3. Bölüm

803 62 11
                                    

"Evet... size bir vaka anlatacağım. Örneğin...küçük bir... küçük bir kentteki bir doktoru elealalım ya da... ya da daha doğrusu taşrada... birdoktor... bir doktor..." Yine susup kaldı. Sonraansızın koltuğunu kapıp yanıma yaklaştı.

"Böyle olmayacak. Size her şeyi doğru dürüst anlatmalıyım, ta başından, yoksa anlamazsınız. Örnek vereyim, kuramsal olarak anlatayım desem olmayacak... başımdan geçen olayı anlatmalıyım size. Utanacak, gizleyecek bir şey yok. İnsanlar da benim önümde soyunuyor, bana yaralarını, idrarlarını, dışkılarını gösteriyorlar... insan kendisine yardım edilmesini istiyorsa, lafı döndürüp dolaştırmamalı ve hiçbir şey de gizlememeli...Evet, size hayali bir doktorun yaşadığı olayı anlatmayacağım, önünüzde çırılçıplak soyunup diyeceğim ki, ben... bu kahrolası yalnızlıkta, insanın ruhunu kemiren, iliğini kemiğini kurutan bu lanet olası ülkede, utanmayı unuttum ben."

Kıpırdanmış olmalıyım ki birden durdu.

"Ah, itiraz ediyorsunuz... anlıyorum, Hindistan sizi büyülüyor, tapınaklar, palmiye ağaçları, iki aylık romantik bir gezi de. Doğru, trenle, otomobille, tahtırevanla gezildiğinde tropikler büyüleyicidir; yedi yıl önce oraya gittiğimde ben de aynı böyle hissediyordum. Neler düşlememiştim ki; onların dilini öğrenecektim, kutsal kitapları özgün dillerinde okuyacaktım, hastalıkları inceleyecek, bilimsel çalışmalar yapacak, yerlilerin ruhsal durumunu araştıracaktım, Avrupalıların jargonunda böyle denir değil mi, bir insanlık, uygarlık misyoneri olacaktım. Oraya gelen herkes aynı düşü görür. Ama oradaki o görünmez cam sarayda insanın gücü tükenir, ateşiniz –kaç tane kinin yutarsanız yutun ateşiniz çıkar– düşmez, bitkinleşir, çöker, birden denizanası gibi pelteleşirsiniz. Büyük kentten çıkıp böyle berbat bir batağa geldiğinizde her nasılsa bir Avrupalı olarak gerçek varlığınızdan koparsınız; eninde sonunda herkes yolundan çıkar, kimi içkiye gömülür, kimi esrar çeker, kimi de dövüşür, hayvanlaşır – herkes bir parça delilik gösterir. Avrupa'yı özler insan, günün birinde yeniden sokaklarda yürümenin, aydınlık, taş bir odada beyaz insanlarla birlikte oturmanın düşünü kurar, yıllarca kurar bu düşü, ama tatile çıkma zamanı geldiğinde yola çıkmaya üşenir. Ülkesinde onu unuttuklarını, orada bir yabancı olduğunu bilir, denizde bir midye olduğunu ve herkesin kendisini ezip geçtiğini bilir. Böylece olduğu yerde kalır, o sıcak, ıslak ormanlarda çürür, mahvolur. Bu pislik yuvasına kendimi sattığım güne lanet olsun...

Şu da var: Pek de öyle gönüllü yapılmış bir şey sayılmazdı bu. Almanya'da eğitim görmüş, tıp okumuştum, iyi bir doktor olmuştum hatta, Leipzig Hastanesi'nde iş bulmuştum, tıp dergilerinin eski bir sayısında ilk kez benim kullandığım yeni bir iğne dolayısıyla epeyce kıyamet koparılmıştı. Bir kadın vardı, hastanede tanıdığım bir kadın; sevgilisini öylesine deliye döndürmüştü ki, adam tabancayla vurmuştu kadını, çok geçmeden beni de aynı duruma düşürdü. Öylesine kendini beğenmiş ve buz gibi oluyordu ki kadın, deliriyordum adeta. Erkeksi ve küstah kadınları her zaman dayanılmaz bulmuşumdur, ama bu beni öylesine kıskacına aldı ki, kemiklerim kırıldı. Onun istediğini yaptım, yani –eh, neden gizleyeyim ki bunu, nasılsa üzerinden sekiz yıl geçti– onun uğruna hastanenin kasasına el attım, ama iş ortaya çıkınca kıyamet koptu. Olay kapatıldı ama mesleğime devam edemezdim artık. Tam o sırada Hollanda hükümetinin sömürgelerde çalışmak üzere doktorları işe aldığını ve avans ödediğini duydum. Temiz bir iş olmalı diye düşündüm hemen, madem ki avans da ödüyorlar; bu sıtmalı çiftliklerde mezarların sayısının bizdekinden üç kat hızlı çoğaldığını biliyordum, ancak insan gençken yalnızca başkalarının hastalanıp öleceğini düşünür. Her neyse, fazla seçeneğim yoktu, Rotterdam'a gittim, on yıllığına yazıldım, bir kucak dolusu para aldım, yarısını eve, amcama yolladım, yarısını da limanda kadının birine kaptırdım; öteki kadına öyle çok benziyordu ki neyim var neyim yok elimden aldı. Parasız pulsuz, umutsuz bir durumda Avrupa'dan demir aldım, gemim limandan çıkarken hiç de üzgün sayılmazdım. Sonra güvertede oturdum, sizin ya da herkesin oturduğu gibi, güney yıldızını ve palmiyeleri gördüm, yüreğim kabardı; ah, diye hayal kurdum, ormanlar, yalnızlık, sessizlik! Eh, istemediğim kadar yalnız oldum. İnsanların, kulüplerin, golfün ve kitapların olduğu Batavia ya da Surabaya gibi bir kente vermediler beni, kırsal alandaki –adı gerekli değil şimdi– dispanserlerden birine gönderdiler, en yakın kent iki günlük yoldaydı. Birkaç tane ruhsuz, kavruk memur, üç-beş melez, işte oradaki arkadaşlarım bunlardı; göz alabildiğine ormanlardan, plantasyonlardan, fundalıklardan ve bataklıklardan başka bir şey de yoktu.

Amok Koşucusuजहाँ कहानियाँ रहती हैं। अभी खोजें