti birkaç saniye, ardından bana baktı.

"Diğerleri?" dedi tereddütle. "Benim gelmemi istemezler ki." Kısık çıkan sesi karşısında kendimi kötü hissetim.

İstenmeyen biriydi o. Bunu biliyor ve bu yüzden onun gelmesini istediğimde şaşkınlığını gizleyemeyişi.

"Ben istiyorum, Ahi," dedim gözlerinin içine bakarak. Dudağımın kenarı kıvrıldığında başımı omzuma yatırıp devam ettim. "Bu ikimiz içinde yeterli bir istek, diğerlerinin düşünceleri ikimiz tarafından umursanmıyor diye biliyorum"

Dudağının kenarı benim gibi kıvrıldığında, "Öyle, umurumda değil," diyerek onayladı beni.

"Sevindim." Ah, umarım bu sevinç kursağımda kalmazdı.

"B-Ben bilmiyorum," dedi başını iki yana sallayarak. Ne hissetini bilmiyordu.

"Ben biliyorum," dedim. Parmağımı kaldırıp suratını işaret ettim. "Hoşuna gitti." Anında başını salladığında, dudaklarımı birbirine bastırıp başka tarafa baktım.

Gülmek istiyordum.

"Ben kıyafetlerimi giyene kadar beni bekle, olur mu?" dediğinde, geriye çekilip kapıyı ardına kadar açtı.

Benim için açtığı yola birkaç saniye hayretle bakıp, yüzüne kaldırdım bakışlarımı. İçeri geçmemi bekliyor olamazdı değil mi?!

"İ-İçerde mi?" dediğimde, sesim bir fısıltıdan öteye gidememişti.

Birden elini koluma koyarak beni ani bir hareketle içeri çekti. Kalbimin şiddetli atışlarını duyuyordum. Şaşkınlık ve tedirginlik birden damarlarıma enjekte edilmiş gibi hızla kanıma karıştı. Bu çok beklenmedik ve aniydi.

Kapıyı arkamızdan kapattığında elini kolumdan çekti. Donmuş bir şekilde öylece yerimden kıpırdayamıyordum. Tehlikeliydi. Burada olmam bana tehlikeden başka bir şey hissettirmemişti. Belli aralıklarla kısa süreli şaşkınlık ve afallamalar gelip gidiyordu ama daimi hissim hep tedirginlikti.

Ben tehlikenin evindeydim. Ben bir deli ve benim için bir belirsizden ibaret olan adamın evindeydim.

"Gel," dediğinde, kısa koridoru bitirip salonun ortasında durdu. Başımı ona çevirdim.

Birkaç adım uzağımda, ona gelmemi bekliyordu. Bakışlarımı siyah gözlerinden çekip, aynı renge sahip evinin duvarlarına çevirdim. Ayağımdaki ayakkabıyı arka topukarına basarak çıkartıp kenara ittim. Yavaş adımlar ile ona kayalaşırken etrafı gözlerimle süzmeye başladım. Dudaklarımın kuruduğunu hissettiğim anda dilimi devreye sokup, onların kuruluğunu gidererek ıslattım. Parlak siyahın hüküm sürdüğü evin her yerinde yoğun bir yalnızlık hissi vardı. Beyaza dair tek şey balkon kapısından içeriye doğru uçuşan perdelerdi. Onun dışında daha çok siyah ve gri tonları vardı eşyalarda. Birkaç farklı renk daha vardı ama siyah onların hepsini içine çekiyor gibiydi.

Tamamen salonun içine girdiğimde etrafa bakmayı sürdürdüm. Sağ taraftaki duvarın yanında büyük, siyah bir koltuk vardı. O koltuğun sağ ve sol tarafında olmak üzere iki tane de tekli ve ortada demir örgü detaylı camlı bir sehpa duruyordu. Sol tarafta uzun ve geniş bir koridor ve sağ tarafta kalan kapısı olmayan, yarı açık küçük bir mutfak bulunuyordu. Önümdeki tekli koltuğun yanında durduğumda, omzumun üzerinden geride kalan mutfağa baktım. Oradaki dolaplar ve eşyalar dâhil siyah ve grimsi renklerdi. Pembeye dair bir şey bulmadım ta ki, ortadaki sehpanın üzerindeki pembe ananası fark eden kadar. Başımı anında oradan çekince, sol taraftaki küçük duvarda televizyonun olması gerekirken, sıradan küçük bir kitaplık vardı.

"Otur," dedi. Başımı ona çevirdim.

"Neden her yer siyah? Hiç beyaz yok," diye sordum, saf bir merakla. Bakışlarını, siyahın hüküm sürdüğü duvarlara çevirdi.

"Beyaz acı veriyor," dedi, zorlukla konuşmuşçasına.

Gözlerindeki nefret ve tiksintinin yoğunluğunu gördüm. Sorgulamadım ve sadece başımı salladım.

"Odanı bana gösterir misin?" diye sordum.

Benim yüzümdeki çekincenin aksine onun yüzünde bir tereddüt vardı. Sadece merak etmiştim. O da kendini çok fazla açıp açmamanın tereddütünü yaşıyordu.

Bir süre yüzüme baktı ve karasızca başını salladı Ahi. Bende en az onun kadar kararsızdım. Yanımdan geçerek sol taraftaki koridora ilerleyince, bende peşinden gittim. Siyah, bir an bile kesintiye uğramdan her yerde baskınlığını sürdürüyordu. Işıklar çok fazlaydı.

İlk kapının önünde durduğunda kapıyı yavaşça araladı. İkimizde birkaç saniye duraksamıştık. Ben bu yaptığımın şaşkınlığı ile beklerken, onun neden bu kadar tereddüt ettiğini artık anlamlandıramıyordum. Fakat buna rağmen içeri girdiğinde, bende kararsız adımlarla eşikten geçip durdum. Bu oda, penceresini kırdığım yerdi. Bazen kendi penceremden bakışlarımın takıldığı yerdeydim şimdi.

Ahi, pencerenin yanındaki iki kişilik kahverengi koltuğa ilerleyip üzerine oturdu.

"Sadece bak," dedi. Gözleri karşıya bakıyordu.

Sol tarafımda kalan yerde kıyafetleri, kapısı olmayan bir gardırobun içinde diziliydi. Sağ taraftaki duvarın yanında orta boylarda sıradan bir yatak vardı. Oda genişti ve ihtiyaç duyulan eşyalardan fazlası yoktu. Yatağa çapraz olacak bir şekilde, karşıdaki kıyafet gardırobuna bakan üzerinde oturduğu bir koltuk, kapı tarafındaki duvarın ortasına hizalanmış bir masa ve demir örgülü bir sandalye vardı. Kıyafetlerin olduğu kısımda iki yandan çekmeceler ve birkaç şey daha vardı odada.

"Oyun oynayalım mı?" diye sordum, bakışlarımı ona çevirerek. Karşıdaki kıyafetlerden başını çekip bana baktı.

"Oyun mu?" Yanına yaklaşıp tam önünde durdum ve başımı salladım. Gözlerime alttan bakarak birkaç saniye düşündü. "Ne oyunu?"

"Sıcak mı, soğuk mu?" dedim. Odasına üstün körü bakıp tekrardan gözlerinde son buldu bakışlarım. "Ben odanda merak ettiğim yerlere yaklaşıp dokunacağım, hatta açıp bakacağım. Eğer dokunduğum ya da açtığım yere bakmam senin için sorun değilse soğuk, tam tersi olduğunda da sıcak diyeceksin."

"Neden bunu istiyorsun?" diye sordu ifadesizce.

Dudak büktüm. "İstemiyorsan sorun değil," dedim. Ardından arkamı dönerek kapıya doğru ilerledim. "Ben seni içerde bekliyorum."

"İstiyorum."

Kapıya doğru attığım adımlarımı onun sesini duymamla durdurdum. Sırtım ona dönük olduğu için dudağımın üzerindeki arsız gülümsemeyi göremiyordu. Yavaşça ona döndüğümde bana bakan siyah gözleri ile kesişti bakışlarım. Gözlerini kırpıştırdı. Bulduğu oyun arkadaşını kaybetmek istemiyordu.

Artık anlamıştım; benim ona alıştığım gibi, Ahi'de onun yanında duran bu oyun arkadaşına alışmıştı.

Çalışma masasına doğru ilerledim. Ona bakıp, "Sıcak mı, soğuk mu?" diye sordum.

Tereddütsüzce, "Soğuk," dedi.

İki kaşımı da hafifçe havaya kaldırıp, masanın üzerindeki deftere elim gitti. Kapağı açmamla beyaz sayfalar karşıladı beni. Beyaz... El yazıları vardı. Ardı ardına çevirdiğim sayfalarda yazılan hiç bir şeyi anlamadım.

Ah, çünkü hepsi başka dildeydi ve bu dil Rusçaydı!

"Rusça biliyorsun..." dedim mırıldanarak.

"Sende İspanyolca biliyorsun," dedi. Başımı ona çevirip onayladım.

Anlamadığım sözcüklerin yazılı olduğu defteri kapatarak kalemlere dokundum. Ahşap, güneş şeklinde bir takvim vardı. Siyah kablosuz kulaklık ve siyah bir gözlük... Alt taraftaki çekmecelere uzandığımda ona kısa bir bakış attım. Ama öylece bana baktığını anlayınca devam ettim. İki tarafta bulunan çekmeceler boştu. Kıyafetlerin olduğu kısma ilerledim. Elimi gri gardıroba yaklaştırıp ona baktım.

"Soğuk," dedi.

Başımı kıyafetlerine çevirdim ve beyaz bir gömleği elime aldım.

"Beyaz giyince acı çekmiyor musun?" diye sordum. Ona bakmıyordum.

"Hayır, güçlü hissediyorum," dediğinde, kaşlarım çatıldı.

Ona çatık kaşlarla bakıp, alaycı gülümsemesinden bir şeyler çıkarmaya çalıştım. Ah, sürekli birbirini çürüten çelişkilerle benimle konuşmak zorunda mıydı? Sabit kalamıyordu dedikleri, anında onun zıttını da sahipleniyordu bu deli.

"Her geçen gün belirsizliğin hakkını veriyorsun," dedim.

"Soğuk," dedi. Devam ettim. Gömleğini geri asacağım sırada duyduğum sesiyle afalladım. "Bunu giymek istiyorum."

Birkaç saniyelik süren karmaşadan uzaklaşıp, onun yatağına doğru ilerledim. Elimdeki gömleği siyah çarşafların üzerine bırakıp geri döndüm. Sağ taraftaki çekmecelerin yanında durduğumda onun sesini işitmeyi bekledim.

"Soğuk," dedi.

Oralara bakmaktan vazgeçip, doğruldum. Gardırobun sağ tarafındaki, iç kısımda duran çekmecelere ilerledim.

"Sıcak," dedi.

Durmadım.

"Sıcak," dedi bir kez daha.

Durdum. Bakışlarımı ona çevirince telaşla bana bakıyordu. Şimdi o çekmeceleri açsam bana en fazla ne yapabilirdi ki? Boğazıma yapışıp, nefessiz kalana kadar boğabilir, ya da her an cebinden bir bıçak çıkarıp soluğumu kesebilirdi. Yapardı. Ve ben o anda onu denemek istedim. Sınırlarını ve bu sınırlarda ne kadar hayatta kalabildiğimi görmek istedim.

Tehlikeliydi ve yapmamam gerekiyordu, ama istiyordum. Baştan beri amacımda bu değil miydi?

Sıcak mı, soğuk mu?

"Sıcak," dedi, tehdit edercesine.

Elim çekmecenin kulpuna gittiği anda, birden yerinden hızla kalkıp üzerime yürüdü. Bana ulaşmadan önce gözlerimi sıkıca kapatarak çekmeceyi kendime doğru çektim.

"Sıcak!" diye bağırdığında, kolumdan sıkıca tutarak beni geriye doğru savurdu.

Geriye doğru savrulmam o kadar hızlı ve ani olmuştu ki, elimde tutuğum çekmecenin kolu hiç hesapta olmayan bir şekilde çekilerek ardına kadar açıldığında, sağ omzumun üzerine düştüm. Gözlerimi açtım. Ahi'de hızını ayarlayamayıp dizlerinin üzerine, açılan çekmecenin sağ tarafına doğru düşmüştü. Çekmeceyi kapatmadan önce ondan hızlı davranarak bakışlarımı oraya çevirdim.

Çekmecenin içinde gri, mini buzdolabını andıran bir şey vardı. Metal, dikdörtgen mini buzdolabını andıran şey yarım metrelik olup üzerinde, başparmak uzunluğu ve kalınlığında siyah bir ekran, ekranın üzerinde de kırmızı ışıklarla yazılmış bir derece vardı.

Çekmeceyi sertçe kapattığında, üzerindeki siyah kedi biblosu ayaklarımın dibine düşüp parçalara ayrıldı. Parçalanmış porselenin keskin beyazlığına takıldı bakışlarım. Titrek bir nefes alıp yutkunduğumda boynumdaki damarın atışlarını hissediyordum.

Bana dönük sırtının giderek kasılması, ciğerlerimin ihtiyaçla kıvanmasına neden oluyordu. Aniden dizlerinin üzerinde dönüp, aramızdaki yarım metrelik mesafeyi bitirerek üzerime eğildiğinde boğazımı tutup beni zemine bastırdı. Başım hızla geriye doğru düşünce, yerdeki çarpışmanın tok sesi duvarlarda yankılandı.

"Sıcak!" diye fısıldadı çenesini sıkarak. Anlındaki nemin bu kadar kısa sürede oluşması tuhaftı. "Sana dokunma dedim!" Birden bağırması ile gözlerimi korkuyla sıkıca yumdum. Boğazımı sıkıyordu ve bu etkiyi benim parmaklarım bile yapabilirdi. Çünkü içindeki deliliği ile savaşıyor, ona kapılmamak için direniyordu. "Oyunu bozdun ve yalan söyledin!"

"B- Ben..." Titreyen sesimle, onun boğazıma sarılı duran parmakları beni konuşturamıyordu.

"Sen dedin, oynayalım dedin ama beni kandırdın!" Gözlerimi yavaşça açtım. Siyah gözleri kapkaraydı. Bir kömür gibiydi fakat etrafını saran o beyazlık kırmızı damarlar tarafından kirletilmişti.

İlk defa yüzü bu kadar çok yakınımdaydı. Burnundan verdiği sert ve sıcak solukları çenem çarpıyordu.

"A- Ahi..." dedim zorlukla konuşarak. "... Sıcak."

Ellerimi yere bastırarak yumruk yaptım çünkü ona dokunursam her şey daha fazla sarpa sarardı.

"Hayır!" Başını sinirle iki yana salladığında anlından düşen bir damla ter yanağıma düştü. "Oyunu bozdun! Bende sıcak dedim ama sen yine dokundun!"

Nefes alabiliyordum fakat bu giderek boğazımı acıtmaya başlıyordu. Aklım durmuş gibiydi ve ben onu durduramıyordum. O içindeki hevesli çocuğu tetikleyecek bir şey bulmalıydım. İfadesi çok tehlikeliydi.

Yanağımdaki tuzlu damla aşağıya doğru süzülürken, "Yeniden... Yeniden o-oynayalım," dedim.

Alayla gülümsedi. "Sıkıldım," dedi. Temas yoktu, sadece boynuma sarılı parmakları vardı. Sıklaşmaya başladı.

Ah, kahretsin! Nasıl kurtulacaktım!

"K-Kimin boynu d-daha güzel Ahi?" diye sordum kısıkça.

Duraksadı. Hadi, lütfen o elini çek ve boynuma bak. Hadi. Gevşedi. Gözlerimi kapatıp açtım.

"Senin," dediğinde, tekrardan parmaklarını sıklaştırdı. Hayır!

"Daha... Daha b-bakmadın ki," dedim. Gözlerim acıdan dolduğunda onu buğulu görmeye başladım.

"Gördüm," dedi.

Düşün. Düşün! O şu anda kendinde değil ve bunun en büyük suçlusu bendim. Hangi cahil cesareti ile bunu yaptım bilmiyordum ama o çok övündüğüm zekâmın şu anda beni kurtarması gerekiyordu!

Hoşuna gidecek ya da içindeki hevesli çocuğu tetikleyecek bir şey bulmam lazımdı. Yolu biliyordum sadece bir köprü inşa etmem gerekiyordu; onun deliliğinden çocukluğuna giden bir köprü.

Ah, o kedilerin videosunu öne süremezdim çünkü onda sabıkalıydım.

Dudaklarımdan anlamsız bir mırıltı döküldüğünde bakışlarımı sol tarafa çevirdim. Az önce tuttuğum ama açmaktan vazgeçtiğim çekmece dikkatimi çekti. Çok ince bir köprü bulmuştum ama denemekten başka çarem de yoktu.

"A-Ahi," diye fısıldadığımda, sol elimi kaldırıp diğer taraftaki çekmeceleri işaret ettim. "Orada... Orada ne var?" diye sordum.

Hayır, zerre merak etmiyordum fakat onun düşüncelerini meşgul edecek bir şeylerin olmasını umuyordum.

"Çoraplarım," dedi.

"Nasıllar?"

"Çok güzeller, üzerinde resimler var."

Kendimi zorlayarak gülümsedim. "Görmek istiyorum. B-Belki bana hediye verirsin," dedim.

Şakağıma doğru bir damla süzüldü. Hayır, acıdan değildi. Zihnim çıldırmış gibiydi. Psikolojik saldırı, fiziksel saldırıdan daha üstündü şu anda.

Hani demiştim ya 'zihnime oynanan oyunu hafife alıyorlardı' diye. Şu anda kafamın içi kendini duvardan duvara savuruyordu.

"Herkes, onların çok kötü olduğunu söylüyor," dedi. Parmakları gevşedi. İşte böyle.

"Ben... Ben... Y-Yani görmedim."

"Hayır! Görürsen bana kötü bakarsın!" dedi aniden bağırarak.

"H- Hayır Ahi, ben onları seninle beraber g-giymek istiyorum."

Duraksadı. Kasılan çenesi yavaşça gevşerken, aynı zamanda bu eylemi parmaklarının da yapması beni daha çok sevindir.

"G-Giyecek misin?" diye sordu hayretle.

Usulca başımı salladığımda artık her şey kontrolüm altındaydı, çünkü gözlerini önce kırpıştırdı sonra bakışlarını kaçırdı.

"Göster bana onları," dedim. Soluklarımı düzene somaya çalışıyordum. Boynumun kızardığına emindim.

Ellini yavaşça boynumdan çektiğinde, bakışları boynuma kaydı. Birkaç saniye orada oyalanan bakışlarındaki yabancı ifadeyi anlamlandıramadım. Gözlerine baktığımda gittikçe sulandıklarını gördüm. Boynumda bıraktığı şeyi idrak etmek ona acı vermişti. Daha fazla ikimize de acı çektirmemek için konuştum:

"Getir onları," dedim. Benim aptal düşüncem ikimize de acı vermişti. Fakat buna sebep olmama rağmen bunun için ona karşı içimde fokurdayan bir kızgınlık ve nefret vardı.

Bakışlarını gözlerime çıkararak başını hafifçe salladı. Yavaşça doğrulduğunda, hala olduğum yerde uzanmaya devam ediyordum. Üsten bana baktığında, bende ona alttan baktım. Ardından ayaklarımın ucundaki kırık bibloya basarak çekmecelere doğru ilerledi.

Elim anında boynuma gitti. Ne durumda olduğunu bilmediğim boynumun üzerinde parmaklarımı nazikçe dolaştırdım. Yavaşça yerimden doğrulmaya çalıştığımda bedenim kasılmıştı. Ayaklarımı tamamen uzatarak oturur pozisyona geldiğimde ona baktım. Çekmecelere bakınmaya devam ediyordu.

"Resimli olanları mı istiyorsun yoksa olamayanları mı?" diye sordu hevesli bir tonla.

Bana bakmamıştı. Bir elim hala boynumu ovarken onun yan profiline bakmayı sürdürdüm. "Resimli," dedim geçiştirircesine.

Başımı öne çevirmemle, kapalı çekmeceye kaydı bakışlarım. Gözlerimi kısarak birkaç saniye baktığım çekmeceden bakışlarımı uzaklaştırdım. Boynumdaki elimi indirerek zemine yasladığımda, iki elimle kendimi geriye doğru çekerek arkamdaki yatağın ayakucuna sırtımı yasladım.

"Sana yenilerini vereceğim," diyerek elinde tuttuğu çoraplarla bana yaklaşmaya başladı.

Tedirginlikle başımı ona aldırıp, aradaki birkaç adımlık mesafeyi bitirmesini izledim. Gitmek istiyordum! Her an sebepsizce o deliliği ile bana zarar verebilirdi. Tamam, az önceki benim aptallığımdı ama ben aptallığıma bile sarılacak kadar kafayı yemiş biri olduğumu düşünüyordum artık. Hangi insan yaptığı şeyin bir aptallık olduğunu bilmesine rağmen hala ona sarılırdı ki?

Seyhan Aras.

Bunu yapan bendim. Çünkü bu aptallığımın beni ona karşı bir adım yaklaştırdığını umuyordum. Ve belki bu aptallıklarımın bana bıraktığı ihtimaller bir gün işime yarardı.

"B- Boynun," dedi kekeleyerek. Boynuma bakıyordu. Başımı ona kaldırdığım için apaçık meydandaydı bıraktığı izler. "Eğer bunu görürsen, sen ve diğerleri sizinle gelmeme izin vermezsiniz."

Yanılıyordu. Ben değil ama birazdan eve dönünce bunu birilerinin görmesi onun için çok kötü olabilirdi. Belki Mustafa ve diğerleri tarafından öldüresiye dövülürdü ve bu şehirden gönderilirdi. Deli diye bağırırlardı yüzüne karşı. Katil veya psikopat olduğunu haykırmaktan geri durmazlardı. Fakat tüm bunların önüne geçecek olan bendim. En azından tüm suçu onun deliliğine yüklemek doğru değildi.

"İkimizin suçunu saklayacağım," diye mırıldandım kısık bir sesle.

Üzerime doğru eğildiğinde, aniden kollarımdan tuttuğunda irkilmiştim. Kalbim aniden hızını arttırmıştı.

"A-Ahi..." dedim kekeleyerek.

Ayaklarımın üzerinde durmamı sağladığında, bir elini kolumdan çekti ama diğeri hala yerindeydi. Kapıya doğru ilerlemeye başladığında beni de kolumdan tutarak arkasından çekiştirdi. Tedirginlikle ona uyum sağladım. Artık bedenimin bu evin dışında olmasını daha fazla istemeye başladım.

Ah, sanırım ikinci defa onun kapısını çaldığım için pişman olmuştum.

Koridora çıkıp birkaç adım attıktan sonra, odasının karşı duvarındaki kapının önünde durduk. Kapıyı açıp beni de içeri çekiştirdiğinde, bu bilinmezliğin içinde kalbim çıldırmış gibi atıyordu.

Girdiğimiz yerin bir banyo olduğunu anlamak hiç bir şeyi normale sokmuyordu. Düzensiz soluklarım, hızlı kalp atışlarım ve arada kasılan karnım hala normale dönmemişti.

"Ben yapabilirim," dediğinde, bana döndü. Neyden bahsettiğini anlamıyordum. Kaşlarım istemsizce çatıldığında bakışlarımı ondan çektim.

Sıradan banyosunun açık lacivert duvarlarında gezindi bakışlarım. Kapının sol tarafında kalan siyah banyo tezgâhına bacağım değiyordu. Orta boydaki yuvarlak aynadan üzerimdeki bakışlarını fark ediyordum.

Başımı ona çevirince tereddütlü olduğu her halinden belliydi. Bir şey yapacaktı ama tereddüt ediyordu. Tetikte bekliyordum. Kolumdaki elini indirince bakışlarını bir anlığına boynuma çıkardı. Dudaklarını birbirine bastırdığında kısacık mesafeyi kapattı.

Tam geri adım atacaktım ki, birden belimi kavrayan elleri beni kolayca havaya kaldırdı. İki yanımdaki ellerinin baskısını hissediyordum.

"Ah! Ne yapıyorsun?" dedim telaşla.

Yanımdaki siyah tezgâhın üzerine bedenimi bırakıp geri çekildi. Şaşkınlıkla oturduğum yerden ona baktım. Ağzım açılıp kapandı ve hiç bir sözcük dışarı çıkmadı dudaklarımdan.

Bakışlarım onun üzerindeyken, banyo tezgâhının en uç kısmına ilerleyip durdu. Yüzüme, ardından da boynuma düştü bakışları. Karasıza olduğu her halinden belli olan eli, oradaki çekmecenin koluna uzandı. Çekmeceyi yavaşça açıp içine baktı. Diğer eliyle çekmecenin içinden bir şey aldı ve parmaklarını sıkıca etrafına sararak çıkardı.

Ne aldığını göremiyordum ama elinde tuttuğu şey her neyse, parmak boğumlarının beyazlamasından onu çok sıktığı apaçıktı. Çekmeceyi açık bırakarak bana doğru gelince, tam önümde durduğu anda birbirimize baktık.

Elini kaldırıp karın hizama getirdiğinde bakışlarım oraya kaydı. Parmaklarını yavaşça gevşettiğinde, elindekinin krem rengi bir şey olduğunu gördüm. Parmakları tamamen açıldığında onun üzerinde yazan İngilizce kelimeleri okudum.

Kapatıcı?

Elinde tutuğu şey bir kapatıcıydı. Bu çok normal bir şeydi fakat bunun onda olması ve kullanılmış olduğu her halinden belli olurken, ben bunu hiç normal karşılayamıyordum. Bakışlarımı ona kaldırdığımda gözlerindeki buğunun daha da arttığını görmek beni sarstı. Parmaklarım tezgâhın kenarlarını sıkıca kavradı.

"Y- Yapabilirim," dediğinde, sesi titrek ve kısık çıkmıştı.

Gözlerim dolunca yutkundum ve başımı salladım.

"Senin mi bu?" diye sordum, çekinerek.

Başını usulca sallayıp bakışlarını boynuma indirdi. Kapağı açtığında o, donuk ve ifadesizce boynuma bakarken, ben onun gözlerindeki buğunun titreşimine bakıyordum. Yaşıyordu, bu elindeki kapatıcı ile her neyi gizliyorsa şu anda onu zihninde yaşıyordu. Belki de kendisi için kullanırken gözyaşı bile dökmüştü.

Parmağının üzerine sıktığı kapatıcıyı her zaman yapıyormuş gibi boynumda gezdirmeye başladı. Gibi değildi işte, öyleydi ve bunu yaptığı gerçeğini acımasızca boynumda hissettiriyordu!

Dudaklarımın arasından bir hıçkırık çıktı. Bu istem dışı gerçekleşen şey onu duraksattı. Bakışlarını gözlerimle buluşturduğunda yutkundu. Boynumdaki parmaklarının titrediğini hissetim tam o anda.

"Acıyor mu?" diye sordu.

Başımı iki yana salladığımda gözümden düşen gözyaşı hızlıca yanağımdan süzülüp, dudak kıvrımımın üzerinde durdu.

"Sen acıtıyorsun, çünkü senin acıdığını görüyorum Ahi," diye fısıldadım.

"Ben yapmak istemedim, Seyhan." Sözleriyle bir hıçkırık daha yankılandı banyonun duvarlarında.

Neye ağlıyordum bilmiyordum. Onun bu durumuna mı yoksa kendi halime mi, hiç bir şekilde anlamıyordum. Cevap vermediğimde, bakışlarını boynuma indirerek parmaklarının hareket ettirmeye devam etti. Ona bakarak ağlarken, titreyen parmakları boynumda gezinmeye devam etti. Arada dudaklarımdan çıkan hıçkırıklarım ile boğazındaki o belirgin çıkıntı hareket ediyordu.

Boynumdaki parmakları çekildiğinde, işinin bittiğini anladım. Geriye çekilip bakışlarını boşluğa dikti. Birkaç dakika öyle sessizce akıp gittiğinde, sakinleşmiştim.

"Çorapları giymek ister misin?" diye sorduğunda, başımı aniden ona çevirdim.

İfadesizce ona bakarken, yanımdaki tezgâhın üzerine bıraktığı çorapları aldığını hissetim. Oraya bırakmıştı. Sadece yüzüne bakarken, eline aldığı o çoraplarla zerre ilgilenmiyordum.

Biran önce onları alıp buradan gitmek istedim. Ardından sokakta gördüğüm ilk çöp konteynırına onları atacaktım.

Elinde tutuğu çorapları önüme getirdiğinde bakışlarım oraya kaydı.

Ah, hayır! Bu zihnime hakaret ve psikolojime büyük bir darbeydi!

"Siktir!"

Dudaklarımdan kaçan küfür umurumda bile değildi!

"Ayıplı konuştun," dediğinde, dehşete düşmüş bir şekilde ona baktım.

"Geçmişini pipetlediğimin gâvurun evladı," dedim, dişlerimi kıracak derecede sıkarak.

Buz Devri animasyonundaki, karakterlerden biri olan Sid'in görsellerinin olduğu gri çoraplara bir kez daha baktım. Ardından dizlerimi kendime çekerek, iki elimle yüzümü kapattığım anda hıçkırarak ağlamaya başladım.

O kadar kötü hissediyordum ki, hıçkırıklarım banyoda daha da şiddetlenerek artmaya başladı. Avuçlarımı ıslatan yaşlarım durmadan akıyordu. Resmen zihnimi bıçaklıyordu! Psikolojimi alt üst etmişti. Anormalliğin dibini beraber sıyırıyorduk şuanda.

"O... O ç-çorapları bir giydirmediğin kaldı, bari onu da yap tam delireyim," dedim, alay barındıran bir sinirle.

Birkaç saniye sonra, banyo tezgâhının üzerine çektiğim ayaklarımda bir hareketlilik hissetim. Ah hayır, hayır! Şu anda bana o çorapları giydirmiyordu değil mi?!

Çıplak ayaklarımda hissettiğim yumuşak doku beni çılgına çevirmişti. Ellerimi yüzüme daha çok bastırdığımda, dudaklarımdan kaçan hıçkırıklarım boğuk çıkıyordu. Omuzlarım şiddetle sarsılırken, diğer ayağıma geçtiğini anladım.

Ah, şuanda onun sekiz tane baklavasını tekmelememek için kendimi zor tutuyorum!

"Çok yakıştı," dediğinde, zırlamayı kesip ellerimi yavaşça indirdim.

Yüzüne sinirle nefesler vererek bakıp, ardından bir bacağımı kaldırarak bana giydirdiği çoraba baktım.

"Bunlar çok büyük!" dedim bağırarak. Bacağımı havada sallarken, ellerimi yüzüme kapatıp ağlamaya devam ettim.

"Büyük olduğu için mi ağlıyorsun?" diye sorduğunda, ellerimi tekrardan yüzümden çekip ona hayretle baktım.

"Evet," dedim alayla.

Bakışları burnum ve dudaklarıma kayınca, "Sümüğün ağzına girecek," dedi.

Burnumu seslice çekip, yan tarafta duran tuvalet kâğıdı rulosunu işaret ettim. Parmağımla gösterdiğim yere başını çevirdiğinde, asılı duran krem rengi havlunun altındaki rulodan birkaç tane çekti.

Bana uzattığı kâğıt havluları alıp burnum sildim. Tezgâhın üzerinden atlayarak, ona sırtımı dönüp yuvarlak aynaya çevirdim bedenimi. İkimizin bakışları aynada kesişince, çabucak kendi yansımama diktim gözlerimi. Burnum, gözlerim ve dudaklarım kızarmıştı.

Yavaşça bakışlarımı boynuma indirdim. Hiç bir anormallik yoktu. Ben yapsaydım bu kadar iyi kapatamazdım. Boynumu göremediğim için nasıl olduğunu da bilmiyordum.

Hala arkamda durmaya devam ederken bakışlarımı aynadaki yansımasına kaldırıp baktım.

"Ben, elimi yüzümü yıkayan kadar sende çabuk bu çorapların aynısından giymeye gidiyorsun," dedim. Parmağımı kaldırıp aynadaki yansımasına doğrulttum. "Eğer giymezsen bende bunları çıkarırım."

"Hayır, çıkarma," dedi başını iki yana sallayarak. "Hemen giymeye gidiyorum."

Sözlerinin ardından aceleyle banyodan çıktığında, bacaklarımdaki tüm gücün aniden çekilmesiyle ellerimi tezgâha yasladım. Aniden bastıran mide bulantısı ile birden öne doğru iki büklüm olmuştum. Karnım kasıldığında, yukarı çıkan saf suyu lavabonun içine kusmaya başladım. Boğazım acımaya başladığında bir kez daha öne doğru eğilip ağız dolusu, ekşi tada sahip suyu kustum. Gözlerimi kapatıp, birkaç dakika öylece hareketsiz bir şekilde bekledim. Ağzımda kalan tada daha fazla tahammül edemeyince, suyu açıp ağzımı seri hareketlerle çalkaladım. Ardı ardına yüzüme çarptığım suyun boynuma değmemesi için ayrı bir özen göstermek canımı sıkmıştı.

Kaç defa yüzümü yıkadım, ağzımı çalkaladım sayamamıştım. Başımı kaldırıp ayna baktığımda, donu ifadem bende bir etki oluşturmamıştı. Az önceye göre iyi görünüyordum. Sadece gözlerim şiş ve kızarıktı daha çok. Bunu görmezden gelmek yaşadığım şeylerden sonra zor olmamıştı.

Alt taraftaki çekmecelere uzandım. Sıradan banyo ürünlerinin arasında içerdeki o delinin diş macununu aradım. Belki de misvak kullanıyordur.

Ağzımdaki ekşi ve kekremsi tadı aldıkça kusma isteğim tetikleniyordu. Yemeğin içinde gördüğüm saç bile benim midemi bulandırmazdı. Midem daha çok, maruz kaldığım karmaşalar ve içinden çıkılmaz zihnimin düşünceleri söz konusu olduğunda hassaslaşıyordu. Çoğu insanı kusturup tiksindiren şeyler karşısında ben tepkisiz kalırdım.

En alt çekmecede bulduğum diş macununu alarak, işaret parmağıma sıktığım mavi renkteki macunu dişlerimin üzerine sürtmeye başladım. Ardından suyla ağzımı birkaç defa çalkalayıp ağzımdaki şeyi tükürdüm. Bunu birkaç defa daha yaptıktan sonra yeni kopardığım kâğıt havlular ile elimi ve yüzümü kuruladım. Aynadaki aksime bir kez daha bakamdan banyodan çıkıp koridorda ilerlemeye başladım.

Salona geçtiğimde onu, sırtı dönük bir şekilde mutfağın dış kısmında kalan tezgâhın yanında durduğunu gördüm. Geldiğimi hissetmiş olmalı ki anında bana dönüp baktı.

Üzerini süzdüğümde, o seçtiğim beyaz gömleği giymesi beni duraksattı. Kol kısmındaki düğmeler ile alt taraftan bir iki düğmesi açıktı. Parmaklarında tam dört tane siyah yüzük saydım. En sonunda bakışlarım siyah pantolonundan ayaklarına doğru kaydı. O çoraplardan giymişti.

İkimizin yalın ayaklarına kısa bir bakış attığımda, bu gördüğüm tuhaf ve sinir bozucu manzara karşısında sinirle güldüm. Onunda dudaklarının üzerinde memnun bir tebessüm vardı.

"Çok güzel oldu," dedi dudaklarını büzerek.

"Biz çok güzeliz," diyerek, yanına doğru ilerledim. Yanından geçerek mutfak tezgâhının üzerindeki sürahiyi kavradım. Bardağı es geçerek, sürahiyi dudaklarıma yasladığımda içindeki suyu içmek iyi hissettirdi. Birkaç saniye sonra karnımın patlayacak kıvam geldiğini anlayınca, dibinde birkaç yudum kalan sürahiyi tezgâha bıraktım. "Ahi Karayel Alpmen ile korku ve gerilim dolu part 5 bittiğine göre artık gidebiliriz."

Alayla söylediklerimden sonra ona arkamı dönerek kısa koridoru çabucak bitirdim. Biran önce bu lanetli evden çıkmak istiyordum. Aceleyle ayakkabılarımı giyip, kapıyı açarak kendimi dışarı attım.

Ah, aylar sonra doğaya salınan inekler gibi hissediyordum!

Kendimi yere atarak merdivenlerde yuvarlanmamak için zor duruyordum. O da ayakkabılarını giyip, dışarı çıkınca ayaklarına kaydı bakışlarım.

"Ah, yakında çift gibi takılmaya da başlarız seninle," dedim. İkimizin ayağındaki siyah ve aynı marka spor ayakkabılardan başımı kaldırdım.

İfadesiz yüzüne son defa bakıp merdivenleri inmeye başladığımda, o da vakit kaybetmeden peşimden geliyordu. Kısa sürede merdivenleri inip, apartman kapısını açarak kendimi kaldırımın üzerine attım. Bakışlarım, karşı kaldırımın yanına park edilmiş babamın arabasını bulunca yerimde donup kaldım.

Karşımızdakilerin bizi fark etmesiyle, bakışları üzerimize çevrildi.

"Ahi," dedim karşıya bakmaya devam ederek. Hemen bir adım ardımda duruyordu. "Kaç kişiler, ben saymayı unuttum?"

Aradaki mesafeyi kapattığını hissetim. Hemen kulağımın dibinde fısıldayarak, "Beş kişiler," dedi.

🍍

Continue Reading

You'll Also Like

158K 7.3K 47
Biraz fazla içki içtikten sonra birinin yanında uyanmak bu çağda yeni ve sürükleyici bir hikaye değildi. Ama Korkut Mirzan'nın çarşaflarında uyanmak...
3.4M 207K 81
* Siz: Ay acaba lamalar uçsa nasıl olurdu? Siz: Düşünsene, kafana tıpkı martının sıçması gibi tükürüyorlar. Siz: Çok komik olmaz mıydı? ÜSĞĞDDĞSPDĞPF...
652K 22.6K 63
"Anlıyorum çok iyi anlıyorum ben sizi, orda ne duygular içinde olduğunuzu anlıyorum." "Anlayamazsın öğretmen yaşamadan anlayamazsın en yakınını kaybe...
1.3M 101K 27
Onların kaderi yıllar önce yaşanmış tek bir gece sayesinde birleşti. Bir anda karşısına çıkan ve peşini bırakmayan Atmanlı aşireti genç kızın bütün s...