GÜNIŞIĞI SERİSİ - 1 PERESTİŞ

By kurbagavirak

686 224 212

Anneleri tarafından yüreklerine ağır darbeler almış ve annelerinin geçmişiyle kendi gelecekleri arasında araf... More

1. Bölüm "DİLHUN"
2. Bölüm "ARDA"
3. Bölüm "İLK TAŞ"
4. Bölüm "BOĞAZA DOLANAN SARMAŞIK"
5. Bölüm "MUTLULUĞA SIKILAN KURŞUN"
6. Bölüm "KAHVEYE SAVRULAN YÜREK"
7.BÖLÜM "UFAK TEFEK HİSLER"
8. Bölüm "ZEHİRLİ MAVİ YAŞLAR"
9. Bölüm "ANKA KUŞUNUN KANADINDAN SÜZÜLEN ACILAR"
10. Bölüm "ŞEYTANIN BİLEKLERİNE BULAŞAN UMUT"
11. Bölüm "GİTMELER GELMELER İÇİNDİR"
12. Bölüm "BİR DEMET YASEMİN"
13. Bölüm "SEVGİ İÇİN YER AÇAN KALPLER"
14. Bölüm "YIKIMIN SAĞ KALAN ÇİÇEĞİ"
15. Bölüm "İKİNCİ TAŞ"
16. Bölüm "ŞEYTAN'IN MEYVESİ"
17. Bölüm "ÖZGÜRLÜĞE MUHTAÇ KUŞ"
18. Bölüm "CÜDÂ"
19. Bölüm "KALBİN ÖZGÜRLÜĞÜ"
20. Bölüm "VEZİR'İN OYUNU PART 1"
21. Bölüm "VEZİR'İN OYUNU PART 2"
22. Bölüm "PİŞMANLIĞIN GÖZYAŞLARI"

23. Bölüm "DARAĞACINA BAĞLANAN GAYE"

6 4 0
By kurbagavirak

Bugün Perestiş'i yayınlamam üzerinden tam bir yıl geçti. Bugün bizim birinci yılımız. Bu zamana kadar yanımda olan canım arkadaşım Muazzez'e çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsın.

Sizler de iyi ki varsınız. Bu zamana kadar yanımda olduğunuz için teşekkür ederim. Sizi çok seviyorum 💚

Yazım hatalarım varsa affınıza sığınarak özür diliyorum ve sizi bölüme uğurluyorum. Umarım seversiniz.

🏹

Nihat İlhan - Kalpte Duran Kalpçe Üzen
Fikri Karayel - Morg

🏹

İşte bunu yapmamalı. İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, bir ince yerleri, işte oraya değmemeli.
-İnce Memed, Yaşar Kemal-

🏹

Güvenin yıkıldığını duvarları yeniden inşaa etmek ya imkansızdır ya da canını alacak kadar zor. Ya o duvarların altında kalır ölürsün, ya da yenisini inşaa ederken geriye ne güç kalır ne de kalbin dayanıklılığı. Ellerindeki ve ruhundaki yaralarla kalakalırsın.

Güvenin yıkıldığını duvarlar tekrar kurulmaz. Can yakar, can alır, öldürür ama neler feda edersen et, o duvarı tekrar kuramazsın. O duvardan ya kaçarsın, ya da o duvarın altına kalır ölürsün. Ben o duvarın altında kalandım. Canımı vermemiştim daha ama nefeslerim kesiliyordu. Kalbimin üzerindeki yükle nefes alamıyor, canımı verecek raddeye geliyordum. Yaşıyordum...

Güvensizliği tatmak o kadar zordu ve beni o kadar çok yoruyordu ki elimde olsa kalbimi kazanacak, kendimi iyi edecektim ama olmuyordu. Başaramıyordum. Terk edilmiştim. Güvensizlik yüzünden... Terk etmiştim. Güvendiğini anlatan sözler yüzünden...

Yalanlar yüzünden bu hale düşmüştüm.

Süratle kullandığım arabayı trafiğe dikkat etmeden sağ şeritte ilerlemeye devam edip durmadan çalan telefonumu bir kez daha meşgule attım. Onu bırakmıştım. Onu bir kez daha bırakmıştım ama benimki terk ediş değildi. Onu bırakan kişi olduğum halde terk edilendim. Terk edilmiştim. Bilmen gerekenlere kör olmam istendiğinde gözlerimi açtığım için, duymamak gerekenlere kulak kabarttığım için ve bana ait olmayan ama benim yalanlarımı taşıyan satırlara dokunduğum için terk edilmiştim.

Bana söylenenlere bu zamana kadar itaat etmiştim. Kafamı kaldırdığımda suçlu olmuştum. Oysa ki kimse bu zamana kadar hep onları dinlediğimi, onların sözleriyle hareket ettiğimi görmüyordu. Bana kör olmuşlardı. Bu zamana kadar gözlerimi kapatmak için kullandıkları ellerle hem gözlerini kapatmışlar hem de kulaklarını. Bana körlerdi, görmüyorlardı. Bana sağırlardı, çığlıklarımı duymuyorlardı.

Arkamdan korna çalan adamı duymak istemeden gaza yüklendim ve Efe'nin ayarladığı alana yol aldım. Durmak istemiyordum. Susmak istemiyordum. İstediklerim bu zamana kadar gerçekleşmemişti. Ellerinin tersiyle beni içenler bana sarılmaya çalıştıklarında pnları itmem onların hoşuna gitmemişti. Ben istemiyordum artık. Bana sarılmasını istediğim kollar, onları istemediğim zaman bana ulaşmaya çalıştıklarında benim kalbim soğumuş oluyordu. Onların keyiflerini, planlarını bekleyene kadar kalbim kuruyordu. Bitiyordum. Yavaş yavaş çürüyordum. İçim ölüyordu. Kalbim, vardığı sahibinde aynı işkenceye maruz kalıyordu. Ölüyordu...

Trafiği ardımda bırakıp benim için ayrılan büyük çalışma alanına girdiğimde nefesimin kesildiğini hissediyordum. Kalbim kırıktı. Kalbim bende değildi, bende olduğu zamanlar bile kırık döküktü. Hiç iyi olmamıştı. Benim Kalbim hep acıya batıktı. Acıdan başka hiçbir şey bilmiyordu. Acı, acı, acı...

Başka bir şey yoktu hayatımda. Gülüşlerimde, kahkahalarımda, gözyaşlarımda, sevinçlerimde... Acı hep oradaydı. Kalbimin kapısının önünde yuva kurmuş, o kapıdan sızmak için fırsat kolluyor, içeri girebilmeyi başarıyordu. Beni her defasında yıkıyordu. Ben hiç ayağa kalkamıyordum. Hep dizlerimin üzerindeydim. Dizlerimde o kadar çok yara vardı ki saymak çürürttükleri ömrümü kısaltırdı.

Benim dizlerimde yaralar vardı. Bazısının izi ruhuma gölge, bazısının varlığı omzuma yük... Bazısının acısı derinde, bazısı aklıma düşen zehirli sarmaşık... Dizlerimde yaralar vardı benim. Yaralar ve yara izleri... Hepsini kesen bıçak farklı. Acısı farklı. Dokundukaları, yaraladıkları ten aynı. Baktıkları kalp, yitip gitmesine sebep oldukları ruh aynı.

Kırgınlık değil artık bu. Kırgınlık olmaktan çıktı. Bu artık benim bitişim. Başka bir açıklaması yok. İnsan bir yere kadar susar. Bir yere kadar sabreder ve dişini sıkar. Bit yere kadar boyun eğilir eziyetlere, bir yere kadar göz yutulur ihanetlere ama söz, benim gerçeklerimden çıkıp onların yalanlarına düştüğünde ve benim yalanlara karışmam olduğunda ne sabır kalırdı ne sessizlik.

Söz, sizin doğrularınızdan çıkıp yalanlara evrildiğinde ne kırılacak bir kalp kalıyordu ne de benliğini yitirmiş bir ruh.

İnsan artık katlanmak istemiyordu. Duvarlar örüyor, saklanıyor, kaçma istiyordu. Delirmemek için uğraşıyordu! Delirmek... Delirmek aslında aklın tamamen yitip gitmesi ya da insanlara aykırı hareketler yapmak değildi. Delirmek aklın başkası tarafından alıkonulmasıydı. Birine körü körüne inanamak, göz göre göre seni incitmelerine izin vermek, kalbini yaralamaları için onlara kalbini uzatmak... Bunların hepsi delilikti. Delirmek aptallıktı.

Delilik, körlüktü.

Körlük sebebiydi, aptallıktı. Susmak, sessiz kalmak, durmak, kulak kapamak, görmezden gelmek, delirmek, aptallıktı. En büyük aptallık, pişmanlıktı. Pişmandım ben. Bir şeyleri başaramadığım için. Bir şeyleri sonuna kadar götüremediğim için. Boyun eğdiğim için, ses çıkarmadığım, beni kurmaları izin verdiğim için piömandım. En çok yalnız kaldığım gecede bileklerime dayadığım camı, tenime sürmekten korktuğum için pişmanım.

Ölmekten vazgeçtiğim için pişmanım. Elimdeki şansı kullanmadığım, kimsesizken gitmediğim için pişmanım. Aptalım. Bunu kabul ediyorum. Ölüm kapımda dururken onu geri çevirdim. Pişmanım...

Ölmek istemediğim için pişmanım.
Ölmeye cesaret edemediğim için pişmanım.

11 yıl önce

Yazar'dan

Gaye...

Gayelerden oluşur dünya. Yaşama gayesi. Hayatta kalma gayesi. Karnını doyurmak gayesi. Ev bulma, yaşayacak alan arama gayesi.

Gayelerden var olur insan. Gayeyi insan var eder. Devam etmek, yol almak için gayeye ihtiyaç duyar. Gaye olmazsa, haye insanın içindeki ihtiyaçtan dolayı ortaya çıkmazsa insan yaşayamaz, tökezler ve sonunda pes eder. Ölür.

On iki yaşındaki kız pes etmişti. Annesiyle babası boşanalı aylar oluyordu. Annesinin yokluğuna, babasının sinirine alışmıştı ama babasının vücuduna bıraktığı izlerw alışamıyordu. Gayesi yoktu küçük kızın. Babası dövmesin diye uğraşırdı ilk zamanlar ama artık uğraşmıyordu. Ne kadar uğraşırsan uğraşsın babasının onu dövmeyi bırakmayacağını görmüştü. Babasının onu sevmediğini hissetmişti.

Annesi tarafından terk edilişinin ardından babasından sığınmak isterken sevgisizliği görmüştü. Her gece annesinin gelmesini isteyerek yastığına başını yaslamış, her sabah umutla gözlerini açmıştı. Umduğu gibi olmuştu. Annesi aylar sonra gelmişti. Kız mutlu olmuştu. Çocuklar için anneleri değerliydi. Bu küçük kız için de geçerliydi ama her annenin çocuğumu sevdiği gibi sevmiyordu kadın kızını. Onu hiç sevmemişti. Sevdiği adama olan sinirine yenik düşüp adamın kardeşiyle birlikte olmuştu. Gayesi vardı. Gayesi ona istemediği bir şey vermişti. Bir bebek, rahmine düşmüştü.

Gayesi, onu büyük bir günahın eşiğinde bırakmış, günahının bedelini ödetmişti. Nefin, kadının günahının bedeliydi.

Kızın umudunun meyvesi olarak annesi eve geldiğinde kızın beklediği bu değildi. Annesinin bekliyordu, o. Ona sımsıkı sarılacak, saçlarını okşayarak ve babasına onu dövdüğü için kızacak bir anne bekliyordu. Beklediği kadın yoktu. Hiç olmamıştı.

Kız sevgisizliği babasından sonra annesinden görmüştü. Sevgisizliği hissetmişti.

Hissetmek...
Gayeyi öldüren tek gerçek...

Evin içinde kalan eşyalarını toplayan kadın, kızının yüzüne bile bakmazken Nefin bu durumdan sıkılmıştı. Aylarca annesini beklemişti ama kadın onunla tek kelam etmemiş, yüzüne bile bakmamıştı. Kadın kızına bakmazken kızı beline kadar uzanan, birbirine girmiş saçlarını geriye atıp yavaşça annesine yaklaştı. "Anne," dedi, çekinerek ama ona ulaşmaya çalışarak. Kadın onu duysa da duymamayı seçerek elinde kalan son kazağı da yanında getirdiği çantasına yerleştirip doğruldu. Bu sırada Nefin ona biraz daha yaklaşmıştı. "Anne..." Kadına ulaşma çabası annesinin yüzüne bakmamasıyla bir kez daha suya düşerken başını eğdi. Sevgisizlik bir kez daha onu buldu.

Çantanın fermuarını kapayıp odada daha fazla durmayan annesinin peşinden ilerleyip dış kapıya ilerlemesine koşmaya başladı ve kadının ayaklarına yapıştı. "Anne, gitme. Ne olur beni babama bırakma!" Kadın istifini bozmadan ayağını silkip kızdan kurtulmaya çalışsa da başarılı olamadı. Çaresiz bir kız çocuğunun umududur kadın. Kaçamazdı.

Elleri bırakmak istemeyerek annesinin bacağını sararken dolu gözleriyle ona bakmayan yüze bakıyordu. "Anne, gitme. Babam dövüyor beni," derken karnındaki izler sızladı ama bunu annesine belli etmedi. Üzülür sandı. Annesi üzülürse onu almadan gider sandı.

Kadın duyduğu sözlerle titrerken eski kocasının gölgesinde üzerinde hissetti. Korktu ama bunu kıza yansıtmadı. Onun bunu hak ettiğini düşündü. Gayesini yoldan satışına yeni bir gaye buldu. Gayesi kızından kurtulmaktı. Kızını terk etmekti. Bir kez daha...

Ağlayarak bacaklarına yapışan kızı kendinden uzaklaştırmak isteyerek bacağını salladığında Nefin sarsıldı ama tutunduğu bacağı bırakmadı. "Dövüyor babam beni. Çok acıyor ca-"

"Baban sana vuruyorsa bir bildiği vardır. Hak etmişsindir." Kadının dilinden dökülenler kızının kanını dondururken elleri bağlılığını zayıflattı. Karnının üzerindeki morlukların sızladığını hissederek annesinden ayrıldı. "Ben hiç bir şey yapmıyorum ki. Neden dayak yiyeyim? Hep onun istediklerini yapıyorum, uslu uslu duruyorum ama o hep beni dövüyor. Beni bırakıp gitme. Sen gidersen babam beni daha çok döver." Annesini ikna edebileceğini düşünerek başını omzuna yasladı. "Beni bırakıp gitmeyeceksin değil mi anne?" Sorusu kadını güldürdü. Güldürürken sırtındaki yaralar acıdı, kirli düşünceler aklına sızdı. O hep kendini düşünürdü. Hiç istemediği bir çocuk için adamla karşı karşıya gelemezdi. Kızı için çabalamazdı. Onu hiç sevmemişti.

Gülüşünün verdiği kırgınlık Nefin'e yansırken üzerine eğildi. "Bana ne bunlardan? Dayak yiyorsan, baban sana kızıyorsun bana ne? Bana niye anlatıyorsun bunları?" Gupse Seyhan buydu. Kendi hayatı için başkalarını önemsemeyen, başına buyruk ve öfkesinin kurbanı kadındı. Gupse Seyhan, gayesinden sapan kendine başka gayeler bulup onların arasında sıkışıp kalandı.

Nefin, annesinden aldığı karşılıkla ondan uzaklaşırken Gupse bundan hoşlanmadı. Kızının ondan korktuğunu hissetti ve bunu sevmedi. Kızının ondan medet umması onu sevmesi hoşuna gidiyordu. Birileri tarafından ilgi görmeyi seviyordu ama onlara ilgi göstermenin yakınından bile geçmiyordu. Her şeyin karşılıklı olduğunu kabul etmiyor, dünyanın kendi etrafında döndüğüne inanıyordu. Bencildi.

Ondan uzaklaşan kızına yaklaşıp onun boyuna eğildi ve kollarını tuttu. "Seni götürebileceğimi mi düşünüyorsun?" Büyük bir kahkaha attı. "Sen kimsin ki ben seni götüreyim? Sırf kızımsın diye seni yanıma alacağımı mı sandın?" Kalbindeki bencilliğin kor alevleri Nefin'in kalbine sıçrayıp orada yangın değil, büyük bir yıkım başlattı. Dilinin ucuna annesizliğin buruk hissinin acı sözcükleri geldi ama konuşamadı. Kalbindeki boşluk onu tuttu, en dibe çekti. Darmadağın etti.

Yaşından büyük acılarla yüzleşti.

Kollarındaki eller onu korkuturken onlardan kurtulmak için uğraştı ama Gupse, tırnaklarını koluna geçirdi. Morlukların dolu olduğu, kapanmayan yaralara yuva olan koluna tırnaklarını geçirdi ve yeni yaralar açtı, öncekileri deşti. Kanattı. Elinin altında debelenen kızı zevkle izlerken, "Seni hiç istemedim ben," dedi. Acımasızdı. Kızının acısı oldu. Acılarına sızdı.

"Doğduğunda seni çöpe atsaydım ikimizin başına da bunlar gelmeyecekti. Seni doğurmasaydım baban okacak herif yüzünden yıllarca bu evde tıkılı kalmayacaktım. Hepsi senin yüzünden. Hepsi senin suçun!"

Günahkarların etrafında dönerdi dünya. Günahkarların yaptıkları hataların, onlara göre zevklerin, bedelleri yönetirdi bu dünyayı.

Nefin, dünyayı yönetecek kadar güçlü değildi. Dünyayı öfke yönetildi. Günahın bedeli öfke olurdu. Öfke, kırgınlık olursa kişi güçsüz olurdu. Nefin, güçlüydü ama kırgınlığı ona ayağa kalkacak cesareti vermiyordu. Sevgisizlik gayeyi çürütüyordu. Hissettiği sevgisizlik onu gaye yoluna düşmekten alıkoyuyordu.

"Ben bir şey yapmadım. Evlenmeseydin onla," diye annesine gözyaşları arasında bağırdığında kadının indeki bencillik duygusu arttı, öfke oldu. Can yaktı, can alacak kadar ileri gitti. "Senin yüzünden," diye bağırdı. "Sen olmasan ben o piçle evlenmeyecektim. Hepsi senin yüzünden!" Elinin altındaki bedeni sarstı. "Sen olmasaydın, sana hamile kalmasaydım bunların hiçbiri olmayacaktı. Senin gibi bir... Bir pisliğe hamile kaldığım için!" Hiddeti onu ele geçirirken sarstı bedeni itti. Ağlayarak annesini izleyen kız, arkasındaki sehpaya çarpıp yere düştü. Sehpanın üzerindeki vazo onunla birlikte düşüp parçalara bölündüğünde birkaç cam parçası yüzüne isabet etti. Yanağına çarpıı tenine izler bırakan camların verdiği acıyı hissetmeden onu bırakıp giden annesinin peşinden koşarken yüzüne çarpan kapıyla koca evde tek başına kaldı.

Terk edilmişti. Bir kez daha...

Güçsüzdü Nefin. Kırgındı, yalnızdı, terk edilmişti. Ölüme yakındı. Ölüm her an ensesindeydi, her insan gibi ama o, bir adım daha yakındı ölüme. Yediği dayakla bir gün zayıf bedenini düşürecek, kalkamayacak kadar yaralanmış olacaktı. Düştüğü yerde can verecekti. Bunu hissediyordu. Göğsünün ortasındaki yıkımda ölümün acısını hissediyordu. Ölümün gölgesini altında duruyordu. Ölüme sığınıyordu.

Annesinin kapattığı kapıya yumruklarını indirirken aklında annesinin geleceğine dair ufak bir umut bile yoktu. Kalmamıştı. Lakin hâlâ çabalıyordu. Gayesi sevilmekte. Sevgisizliğin gerçekliği kalbinin tam ortasındaydı. Orada yaşıyordu. Acısından besleniyordu.

Büyüyordu.
Büyüyor küçük kızı ölüme itiyordu.

Ölüm hep vardı.
Herkesin hayatı ölümden oluşurdu.
Ölüm tek gerçekti.
Küçük kızın eline cam parçası almasını sağladı,
Sonra o cam usulca tenine değdi, battı.
Kızın canı yandı,
Gözünden bir damla daha düştü.
Ölmek istemiyordu.
Sevilmek istiyordu,
Tek gayesi buydu.
Sevilmek, her insanın tek gayesiydi.
Gayesine ulaşan cama elini bile sürmezdi.
Ulaşamayan tenine ilk çiziği atar, pes ederdi.
Kız, pes etmedi.

🏹

Kışa yaklaştığımızı belli eden soğuk rüzgarlar açık alanda beni hedef bekleyip yüzüme atışlarını yaparlarken yaya yerleştirdiğim oku tuttum ve otuz metre ötemdeki hedefe bıraktım. Ok, her zaman kaçışım olmuştu. Her zaman bir şeyleri ardımda bırakmama yardım etmişti. Yalnızlığıma arkadaş, gönül kırgınlığıma ilaç olmuştu.

Bana bir gaye vermişti. Hayata tutunmak için nedenim olmuştu. Ben o camı bir kez almamıştım elime. Bir kez vazgeçmemiştim ölümden. Annem gittiğinde ilk kez düşmüştü ölüm düşüncesi aklıma. Ben o gün de vazgeçmiştim, şimdi de vazgeçerdim.

Yaklaşık iki saat önce geldiğim, Vezir'in benim için hazırladığı, Şah'ta kaldığım zamanlarda çalışmam için ayarladığı alanda tek başımaydım. Yapayalnızdım. Eşyalarımı koyduğum odayı en son buraya geldiğimde dağıtmıştım. Bu yüzden geldiğimden beri büyük yapının içini düzeltiyorum ve belim kopacak kadar ağrıyordu.

Son yayı da yerine yerleştirip işimi bitirdiğimde kendi yayımı ve içi dolusu sadağımı alarak dışarı çıktım. Karşılaşmayı beklediğim boş alanda tanıdık yüzü gördüğümde ardımdan kapanan kapının çıkardığı sesle ürktüm. Elinde tuttuğu defter araladığım kapının dışından ona bakıp gerçekleri yüzüne vurmamı sağlarken bana söylediği yalanlar yok oldu. Defterimde, kendine bir sayfa ayırdı, kalemi mürekkebe batırdı. İlk sözleri, "Giray her şeyi anlattı," oldu. Mürekkebe batan hikayenin ilk defa gerçekleri yazdı. Yalanların üzerini karalamakla uğraşmadı. Zaman kaybıydı.

Çok zaman kaybetmiştik biz. Aramızdaki şey çok güçlüydü ama çok yara almıştık. Ayrılmış mıydık? Ayrı taraflarda mıydık? Birbirimize ihanet mi etmiştik?

Hayır.

Bütün soruların cevabı hayırdı. Biz birbirimize ihanet etmeden aytı taraflara dağılmıştık. Yan yanaydık. Hiç ayrılmamıştık. Hep yan yana değildik ama birbirimizi bulduğumuz andan beri hiç ayrılmamıştık. Bu yüzden aramıza yalanlar girmiş, gerçekler sınırlarımızı belirlemişti. Kendi duvarlarımız vardı. Onları hiç aşamamıştık ama hep birlikteydik. Duvarlarımız yan yana olmamıza engel değildi. Aksine bizi birbirimize itmişti.

Mürekkebe batırdığı kalemi büyük bir dikkatle defterin ilk sayfasına yaklaştırır ve yazmaya başladı. Gerçek mi değil mi diye sorgulamadan. Artık yalanların iz bırakmasına izin vermiyordum. Onlar istedikleri kadar yalan satırlar şekillendirsinler. İstedikleri kadar yalan konuşsunlar. Konuştukları kadar varlar. Onlara izin vemiyordum. Yalanların beni eritmesine, kanıma karışıp bana hükmetmesine izin vermiyordum. Ayağa kalkıyordum. Düşmeye niyetim yoktu.

Düşmeyecektim,
Düşersem onları kendimle birlikte çekerdim.
En dibe...

Ona ayırdığım sayfanın sonuna yaklaşırken derin bir nefes aldı, satırların sonuna üç nokta düştü. Kalemi kaldırdı. Mürekkebi bitmişti. Yalana batmıştı. Beni yalana çekmişti. Düşürdüğü nokta bizi birbirimize iterken gözlerinde gördüğüm yalan sürelerle gülümsedi. Buna alışmıştı. Beni kandırmaya, beni kandırmaya zorlanmaya. Ona bu öğretilmişti. Yalanlar üzerine gelmiş, onu sıkıştırmıştı. Çok çabalamıştı ama başaramamıştı. Yalan onu yakalamış, tuzağına düşürmüştü. Tuzak, bendim. Benin hayatımd.

Bu büyük bir kumardı. Kazananın elde ettiği bir şey yoktu. Kimsesiz kalacak, yaşayacaktı. Ölmeyi yeğlerim ama savaşmak zorundaydım. Pes edemezdim. Pes etmeyecektim.

Bu, günahkarların ve günaha batmışların hikayesiydi. Yalandan kopan kaybedersin. Yalan yazan, yalan konuşan hep bşr adım öndeydi. Gerçeklere yer yoktu. Herkes birbirine karşı, herkes bir bütünün parçasıydı.

Herkes büyük bir yalanın parçasıydı.

Yalanlar şekillendi, biz var olduk.
Yalanlar söylendi, aklımıza şeytanlar hükmetti.
Yalan satırlar yazıldı, kaderimiz biçildi.
Yalanlar büyüdü, bizi hapsetti.
Yeni günahlara işlendi, yalan parçaları birleşti.
Bir araya geldik ve yalanlar dağıldı, bizi dağıttı.
Canımızdan başka hiçbir şeyimiz kalmadı.
Yalan satırların sonuna üç nokta düştü.
Bizi boğdu.
Beni yaşattı, acımı aldı...
Gerçeklere çevirdi yüzümü,
Güldüm...
Mutlu oldum...
Sevgi kalbime kazındı...
Kazandım...

Mürekkebi biten kalemi kenara bıraktı ve yazdığı satırları okumama müsaade etmeden arkasını dönüp gitti. Terk ediş değildi bu. Sinirime, öfkeme maruz kalmak istemeyişindendi. Onu kıracağımdan korkmasındandı gidişi. Oysa o beni parçalara ayırmıştı. Sesimi çıkarmamıştım, kaçmamıştım, ondan korkmamıştım. Her zaman kabullenmiştim. Her zaman başımı eğmiştim. Kaldırdığımda o yoktu. Kimsem kalmamıştı.

Kimsesiz bir kadının yalan satırların kalmıştı geriye.
Kendine ait olmayan, yalan kokan satırlar...

Gidişini izlemeden bakışlarımı yazdığı satırlara çevirdiğimde karşılaştığım şey beni bozguna uğrattı. Gerçek miydi bunlar? Yalan söyleyebilir miydi? Beni tekrar kandırabilir miydi?

Seni bulduğumuzda yüzünde yaralar vardı. Ruhuna kanlar değiyordu. Seni kirletiyorlardı, koruyamıyorduk. Elimizden hiçbir şey gelmiyordu. Çaresizdik. Bu şekilde yılları devirdik. Sana iyi gelemedik. Sana iyi gelmeye çalışırken seni en güvendiğin yerden vurduk.

Yalanlar söyledik. Yalanlara başvurduk ama ben, asla karşında değildim. Hep yanındaydım, kardeşim. Hep kızdım, hep inkar ettim, hiç inanmadım onlara ama zorundaydım. Yalan söylemek zorundaydım. Canın daha çok yanardı ama beklediğim gibi olmadı. Bana da yalanlar söylendi. Sana yalan söylersen iyi olacaksın dediler ama beni de kandırdılar.

Sana Emre'den bahsetmedim. Tibet'ten bahsetmedim. Annemin, Gül'ün bu işin içinde olduğunu anlatamadım sana ama hep anlatmak istedim. Anlatamadım. İzin vermediler. Tehtid ettiler, yalanlarıyla oyaladılar. Bana, sana yalan söylersem zarar görmeyeceğini, sana dokunmayacaklarını söylediler. Dedikleri gibi de oldu ama tek bir farkla: Sana dokunmadan seni mahvettiler. Her şeyini aldılar.

Sonra daha da ileri gittiler. Sana dokundular, seni sevdiklerinden vurdular, güvenini yıktılar. İnandığın her şeyi elinden aldılar. Hiçbir şey yapamadım. Bunlara başladıklarında karşı çıkmaya çalıştım ama izin vermediler. Beni başka bir şehre gönderdiler. Ben hiçbir şey diyemedim Nefin. Her şeyimi elimden almakla tehtid ettiler. Anneme, babama dokunmakla tehtid ettiler. Çaresizdim ben. Hiçbir şey yapamadım.

Karşı çıktım. Bana her şeyi anlatırsa başımıza bunların gelmeyeceğini söylemeye çalıştım ama çoktan gitmişti. Kabul etmedim. Doğruların can yaksa da bir şeyleri yoluna soktuğunu söyledim. Çünkü yalan yalana gebe kalırdı. Gerçek saklandıköa yalanlar artar, yaralar derinleşirdi. Beni gerçekleri savundukça onlar yalanlarla karşılık verdiler. Hiç durmadılar, kendilerini tükettiler. Bana yalanlar söylerken kendilerini de kandırdılar. Yalana baktılar. Yalanlarında boğuldular.

Gitmek zorunda bırakıldım ama hep senin yanında olmaya çalıştım. Sonra hastalığım başladı ve ben daha fazla uğraşamadım. O zaman beni bıraktılar. Acıdılar ya da ölüp gideceğimi düşündüler, bilmiyorum. Ama beni bıraktılar. Senin yanında duracaj gücü yoktu, onların yanında savaşacak gururum kalmamıştı. Geri döndüğümde ise işler çok başka bir hâl almıştı. Seni bulmuşlardı. Dağıtacaklardı. Sesimi çıkarmadım. Belki, dedim. Belki de hak etmiştir. Bize söylediğin yalanları hak etmemişizdir.

Bizden Vezir'i bizden saklamıştın. Kendine yeni bir aile kurmuştun. Bizi katmamıştın. Biz aklına bile gelmemiştik. Bizi unutmuştun. Yanında olan, sana iyi gelmeye çalışan, seni ailesi olarak gören insanları unutup kendine yeni bir aile kurmuştun.

Aile mi, diye sordum uzaktan beni izlerken. Evet, dedi. Aileydik biz sana. Sen bizi unuttun, dedi. İnanamadım. Aile demek sevmektir. Paylaşmaktır o sevgiyi, dağılmamaktır, kandırmamaktır, dedim. İnanmadı. Reddetti ama biliyordu. Doğrusu buydu. Aile yalanlara batmazdı. Aile kalp kırar, kırdığı kalbi onarırdı. İlk hata da bırakmazdı. Ayağının takıldığı engel için seni terk etmezdi.

Aile terk ediliş değildi. Yara vermezdi. Acısı tatlıydı. Çekmek için binlerce dünya feda edilirdi. O dünyaların içinde yalan olmazdı. Yalana yer yoktu ailede.

Benim bir ailem yoktu.

Hak ettin çünkü sen de en az bizim kadar hatalısın. Hak ettin çünkü sen de bizim gibi yalana battın.

Beni o yalana siz sürüklediniz, diye karşılık verdim. Siz beni yalanlara çektiniz. Benim hayatımı darmaduman ettiniz. Beni bitirdiniz.

Verdiğim karşıkların hiçbirini kabul etmedi. Hepsini reddetti, bana inanmadı. Sözlerimin gerçek olduğunu bile bile inanmamayı seçti. Arkasını döndü. Hiç gelmemeliydi.

Duran adımlarımı canlandırıp yapının önünden ayrılıp ona yaklaştım. Yüzünde bir başkasını ürkütecek, beni gerçeklere itecek bir ifade vardı. "Neden geldin?" diye sordum rüzgarın defterimin sayfalarını çeviriş sesini kulak ardı ederek. "Bir de benden dinle istedim," dedi ama biliyordu, onun beni gözden çıkardığı gibi çıkarırdım onu. Korku vardı bakışlarında. Yüzündeki ürkütücü ifade bu yüzdendi.

Korku. Bizi buralara iten gerçek. Onların kaçıp durduğu ağır duygu. Korku onların içindeydi. Benden korkuyorlardı. Emre'nin intikamı benden ötürü değildi, bunu bile bile bana bir savaş açmıştı. Kaçak dövüşüyordu. Korkuyordu. Korku onu bana itiyordu.

"Neyi dinleyeceğim?" deyip ona yaklaştım ama aramızda kilometrelerce mesafe vardı. Adımlarımızı bizi yaklaştıramıyordu. Kalplerimiz bir atmadıkça yakınlaşamazdık.

Gözlerini üzerimde gezdirip bir şeylerden kaçmaya çalıştığımı anladı ama bir şey demeden onu buraya getiren konuya döndü. Yalanlarına devam etti. Onlara arka çıktı. "Hiçbir zaman onların yanında olmadım," diye başladı ama aklımda yaptıkları canlandı. "Sana yalan söyledim, evet ama hiçbir zaman isteyerek yapmadım bunu. Bana inanmalısın Nefin. Ben hiçbir şeyi isteyerek yapmadım. Hep senin yanındaydım." Sözleri gerçek değildi. Haklı olduğu, doğruyu söylediği tek nokta bile yoktu. "Gül'ü korudun," dedim yüzümde yalandan peydahlanmış bir gülüş belirirken. Gözlerindeki korku yüzündeki maskesinden dışarı taşarken ona doğru bir adım attım ve bizi büyük bir uçuruma sürükledim. İntiharın başındaydık. Halat elimdeydi, kurban kardeşimdi. Kardeşim sandığım yalana batmış insandı. Gonca'ydı.

"Gül'ü korudun. Onun için yalanlar söyledin. Gelip bana her şeyi anlatsan tüm bunlar olmayacaktı ama sen onlara arka çıktın." Karşı çıkmak için ağzını açmıştı ki devam ettim. Konuşmasına izin vermedim. Söz sırası bendeydi. Bundan sonra onların yalanlarını dinlemeyecektim. "Bile isteye yalan söyledin. Sadece Gül'ü değil, Tibeti, anneni sakladın benden. Anne diye bildiğim insan düşmanımmış, yıllar sonra anladım. Bana yalanlar söyledin! Beni kandırdın! Gözlerimin içine bakarak bana kardeşim dedin, arkamı bile dönmemiz beklemeden vurdun beni!"

Kızgındım, öfkem diriydi ve önüme geleni öldürebilecek kadar dağınıktım. Berbat bir haldeyim ama ayaktaydım. Hâlâ pes etmemiştim. Pes edersem ölürdüm. Öldürürlerdi beni. Buna izin vermeyecektim.

Kafasını sallayıp kırılmış gibi geriye tökezlediğinde, "Hayır," dedi ama kendi bile inanmadı iki dudağının arasından dökülene. Gözlerindeki ateşten izledim her şeyi. Bendim o ateş. Yanıyordum. Yakmışlardı beni, bitirmişlerdi ama rüzgarla savrulan küllerimden korkuyorlardı. Ölü bedenimin külleri bile korkutuyordu onları. Oysa ölüydüm ben. Öldürmüşlerdi beni.

"Git," dedim konuşmasını istemeyerek. Çünkü Gül bana ne kadar yalan söylerse söylesin yalan satırlar yazmaz, kalbine yalanlar çizmezdi. Gonca bana yardım etmişti defterler için ama daha fazlası yoktu. Hak ettiğimi düşünüyordu. Emre'nin öfkesini, intikamını hak ettiğimi düşünüyordu. Lakin benim hiçbir suçum yoktu. Hiçbir şey yapmamıştım. Masumdum ve buna kimse inanmıyordu.

Git, derken titremeyen sesim bana bakarken titreyen gözlerine çarpıp, "Tekrar karşına çıktığımda bana bunları söylemene izin vermeyeceğim," demesini sağladı. "Hata yaptığın için özür dileyeceksin ve ben seni affetmeyeceğim. Hak ettiğini düşünürken bile senin için üzülüyordum ama bundan sonra asla!"

"Benim için üzülmene gerek yok," dedim boşluğa tutunup onun aklının kancasına takılan sesimle. Lakin o, kafasını sallayıp inkar etti. Yine. "Sana üzülmüyorum. Sana acıyorum! Acınacak haldesin ama hâlâ kendini küçük düşürmeyi başarıyorsun!"

Sözleri ağırdı. Sözleri gerçek değildi. Yalandı. Alıştığım laflardı. Ne kadar ağır olurlarsa olsunlar artık kaldıracak gücüm yoktu. Laflarını üzerime alınmadım ve az önceki sözlerimi tekrarladım. "Git, Gonca." Yüzündeki maske kararlı oluşumla biraz daha çatlarken kırılışını bana göstermeden hırsla arkasını dönüp uzaklaştı. Geriye yalan satırların ve yalan sözleri kaldı. Sinirlenmişti. Onu dinleyeceğimi, dahası ona inanacağımı düşünmüştü ama bu saatten sonra kimseye güvenemezdim.

Uçuşan küllerim, önüme bıraktığı defterin arasına sızıp rüzgarın etkisiyle uçtuğunda saçlarım havalandı. Onları elimle durdurup yönümü hedef tahtasına çevirdim. Size hikayemi anlatmaya başlayalı aylar oluyordu. O zaman bildiğim tüm gerçekleri anlatmış, doğru satırlar çizmiştim size. Şimdi hepsi yalandı. Nefin Tekin'dim ben. Babasının hiçbir zaman sevmediği, annesinin terk edip gittiğinde daha on ikisinde olan kız çocuğuydum. On yedisinde amcasının kirli gözlerindeki pisliği bedeninden sökmeye çalışan, vücuduna dokunan iğrenç ellerin varlığını silmeye çalışan genç kızdım. O zaman hiç kimsem yokmuş. Olanları ağlayarak anlattığım, Gül diye bir kardeşim yokmuş. Saçlarımı okşayıp bana her şeyin geçeceğini söyleyen, Gonca diye bir dostum yokmuş. Bana evini açan, bana bakarken gözlerine parlayan İlknur annem yokmuş. Kimsesizmişim ben.

İlk doğduğunda da, on iki yaşıma gelip ilk kez gerçekten tökezlediğimde de, on yedimde tökezlemeye alışıp pisliğin ne olduğunu öğrendiğimde de yalnızdım şimdi de yalnızım.

Ben Nefin Tekin.

Yirmi iki yaşında, hayatı yalan satırlardan oluşan biriyim. Tek bir gerçeğim var, o da kalbim. Bende değil. Verdiğim kişi onu darmadağın etti. Elimde kalbimin külleri kaldı. Gerçeğim yok oldu.

Ben Gün Işığı.

Vezir'in biricik kızı, Kalben'in gözünden sakındığıyım. Hasan'ın kardeşi, Nazlı'nın ablasıyım. Aileyim. Ailemde yalanlar var. Yalanın damarıyım.

Ben bu oyunun baş rolüyüm. Emre'nin intikamı, korkunun nabzıyım.

Korkuya sebep olan, korku olan kadınım.

Yönümü çevirdiğim hedef tahtasına yayımı kaldırdım ve sadağımdan bir ok aldım. Sakindim ama göğsümün üzerinde bir el vardı. Göğüs kafesinde kemikleri kırıyor gibiydi. Canımın acısından değildi sakinliğim, Canım acısına sebep olan şeyi bildiğimdendi. Acıyı hissediyordum ama aklım algılamıyordu. Yorulmuştu.

Yaya yerleştirdiğim okusabitledim ve bıraktım.  Sertçe esen rüzgara karşı durmayacağını düşünürek istikrarla ilerleyişini izledim ama dayanamadı. Rüzgar çok güçlüydü, oku yendi. Ok, rüzgarın hızıyla yavaşlamak zorunda kaldı ve biraz sonra düştü. Çıkardığı tok ses kulaklarımdaki uğultuya karışıp o günkü çığlıklarımı bana dinletirken titredim. Annemin bakışlarını üzerimde hissettim. Sözlerinin ağırlığı altında kaldım, taşıyamadım. Acıdım. Bir kez daha... Ama asla pes etmedim. Hep yaşadım. Beni sevmediler, ben onlara inat daha çok sevdim onları. Beni ittiler, ayaklarım üzerinde durdum, güçsüzlüğüme inat. Beni dövdüler, yaralarımı sardım, acılarıma inat. Sonra bir şey oldu. Beni sevdiler. O an ne yapacağımı bilemedim. Kimse sevmemişti ki beni. Kimse önemsememişti, yanımda olmak istememişti, benim için endişelenmemişti...

Kimse beni daha önce sevmemişti.
Ben hiç sevilmemiştim.

Bu yüzden hatalar yaptım. Sayısızca kez kırdım, kırıldım ama hep telafi ettim. Beni sevenler de ben de bıraktıkları kırgınlıkları telafi ettiler. Sevginin karşılıklı, yara vermeyen bir şey olduğunu bana öğrettiler.

Sevginin terk etmediğini söylediler.

Sevginin terk etmek, terk edilmek olmadığını hissettirdiler.

Hissetmek her şey değildi. Hissetmeden yaşanırdı da yaşamadan hissedilmezdi. Bunu anladım ben. Yaşamanın ne demek olduğu bilinmeden hissedilemezdi. Yaşamadan, sevilmezdi.

Yaşamak... Ne demekti yaşamak? Ya da yaşayamayacak kadar dolmak? Taşmak?

Yaşamak hayata dokunmaktı. Hayatın, acısını, gözyaşını, mutluluğu, sevincini, eğlenceli anlarını görmekti. Görmek, o anlarda var olmaktı. Yaşamak, hayata dokunup hayata dahil olmaktı. Hayatı, hissetmek ise bambaşkaydı. O anlarda var olmak yetmezdi. Yaşamak vardı, yaşama tutunmak vardı. Yaşama tutunmak için hissetmek gerekirdi. Hissedilmezse dolardın. Taşardın, ölümü tadardın.

Yaşamak hayata dokunmaksa yaşama tutunmak neydi?

Yaşama tutunmak, hayata dokunduğun anları hissetmek, mutlu anlarında daha çok var olmak istemek, acı anlardan kaçmaktı. Yaşama tutunmak, hayatı anlamaktı. Ölümden kaçmaktı. Pes etmemekti.

Yaşarken heyecandan nefeslerinin kesilmesi, mutluluktan ya da acıdan gözyaşı dökmek, korkudan dilinin tutulması... Bunlar yaşamayı hissetmekti. Yaşamak, yaşama tutunmak ve yaşamayı hissetmek. Hepsi farklılardı ama birleştiklerinde bir insanın hayatını oluşturuyorlardı. Ölümü uzaklaştırıyor ama o bir adım ötemde durmasını sağlıyordu.

Yalamak gerekiyordu. Hissetmek tutunmak gerekiyordu. Bu yüzden pes etmemiştim. Bu yüzden o gün olduğu gibi bugün de yaşıyordum. Ayaktaydım.

Yere düşen oku al girişiminde bulunmadan yere koyduğum sadaktan bir tane daha ok alıp yaya yerleştirdim. Gözlerim rüzgarı etkisiyle yanıyor ve doluyordu ama buna dikkat kesilecek kadar kendimde değildim. Çok sevdiğim birini ilk defa bırakmıştım. İlk defa terk edilmiyordum ama ilk defa sevdiğimden kendi rızamla uzaklaşmıştım.

Rüzgarın biraz da olsa dinmesini bekleyip duruşumu aldım ve gözlerimi kapadım. Rüzgarın hafif uğultusu büyük alanda yankı yaparken uzaktan gelen araba seslerini duydum. Kaşlarım farklı bir ses duymanın ürkütücü tınısıyla çatılırken gözlerimi açıp sesin geldiği yere döndüm. Büyük alanın en kenarında bulunan hedef tahtasının önünde durduğum için girişe yaklaşan arabaları kolayca seçtim. Yabancı plakalar büyük alana süratle yaklaşırken tehlike çanları etrafıma yayıldı, rüzgar kanımın doğduğunu hissetmiş gibi sert ellerini yüzüme çarpmaktan geri durdu.

Temkinle yere eğilip sadağı aldım ve doğrulmadan aynı sakinlikle alanın diğer kenarına ilerledim. Gelenler kimdi bilmiyordum lakin aklımdaki tanıdık simaların sahipleri benim için gelmişlerse kaçmak tek şansımdı. Tek başımaydım. Burada beni öldürebilirlerdi. Her şeye nokta koyabilirler, büyük bir savaş başlatabilirlerdi ama yapmazlardı. Onlar oyun oynamayı severdi. Korku, oyunun en büyük silahıydı. İçime işlenmiş en büyük yaraydı.

Ses çıkarmamaya özen göstererek büyük, ihtiyaç malzemelerini koyduğumuz yapının kenarına yaklaşıp saklandım. Alanın kenarında duran, büyük yapıyı benim isteğim üzerine yerleştirmişlerdi. Vezir'e kalsa, yerin altına yapacaktı ve bana daha büyük bir alan sağlayacaktı ama kabul etmemiştim. Şimdi dönüp bakmadığımda, iyi ki, diyordum. İyi ki yerin altına yapmalarına izin vermemişim.

Saklandığı yerde ses çıkarmadan sadağı sırtıma yerleştirip kesilen araba seslerinin ardından yükselen adım seslerini takip ederken görüş açıma yabancı suretler girdi. Korku ve karşılaşacağımız şeyin bilinmezliğinin verdiği heyecan hızla atan nabzına karışırken yaya takılı olan oku sardım. Adamların bir kısmı karşılaştıkları boş alanın dışına dağılırken bir kısmı alanın içinde kaldı. Alanın etrafını saran kısa ama benim dışarıdan görünmemi engelleyen duvarların ardından gelen seslerle biraz daha eğildim ve konuşmalarına kulak kabarttım. "Nerede ulan bu kız?" dedi içlerinden biri öfkeyle. "Abi arabada bekliyor, elimiz boş dönersek bizi öldürür." Abi diye bahsettikleri kişinin kim olduğunu anlayamadan uzaklaştıklarında alanın içinde kalan beş adama çevirdim gözlerimi. Eşyalarımı koyduğum yapıya yaklaştıklarında üç kişinin biraz daha arkada kaldığını ve ellerinde silahları olduğunu gördüm. Kurtulmam imkansız gibi görünüyordu.

Umutla okuma sarılıp gözlerimi alanın içinde gezdirdim. Dikkatlerini dağıtabileceğim hiçbir şey yok gibiydi. Bana çok yakın duruyorlar ve silahlılardı. Hiç şansım yoktu. Ben oku yaya yerleştirip bırakana kadar onlar beni delik deşik ederlerdi. Lanet olsun ki saatler önce kullandığım silahı arabada bırakmıştım!

Ne yapacağımı bilemeyerek bir adım geri çekildiğimde yapabileceğim tek şeyi yaptım. Yayı havaya kaldırdım ve oku bıraktım. Ok hızla yol alıp yaklaşık yirmi yedi metre ötemize düştü ve tok bir ses çıkardı. Adamlar dikkat kesildikleri yapının önünde ürkerek durdular ve hızla oraya döndüler. Bunu fırsat bilip başımdan geçirdiğim yayın izin verdiği kadarıyla en yakınımdaki adama yaklaştım ve atik bir hareketle yüzüne dirseğimi geçirdim. İnleyerek diğerlerinin dikkatini çekse de geç kalmışlardı. Yüzüne vurduğum adamın boynunu kolumun altına sıkıştırıp elindeki silahı diğerlerine çevirmiştim. Adam bana siper oluyordu. Beni vurmaya çalıştıklarında olan arkadaşlarına olacaktı.

Adam kolumun altında debelenirken silahı arkadaşlarına tuttum. Onların namluları bana dönükken gülümsedim. "İndirin silahlarınızı!" Nefeslerim düzensizdi ama sesim onları geriye itecek kadar güçlüydü. Adam kolumun altında biraz daha debelenip ellerini koluma sardığında silahı arkadaşlarından çekip bacağına çevirdim ve bir el ateş ettim. Koluma binen yük artarken bunu dikkate almadan hareketlerimi takip eden adamlara baktım. "Kim gönderdi sizi?" diyerek namluyu bir kez daha onlara çevirdiğimde sorumu cevaplamadan bana yaklaştılar ama ben onlar kadar sabırlı ve sessiz değildim. Elimde tuttuğum silahı acımadan birinin kafasına sıktım. Durmadım. Beni öldürebilirlerdi. Bunu göze alamazdım. Yaşayacağım daha çok şey vardı. Bunu göz ardı edemezdim.

Gözlerimi daha fazla kapalı tutamazdım.

Adam beynine saplanan kurşunla yere yığılıp saniyeler içinde canını teslim ettiğinde acımadım ona. Kendi isteğiyle beni öldürme emrini veren adamın yanında çalışıyordu. Çok da masum biri değildi. Acıyabileceğim biri değildi.

Etrafımı çevreleyen adamlar acımdan arkadaşlarına ateş ettiğimi gördüklerinde gülümsedim. Tehlikeliydim. "Kimin adamlarısınız?" Sorum bir kez daha cevapsız kaldı ama bu kez farklıydı. Adamlardan biri ağzını aralamıştı ki diğeri onu bakışlarıyla susturdu. Bu kez silahın namlusu onu bulurken başına ne geleceğini anlamış gibi gözlerini büyüttü ama sadakati çok yanlış kişideydi.

Karnına giren kurşunla diğer adamın yanına düştüğünde elleri karnını tuttu. Acı izleyicileri etrafı sardığında içeri, dışarı çıkan adamlar girdi. Silah sesleri onları bize çekmişti. Canımın tehlikeye battığı yerde kolumun altındaki adam debelenmeyi kesip nefes alma çabasına girdiğinde, "Veysi Doğan için mi çalışıyorsunuz?" diye sordum konuşmak üzere olan ama ağzını açmayan adama. Kafasını olumsuz anlamda sallayıp arkadaşlarının yaptığı baskıdan kaçmak isterken ağzını bir kez daha açtı ama yerde yatıp inleyen adam ayağına vurdu. "Sus," diye inlediğinde tehlikenin yuvası olan gözlerim onu buldu ve canını aldı. İzleyicileri son bulurken konuşması için adama baktım. "Konuşsana!"

Ona yaklaşmak istiyordum ama yapabileceği şeyleri göze alamazdım. Beni öldürmek için gönderilmişti. Ne yapacağını hesap edemezdim. Beni kandırıyor da olabilirdi. Gözlerinde yakaladığım tedirginlik konuşmayacağını bana anlatırken derin bir nefes aldım. "Konuş," dedim, öfkeme sahip çıkamıyordum. Adam geriye doğru bir adım attığında gözündeki endişe aklıma tanıdık simayı düşürdü. Kolumun altında duran adam sakinliğimi hissederek gerildiğinde, "Tibet!" diye bağırdım. Böyle kaçak dövüşen başka kimse yoktu.

Bağırışım alanda yankı yapıp herkesi titretse de kimse hareket etmedi. Tek bir çıt bile çıkmazken elimdeki silahın kullanırsan beni avlayacaklarını bile bile geri durmadım. İçindeki mermiler kadar can aldım. Kendi canımı tehlikeye attım, biraz daha ileri gittim. Yere yığılan adam sayısı beşe çıkarken karşımda duran adamların sayısı on ikiye düşmüştü. Beş tane adam öldürmüştüm. Beş kişinin canını almıştım. İçimde zerre pişmanlık yoktu. Canımı almak için görevlendirilen köpeklerdi. Ölüm her an yakalarındaydı. Ben onları ölüme itmiştim. Bu, onların seçimiydi. Benim bir suçum yoktu.

Biten silahla kalakaldığımda korkum kendini belli etti. Heyecanım yok oldu. Ölümün soğuk nefesi enseme çarparak bana sarılırken adamlardan biri silahını çıkarıp bana doğrulttu. Diğerleri de ona uyarak bana yaklaştıklarında biri ateş etti. Kolumun altında duran adamın ağırlığı artarken kafası düştü. Ölmüştü... Korkum giderek büyüyordu ve ben ne yapacağımı bilmiyordum. Acele etmiştim. Eğer biraz daha sabretseydim bu duruma düşmeyecektim. Ölüm tam yanı başımdaydı. Ben o gün bileklerimi kesmemiştim, ölümü kabul etmemiştim. Pes etmemiştim. Peki, bu adamlar beni ölümden alıkoyarlar mıydı? Beni ölüme mi iterlerdi yoksa geri adım atıp canımı mı bağışlarlardı? Gözlerinde ölümün nefesi geziyordu. Silahları doluyordu, mermileri ölümün bekçisiydi. Hedefleri bendim.

Hedefleri ölümü verecekleri bedendi.
Bendim.

Titreyerek onlara bakarken geri adım attım ama adamlardan biri ateş etti. Büyük bir acı bedenime nüks ettiğinde kolum düştü. Kolumun altındaki cansız beden yere yığılırken yüzüme koluma giren merminin dağıttığı kanım çarptı. Acı kolumdan bütün bedenime yayılırken inleyerek geriye sendeledim. Güçlü değildim. Bir Mermi daha bedenime isabet ederse ya öldürdüm ya da... Acıyı hissedecektim. Acıya dokunacaktım. Acı olacaktım.

Merminin girdiği kolumu tutarak elime kanın bulaştığını çok geç fark ederek sırtımı arkamdaki duvara yasladım. Ölmek istemiyordum. Pes etmemiştim, hiçbir zaman pes etmeyecektim. Canımı almalarına izin veremezdim.

"Tibet," diye titredim ama adamlar hareket etmediler. Silahlar hâlâ benim üzerimdeydi. Ölümün bekçisiydiler. Ölümümü bana getiriyorlardı. Ondan fazla adama korkarak baksam da bu bir işe yaramıyordu. Ellerimde kanlar vardı. Az önce beş adamı devirmiştim. Şimdi kendi kanım ellerimdeydi. Ölecektim ama kimsem yoktu.

Kimsesiz bir kadındım ben. Yanımda kimse kalmamıştı. Herkes gitmişti. Ben onlara kapıyı açmıştım, çıkmayanı zorlamıştım. Kimsem yoktu. Kimsesiz bir kız çocuğuydum ben. Annesi terk edip gitmişti, babası hiç sevmemişti. Yeni doğmuş bir bebektim ben. Annesinin çöp konteynerine bırakıp gitmek istediği, babasının hiç istemediği bebeğim.

Kimsesizim ben.

Hayır, herkesim ben. Her şeyim var benim. Kocaman bir ailem, büyük bir kalbim, canımdan olan kanımdan geçmeyen sevgim var. Nabzım atıyordu. Ölüm uzaktı. Hiç yakın olmamıştı. Ölüm bekçileri hep bir adım ardımdaydı. Hiç yakalanmamıştım onlara. Hazırladıkları hiçbir tuzağa düşmemiştim. Güçlüydüm ben. Nefin'di adım. Silahlar beni hiçbir zaman korkutmamıştı. Her zaman dostum olmuşlardı. Beni hiç yalnız bırakmamışlardı.

Gün Işığı'ydım ben. Güçlüydüm. Kalben'in yetiştirdiği kız çocuğuydum. Beni çok seven bir annem, saçlarımı okşayan bir babam vardı. Beni her halimle kabul eden bir abim, her yaptığımı hayranlıkla izleyen bir kız kardeşim vardı. Bir sevgilim vardı. Kalbimi benden alan, onu yaşatan seven biri vardı. Kocaman bir ailem vardı. Sayamayacağım kadar çok yaraları olan ama yaraları sarmak için uğraşan çok büyük bir ailem vardı.

Silahlardan korkmazdım,
Silah oldum.
Annem elime bir silah verdi,
Babam silahı ateşlemeyi öğretti.
Ölüm yoktu,
Ölüm çok uzaktı bana.
Hiç yakınımda olmamıştı.
Sevgisizliğe değil, sevgiye battığım yerde güçlüydüm ben.
Büyümüştüm.
Kendimi öldürmek için aldığım camı,
Beni öldürmek isteyenlere saplamıştım.
Nefin'dim ben.
Gün Işığı'ydım.
Günahın meyvesi, dünyanın en güçlü çığlıklarına sahip kadındım.
Vezir'in kızıydım.
Gün Işığı'ydım.

Koluma giren merminin acısını kendi içimde büyütmeden gözlerime yerleştirdiğim korkuyu saklayarak doğruldum. Yüzüm sertleşti, gözlerimin önüne Vezir geldi. Bu oyun satranç tahtasındaydı. Ben piyondum. Şah'ı devirmelerine yardımcı oluyordum. Onların düşmanıydım ama hep beyazdım. Hep ilk hamleyi yapandım. Avantajlıydım. Onlara tehtiddim.

Karşımda duran adamlara doğru bir adım attım. Korkum vardı ama onların bunu bilmesine gerek yoktu. Benim hayatım yalanlardan var olmuştu. Beni yalanlardan oluşturmuşlardı. Şimdi onlara yalanlarla karşılık verirsem hiçbir şey yapamazlardı. Bana bunu onlar öğretmişti. Bir çocuk öğrendikleriyle yaşardı. Öğrendiklerini yansıtır, öyle büyürdü. Beni yalanlar büyütmüştü. Beni yalanlar sarmıştı.

Yalana batan hikayenin yalan karakteriydim. Bana bu öğretilmişti. Yalanlar, karışlarım, gerçekler, en büyük kabuslarım olmuştu. Yalanın iyi olduğu öğretilmişti. Bu işlenmişti kanıma. Yalandan yollar çizmiştim kendime. Yalandan köprüler inşaa etmiştim. Her adımımda üzerine bastığım yollar titremişti, köprüler bir sonraki adımım için yıkılmıştı. Yalanlar, yıkımdı. Yıkımımdı.

Yalanlarla beni yıkmışlardı, söz bana düşmüştü. Dilimden dökülenler yalandı. Tıpkı bana öğrettikleri gibi.

Ellerinde silahlar vardı. Benim bir canım. Atmayı hevesle bırakmayı bekleyen bir kalbim kalmıştı. Onu da alacaklardır benden, hissediyordum. Sonda değildim. Sonda olsam böyle hissetmezdim. Sonda olsam kendi canımı ben alırdım, onlara izin vermezdim. Kalbimin kapılarını kapar, kendime bir darağacı var ederdim acılarımdan. Pes ederdim.

Pes etmemiştim. Bu bir son değildi. Son, ben pes ettiğimde gelecekti.

Silahların patlaması için beklerken gözüme yansıtmadığını korkunun fitili kalbime değdi, yaktı. Canımı acıtmadan, usulca dumanıyla beni zehirledi. Ciğerlerimi yaktı ama alışıktım bu kokuya da dumana da. Korkuydum çünkü ben. İliklere sızar, kanlarına karışır, karşımda titremelerini sağlardım. Korkuydum.

Adamlar sanki onlara gelişimi bekliyorlardı ve yüzlerinde keyifli bir gülüş oluşmuştu. Onlara teslim olacağımı sanıyorlardı. Yanılıyorlardı. Ben pes etmezdim. Darağacımı onların inşaa etmesine izin vermezdim. Peki onlar için benim sözün bir hükmü var mıydı? Elbette yoktu. Bu yüzden benim duymadığım gibi durmadılar.

Önce bir silah patladı, sonra karnıma saplanan merminin acısını hissettim. Vücuduma giren yabancı maddeyle geriye sendelediğimde bunu kaldıramadım. O kadar güçlü değildim, ayaklarımı kesmelerine sessiz kaldım. Sessiz kalmaya zorlandım.

Elim karnıma giderken parmak uçlarıma kanlar bulaştı. Benim kanımda bu. Sonunda istediklerine ulaşmışlardı. Beni devirmişlerdi. Peki bu yeniliş miydi? Beni yenmişler miydi? Bir kalbim yoktu, ruhum hiç var olmamıştı, bedenimi alabilmişler miydi? Bunu başarmışlar mıydı? Acılarımı alıp darağacımı inşaa etmişler miydi?

Beni öldürebilmişler miydi?

Eğer beni öldürselerdi üzerime eğilip yere bir fotoğraf karesi bırakan adamın dilinden dökülenler, fotoğraftaki gerçekler canımı bu kadar yakmazdı.

Ölseydim, darağacında sallanan bedenimden büyük bir portre çizdiklerine şahit olmazdım. Acının resmini çizmelerini, duvarlarına asmalarını izlemezdim. Adamın dudakları arasından çıkan sözlerle elime bulaşan kanın buz kestiğini hissetmezdim. Ölseydim, ölümü bu kadar derinden hissetmezdim.

Şayet ölseydim, canımın benden alındığını haykıran acı çığlıklarımı duymazdım. Gayesiz hayatımın gayesini darağacına bağlayıp intikama çevirmezdim.

"Aptal oyunlarına kanacak değilim," dedi ve sırıttı. "Dedi, Veysi Abi." Söylediği isim ellerimdeki kanın onun kanı olduğunu hayal ettirirken yere eğildi ve beni vurduğu silahın içindeki mermileri çıkarıp cebinden çıkardığı fotoğraf karesinin üzerine koydu. Gözlerimiz arasındaki bağ bir halat gibi koparken yere koyduğum resme baktım ve ölümün bana değil sevdiklerime yakın olduğunu bir kez daha anladım ve acı çığlıklarımı duydum. "Anneanne!"

🏹

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın.
Seviliyorsunuz💚

Continue Reading

You'll Also Like

1.9M 70.9K 59
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Lavinia: Sana vermem gereken bir ceza vardı. Defne: Tobe hasa Defne: Ben ned...
478K 17.8K 49
"Oo küçük hanım iki gündür sizin peşinizdeyiz." "Siz de kimsiniz niye peşimdesiniz ne istiyorsunuz?" " sakin küçük kız" "Kimsiniz dedim" " babanın öd...
131K 7.2K 50
Anneannesini görmek için gittiği şehirde üsteğmen Göktürk ile karşılaşan Efsun hiç beklemediği gerçeklerle de karşılaşır ___ " sen benim hayatımda h...
137K 4K 15
Sırf kuzeni için 18 yaşında Mardin'in acımasız ağasına gelin giden Larin... Annesi için berdeli kabul eden Baran ağa...