34.Bölüm

1.1K 89 1
                                    

Kulaklarım şiddetli yağmurun sesiyle doluyor. Küçük, tahta bir evin kapısına doğru attığım her adımda, ıslak toprak botlarımın altında eziliyor. Yağmur kokusunu içime çekiyorum. Koku, bütün bedenime bir rahatlama hissi yayıyor. Huzurla doluyorum. Tek elimi, kemerimdeki tabancamın üzerine koyuyorum. Kapının önüne vardığımda, yağmur kokusunun içime yaydığı rahatlama ve huzur, yerini gerginlik ve endişeye bırakıyor. Boştaki elimi yumruk haline getirip kapıyı üç kez tıklatıyorum. Derin bir nefes çekiyorum ve onu içime hapsediyorum. Beklerken gözlerimle etrafı tarıyorum. Ne bir asker, ne de bir başkası...Ne kadar süre geçtiğini anlayamayıyorum. Tuttuğum nefesim yüzünden suratımın kızardığından eminim. Yağmur, her bir damlasıyla saçlarımı ıslatıp yüzüme ve boynuma yapıştırırken nefesimi bırakıyorum ve bir of çekiyorum. Tam arkamı dönüp gitmek üzereyken, kapı açılıyor. Gözlerim, içeriden gelen ışıktan kör oluyor.

"Işığı kapatabilir misiniz lütfen?" diye soruyorum gözlerimi kısarak onu izlerken. Kadın gülümsüyor ve başını sallıyor. Yerinden hiç kıpırdamadan kolunu kaldırıyor ve bir düğmeye basıyor. Sonunda gözlerimi açabildiğimde, kadına daha dikkatli bakıyorum. Yaklaşık yirmi beş-yirmi altı yaşlarında görünüyor. Elimi alnıma götürüyorum ve "Ben Lea Lynette. Kuzey Amerika Ordusu'nun komutanıyım." Bunu söylediğimde kadın irkiliyor. Tek elimi omzuna koyuyorum. "Sorun yok. Size zarar vermeyeceğim. Buraya, ülkenizdeki yönetimle ilgili neler düşündüğünüzü öğrenmeye geldim." diyorum ve güven verircesine kadının omzunu sıkıyorum.

"Ah, demek öyle? İçeri gel." diyor ve geçebilmem için kapının önünden çekiliyor.

"Teşekkür ederim. Zahmet etmeseydiniz." diyorum kadının uzattığı tepsiden kahve fincanını alırken. Saçmalama dercesine bir gülümseme gönderiyor ve hemen yanımdaki koltuğa yerleşiyor. Sonra anlatmaya başlıyor.

"Komutanım, nasıl anlatsam bilemiyorum. Gördüğünüz gibi resmen sefillik içinde yaşıyoruz. Kral, bize hiçbir yardımda bulunmuyor. Hatta bize işkence ediyor. Bir kere öğleden sonraları buralara askerler gönderiyor. Her türlü yanlış davranışı -kendilerine göre yanlış olanları- işkence ederek cezalandırıyorlar. Fazla uzun konuşmayayım. Kral kesinlikle berbat biri ve onun yönetiminde yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim ama evliyim ve üç tane çocuğum var. Bilirsiniz, onlara bakmak zorundayım."

Kadının anlattıklarını duyduğumda kalbim ağrıyor. Bizi düşünüyorum. Başkanımızın nasıl hepimize eşit ve sevecen davrandığını, askerlerin kimseye işkence etmediğini, birbirimizle barış içinde yaşadığımızı...Kralın yönetiminde yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim. Kadının bu sözleri, içimi inanılmaz bir istekle dolduruyor: Bu zavallı halkı kurtarma isteğiyle. Hemen ayaklanıyorum ve elimi kadına uzatıyorum.

"Buraya sizi kurtarmaya geldik. Kraldan, kraliçeden, askerlerden, her şeyden. Ancak kabul ederseniz, yardımınıza ihtiyacımız olacak." Kadın hevesle elimi tutuyor ve ayağa kalkıyor. "Bizi kurtarmak mı? İnanamıyorum. Kuzeyliler bizi kurtarmaya mı geldi yani?" Kadının sesi o kadar heyecanlı çıkıyorki bir anda bende heyecanlanıyorum.

"Evet, sizi kurtarmaya geldik." Benimkilerden biraz daha koyu yeşil olan gözleri, karanlıktaki bir ateşböceği gibi parlıyor.

"Kesinlikle kabul ediyorum. Ne isterseniz yaparım." Bunu duyunca rahatlıyorum. Ancak istediğim şeyi söylemeden önce, kadına bir soru soruyorum. "Tanıdıklarınız var mı? Haber gönderebilecekleriniz? Sizin gibi kraldan hoşlanmayanlar?" Kadın hızlıca başını sallıyor. "Elbette. Binlerce kişi tanıyorum. Kraldan hoşlanmayan değil, ondan nefret eden binlerce kişi." İnanılmaz bir şekilde rahatlıyorum. "Onlara haber gönderme şansınız var mı? Burada toplanmaları mümkün mü?" diye soruyorum. Kadın elimi bırakıyor ve eski püskü telefona yöneliyor. "Haber verebildiğim kadarını buraya çağıracağım."

Yağmur dahada şiddetleniyor. Arkamda askerlerim, önümde hevesle bana bakan binlerce olmasada en azından yüzlerce insan.

"Pekala. Sizden istediğim şey son derece basit aslında. Buraya hem sizi kurtarmaya, hem de kralı ortadan kaldırmaya geldik. İsteğimse, bunu yaparken bize yardım etmeniz."

Şikayetler ve geri dönüp gitmeler beklerken, beklediğimin tam tersini alıyorum. Kalabalık insan topluluğu, sevinç çığlıkları atıyor. İçgüdüsel olarak gülümsüyorum ve askerlere sırt çantalarındakileri dağıtmaya başlamalarını söylüyorum. Askerler insanlara doğru yürüyor ve hepsinin eline birer silah tutuşturuyor. Zavallı Güneylilerin bazıları aynı anda gözyaşlarına boğulup kahkaha atarken, bazıları da ellerindeki silahları göğüslerine bastırarak benimsiyor. Boynumda birinin soğuk nefesini hissettiğimde arkama bakıyorum ve Chris'le yüzyüze geliyorum. O da gülümseyerek karşısındaki manzarayı izliyor.

"Sana kabul edeceklerini söylemiştim." diyorum kollarımı göğsümde kavuştururken.

"Eh, bu çok iyi bir şey. Onların da yardımıyla kaybetmemiz mümkün değil. Şuna baksana, neredeyse bin kişiler."

Başımı sallıyorum ve kollarımı kendime doluyorum. Soyunma odasında beni boğan yeleğim, şimdi beni ısıtmanın yanından bile geçemiyor. İçimden, yağmurun bir an önce durması ve güneşin doğması için dua ediyorum.

"Pekala, elindeki silahı -artık her neyse- kullanmayı bilmeyen veya kullanamayacak olan var mı?" diye bağırarak soruyorum. Hepsi bir ağızdan "Hayır." diye bağırarak karşılık veriyorlar. Tatmin olmuş bir şekilde başımı sallıyorum. "Güzel. Şimdi sıra, sarayla ilgili neler bildiğinizi sormaya geldi." diyorum. Sayamadığım kadar fazla insan ellerini kaldırıyor.

"Sarayda yüzden fazla muhafız olduğunu biliyorum."

"Güvenlik kameraları var."

"Kontrol odasında on muhafız bulunuyor."

"Kraliyet ailesi sarayın en üst katında kalıyorlar."

"Aşağı katlara sadece yemek saatlerinde iniyorlar."

"Muhafızların her birinde aynı tüfekten bulunuyor."

"Hiçbiri susturucu kullanmıyor."

"Ön kapıda on iki, arka tarafta da beş kadar muhafız bulunuyor."

Elimi kaldırıyorum. Susuyorlar.

"Bu kadar bilgi yeterli. Teşekkür ederim." diyorum ve yağmurdan sırılsıklam olmuş yüzümü eldivenimle siliyorum. "Şimdi yola çıksak saraya ne kadar zamanda varabiliriz?" diye soruyorum. Bu sorunun cevabı Chris'ten geliyor. "Bir-iki saate varırız, Komutanım." Ona dönüp başımı sallıyorum ve insan topluluğuna evlerinden sıkı kıyafetler alıp yarım saat içinde burada olmalarını söylüyorum. Üzerlerine zaten sıkı şeyler giyinmiş olanlar burada kalırken, diğerleri hız ve hevesle evlerine koşturuyor.

ŞampiyonWhere stories live. Discover now