PARAVAN

By rabia_kbl

9.6K 1.7K 1.1K

Kapısı kapalı çikolata dükkânının önünde durdum. Saate baktım; 12: 58 Son iki dakika kalmıştı. Elimi cebime... More

TANITIM
1.Bölüm: "Paravan"
2.Bölüm:"Bir Yıl Sonra Çalan Kapı"
3.Bölüm:"Parmaklar Arasına Sızan Kan"
4.Bölüm:"Ahi"
5.Bölüm:"Mayın Tarlası"
6.Bölüm:"Tehlikeli Parmaklarında Hapis Parmaklarım"
8.Bölüm:"Zincirleme İsim Tamlaması"
9.Bölüm:Depoda Kilitli Bir Kapı"
10.Bölüm:"Sinmiş Duman Kokusu"
11.Bölüm:"Sebep Sonuçların Döngüsü"
12.Bölüm:"Kırık Fayanslar"
13.Bölüm:"Toplumun Paryaları"
14.Bölüm:"Akrep Burçlu Öğretmen ile Koç Burcu Öğrenci"
15.Bölüm"Kirletilmiş Hisler"
16.Bölüm:"Fakat Şartlar Hiç Normal Olmadı"
17.Bölüm:"Sıcak mı, Soğuk mu?"
18.Bölüm:"00:01"
19.Bölüm:"Pembe Ananas Yetiştirme Günü"
20.Bölüm:"O Bir Peri Masalı"
21.Bölüm:"Sen Bunları Duyma"
22.Bölüm:"İhtimallerin Dizilimi"
23.Bölüm:"Paravanın İlk Yüzü"
24.Bölüm:"Göreceliydi Zaman"
25.Bölüm:"Parmak Uçlarındaki Yaşam Ve Ölüm"
26.Bölüm:"Cambazın İpleri"
27.Bölüm:"Kalp Ve Beynin Sindirim Sistemi"
28.Bölüm:"Bir Fincan Kan"
29.Bölüm:"İhlal Edilen Sınırlar"

7.Bölüm:"Geçmiş Yerin Altında Bir Metrede"

268 61 41
By rabia_kbl


7.BÖLÜM:"Geçmiş Yerin Altında Bir Metrede"



Sezen Aksu, Güllerim Soldu

Noor Alzien, Qafel



"Hay Allah'ım ya, yumurtalarda geri zekâlı olmaz ki ama!"

Sinirle gözlerimin önüne gelen saçlarımı ellerim yumurta olduğu için kolumla çekmeye çalıştım. Birazda olsa önümü gördüğümde işime devam ettim. Hayır, ben çok becerikliydim bu işte fakat yumurtalara kontrolsüz güç uyguladım. Avucumun içindeki yumurta ve yumurta kabuklarını çöpe atıp ellerimi yıkamaya başladım. Ardından dolaptan aldığım iki yumurtayı bu sefer dikkatle kırarak çırpmaya başladım. Hafiften gelen yanık yağ kokusunu duyumsadığımda aceleyle bir kaşık biber salçasını içine koydum. Ocağın altını olabildiğince kısarak bol yağın içinde kızartamaya başladım.

"Allah'ım şu kokuya bak," diye mırıldandım yüzümde bir gülümseme belirdiğinde. Ardından çırptığım yumurtaları dökmek için tavanın ortasını açmaya başladım. Çok kızarmayan biber salçasını, elimdeki kaşıkla kenara aldığımda yumurtayı tavaya döktüm. Ateşi de biraz arttırdıktan sonra yavaşça pişen yumurtayı karıştırdım. Yumurtada tam pişmeden kenardaki biber salçasını da içine katarak karıştırmaya devam ettim. İkisi birbirine karışıp pişince ocağın üzerinden alıp, mutfaktaki masanın üzerine bıraktım.

"Biran önce Mustafa gelse de yesem," diyerek, dağıttığım tezgâhı toplamaya başladım. Dedim ben becerikliyimdir diye!

"Seyhan." Arkamı döndüğümde, Ümran eliyle havadaki kokuyu dağıtmaya çalışıyordu. "Pencereleri açsaydın bari bunun kokusu pişince çok ağır oluyor," dedi.

"Açarım şimdi," dediğimde, pencereye doğru ilerledim. Pencereyi açıp masanın yanında durarak Ümran'ın bana uzattığı poşete baktım. Elindeki poşeti yeni farketmiştim.

"Mustafa getirdi az önce, sana vermemi söyledi," dedi. Yüzünde kırılgan bir ifade vardı. Oysaki bunun için kırılacak hiç bir sebep yokken.

Elindeki poşeti alarak masaya oturdum. "Yandaki fırından lavaş alamsını istemiştim." Bakışlarımı ondan çekip, önümdeki poşeti açmaya başladım. "Yumurtalı biber salçasını ekmekle yemeyi sevmiyorum, sıcak lavaşla daha güzel oluyor," diye devam ettiğimde amacım ona açıklama yapmak değildi, sadece Mustafa ile aramızdaki en ufak bir şeyden bile onun hoşnutsuz olacağı bir durumun olmadığını anlamasını sağlamaktı.

"Daha biraz önce kahvaltı yaptık hemen nasıl acıktın?" diye sorup, çaprazımdaki boş sandalyeyi çekip oturdu. Gerçek bir merakla sorduğu soruyu cevaplamadan önce bir parça lavaş kopardım.

"Yağız sırf ben yemeyim diye öküz gibi tavayı sıyırdı, nasıl aç kalmam ki Ümran?" diyerek gülümsedim. Tavayı önüme çekip lavaşla içindekinden bolca aldım.

"Gece gündüz olsa da yesem derdindesin sende." Koca lokmayı ağzıma attığımda ağzımın kenarından yağ süzüldü. "Bari şunun yağını azalt. Ağzını yüzünü batırmadan yemeye çalışmanda gerekiyor," dediğinde ağzımın kenarındaki yağa yüzünü buruşturarak baktı. Biri yanımda olunca bilerek yapıyordum bunu.

"Böyle daha zevkli, hele annemin yanında daha bir hoşuma gidiyor," dediğimde ikimizde güldük. "Annem nerde gördün mü?" diye sordum. Yumurtanın bol olduğu kısma denk getirdiğim lavaşla bir lokma daha attım ağzımın içine.

"Hepsi terasta oturuyor. Bende onlarla oturuyordum ama mutfakta ki koku yukarıya geldiğinde ninem beni yanına yolladı mutfağı yakma diye." Sinirle güldüm. O da gülümsemekle yetindiğinde, dilimle ağzımın kenarını temizledim. "Dayılarım da az önce çıktılar."

"Hafta sonu nereye gittiler?" diye sordum merakla.

"Ömer Zorsu'nun evinde öğle yemeği varmış ona gittiler," diye cevap verince elim havada kaldığı. Benim bundan niye haberim yoktu? Adar bana bunda hiç bahsetmedi. Neyse şimdi işi vardır onun yoksa hesap sorardım.

Ben sonra onu arar davet yemeğinden bana da ayırmasını isterim. Ah hayır, tabi ki de pisboğaz değildim! Sadece düğün, davet ve cenazede dağıtılan yemekleri bir başka seviyordum. Anlamadığım bir şekilde normalde yapılan yemeklerden daha bir lezzetli oluyordu.

Ve evet cenazede bile yapılan yemekleri sabırsızlıkla beklediğim doğru.

"Peki Kadir abim ne zaman geliyormuş haber var mı? Neredeyse iki ay oldu." Yüzünde oluşan mutluluk yerini aldığında hevesle başını salladı.

"Yarın akşama bilet almış."

"Ah, sonunda gelecek. Çok özledim onu. Redife halam ne çok sevinmiştir şimdi," dedim.

"Sevinmez mi? Dün akşam onunla konuştuğundan beri etrafa gülücükler saçıyor. Ninemin de ondan farkı yok."

Kadir abim sert bir adam olmasına rağmen özünde çok yumuşak kalpli bir adamdır. Ama özünde çünkü pek görmedik. Aslında o öfkeli hem de çok. Bu öfkesi resmen onun her duygusunun içinde yerini almış. Babası öldüğünde ve amcaları tarafından istenmeyip sadece miras için onları tutuklarında her şey o kadar üst üste gelmiş ki, Kadir abim daha bir sert ve öfkeli olmuş. Tabi buranın kültürü de var ama yaşadıkları onun anlayabildiği yaşta olunca durumlar onu bu hale getirmiş. Mustafa da yerine göre öyleydi ama Kadir abim sürekli böyleydi.

Gitmeden bir ay önce bir kızla sözlenmişti. Bu işler pek uzatılmazdı ama babamlar onu yurt dışı işi için yolladıklarından kızın ailesiyle konuşup, döner dönmez düğün yapılacağını söylemişlerdi. Döner dönmez dedikleri ise anca bir kaç ayı alırdı.

"Gelse de düğün yüzü görsek. Ninemin de keyfine diyecek yoktur şimdi, ne de olsa uzun zamandan sonra bir gelin girecek bu eve," dedim.

"Öyle." Kollarını masanın üzerinde bileştirip öne doğru eğildi. Tavanın yarısına geldiğimde doyduğumu hissedince birkaç lokma daha alıp bırakmayı düşünüyordum. Bir parça daha lavaştan alıp yerken, Ümran sessizce beni izliyordu. Saçlarını örgü yapmış, üstünde de gömlek ve pileli bir etek vardı. Ah, Mustafa neden istemiyorsun bende anlamıyorum ki, çok güzeldi oysaki. Güzel diye sevecek hali de yoktu maalesef.

"Ümran." Arkama yaslanıp yemeğe ara verdim. Ümran sesimi duyunca dikkat kesildi. "Yanlış yoldasın sen, bunu farketmemiş olamazsın," dediğimde kaşları hafifçe çatıldı.

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu karmaşık bir şekilde. Öne eğilip elimi elinin üzerine koydum.

"Ümran... Biliyor musun bilmiyorum ama sen çok güzelsin ve ben en çok sana hayranım annemden sonra. Şu işe bak ki sende anneme hayransın. Saçların, gözlerin ve karakterin inan bana o kadar özenli ki, Herkesin beğeni ile bakacağı birisin her yönden..." Konuyu nereye getireceğimi bekliyordu. Onu övmem ile yüzünde utangaç bir tebessüm oluştu. "Ama sen kendinin farkında hiç değilsin. Fadile yengem bana sürekli şımarık diyor ya-" dediğimde sözümü kesti.

"Sen şımarık değilsin Seyhan."

"Tabi ki de şımarık biri değilim! Ben kendimin farkındayım ve kendimi olduğum kişiden aşağı görmek gibi bir aptallığa girişmeyeceğim," dedim, büyük bir özgüvenle gülümseyerek. Olduğum kişiyi ve kendimi biliyorum, ne gereğinden fazla kendimi üstün ne de gereğinden aşağıda görüyorum kendimi. Ah, tabi ki de mütevazı bir insanım ama kendimi olduğum kişiden aşağı görerek mütevazılık yapmış olmayacaktım.

"Annen gibisin," dedi gülerek. Şaşkınca başımı iki yana salladım. "Ah hayır, annem fazla hanımefendi ve Avrupai," diye cevap verdim. Ardından duraksadığımda Ümran'ın dikkatini çektim.

"Pardon Meksika Avrupa da değil," dedim.

Anlamsız bakışları yerli yerindeyken asıl konuya odaklandım. Başparmağımla elinin tersini hafifçe okşayarak gülümsedim.

"...Fakat Ümran, sen kendini yıllardır baskıyla aklına yerleştirilen düşünceyle harcıyorsun. Sen daha yirmi bir yaşındasın Ümran. Eskiden Mustafa ile böyle değildiniz yani sen Mustafa'ya karşı böyle değildin. O, her zaman sana aynıydı; arkadaş, kardeşti sana. Sende ona. Ama ninem ne zaman ikiniz için bir gelecek ortaya attı ve bu yengem tarafından desteklendi işte sen o zaman aynı kalmadın Mustafa'ya. Yanlış değildi ama sen istekler doğrultusunda bu sevgiye sahip oldun, çünkü nineme minnettarsın ve önüne ne koyarsa eyvallah diyorsun." Elimi elinin üzerinden çekip masanın üzerine yasladım. Dikkatle konuşmamı bekliyordu ve bu huyu çok güzeldi. Dediğim gibi karakteri güzeldi Ümran'ın. "Halam, amcam ve babam ninemin sözüne karşı gelmezler. Ve sen annenin senin için ne kadar üzüldüğünü görmüyorsun."

"Seyhan..."

"Hayır, Ümran sakın bana öyle bakma." Yanlış düşüncelere kapılmaya başlayınca önce kendimi anlatsam daha iyi olacaktı. "Mustafa ile hepimiz aynıyız ama onunla benim aramdaki bağ hepinizden daha başka bu doğru. Çünkü biz dostuz, sırdaşız ve her şeyden önce herkesten çok birbirimizi konuşmadan da anlayabiliyoruz. Kimse bunu garipsemiyor ama sırf yengem saçma imalarda bulunduğu için bunu aklının bir yerine koyup kendini bitiriyorsun. Bir düşünsen, daha öncede küçüklükten beri hep böyleydi Mustafa ile aramız. Şimdi ne değişti? Farkındayım onu çok seviyorsun o da seni çok seviyor ama eskisi gibi. Mustafa bu işin olmayacağını ve en çok senin zarar göreceğinin herkesten çok farkında... Denemedi mi sanıyorsun? Ben çok iyi biliyorum Ümran, Mustafa seni o gözle sevmeyi denedi. Bende ona destek verdim. Çok yakışıyorsunuz ve herkes gibi belki evlenirsiniz diye umut bile ettim. Oysaki Mustafa mutlu olmadı ve inan sende bir süre sonra mutsuz olacaktın."

Sustuğumda karmaşık bir şekilde bana bakmaya devam ediyordu. Sertçe yutkunduğunda sözlerimi aklında tartıyor gibiydi. Öncesini, sonrasını düşünüyordu. Daha önce hiç kimse onunla böyle konuşmadı, herkes susup onlar arasında bıraktı bu konuyu; ninem ile yengem hariç.

"Ben Mustafa'yı seviyorum hem de çok. Belki de canımı verecek kadar Seyhan." Gözleri hafifçe dolmaya başlamıştı. Onun adına üzüldüm. "Biliyorum, eğer biraz denese beni severdi, sende dedin herkes beni sevebilir dedin az önce. O, sadece bizimkiler ona baskı yaptığı için böyle davranıyor. Ona zorla bir şeyi kabul ettirmek istedikleri için kestirip atıyor yoksa bir baksa beni görecek ama..." Susup gözlerini kaçırdı. Kaşlarımı çattım.

"Niye sustun? Devam et." Bana baktı.

"Yengem, Mustafa'nın senin yüzünden bana dönüp bakmadığını söyledi. Hep onun etrafında dolaşıp durduğun için beni göremiyor. Haklı diyemem Seyhan... " Yine susunca daha çok sinirlendim.

Neydi beni sinirlendiren? Bildiklerimi sesli söylemiş olması mı yoksa onun birazda olsa bunlara ihtimal vermesi mi? Kırılmıştım. Onca sözden sonra hala benim hakkımda bir ihtimal bırakıyorsa bu onun gözünün körlüğüdür.

"Susma, konuş Ümran!" Sesim yüksek çıkmamıştı ama sinirli ve baskındı. "Ama? Sen neden olmasın mı diyorsun?" dedim alayla.

"...Kıskanıyorum sizi. Çok yakınsınız, her şeyi anlatıyor sana ama beni gördüğünde zorunlu olarak gülümseyip konuşuyor. Belki sen olmasaydın-" Hayretle sözünü kestim. Ben bu kızı seviyorum diyordum değil mi?! Sevgim vazgeçilmez değildir!

"Tabi ki de bana daha yakın olacaktı Ümran! Ne bekliyorsun? Sana ümit vermesini mi ya da yalandan hiç bir şey olmamış gibi davranmasını mı? Birde kıskanıyorsun? Neden kıskanasın ki, oysaki aynı yakınlığı Seher ile de varken. Seher'le de böyleler ama benim gibi değil, onlar daha çok kavgaya gider gibi ama ben ile o akıl yoluna gider gibiyken ne fark var? Hiç! Çünkü sen yengemin belki biraz da ninemin dolduruşu ile bana bu yersiz tepkin. Birde sen olmasaydın diyorsun ya çıldırıyorum Ümran." Sinirle güldüm. Ona baktığımda ne düşündüğünü algılayamıyordum kendi duygu patlamamdan dolayı. "Neden aradan çekileyim? Ben ikinizin arasında hiç bir şekilde engel değilken, neden Mustafa gibi bir kardeşi dostu kaybedeyim ki? Seviyorsun ama sen Mustafa'ya körsün," dedim.

Tepkisizce bana bakarken hala aynı düşünmemesi için yalvarıyordum. O böyle biri değil, ama böyle yaptıkça beni de kendinden uzaklaştırıyor.

"Haklısın ama beni de biraz anla ve dene. Lütfen sadece biraz mesafe, belki bir şey olduğunda seninle konuşmak yerine bir defa bana gelse o da görecek," dedi gözünden bir damla yaş düşerken. İçim acıdı ona, ne yapacaktım ki?

"Ümran, çok yanlış düşünüyorsun ve bu Mustafa'nın senden daha çok uzaklaşmasını sağlıyor. İnan bana sadece sen kendin olarak ona gitsen her şey daha kolay ama sen başlarının doldurması ile devam-"

"D-daha fazla konuşmayalım benim i-işim var," diyerek sözümü kesti. Bir hıçkırık çıktı dudaklarının arasından.

"Pekâlâ, sen bilirsin," dediğimde ayağa kalkıp, mutfaktan hızla çıktı.

"Geri zekâlı!" dedim sinirle arkasında. Gözlerimi yumarken biraz sakinleşmek istediğim. Karşımdaki yumurtalı biber salçasına gözlerim takılınca tavayı önüme çektim.

"Keyfim yerine gelsin bari," diyerek sakin bir şekilde lavaşı kopardığımı sanmıyordum. Büyük lokmayı ağzıma atıp çiğnerken, Mutfak kapısında duran Redife halamı fark ettim. Ağzım dolu oldu için bir şey diyemeden kendisi gelip masaya oturdu. Ağzımdaki lokmayı yutmakta zorlandım çünkü göz çevresi kırmızıydı. Dahası yüzünde hüzünlü bir ifade de yerini korurken konuşmalarımızın hepsini olmasa da onu böyle hüzünlendiren kısmı duyduğunu anlamak hiçte zor değildi. Oysaki sabah kahvaltı masasında etrafa gülücükler saçıp mutluluğun dibini hissederken, onun bu hale gelmesinde birazda payım olmasıyla dudaklarımı sertçe birbirine bastırdım.

"Doydun mu?" diye sordu kısık bir sesle. Pekâlâ, konuya girmek için zaman kazanıyordu.

"Ah, hala sence nasıl doyabilirim ki? Bilirsin konu yumurtalı biber salçası olunca doymak ne mümkün?" dedim, neşeli tutmaya çabaladığım bir sesle. Gülümsedi.

"Bilmez miyim?" Bakışlarını masaya çevirip yüzündeki gülümsemeyi soldurdu. Hiç sevmiyordum halamın yüz ifadesinin böyle olmasını. O yeteri kadar gözyaşı dökmüşken, birde çocuklarının dertleri ile de daha fazla üzülmesi hiç mi hiç hoşuma gitmiyordu.

Allah'ım umarım ben annemin gözünden düşen hüzün damlasının sebebi olmam. İstemeyerek de olsa olmayayım lütfen Allah'ım. Herkese annesinin gururu olmayı bir defada olsa nasip et.

"Hala..." Uzanıp gözünden düşen bir damla yaşı sildim. Başını kaldırıp zoraki bir şekilde gülümsedi.

"Onun sana akıl verip yolunu göstereceği yerde sen onun yapması gerekeni yapıyorsun. Nerde yanlış yaptım hiç bilmiyorum. Üçü de o kadar uç ve benzersiz noktalarda ki yoruluyorum," dedi. Gözlerim dolduğunda kendimi sıktım. "Ümran o kadar çok kolay inandırılıyor ki, bir türlü şu Mustafa konusundan onu koruyamıyorum. Kadir her an yakıp yıkacak gibi diken üstündeyim ama en çok kendi içindeki yıkıma engel olamamak koyuyor. Seher desen onlar arasında en kolayı ama onun da bu kavgacı ve erkek tavırları..." Boğazındaki yumru onu zorlamış olmalı ki sustu ve titrek derin bir soluk çekti.

"Evde kalacak diye mi korkuyorsun," dediğimde güldü. Gözündeki yaşları silerken bir yandan da sözlerime güldü. "Hem de nasıl?" dedi. Bir süre susup dinlendik. Kalkıp hem kendim için hem onun için su koydum masaya.

"Seyhan kızım sen onun kusuruna bakma. Ümran'ın seni sevdiğini, kırmak istemediğine kefilim ama Fadile'nin dolduruşlarına geliyor. Belki annem de biraz suçlu bu konuda."

"Hala ben bunları zaten biliyorum. Duydun tüm konuştuklarımızı." Dilimle dudaklarımı ıslatıp ona doğru biraz eğildim. "Bende Ümran'ın üzülmesini istemem. Onun ne kadar naif bir yapısı olduğunu çok iyi biliyorum zaten. Ama artık birinin onu bu konuda uyarması gerekiyordu. Fadile yengem annemi hiç sevmez ve bundan da en çok nasibini alan benken, biraz görmesi lazım bunu. Zihnine saçma şeyler sokup duruyorlar ve bu babamın kulağına giderse ne olur? Yanlış bir şey yok ortada. Gördüğün gibi küçüklükten beri Mustafa ile herkesten çok yakın bir bağımız var, abi kardeş gibiyiz onunla."

"Biliyorum Seyhan. Ümran çok yanlış düşünüyor, ben bu konuda bir şey yapamadıkça bitiyorum kızım. Sizleri hiç ayırmam ben ama bir kızım diğer kızımı rakibi olarak görüyor. Üstelik Mustafa'yla onun mutlu bir geleceği yok. Mustafa onu sevmez biliyorum ben. Ama o böyle acı çektikçe Mustafa'ya neden diye sorasım gelmiyor değil fakat buna hiç hakkım yok. Anneme de karşı gelemem, onun yıllar önce bize sahip çıktığı günü yok sayamam. Yanlış ama bazen yanlışa da boyun eğmek zorunda kalıyorum işte," dedi.

Araftaydı, ne o tarafta ne de bu tarafta durabiliyor. Ama duracağı bir yer olsaydı o da Ümran'ın mutlu olacağı taraf olurda fakat iki taraftan da ona gün yüzü çıkmazdı. Ve böyle devam ettikçe annesini de bitirecekti kendisiyle beraber.

"Üzme kendini hala, mutlaka bu işin sonunda bir çıkış yolu olmalı. Ama şu da bir gerçek ki, senin de bildiğini görüyorum, Ümran kendi elleriyle hayatını mahvediyor," dedim.

"Görüyorum işte ama ellimden geldiği kadar geri dön diyorum, Fadile'yi dinleme diyorum gel gör ki bir işe yaramıyor." Önünde bıraktığım sürahiden bir bardak su koyup yavaşça içti. Boş bardağı avuçlarının içinde dalgınca çevirmeye başladığında konuştu. "Kadir'im gelecek yarın ben ona mı sevineyim yoksa Ümran'ın az önceki sözlerine mi üzüleyim bilemedim. Hele sana yakıştırdıkları... Birde şımarık derler sana ama arkadan ne işler çevirdiğini nasıl herkesin aklına sızdığını bilmiyorlar," dediğinde güldüm.

"Şimdi beni övdün değil mi Redife ?" dedim.

"Redife ha? Vazgeçtim, bazen şımarıyorsun." İkimizde sesli güldük.

"Hala inan herkesin aklına sızamıyorum," dedim ama bunu ciddiye almadı çünkü ciddi bir şekilde konuşmamıştım. Oysaki ben ciddiydim. Aklıma dün geceki mesaj gelince yüzümdeki gülümseme soldu.

Bugün tüm gün orada olmalıydım ama değildim işte. Babamın ısrarından ise ninemin yardımı ile kaçmıştım. Sabah kahvaltıda bilerek erken kalktığımda ninemin sorularına maruz kalmıştım. Bende her şeyi ona dediğimde, bugün konakta kalmamı söylediğinde direk topu babama atmıştım. Babam bana sinirli bakışlarını yolladıktan sonra ninemin sözüne gelip bu gün gitmememi söylemişti. Bende saçlarımı inatla savurup sırıtarak yerime geçip oturmuştum. Keyfim yerine gelmiş kahvaltıya devam edecekken, geri zekâlı Yağız tavadaki favorimi yemiş bitirmişti.

"Cihan çok ballı ne deyim. Karısı da kızı da birbirinin aynısı. Nihal'i gelin getirdiğinde daha ilk günden çok sevmiştim onu, konaktakilerin aksine. Herkes annenin ne kadar muhteşem olduğunu görmesine rağmen yabancı ya, bir türlü bırakmadılar yersiz tavırlarını ona karşı. Gel gör ki annen bunlara bile öyle saygıyla cevaplar verdi ki sözleri ile tavırlarıyla, hep takdir ettim. Şimdi de kızı onun gibi," dediğinde, yüzümdeki gülümseme genişledi. Halam annemi çok seviyor, annemde tabi ki öyle ve çok iyi anlaşırlar.

Annem herkesle iyi anlaşır. Mesela kimsenin zapt edemeyeceği Kadir abimi bile tek sözüyle muma çevirir. O kadar çok saygı duyuyor ki anneme, şirketteki çoğu şeyi ilk gelir anneme sorar. Annem uzun yılar önce çalışmayı bırakmıştı ama hala babamın eve getirdiği işlere yardım eder. Bu işlerden çok iyi anlardı çünkü kendisi avukatmış Meksika'dayken. Ailesinin şirketinde çalışıyordu babamla evlenmeden önce. Pek bilmiyorum ama annemin ile babamın hikâyesini düşünmek istemiyordum.

"Bitirmeyecek misin?" diye sordu halam koluma dokunarak. Neyi kast ettiğin başta anlamasam da masadaki tavayı gösterdiğinde anlamıştım. Resmen bugün yemeğimi taksit taksit yemiştim.

"Az kaldı zaten ama dibini sıyırmasam içim rahat etmez," diye cevap verdiğimde. Çoktan bir lokmayı ağzıma götürmüştüm. İkinci lokmam daha büyük olduğundan yerken ağzımın kenarlarından yağ süzülmüştü. Halam bu halime sesli güldüğünde keyfim artık tam yerindeydi. Birkaç lokmada tavanın dibini sıyırdığımda, çenemdeki ıslaklığı hissediyordum.

"Her yerin yağ oldu," dedi. Omuz silkip yerimden kalkmaya yeltenmiştim ki annem içeri girdi. Gözleri direk halamın üzerindeydi.

"Redife, annem diyor-" Bakışlarının beni bulmasıyla, "Aa!" diye bağırdı. Kulağımın zarı patlamadı çok şükür.

Hayrete düşmüş bir ifade ile hızlı adımlarla bana doğru yürüdü. "Seyhan bu ne hal? Kızım yüzünde yağ olmayan tek bir yer bile bırakmamışsın." Masada duran tavaya baktı. "Tavayı da yemeyi unutmuşsun," dediğinde, halam ile ben sesli bir kahkaha attık. "Ah, birde gülüyor! Kızım ben neye yanayım? Daha az önce kahvaltıdan kalkıp yine bu yağlı şeyi yediğine mi yoksa küçük çocuktan daha beter bir şekilde yediğine mi?"

"Anne-"

"Tek kelime konuşma sakın! Şu rezalete bak kaç yaşında kız," dediğinde sözümü kesip, kolumdan tuttu. "Yürü çabuk ağzını yüzünü yıka."

"Ya anne bir dur daha tavayı yemedim." Kolumdan tutup beni mutfaktan çıkardığında, Redife halam da gülerek arkamızdan geliyordu.

"Bak hala alay ediyorsun," dedi. Kolumdan çekiştirerek yürümeye devam ederken, söylenmeye devam ediyordu.

"Ne oluyor?" Yengem ile ninem karşımıza çıktığında bu sorunun sahibi yengemdi. Annem onları görünce durdu. Yengemin gözleri yüzümde gezindiğinde diline düşeceğimizi anlamıştım.

"Seyhan bu ne hal? Kaç yaşında kızsın doğru düzgün yemeği bilmiyor musun?" diye sorduğunda, annemin kolumu tutan eline baktı. "Birde anası kolundan tutulmuş banyoya sürüklüyor."

"Nihal bırak torunumun kolunu. Zamanında doğru düzgün adap öğretseydin şimdi kolundan tutup banyoya sürüklemezdin," dedi ninem. Bana bir şey demiyor olabilirdi ama anneme laf etmekten geri durmamışlardı. Oysaki ben adabımı da öğrenmişken annemden.

"Şu hale bak yarın öbür gün rezil olmasak iyidir," dedi yengem lafını hiç sakınmadan. Valla hiç cevap veremezdim zira anneme bıraktım bu işi. Anneme baktığımda kaş göz yapınca, bana karşı hiçte iyi niyetli olmayan bir tebessüm sundu.

Sanırım bu kendimizi ezdirmeyeceğiz ama sonra ben seni ezerim ifadesiydi.

"Ben kızım adapta bilir edepte Fadile. Evin içinde olanları evdekiler dışarı yayamadığı sürece kimse rezil olmaz, zaten rezil olunacak bir durumda yok. Kızımı kolunda tutup banyoya götürmekte hiç ayıp değil. Seyhan kaç yaşında olursa olsun onun kolundan tutmak hele. Konuşmayı, yemeyi, yürümeyi öğrendi diye de saldım çayıra Mevla'm kayıra diyecek de değilim. Yeter ki kolumdan tutan annem var desin, o yüzden dışarda da annem arkamda diye de rezil etmem diyebilsin," dediğinde, sırıttım. Ah biliyorum, şu anda ağzımdaki yağ ile sırıtmak iğrenç olabiliyor.

"Yürü Seyhan," dediğinde banyoya doğru beni çekiştirmeye tekrardan devam etti. Öncekilerine göre adımları sinirli ve hızlıydı.

"Anne niye yerleri döverek yürüyorsun?" diye sordum dudaklarımı büzerek.

"Neden acaba?" dedi, kafasını alayla sallayarak. Ya da sinirle.

Arkamızdakileri şaşkın bir yüz ifadesiyle bıraktığımızın fakrındaydım. Hep öyle oluyordu. Onlar annemde kusuru arar ama annem saygıyla ama iğneleyerek cevaplar verirdi. Annemi çok seviyordum.

Banyoya girdiğimizde annem beni lavabonun önüne getirince sinirliydi. Yüzümü yıkarken bekleyeceğini sanırken birden başımı musluğa doğru eğmesi ile şaşırmaya fırsatım olmadan yüzüme soğuk su çarptı. Ah, çok sinirliydi! Resmen yüzümü çitiliyordu.

"Anne... Yavaş biraz ya... Ah, çıktı valla yeter," diyebildim bulduğum her fırsatta. Annem söylenerek yüzümü yıkmaya devam ederken, lavabonun kenarına tutundum.

"Neymiş adap öğretememişim sana, niye koca kızı kolundan tutuyormuşum. Hayır, yani size ne çocuk benim değil mi tutarımda kolunu koparırım da," diye söylenirken kıkırdamaya başladım. Bu kadın sinirlenince bir acayip oluyordu. "Büyüdü diye de atalım mı?" dediğinde az önce dediği deyim aklıma gelince daha çok gülmeye başladım.

Annem kolumu en sonunda bırakıp, başımı kaldırmama izin verdi. Saçlarımda ıslanmıştı. Yüzümden süzülen su damlalarına rağmen gülmeye devam ettiğimde annem sinirle bana bakıyordu.

"Ne gülüp duruyorsun Seyhan?" diye sordu.

"Saldım çayıra Mevla'm kayıra," diyerek güldüm. "Ben bile o kadar çok deyim atasözü bilmezken, Meksikalı birinin maşallah her duruma bir sözü var." Annemin kenardaki sabun kalıbına uzanacağını anladığımda, hızla yandaki aralık kapıdan çıkıp kaçtım.

"Eşek sıpası!" diye bağırdığında sabun kalıbı karşı odanın kapısına çarptı. Gülmeye devam ederken banyo kapısının sertçe kapanmasıyla irkildim.

🍍

"Doğruyu söylüyorsun değil mi?"

"Kaç defa dedim nine valla doğruyu söylüyorum."

"Valla deme diye kaç defa diyeceğim sana. Valla bir gün çarpılacaksın," dediğinde, önce bir afalladım sonra çizgili yüzünde beliren ifadeyi görmem ile gür bir kahkaha attım. "Akıl mı bıraktın insanda," diye sitem etti.

"Nine, konuşmanın iki cümlesinden birinde valla demeden duramayan insanlarız. Havadan sudan konuşurken bile diyoruz yani ne yapalım?" İşaret parmağımla burnumu kaşıdım. "Ama haklısın bak, öyle her şeye de valla denmez," diye hak verdim.

"Geçiştirme beni şimdi. O deliye dikkat ediyorsun değil mi? Bak bir şey yaparsa direk bana geleceksen," dedi bilmem kaç yüzüncü defa. Nefesimi sesli verdiğimde omuzlarımı düşürdüm.

"Ah nine ya, yemin edeceğim onu da ettirmiyorsun ki. Nasıl inandırayım ben sana bana bir zararı olmadığını. Kendi halinde, işinde gücünde işte, benden uzakta delirip duruyor. Hem sen niye baştan engellemedin babamı? Valla nine konu biricik Yağız'ın olsaydı kimse senin bastonunu vurduğun yere ayağını bile vuramazdı." Kaşları çatılınca yüzündeki çizgiler daha bir keskinleşti. Baya tatlı oldu ama.

"O nasıl söz evladım? Sanki babanı geçen buraya geldiğinde vazgeçirmeye çalışmadım. Babanı bilmezmiş gibi konuşma. Cihan, Yücel ile Redife gibi değil ki iki zorlamayla vazgeçsin kararından. Aynı babası gibi, bir karar verdi mi ömrü billah döndüremezsin onu." Başını iki yana sallayıp pencereye baktı. "Eğer ben onu vazgeçirebilseydim anan olacak o kadını gelin diye önüme çıkardığında vazgeçirirdim," dediğinde, dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Nine yeter. Sürekli annemi hakir görmekten vazgeç. Kendimi bildim bileli hem sana hem yengeme bir kusuru olmamışken hala neyin memnuniyetsizliği bu?" diye sordum sakinlikle.

Zoruma gidiyordu sürekli ananem olan tutumu. Seviyordum ninemi ama o kadar çok ters yanları var ki bazen inat olarak yapması çok anlamsız. Anneme olan tutumu da inattan başka bir şey değildi. Neden, zamanında söylediklerinin altında kalmamak yani tükürdüğünü yalamamak için inat etmeye devam ediyordu.

"Benim anneni hakir gördüğüm falan yok. Oğlumu bulaştırdıkları yeterde artar bana! Zamanında uzaklarda, annen yüzünden elin memleketlerinde sürünmedi!" Birden parlamasına anlam veremiyordum.

Neyin öfkesi bu?

"Annem babam ne etmiş nine desene hele?" diye sordum ellerimi yukarı kaldırıp, yüzüne doğru eğilerek. "Tamam, babam birkaç yıl Meksika'da sırf annemi babasından almak için koşturdu, orasını konuşup dert yanmaya hakkın var fakat Redde nine, sahip olduklarının bir sonu bir bitimi var bunu unutuyorsun. O sadece senin oğlun değil ki kendin için isteyesin. O Allah için bir kul, annem için koca, benim için baba, diğerleri içinde kardeş, amca, dayı ve insan," dedim, sakin tutmaya çalıştığım bir tonda. Sert ifadesinde bir kırılma olmadı. Kaşlarını havaya kaldırıp tasvip etmez bir şekilde yüzüme, gözlerime baktı.

"Annen gibi ağzın iyi laf yapıyor, karşında kim olduğunu unutma Seyhan. İyisin hoşsun güzelsin ama yerini de bileceksin yoksa vazgeçilmez değilsin. Bazen aynı ben gibi olunca göğsüm gururla kabarıyor, bazen de fazla büyük laflar edip ne dediğini bilmiyorsun." Ayağa kalktım. Bu konuşma hiç iyi yerlere gitmiyordu. Resmen beni tehdit etmişti az önce.

"Hayır, Redde nine konu bu değil. Asıl cümleyi ben sana kurayım mı? Sen aklına yatanı alıyorsun, ters düşeni de acımasızca kendinden uzağa savuruyorsun. İşte konu bu... Ama ne var biliyor musun? Ben kendi aklımın da bir şeyler düşünebileceğinin farkındayım. Kendi aklım yerine başkalarının aklının düşündüğünü kabul edecek değilim. Sözünü dinler sayarım bilirsin ama kendi aklımın düşüncesine de bakarım ben. Bu kötü bir şey değil nine, hele büyük sözüne karşı gelmek hiç değil," dediğimde, arkamı dönüp gidebilirdim ama yapmayıp ona bakmaya devam ettim.

"Gözüm görmesin seni," dediğinde, başını başka tarafa çevirdi. Hadi ama koskoca kadın bana trip mi atacaktı?

"Sen bilirsin nine," dediğimde yanağından hızlıca öpüp geri çekildim. Kaldırdığı bastondan kurtulduğumda nedense herkes bugün bana vurma peşindeydi.

"Önce saygısızca konuş sonra gel öp," dedi arkamdan. Hey Allah'ım ya hala saygısızlık diyor!

Ninemin odasında çıkıp, uzun geniş koridorda ilerledim. İlerdeki Yağız'ın odasını görünce onun yanına gitmeye karar verdim. Öğlen olacak ama kahvaltıdan beri hala odasından kafasını bile çıkarmadı. Sohbeti pek güzel olmasa da yapacak başka bir şey yoktu.

"Bugün olmaz konaktayım diyorum sana." İçeriden gelen sinirli sesle elim havada kaldı. Kapıyı çalmaktan vazgeçip duraksadım. "Hallederim olmadı babam ile konuşurum bir çaresine bakarız," dediğinde, pek bir şey anlamdım Yağız'ın sözlerinden. "Nerden bile bilebilirim ben, her şeyi de bana soruyorsun." Kapıyı iki kez tıkatıp onun bir şey demesine izin vermeden kapıyı açtım.

Bedeninin hafifçe benim olduğum tarafa çevirmiş, kulağında telefon ile dururken göz göze geldik. Kaşları çatılmıştı. Diliyle dudaklarını ıslatıp, yavaşça yüzündeki ifadeyi yumuşattı. Rahatsız edildiği için mi yoksa telefondaki huzursuz konuşması mı sebepti bilmiyordum.

"Dediğim gibi ben hallederim sonra şimdi işlerim var ikide bir arayıp durma," diyerek karşı tarafın bir şey demesine müsaade etmeden kapattı.

"Herkimse sanırım seni uzun bir süre aramayacak gibi," dedim. Ayakucunda durduğu yatağın yanına gidip oturdum.

"Arayıp canımı sıkmasın zaten," dedi. Elindeki telefonu yanımdan geçecek şekilde yatağın üzerine attı. Biraz arka çaprazıma düşen telefona kısa bir bakış atıp tekrardan yüzüne baktım. Eliyle hafif kıvırcık saçlarını dağıttı.

"Kimdi ki?" diye sordum. Pek merak etmiyordum oysaki. "Okuldan biri işte," dediğinde geçiştirdi. Şimdi merak etmiştim ama bana neydi? Yanıma gelip oturduğunda ellerini arkaya doğru yaslayarak hafifçe uzandı.

"Biraz önce odama doğru gelirken içerden ninemin sesi geliyordu. Yine neye kızdı?" diye sordu, meraksız bir soruydu.

"Aynı şeyler işte. İki konuşuyoruz sonra laf anneme gelince birbirimize giriyoruz. Şu evlilik konusunu da konuşamadım. Çikolata dükkânındaki deliyi sorup durdu sonrası bildiğin gibi," dedim. Omzumun üzerinden ona baktığımda dikkatle bana bakıyordu.

"Kızgın mısın Karayel'in yanında çalışmana sebep olduğum için?" diye sordu samimiyetle.

"Ne kızacağım Yağız? Seninle bir alakası yok ki, sadece şakayla karışık bir fikirdi seninki, hem babam inan daha önce bunu düşünmüş olmalıydı yoksa sen der demez eve gelip bu konuyu açmazdı." Doğruldu.

"Neyse, bende öyle düşünüyordum ama emin olayım dedim. Yarın öbür gün senin yüzünden deyip karşıma çıkma da," dediğinde ikimizde güldük.

"Merak etme sana karşı kullanacak başka şeyler bulabilirim."

"Bulacağından adım kadar eminim. Peki, sana karşı nasıl davranıyor? Yani bir sorun yok değil mi? Gerçi olsa da başa çıkarsın olmadı Mustafa'ya koşarsın zaten," dedi. Yağız korumacıydı ama bu ne Mustafa ne de Kadir abim gibiydi.

Daha çok öylesine bir şeymiş gibi geliyordu ama nasıl anlatsam bilmiyordum. Ben, Yağız'ı anlatacak net kelimeler seçemezdim. Çok yakın bir bağımız yoktu. Hatta Adar ile ondan daha yakındım. Bugüne kadar öyle derin sohbetimiz olmamıştı ya da Yağız'ın hiç öyle derin sohbetleri yoktu karşısındaki kişiyle herhalde.

"Bilmiyorum ama karışık. Yani öyle bana zarar verecek bir deliliği yok fakat ne bilim Yağız, çok tedirgin edici ve fazla şüphe uyandırıcı. Bir şey diyor resmen seni öldüreceğini söylemiş gibi korkup şaşırıyorsun ama ardından bir kahkaha atıyor daha bir belirsiz oluyor düşüncelerin onun hakkında. Demem o ki, inana bende bilmiyorum. Öncesi nasılsa şimdisi daha karmaşık," diye cevap verdim.

"O adam çok garip. Bakması bile yetiyor insanın ondan çekinmesi için. Ama sen Karayel'e temkinli davran sağı solu belli değildir o psikopatın."

"Ahi her şeyden önce gerçek bir deli," dediğimde, Yağız'ın yüzü şaşkınca bana çevrildi.

"Ahi dedin," dedi şaşkınca. Ben o belirsize niye adıyla hitap etmeye başladım ki?

"Dalgınlıktan oldu." Ayağa kalkıp önümde durdu. "Hayır, sen dalgınken bile onun adını demezsin. Bana bak yoksa sen onun yanında adıyla mı sesleniyorsun?" diye sorduktan sonra gülmeye başladı. "Bu adam seni çok korkutmuş oluyor." Yataktaki yastığı alıp yüzüne fırlattım.

"Kapa çeneni Yağız! Geri zekâlı gibi anırıp durma karşım-" Cümlemi tamamlayamadan yüzüme yastığı fırlattı. Başıma sertçe çarpan yastıkla beraber yatağa sırt üstü devrildim. Sinirle kolumun üzerinde doğrulduğumda önüme gelen saçımı hışımla çektim. Hala gülüyordu.

"Geri zekâlı kafamı kırsaydın!" diye bağırdığımda yanı başıma düşen yastığı da alarak ayağa kalktım. Geriye doğru attığı bir kaç adımda ona attığım yastığı yakalaması ile sinir bozucu kahkahası arttı.

Etrafıma bakındığımda yatağın üzerindeki telefonu gözüme kestirdim. "Görürsün sen şimdi," dediğimde, gülmekten kısılan gözlerinin beni gördüğünü sanmıyordum. Telefonu aldığım gibi pencereye ilerledim. Pencereyi açmam ile rüzgâr yüzüme çarptı.

"Gebertirim seni!" diye bağırdığında ne yapacağımı anlamıştı. Elimi pencerenin dışına çıkarıp iki parmağım arasında telefonunu sallamaya başladım. "Hele bir dene siye ne yaparım gör o zaman. Ya da bak telefonundan başlayalım," dedim.

Birkaç adım bana atığında telefonu aşağı atıyormuş gibi yaptığımda anında durdu. "Manyak mısın kızım sen? Karayel ile takıla takıla ondan bir farkın kalmamış," dedi dişlerini birbirine sıkarak.

"Geri zekâlı! Sakın bir kere daha bana deli deme hele o deliyle bir tutma anladın mı?" diye sesimi yükselttim. Gereğinden fazla bir tepki verdiğimin fakındaydım.

"Görüsün sen," dediğinde, daha ne olduğunu anlamadan hızla aramızdaki azıcık mesafeyi kapatıp üzerime atladı. Pencereden uzaklaştırdığında avucumdaki telefona uzanmaya çalıştı. Parmaklarımı birbirine sıkıp elim ondan uzaklaştırmaya çalıştığım.

"Ver telefonumu!" diye bağırdı. Dirseğim ile karnına vurmaya çalıştım ama yapamadım. "Vermiyorum işte!" dediğimde onun gibi benimde sesim yüksek çıkmıştı. Konaktakiler her an başımıza toplanabilirdi. Tamda lafımın üzerine kapı gürültüyle açıldı.

"Kavga mı var?" diye soran kişi Seher'den başkası değildi. Sesi o kadar çok heyecanlı çıkmıştı ki bir an telefon elimden düşecekti.

"Kızım versene telefonumu," dediğinde, "Hayatta olmaz," diyerek çırpınmaya başladım.

"E, ben hangi tarafa destek olacağım?" diye sordu Seher. Yüzünü göremiyordum.

"Geri zekâlı tabi ki bana yardım edeceksin," dediğimde, anında yanımdaki varlığını fark ettim. Yağız ile ikimiz çırpındıkça Seher'i bir türlü göremiyordum. Birden Yağız'ın sırtına atlaması ile yatağın üzerine devrildik.

"Lan Seher in sırtımdan! Ah belim gitti.!"

"Geri zekâlılar ikinizin altında ezildim!" diye bağırdım.

"Seyhan bana uzat telefonu," dedi Seher.

"Bir şey göremiyorum ki nasıl vereyim?"

"Seyhan aç şu elini bak sırtımdaki zaten belimi kırdı. Seher in lan!"

"İkinizde kalkın üzerimden geri zekâlılar pestilim çıktı. Seher elini koltuk altımdan çek artık telefon orada değil yanlış yerde arıyorsun."

"Ah! Kolumu niye ısırıyorsun aptal," dedi Seher. Ben ısırmadığıma göre Yağız ısırmıştı.

"Sende kalk sırtımdan." O sırada burnuma bir darbe aldığım.

"Ah, Yağız burnumu kırdın geri zekâlı," diye bu sefer ben bağırdım. Kapıdaki hareketliliğe aldırmadan yatakta kavga etmeye devam ettik. Başımı çevirmem ile Ümran'ın şaşkınlıkla kapıda dikildiğini gördüm çok kısa bir an.

"Bu bağrış ne? Allah aşkınıza çocuk musunuz siz, konağı başımıza yıkacaksınız," dedi Ümran. "Seher in Yağız'ın sırtından. Seyhan nerde?"

"Ümran ikisinin altındayım Allah aşkına kaldır şunları üzerimden," dedim.

"Önce telefonu versin," dedi Yağız. "Tamam, Seyhan ver bana şu telefonu," dediğinde, Ümran elimi tutmuştu. Daha fazla dayanamayacağım için Ümran'a elimi açıp telefonu almasına izin verdim. "Telefon bende şimdi yavaşça birbirinizin üzerinden kalkın." Üzerimdeki hareketlilik azalınca ağırlıkta orantılı bir şekilde azalmaya başladı. "Yavaş kalkın, şimdi bir yerlerinizi incitmeyin," diye konuşmaya devam etti. Üzerimdeki ağırlık tamamen kalkınca, doğrulmaya çalıştım. Ümran elindeki telefonu Yağız'a uzattı.

"Ne güzel stres attık," diyen Seher'e ters ters baktım. Elimle burnumu ovuşturduğumda ağzımdan bir inleme kaçtı.

"Ne oldu?" diye sordu Ümran. Yağız'a bakıp, "Dirseği ile burnumu kırdı," diye cevap verdim.

"Dur bakayım," diyerek elimi burnumdan çekti Seher. "Bir şeyin yokmuş." Cidden geri zekâlıydı bu kız!

Yağız, Seher'in başına hafifçe vurup, "Cidden geri zekâlısın ha," dediğinde, içimden geçeni dile getirmişti. Ümran kardeşinin bu haline gülünce bizde güldük.

O sırada bir melodi çalmaya başladı odanın içinde. Yağız elindeki telefonu açıp kulağına götürünce hepimiz ona baktık.

"Bir dur oğlum ya daha telefonu açmadım." diyerek bir kaç saniye karşı tarafı dinledi. "Tam çıkıyordum ki Seyhan telefonumu aldı yoksa sana yardıma daha önceden gelirdim," dediğinde kimle konuştuğunu anladım.

"Yalan söyleme daha on dakikadır senin yanındayım. İşten kaçtım demiyor da," diyerek Adar'ın duymasını sağladım. Yağız bana sinirle bakıp başını sallayınca umursamadım.

"Tamam, hemen çıkıp geliyorum daha yemekleri dağıtmaya başlamadan orada olurum," diyerek kapıdan çıktı.

🍍

"Niye benim bundan haberim yok."

"Aklımdan çıkmış işte," dedi. Arkadan sesler geliyordu.

"Ne yapacağını benim söylememe gerek yok değil mi? Bak öğle yemeğini yemeyeceğim ona göre," dedim. Tam bana cevap verecekken yanına biri gelmiş olmalı ki onunla konuşmaya başladı. Telefonu kulağımdan çekmeden merdivenlerin ortasında oturdum. O sırada Adar bir şeyler diyordu yanına gelen kişiye.

"Bak duydun mu işte? Her dakika başı biri gelip bir şeyler diyor ya da istiyor. Yeminle bir yemek kazanlarının başında durup karıştırmadığım kaldı," dedi. Sesi yorgun ve hayıflanır gibi çıkmıştı. "Sen öğle yemeğini yeme ikindiye doğru ben sana yemek getiririm. Gerçi benimde yemek yiyecek pek fırsatım olmayacağı için bende aç kalacağım."

"Davet sahibinin oturup yemek yediği nerde görülmüş?" dediğimde güldüm. "Yemek tepsilerini getirip götürmekten oturacak fırsat bile bulamazsın."

"Sabahtan beri ayakta bir o yana bir bu yana gidip geliyorum. 'Adar bunu davet et' dediklerinde telefon edeyim diyorum var ya babamın bir yüzünü görsen nasıl bakıyor bana, sanki kötü bir şey demişim gibi. E, bende mecbur arabayla o ev senin bu ev benim kapı kapı insanları davet ettim. Yağız'da güya sabahtan gelip bana yardım edecekti bak hala ortalıkta yok," dedi.

"Biraz önce çıktı, on dakikaya orda olur," dediğimde, Yağız ile kavgamızın üzerinden birkaç dakika geçmişti. Yağız gider gitmez bende odaya gidip telefonumu alarak Adar'ı aradım.

"Yemekleri dağıtmaya başlayacağım şimdi geldiğinde yarısı bitmiş olacak zaten hiç gelmeseydi pislik herif," dedi. Sesi sinirli çıkmıştı. Haklıydı, şimdi onlarca kişiye davet vermişlerdi ve Adar evin büyük oğlu olmasının yanında tek erkek çocuktu. Birde Reyhan vardı işte.

"Adar, yemekleri dağıtmaya başlayalı mı?" diye sordu arkadan bir ses. Adar," Ulan gidin dağıtın işte, bütün yemekler tepsilerde dizili illa ben mi önden götüreceğim?!" diye bağırmıştı.

"Lan oğlum davetin sahibi sen değil misin çabuk gel yoksa geri dönerim bak!" diye konuşan sesi tanımıştım. Yağız oraya varmış olmalıydı çünkü şimdi seslenen oydu.

"Şerefsiz geleli iki dakika daha olmadan hemen de yoruldun mu? Git taşı geliyorum şimdi!" Adar'ın sinirli sesiyle güldüm. Cidden çok yorulmuş olmalıydı ki, sinirden çok bağırıyordu. "Seyhan ben kapatıyorum şimdi birkaç saat sonra Yağız ile birlikte yemeği getirip yeriz sizin orada," dedi.

"Tamam, sen işine dön. Ha bu arada bol koy yemeklerden ve Reyhan'ı da seninle beraber getir çok sıkıldım burada."

"Reyhan'ı falan getirmeyeceğim. Git Ahi Karayel'i getir de ona bile razıyım ama Reyhan ile beni muhatap etme," dedi. Reyhan hakkında her zamankinden daha sinirliydi. Bu hafta sonu evde olduğu için sürekli somurtarak gezdiğine ve babasından sert uyarılara maruz kaldığını tahmin edebiliyordum.

"Pekâlâ, o deliyi getir," diyerek telefonu yüzüne kapattım. Ahi'yi getirecek yürek onda yoktu o yüzden Reyhan'ı istemeyerekde olsa çağıracaktı.

Umarım bir gün Reyhan konusunda büyük bir pişmanlığın olmazdı Adar. Eğer olursa en çok kendisi üzülecekti. Çocuksuydu, eğlenceli ve herkese kendini çok çabuk sevdirecek biriydi ama konu ailesindeki durum olunca ondan beklenmeyen bir ciddiyet bürünürken aynı zamanda peşin hükümler veriyordu. İki kardeş çok benziyordu karakter olarak. Mesela Reyhan da Adar gibi çocuksu ve sevecendi. Ya da bazı konularda da çok zıt olabiliyorlardı sanki hiç kardeş bağları yokmuş gibi. Önemli veya önemsiz bir konu da Adar başı çekecek meraktayken, Reyhan temkinli belki birazda korkak davranırdı. Genelde ben daha düşünerek adımlarımı atarken en az Adar kadar bir şeylere burnumu sokmaya meraklıydım. Sanırım bu yüzden çok iyi anlaştığım ikinci kişiydi. İşin garibi Mustafa ile hiç iyi anlaşamazlardı ya da Mustafa onu gördüğünde sabır çekip biran önce ortamdan kedini soyutlayarak onunla muhatap olmak istemezdi; Adar'ın aksine.

Seher içinse kavga olsun yeterdi, her an her şeye, en çokta aksiyona hazır beklerdi. Yağız ise... Onu nereye konumlandıracağımı çoğu zaman bilemem. Hep sonradan girer her şeye veya herkesin bitirmesini bekler ondan sonra kendini dâhil ederdi. Aslında bulmuştum; Yağız fazla gözlemci ve dikkatliydi her konuda.

Hepimiz farklı sınıflarda okuyorken, alan seçimi gerçekleştiğinde, Seher dışında hepimiz aynı sınıfa düşmüştük. Ya da biz öyle istemiştik. Seher dil bölümüne gitmişti çünkü dersler ile arası olmadığı için en rahat alan olan dile gitmişti. Zaten ufaktan bir Arapçası ve ileri derecede İngilizceye sahipti.

Telefonu cebime koyup merdivenlerden aşağı doğru inerken, Seher'i bulmaya karar verdim. Gün içinde de nineme gözükmemek için konağın köşelerinde saklanmaktan başka çarem de yoktu.

Kısa sürede bakmadık yer kalmayıncaya kadar Seheri aradım ama bulamadım. Muhtemelen sokaktaki çocukların oyun sırasında çıkardıkları kavgaya dâhil olmak için nöbet tutuyordur.

Ardından geçen son bir kaç saat ne yaptığımı bilmeden ikindiye kadar vaktimi harcadım. Saat neredeyse öğleni çoktan geçip dördü vurmuşken, daha ne kadar açlığa dayanabileceğimi bilmiyordum. Boş boş konağın avlusunda otururken, ilerde annem, halam, yengem, Ümran ve ninem oturmuş sohbet ederek akşam yemeğini hazırlıyorlardı.

"Şu hale bak, millet akşam yemeğini ocağa koydu biz hala sabah kahvaltısı ile ayakta yaşam mücadelesi veriyoruz."

"Kendini sırf o çok sevdiğin davet yemekleri için aç bıraktın ama benim niye yemek yememe engel oldun? Senin yüzünden bende açlıktan geberiyorum. Allah aşkına nerde kaldı bunlar bayılmak üzereyim artık." Yanımda söylenen Seher'e kısa bir bakış attım.

"Açlıktan başım dönüyor birde sen üzerime gelme." Kucağında tutuğu fıstıklardan biraz alıp ağzıma attım.

"Antep fıstığı ağacı yeşerecek midemde," dediğinde, sesi boğuk çıkmıştı ağzı dolu olduğu için. Ağzımdaki fıstıkları çiğneyip yuttuktan sonra Seher'e baktım.

"Antep fıstığı diyoruz ama maşallah tüm fıstıklar Urfa'dan oraya gidiyor."

"Fabrikaları orada olduğu için olabilir mi acaba?" dedi alayla. Sanki ben fabrikaların orada olduğunu bilmiyordum.

"Fıstıklarımız burada işlensin diye ben mi gidip fabrika açayım acaba," diye düşündüm.

"He yavrum he bir o kalmıştı bulaşmadığın. Adar ile de ortak olursunuz."

"Biri bana mı seslendi," diye duyduğumuz sese aynı anda döndük. Kapıdan elinde poşetlerle Adar belirmişti. Ardından Reyhan sonra Yağız göründü. "Neye ortak oluyormuşum?" diye sorduğunda bize doğru geliyordu. Hızla ayağa kalktığımda Seher'de benimle kalkmıştı.

"Geri zekâlı! Açlıktan sırtım mideme yapıştı," dediğimde güldü.

"Midem sırtıma yapıştı olacaktı o." Bunu diyen Adar değildi. Hayretle anneme döndüm.

"Nihal teyze!" diye sevinçle bağırdı Adar. Aramızdaki kısa mesafeyi kapatıp, aceleyle elindeki poşetleri benim ellerime tutuşturdu. "Alsana kızım yemeğini." Bıkkınlıkla tuttum poşetleri.

Bizimkilerin oturduğu masaya ilerledi sevinçle. Gülümseyerek ona bakan annemin yanında durduğunda hızla ona sarıldı. "Bayadır görmedim seni teyzem ya. Öyle özledim öyle özledim ki anca bir Meksika tatili sana olan özlemimi giderir," dediğinde, herkes gülmüştü. Ben ise alışık olduğum bu haline açlıktan dolayı baygın bakışlar atmaktan başka bir harekette bulunmadım.

"İsteseydin gelirdin. Okul ile ev arası birkaç dakika ama sen başka şeyler için okuldan kaçmayı bilisin anca," dedi annem.

"Beni kızınla karıştırma teyzem." Annem elini onun saçlarına götürüp dağıttı. Adar bu sefer ninem doğru ilerlediğinde elinden öptü. "Redde nine nasılsın?" diye sordu. Ninem sıcacık bir şekilde tebessüm ederek, "Allaha şükür iyim evladım, sen nasılsın ailen nasıl?" diye sordu.

"Geçinip gidiyoruz ninem, ailemde iyi ne olsun." Adar, nineme cevap verip halam ile yengemle de sarıldıktan sonra Ümran ile de ufak bir selamlaşma yaşayıp masadan ayrıldı. Hemen onun ardından Reyhan da bizimkilerle selamlaştıktan sonra merdivenlere yöneldik.

Hepimiz açtık şu anda. Yağız, Adar ve Reyhan'ın davetin işlerinde dolayı pek yediklerini düşünmüyordum. Zaten elimdeki poşetlerde olan yemekler baya çoktu. Ben önde onlar arkamdan çatıya çıktığımızda hafif esen rüzgârı hissetmiştim. İlerde duran dört ayaklı demir divanın üzerine poşetleri bıraktım. Hepimiz üzerine çıkıp yerleşince, yemekleri ortamıza bıraktık. Safranlı, üzümlü ve bol fıstıklı pilav, üzerinde de bolca et ve yanında da kuru fasulye vardı. Tatlı olarak da zerde tabi ki.

"Kavga var deseler bu yemekleri bırakıp gitmem o derece açım," dedi Seher, önündeki yemeklere iştahla bakarak.

"Neden hiç emin olamıyorum acaba?" Duraksayıp, "Senin öncelikli besinin kavga olduğu için herhalde," diye devam etti Yağız.

"Yavaş ye belki bize de bırakmak gibi bir niyetin vardır," dediğinde, bunun muhatabı bendim sanırsam. Ağzıma attığım etli pilavın üçüncü kaşığını çiğnerken Adar'a bakıp başımı iki yana salladım. Ah, bu yemekleri görecem ve çene çalacağım öyle mi? Hayatta olmaz! Lokmamı yuttum.

"Ye işte tutan mı var?" dediğimde, ona bakmadım. Çoktan kaşığıma doldurduğum zerdeyi ağzıma götürüp yedim. Herkes yemeğine başladı.

Sessizlik olduğunda herkesin ne kadar aç olduğunu soluksuz kaşıkladıkları pilavdan anlaşılıyordu. Aceleyle yemek yerine tadını alarak yavaşça yemeye başladım. Hepsinden önce birkaç kaşık önde başlamam rağmen en sona kalacağımı biliyordum.

Bir süre sonra herkes karnını doyurmuş tatlılarını yavaşça yerken, ben onu zaten pilavla beraber yarıladığım için pek sorun yoktu.

"Geçen hafta olan kaçakçılığı duydunuz mu?" diye sordu Reyhan. Bir an ona bakıp yemeğime devam ettim. "Her yerde başta Urfa olmak üzere Mardin ve Mersin de geçekleşen tarihi eser kaçakçılığı haberleri vardı."

"Küçük bir şey değildi ki milyon dolarlar civarı belki de daha fazlası bir maddi kayıp olduğunu söylemişlerdi. Baya değerli parçalar varmış adamların elinde. Zaten şimdiye kadar çoğunu yurt dışına çıkarmıştır bu çete. Adamaların önceki vurgunu zaten ortada, birde bu olunca eskisinden daha çok ses getirdi," dedi. Seher'in konuşmasından sonra herkes önlerindeki boşları toplayıp poşetlere koydu.

"Bu işler Güneydoğuda yıllardır vardı," dedi Adar. Bana doğru uzattığı poşetin içine kendi tabaklarımı da koyduktan sonra demir divanın aşağısına bıraktım. "Çok merak ediyorum bu çeteyi var ya. Adamlar ikidir ülkeyi ayağa kaldıracak büyük işler yapıp geri çekiliyor. Mekânları zaten belli Urfa, Mersin ve Mardin... Ama en çok buradan kaldırıyorlarmış değerli parçaları. Hayır, anlamadığım bunlar nasıl buluyorlar bunları."

"Neyini anlamıyorsun oğlum? Doğu tarafının taşı toprağı bile hazine." Yağız'ın dediğini onaylayarak başımı sallayıp, "Yağız doğru söylüyor. Toprağın altını bir metre kazsan bir şey bulma ihtimalin yüksek," dedim.

Yağız ellerini arkasın yaslayarak bacaklarını da divandan aşağı bıraktı. "Bu adamaların ya da çetenin her neyse, böyle genç olduğunu mu düşünüyorsun. Aralarında illa genç vardır ama bence hepsi yaşını başını almış, buraları iyi bilip çevresi olan insanlar," dedi.

"Burada yaşamış kişilerdir bence de. Zamanında bir sürü medeniyeti yaşamış bir bölgede efsaneler, hikâyeler ya da söylentilerin diyelim yüzde yüz olmasa da bir gerçeklik payı vardır. Bölgeyi biliyor insanları biliyor o yüzden biraz zor deşifre olurlar," dedim. Bu olay sandığımdan daha büyüktü. Çünkü o gün baba ile konuştuktan sonra günlerce haberlerde yenilenip durmuştu. Herkes bu üç şehirden ortaklaşa gerçekleştirilen tarihi eser kaçakçılığı hakkında bir şeyler deyip açıklamalar yapıyordu.

"Babamın dediğine göre bir süredir bu çete için buraya gönderilen birileri varmış," dediğinde Reyhan, Adar alayla gülmüştü. Baba kelimesini dediği için gereksiz bir tavır takınmıştı. Reyhan ona kısaca baktığında, hiçbir şekilde bir duygu göstermemişti. Düzdü bakışları. "Çok yersiz." Mırıltısını saklamak gibi niyeti olmamıştı.

"Yersiz olan ne Reyhan?" diye sordu. Adar onunla en ufak bir diyalogda bile iki şekilde karşılık verirdi; ya ciddi ya alay. Ve bu ikisiyle tek amacı onun canın yakmaktı bariz bir şekilde.

"Bilmediğini söyleme," dedi sakin bir tonla. Bir an bakışlarım Seher'e kaydığında ikisi arasındaki diyaloğu heyecanla takip ediyordu. Amacı belliydi.

"Sen söyle kardeşim neyi biliyormuşum? Beni tanımanı da aramızdaki bağa yormalıyım değil mi?" Reyhan duyduklarıyla dudaklarını birbirine bastırıp sertçe yutkundu. Daha fazla ileri gitmemesini umarak bekliyordum.

"Size bir şey anlatayım mı?" diye sordu Yağız. Hepimiz ona bakmıştık. "Duyduğum bir hikâye." Uzandığı yerden doğrulup bize tam döndürdü bedenini. Sanırım Adar'ın daha fazla ileri gidip Reyhan'ı üzmesini engellemek istemişti ya da söyleyeceği kalp kırıcı her bir sözün altında bir gün ezilmesini de engelliyor olabilirdi.

"Bir gün bir kadın köydeki bir tepenin eteklerinden toprak kazıyormuş. Kadın toprağı kazarken yerin altından bir tepsi çıkmış. Böyle geniş, orta boylarda paslanmış olduğundan, kadın bunun işe yaramaz bir çay tepsisi olduğunu anlayıp atmış. Oradaki kadının çocukları da odunların üzerine atılmış haldeki tepsiyi görünce alıp oyuncak yaparak oynamaya başlamışlar. Tepsinin içine taş toprak koyup yerde sürükleyerek oynuyorlarmış. Sonra bir gün o civardan geçen bir adamın kaçak olan motoru bozulunca mecburen yürüyerek yoluna devam etmiş. Elinde motorunu sürerek köyden geçerken, çocukların ileride oynadığını görmüş. Ellerindeki tepsiye gözü takılmış. Çocuklar tepsiyi yerde sürükleyerek oynadıklarından tepsinin alt kısmındaki pas azalmış. İşte bu adamda çocukların yanına gidip tepsiye bakmak istediğini söylemiş. Çocuklar tepsiyi verince, adam tepsinin alt kısmını incelerken bunun altın olduğunu farkeder. Bunun eski bir altın tepsi olduğunu anlayınca çocuklardan ister ama onlar oyuncaklarını vermek istememiş. Adamda elindeki değerli tepsiye karşılık kaçak ve bozulmuş olan motorunu çocuklara vermiş. O tepsiyle onlarca motor alırdı. Sonra çocuklar aldıkları motoru eve götürdüklerinde annelerine her şeyi anlatmışlar. Kadın, bir adamın motorunu küçük çocuklara vermesini mantıklı bulmayınca bunu üzerine her şeyi kocasına anlatmış. Adam anında her şeyi anlayıp, onun çok değerli tarihi bir altın tepsi olduğunu söylemiş karısına. Kadın da üzüldüğü ile kalmış," diye bitirdi.

Hepimiz Yağız'ın anlattığı hikâyeden sonra bir süre ona baktık. Yağız tekrardan eskisi gibi yan dönerek, kollarını arkaya yasladı. Başını geriye attığında güneşin batmaya yüz tuttuğunu ve havanın kızıllığını kaybettiğini yeni farketmiştim. Hala gökyüzüne bakmaya devam ederken konuştu.

"Buralardaki geçmiş yerin altından bir metrede yatıyor."

🍍

Continue Reading

You'll Also Like

3.7M 226K 81
* Siz: Ay acaba lamalar uçsa nasıl olurdu? Siz: Düşünsene, kafana tıpkı martının sıçması gibi tükürüyorlar. Siz: Çok komik olmaz mıydı? ÜSĞĞDDĞSPDĞPF...
SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

757K 44.4K 5
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
3.1M 158K 66
Hayatı boyunca kimseyi sevmemiş, tek derdi vatan, bayrak ve ülkesi olan asker ile hiç sevildiğini hissetmemiş, kalabalık içinde yalnızlığı hisseden b...
802K 47.6K 67
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...