Gökyüzüne baktım, tekrar.

Baktığım her şeyin onu anımsatması ironik olsa da gülümsemeye çalıştım. Gülmeliydim. Buradaydım. Onunla, onun dizleri arasındaydım. Gülümsemek zorundaydım. Mutlu olduğumu bilmeliydi. Ağladığımı görürse eğer, yanlış anlayabilirdi beni. Onu sevmediğimi düşünebilir, aşkımın yalan olduğunu anlardı belki.

Ama ben bunu kaldıramazdım ki.

Elimde olan tek şey, aşkımdı. En azından beni sevmese bile, nasıl sevildiğini görseydi ya, keşke.

Yeni bir hıçkırık, boğazımdan dudaklarıma süzülmeye çalışırken tırnaklarımı bacağıma geçirerek içimi çektim. Göz yaşlarımı durdurmak için ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.

Kafamda milyonlarca soru vardı. Türemekten vazgeçmeyen o kadar çok soru vardı ki cevapları yetiştirmeye çalışmak zor geliyordu artık. Fakat en büyük soru ve sorun; Atlas’ın içinden bir mektup okuduğu defterimdi. Baş ucumdan ayırmadığıma emindim. Genellikle Atlas’a adanmış sayfalarla dolu,ince bir defterdi. İnce olmasına karşın, ruhumun yaralarını taşıyor oluşu onu epey bir ağır kılıyordu aslına bakarsak. Çünkü içinde yazan her şey, Atlas’a söylemeye cesaret edemediğim kelimelerle doluydu. O karşıma geçseydi, kalbimden süzülen sözcükler, dudaklarıma ulaşamazdı. O, benim olsaydı bile aşkımı anlatamazdım gözlerine bakarak, en büyük haksızlık bu olurdu, biliyordum.

Bu deftere nasıl eriştiği muammaydı. Odama mı girmişti? Defteri en son baş ucumda bıraktığımı hatırlıyordum ama kafam o kadar dalgındı ki, beş gün önce nereye koyduğumu anımsamak zorun geliyordu. Üstüne üstlük, bu defteri neden okumuştu?

Utançtan ısınan yanaklarımı gizlemek adına göz yaşlarım iş görüyordu. Saniyeler geçtikçe hızla yanaklarımı terk ediyorlar, dur durak bilmeden boynuma sığınıyorlardı. Bedenimin sarılmaması için kendimi sıktığımı fark etmemesini, saçlarımı okşamayı kesmemesini umdum.

Biraz daha mutlu hissetmek istiyordum.

Fakat bunun mutluluk olduğundan emin miydim, bilmiyordum. İnsanlar mutlu olduklarında, kalplerinden bir kuş uçmalıydı. İnsanlar mutlu olduklarında, dudakları kıvrılmasa da bunun farkına varmalılardı. Oysa ki ben, baş ucumdaki güzelliğin değerini bilmek adına mutlu olmam gerektiğini öğütlüyordum kendimde. Canım yanıyordu. Canım yanıyordu ama mutluydum. Mutlu olmalıydım. Çok mutlu olmalıydım çünkü bunu bir daha hissedebileceğimden emin değildim. Belki bu, onun dizinde ilk yatışım olmasına karşın, son olmaya da hak kazanacaktı. İyi kullanmalıydım. Ona dair olan her şeyi iyi kullanmalı, değerini bilmeliydim. Mutlu olmam gerekiyordu. Mutlu. Çok mutlu olmalıydım.

İç içe giren düşüncelerimin düğüm haline geldiğini, kendimi sıkmayı bırakıp sarsıla sarsıla ağlama hakkını bedenime tanıdığımı fark edebilmem için Atlas’ın sesini duymam gerekmişti. Saçlarımda gezinen parmaklar durmuş, bunun yerine yanaklarımdaki yaşların üzerinde hareket etmeye koyulmuşlardı. Aradan geçen birkaç saniye ardından, bedenimi doğrulttuğunu hissederek iç çektim.

“Dünya,” diyerek kaşlarını kaldırdığını görebilecek kadar kendimdeydim. Ses tonuyla uyumlu olan mimiklerini artık ezberlemiştim. Kaşlarını çatmış, dudaklarını içe doğru yuvarlayarak anlamsız bakışlarını üzerime dikmişti. Fakat mavilerinin rengi yavaşça açılıyordu.

Beni doğrulttuğundan ötürü omzumda duraksayan parmakları, tekrar yanağıma yöneldiğinde, bir damla göz yaşı bu seferde elini ıslatıp orada yoluna son verdi. Kaşları daha çok çatıldı, anlamsız bakışları yanaklarımda gezinirken soluğunu tuttu.

“Ağlıyorsun,” dedi buna inanması oldukça güçmüş gibi.

Yutkundu. Ardından tekrar etti.

OKYANUS KADAR MAVİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin