O da ekrana yaklaştı ama gözleri kısılmış, biraz da somurtmuştu. "11,000 kilometre ötede olman çok kötü." Ekranda göründüğü kadarıyla başıyla beli arasında kalan endamını gösterdi. "Tüm bunlara sahip olabilirdin. Kendisinin nazik bir âşık olmadığını söylemiştim değil mi?*" (*Too bad you are 7000 miles away. You could have all of this. I've told you he's not a tender lover, haven't I?)

Bu ara biraz uyuzdu. Arkama yaslandım. Kaşlarım da biraz çatılmıştı. "Gıcıklık yapma.*" (*Don't be mean)

Belim kadar olmuş kollarını göğsünde bağlayıp "Sensin gıcık," dedi.

Gözüm parmak eklemlerine kayarken "Pençelerin kayıp Wolvie,*" dedim ben de uyuz uyuz. (*You're missing your claws Wolvie)

"Bugünlük pençe yok. Birkaç kavga koreografisine yarın bakacağız."

"Metal pençelerle rahatsız olmayacak mı? Ağırdır da şimdi...*" (*Isn't it uncomfortable with the claws? Must be heavy too.)

"Wolverine'in farklı farklı pençeleri var: Sahneye göre plastik, kauçuk, metal... Rötuş gerektiğinde, hareket çok zor ya da rahatsız olduğunda veya estetik açıdan daha iyi olacaksa zaten bilgisayar grafikleri kullanıyoruz.*" (*Wolverine has a different set of claws. Plastic, rubber, metal depending on the scene. For polishing or when it's too difficult or uncomfortable, or simply looks aestetically better, we use CG (computer graphics) anyway.)

Efekt kullandıklarını bilsem de kauçuk pençeli bir Wolverine hayal edemiyordum. "Hep metal olduğunu zannetmiştim ben..." dedim biraz hayal kırıklığıyla.

"Aksiyon sahnelerinde fazla tehlikeli olurdu. Sadece yakın çekimlerde metal pençeler kullanılıyor," dedi büyük bir ciddiyetle. "Birilerinin yaralanmasını istemeyiz. Göz bile çıkarabilirler.*" (*They could poke an eye out)

Son cümlesinin iğrençliği beynime işlemedi. Gözlerimi alamıyordum, yüzünün, vücudunun her bir kıvrımından. "Hala inanamıyorum," diye mırıldandım ağzım açık bakarken.

Wolverine'de eğreti duran tatlı bir gülümsemeyle "Artık inansan iyi olur," dedi. "Benim, Wolvie."

Kalbim böyle yumuşacık pamuk gibi oldu. "Her şey yolunda mı? Çok yoruluyor musun?"

"Yolunda. Ne kadar yorulsam da, yaptığım işe konsantre olmak hiç değilse kafamda kurduklarımdan uzaklaştırıyor."

"Ne kuruyorsun kafanda?" diye sordum biraz korkuyla.

"Duymak istediğinden emin misin?"

Emin değildim ama kendi kendine olmayan şeyleri kuruntu yapmasını da istemiyordum. Özellikle de ben bitki gibi yaşarken. "Her şeyi paylaşacağımızı söylememiş miydik?"

Sözümüzü hatırlayınca ikna olmuş göründü. "İstersen paranoyak de bana," dedi derin bir nefes alırken. "Ama sanki uzakta geçen her günle birlikte aramızdaki şey daha da kırılgan bir hale geliyor gibime geliyor. Yanlış bir hareket yapıp her şeyi mahvetmekten korkuyorum.*"

Esas paranoyak kim acaba? Sen mi ben mi? "Ben de öyle olmadığını bildiğim halde her gece partiden partiye koştuğunu düşünüyorum mesela. Bensiz çok eğlendiğini düşünüyorum."

"Halim yok maalesef," dedi hafifçe tebessüm ederken. "Yavaş yavaş vücudumdan çıkıyor acısı.*" (*Slowly it's taking its toll on my body)

"Keşke yapabileceğim bir şey olsaydı senin için."

"Sadece konuş benimle," dedi. "Başka ne düşünüyorsun?" diye de ekledi keyifle.

"Sette güzel kızlar olduğunu düşünüyorum sonra. Çekimler başlayınca daha da yakın çalışacaksınız."

Haince sırıttı. "Doğru düşünüyorsun."

Kapak Modeli 🌙Yarı Texting🌙 (Tamamlandı)Where stories live. Discover now