Oflayarak "Ne yapacağız peki şimdi?" diye sorduğumda yukarıyı işaret etti.

"Ben seni ondan korumaya çalışacağım. Sen de yakalanmamaya çalışacaksın." dedi.  Neden bahsettiğini soracakken yukarı baktım ve dev bir ejderhanın bize doğru yaklaştığını görerek gözlerimi kapattım. Bu kadarı da fazlaydı ama. Artık gerçekten uyanmam gerekiyordu. Acaba bu kabus tam olarak ne zaman başlamıştı? Dövmeciye geldiğim kısımdan itibaren mi?

Egehan "Şu gözlerini aç hemen ve kaç!" diye bağırdığında hâlâ uyanmamış olduğumu anlayarak gözlerimi hızla açtım. Ejderha artık çok yakınımızdaydı.

Çığlık atarak "Nereye kaçacağım? Bu hayvan niye bize doğru geliyor ki?" diye sordum.

"Ormana gir!" diye bağırdı tekrar. Yutkunarak eteklerimi topladım ve Egehan'a arkamı dönerek karanlık ormana doğru koşmaya başladım ama aklımda Egehan'ın büyük ve kanatlı bir hayvandan beni nasıl koruyabileceği vardı. Şu an kesinlikle ona ne olacağını umursamıyordum. Tek isteğim buradan kurtulmaktı.

Ormana çok yaklaştığımda zaferle gülümseyecektim, tabii aniden havalanmasaydım. Omuzlarımı kavrayan büyük pençeleri gördüğümde çığlık çığlığa "Egehan!" diye bağırdım.

Aşağıda kalan Egehan "Egehan değil, Felix demen gerekiyor!" diye bağırdığında tepinmeye başladım.

"Şu an önemli olan bu mu gerçekten?" diye bağırırken aklıma belki de kendi isimlerimizin işe yaramayabileceği gelmişti.

Hemen "Felix!" diye bağırdım ama aldığım tek karşılık "Seni kurtaracağım Prenses Meira!" oldu. Bu gerçekten şaka falan olmalıydı. Kurtulduğumda seni işten çıkaracağım Egehan ya da Felix. İyi bir koruyucu değilsin.

Git gide yükseliyorduk ve ben artık aşağı bakamıyordum. Omzumdaki pençelerin baskısı ve kanatların yarattığı güçlü rüzgâr beni aşırı derecede rahatsız etmeye başlamıştı.

Buraya ilk geldiğimde gördüğüm şato artık çok daha yakındı. Ne yani ben masallardaki ejderhalar tarafından kaçırılan salak prenses rolünde miydim? Beni bu role seçen her kimse ona bunun hesabını sormam gerekiyordu.

Ejderha yavaşça alçaldığında gözlerimi sıkıca kapattım. Belki dengesiz bir ejderhaydı ve bir yerlere çarpacaktı. Süzülmeye başladığımızda başımı hafifçe eğdim. Neden böyle yaptığım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sanırım içgüdüsel bir hareketti.

Sonunda rüzgar kesildi ve ayaklarım sertçe zemine bastı. Tabii ki dengemi sağlayamayarak yeri boyladım ve acıyla inleyerek gözlerimi açtım. Burası taştan duvarları ve zemini olan soğuk bir odaydı. Odanın içinde yukarıdan sarkan beyaz tülleri olan bir yatak, ahşap bir dolap, bir sandalye ve bir masa vardı ve... bir de dev bir ejderha.

Yutkunarak ejderhaya baktım. Boynu fazla uzun olduğu için kafasını aşağıya eğmek zorunda kalmıştı. Boyun eklemlerinden biri tavana değiyordu. Kuyruğu ise camdan dışarı çıkmıştı. Koyu kahve derisi yarıklarla doluydu.

Başını bana doğru uzattığında korkuyla geri çekildim ve başımı yana çevirerek "Lütfen beni yeme! Ben buralarda yeniyim ve prenses falan değilim. Gerçekten bak. Üstümdeki de seni aldatmasın, bir dükkandan çaldım. Yani prenses olduğum için kaçırdıysan boşuna kaçırmışsın." dedim ikna olmasını umarak. Allah'ım masallardaki bir hayvanla konuşarak anlaşmaya çalışacak kadar ne günah işlemiş olabilirim?

Bana inanıp inanmadığını görmek için başımı yavaşça önüne çevirdiğimde ejderhanın vücudundan dumanlar çıkmaya başladı. Umarım gaz çıkarmıyordur. Dumandan öksürürken ejderha yavaşça küçüldü ve bir insana dönüştü.

Rüzgâr Sokağı'nın Tuhaf DövmecisiDonde viven las historias. Descúbrelo ahora