♣7♣

114K 5.4K 911
                                    

"Melih, hastanede. Biraz önce doktoru ile konuştum."

"Durumu nasıl? İyi mi?"

"Keyfinin yerinde olduğunu söyledi." uzun zaman sonra duyduğum en güzel haberdi. En son ne zaman mutlu olduğumu da hatırlamıyordum.

Saçlarımı at kuyruğu yapıp Arkın'ın bana uzattığı bandajları aldım ve elime sardım. Bugün, 400 kez ip atlamış şimdi ise sol yumruğunu sağlamlaştırmak adına antrenman yapacaktım. Sol kolum, sağ kolum kadar kuvvetli değildi.

"Sol tarafını güçlendirmek için o tarafına yüklenmemen gerek. Yapılan en büyük hata sağlam tarafı yormayıp diğeri tarafı yormaktır." başımı sallayarak onu onayladım.

"Ne yapacağız yani?" yere eğilip eline dumbell alarak bana uzattı.

"Eşit miktarda yoracaksın iki tarafı da. Gün içerisinde en basit işleri dahi sol elinle yapmaya çalış, faydasını göreceksin." tekrar başımla onayladım dediğini yaparak hafiften çalışmaya başladım. O da her zamanki gibi beni izlemeye başladı. Sessiz sedasız çalışmalara devam ettiğim süre boyunca her hareketimi hafızasına kazımak istercesine inceledi. Onun gözleri üzerimdeyken nasıl rahat çalışabilirim ki? O bana bakarken bedenimi üryan hissediyordum. Sanki ruhumu tüm çıplaklığıyla görüyor gibiydi. Şayet görüyorsa, yolun sonu ne olurdu? Aynı yola devam mı ederdik yoksa başka yollara mı giderdik? Aynı yoldan gidersek beni çözerdi. Bunu istemiyordum.

"Düzgün nefeslenmeyi unutma. Sana öğrettiğim gibi yap." bir şey demek yerine sadece dediklerini yaptım. Dumbell ile uzun süre çalışmış ardından şınav pozisyonu almıştım. Yanıma eğilip elini karnıma ve belime koyduğunda kasılmaktan bütün vücudumun ağrıdığını hisseder gibi oldum.
"Ne yapıyorsun?" gözleri, gözlerimi talan etti. Berrak bir su gibiydi, boğulmam an meselesi.

"Yanlış pozisyon." belime hafif güç uygulayarak ona göre doğru olan pozisyonu ayarladı ve bağdaş kurup yanıma oturdu. Beni sessiz sedasız izlemeleri biter miydi bir gün?

Şınav çektim. İlk on beş tanede nefeslenip kollarım sızlasa da devam ettim ancak o kadar çok hamlamıştı ki vücudum eskiden zorlamalarla da olsa 80 tane yaptığım şeyi şu an 35 tane yapabilmiştim ve bu beni tamamen bitirdi. Yüz üstü kendimi soğuk mindere bırakırken gözlerimi de aynı saniyeler içerisinde kapattım. Burada uyusam hiç fena olmazdı.

"Çabuk pes ediyorsun." başımda otomatik konuşmaya programlanmış robot gibi konuşmaları ne zaman son bulacaktı?

"Daha ne yapayım Arkın? Amuda kalkmamı istiyorsan çok beklersin."

"Sadece şınav çeksen de yeterdi."

"Aşırı sinir bozucusun." dedim nihayet günlerdir içimde tuttuğum cümleyi pat diye söyleyerek. Beni, kötü konuşmaya iten kendisiydi.

"Bazen dilin fazla açılıyor."

"Neyse ki her zaman sinir bozucu olmaktan iyi." hazır cevabım onu gülümsetti. Hiç beklenilmedik anda dudağında yeşeren tebessüm, kurumuş dallarında yemyeşil bir yaprağı misafir eden ağaç gibiydi. Bakan inanmayıp tekrar bakardı.

"Devam etmeyi düşünüyor musun?" dediğinde cevabım netti,

"Hayır." bu aslında çabuk pes etmek değil her şeyi yeterli ölçüde yapmaktı. Bu eğitimleri daha önce almıştım ve kesinlikle fazla çalışmak verimli sonuç vermiyordu. Yorgun düşen beden, spora düşman kesiliyordu. Bizzat yaşadım, her zerresini iliklerime kadar tattım. Kalbim yorgunluktan atmayı bırakmayı dilerken kendimi sürüyerek odama çıktığım zamanları biliyordum. Kapanmayan yaralarımı tekrar tekrar kanattığımı... "Kendimi yormamın bana yararı yok. Bedenimi tanıyorum." diyerek bir açıklama yaptım.

Kafasını sağ omzuna yatırdı ve gözlerini kırpmadan bana baktı. Bu biraz gerilememe neden oldu. Bakışları, avına odaklanan aslandan farksız değildi.
"Bu kadar dikkatli bakmanın sebebi ne?"

"Her şeyin bir sebebi mi olmalı?"

"Sebepsiz sonuç olmaz." dudaklarını aralayıp bir şey söyleyecekti ki yanımıza gelen korumalar ile sustu ve anında çatışan kaşlarıyla telaşlı korumaya baktı.

"Arkın Bey, rahatsız ediyorum ama önemli bir konu var."

"Söyle." dedi sertçe. Korumanın gözleri bana döndüğünde, Arkın sorun olmayacağını belirtircesine gözlerini kapatıp açtı.

"Gölge yeraltında büyük bir sorun çıkarmış." demesiyle Arkın hızla doğrusu ve dik omuzlarıyla korumanın karşısına dikildi.

"Ne sorunu çıkarmış yine piç?" dedi ve hemen sonra benimde burada olduğumu hatırlayıp sakinleşmek adına gözlerini kapattı.

"Senin adını kullanarak dövüşlere girmiş. Senin olmadığın anlaşıldığında Mezarcıya silah çekmiş."
"Ve Mezarcı da sadece izlemiş öyle mi?"

"Hayır ama onların kulağına da gitmiş." dedi sesi daha çok kısılırken.

Bir şeyler döndüğü belliydi.

"Neyden bahsediyorsun?" Korumanın gözleri bana döndü ardından büyük bir hızla tekrar Akın'a.
"Mina Hanımı bizzat sizin eğitmeye başladığınız. Mezarcı sana mesaj göndermiş." diyerek elindeki kâğıdı ona uzattı. Arkın bir hışımla adamın elinden çekip aldı ve yırtarcasına açtı. Merakımdan ötürü yanlarına gidip Arkın'ın omzunun üzerinden bende yazanları okudum.

Tam olarak şöyle yazıyordu;

Yeni bir kıvılcım ve yeni bir Ateş. Bizzat eğitecek kadar gücüne güvendiğin kızı görmeyi sabırsızlıkla bekliyorum. Ring senin, ring Ateş'in.

Yazılanlardan hiçbir şey anlamadım. Fakat Arkın benim aksime anlamış görünüyordu. Burnundan solumasının, çenesini kaskatı kesilmesinin ve yumruklarını sıkmasının başka açıklaması olamazdı. Bir şey hissetmeksizin yüzüne baktım. Tepkilerini kaçırmak istemiyordum çünkü onu bu kadar sinirlendiren şeyi fazlasıyla merak ediyordum.
"Bu Patron fazla olmaya başladı." dediğinde bir adım geri atarak kaşlarımı çattım.

"Patron derken? Bunların onunla ne alakası var?" diyerek kollarımı göğsümde birleştirdim. O adam gittiğim her yerde gölge gibi peşimde olmak zorunda mıydı? Beni bırakmayan kanser gibiydi, her geçen gün daha da ilerliyor ve tedavisi bulunamıyordu.
"Gidebilirsin," dedi korumaya ithafen. "İstersen içeri geçelim." Bu sefer bana baktı. Onu başımla onaylayıp ben önde o arkada içeriye girdik ve koltuklara yerleştik, tam karşımdaydı.

"Beni kışkırtmak için seni ele verdi. Yeraltının ilgisini üzerine toplama peşinde ve bunu yaparken Gölge'yi kullanıyor." Diyerek söze başladı. Sırtımı arkaya yaslayıp daha rahat bir pozisyon aldım. O ise direklerini dizlerine yaslayarak öne eğildi. Gergin olduğu her halinden belliydi.

"Gölge kim?" Fazla mı soru soruyordum? Ancak bir şeyleri öğrenmek benimde hakkımdı. Sonuçta uzun bir süre onun yanında olacaktım ve öğrendiğim şeylere göre hareket etmem gerekiyordu. Arkın, önce sessiz kaldı. Sanki söyleyip söylememekte kararsız gibiydi. En sonunda karar vermiş olacak ki dudakları aralandı.

"Abim." dedi. Bunu beklemediğim için kısa çaplı bir şaşkınlık yaşadım. Abisi mi vardı? Peki ya annesi, babası?

"Aranız iyi değil sanırım." Konuşmak yerine başını sallayarak onayladı. Birkaç dakika boyunca ikimiz de sessiz kaldık.

"Ateş..." Düşünceli sesi kulaklarıma dolduğunda gözlerimi televizyonun boş, siyah ekranından çekerek ona çevirdim. Kafası yere doğru eğikti.
"Demek henüz seni tanımadan sana Ateş lakabını taktı." bu önemli bir ayrıntı mıydı? Lakap için erken değil miydi? "O zaman bunun hakkını vermeliyiz." Dudaklarında şeytanı dahi kıskandıracak gülümseme oluştu.

Masum değildi.

Aksine, tehlikeliydi.
***
İnsanlığı boğan kasvetli hava boğuculuktan ziyade doğruları ortaya çıkarır nitelikteydi. Biliriz ki, insanoğlu her zaman yasağa âşık olmuş ve yasakları çiğnemek için karşı konulamaz bir şekilde yasağın çekimine yakalanmışlardı. Bende o insanlardandım, yasaklar her zaman daha cezbedici ve doyurucuydu. İnsanların sevmediği şeyleri sevmeyi seviyordum.
Yaptığım daha doğrusu yaptığımız şey çoğu kişiye göre yanlış, yasa dışı ve tehlikeliydi. Kim bilebilirdi ki zorunluluk gereği bu durumda olduğumuzu? Hayat şartları adil değildi. Herkesi farklı şeyle sınıyordu ve benim sınavım buydu.

Terleyen avuç içlerimi kot pantolonumun üzerine silerken Arkın'ın yaklaşık bin kez 'duygunun içine hapset ki gözlerine yansımasın. Düşmanlarının seni okumasına izin verme.' cümlesini kullanmasıyla artık daha fazla içime kapanmıştım.

Söyleyemediklerim, gözlerimle anlatamadıklarım ortaya boş bakışlı Mina'yı çıkarmıştı. Bazen aynaya baktığımda kendimle göz göze gelemiyordum. Çünkü kendimi bulamıyordum.

Birbirini takip eden haftaların ardından o gün gelip çattı.

Beklenilen mesajın geldiğini Arkın'ın değişmeye başlayan yüz ifadesinden belliydi. Mavi gözleri o an gözüme kara bir zindan gibi geldi. Ya da tüm duyguları yutan boşluk.

"Artık vakti geldi." demesi tarifi imkânsız bir his curcunası oluşturmuştu içimde. Dudaklarım müebbet yemişçesine kapandı, gözlerim geleceği düşlemeye başladı. Nasıl olacağını, ne yapacağımı bilmememe rağmen eğitimler sayesinde çok yol kat ettiğim su götürmez bir gerçekti.

Daha hızlı, daha çevik ve daha kontrollüydüm.

Mesela kurallar vardı.

En büyük kural; kontrollü olmaktı.

Ona göre sabrımı, korkumu, öfkemi, hüznümü, mutluluğumu ve daha nice duygularımı kontrol edebilirsem herkes avcumun içindeydi. Neyse ki bunları aşmayı başararak kontrolü elime almıştım. Dediği gibi oldu, o da avuçlarımın arasındaydı.
"Sakinsin," dedi hemen yanımda sigarasını içen Arkın. Lakin ona bakmadım.

"Olması gerektiği gibi." diyerek ona cevap verdim. Sesim, benden beklenilmeyecek kadar soğuk çıkıyordu. O ise bundan zevk alıyordu. Öğrencisiyle gurur duyduğu tatminkâr yüz ifadesinden belliydi. Bu durumda benim de kendimle gurur duymam gerekiyordu fakat duyamıyordum. Hissettiğim tek şey ucu bucağı olmayan bir boşluktu.

Ellerimi yumruk yapıp sık nefesler aldım, heyecan veya korkuya yer yoktu.

"İlk görev neymiş?" dedim sakin kalmayı başardığım an. Elindeki telefonu yan tarafına, koltuğun üzerine atıp diğer elindeki sigarasının ucunu kül tabelasına bastırarak elini ensesine götürdü.

"Gelen adreste değiş tokuş yapılacak." diyerek bana baktı.

"Ne alacağız ve ne vereceğiz?" dedikten sonra yumruk yaptığım ellerimi açtım.

"Biz onlara uzun zamandır istedikleri çizimleri vereceğiz onlar bize görevi veren kişinin, vermesini istediği şeyi." kaşlarım dedikleri ile anında çatıldı.
"Ne demek vermesini istediği şeyi? Ya bizimle dalga geçiyorsa? Buna güvenerek mi oraya gideceğiz? Tam bir saçmalık."

"Başka yol yok."

"Her zaman başka bir yol vardır." kestirip atmak kolaydı, ortada canımız vardı. Gittiğimiz yerde kurşun yağmuruna tutulabilirdik veyahut alacağımız şey bizimle dalga geçmek için yapılan sıradan bir şey de olabilirdi. Belirsizlikten nefret ediyordum. Fakat biliyordum ki geleceğim zaten belirsizdi, benim nefretim hayata karşıydı.

Belki de kendime.

"Sadece dediğimi yap Mina, can güvenliğin için endişe etme. Sana en başından söyledim, güvendesin."

"Ben kendime güvenmiyorken sana neden güveneyim?" dedim tükürürcesine. İçim her gün ağlarken, kendime olan güvenim dahi başlamadan bitmişken başkasına nasıl güvenebilirdim? Ben kendime ihanet ettiysem herkes bana edebilirdi.
Çünkü ihanet; en sancılı süreç ve hiç bitmeyen yalandı.

"Bana güven demedim, hiçbir zaman da demem. Ancak bu konuda güvenebilirsin, sözüm söz." dedi alnının ortasındaki çukur daha da belirginleşirken. Bu konuyu daha fazla tartışmak istemediğim için elimi boş ver dercesine salladım.

"Her neyse, görev ne zaman?"

"Yarın, " dedi ve ayağa kalktı. "Yukarı çıkıyorum."
İfadesizliğimden ödün vermeden alttan ona baktım.
"Çizim mi yapacaksın?" diye sordum. Beni, başını aşağı yukarı sallayarak onayladı. "Seni izlemek istiyorum." benden beklenilmeyecek bir cümle kurmam önce kaşlarının havalanmasına sebep oldu. Yüzümde şaka yaptığımı söylememi bekler gibi bir hal olsa da ben şaka yapmazdım. Büyük ihtimalle nasıl olup da ona bunu teklif ettiğimi sorguluyordu. Fakat bilmiyordu yalnızken bütün düşüncelerimin zihnimi alt üst ederek bedenimi yavaş yavaş bitirdiğini. Öyle bir an geliyordu ki, içime attıklarım dışıma taşarak ben nasıl yandıysam başkaları da yansın diyordu. Yanmaktan karardı artık içim, daha fazlasına gerek yoktu. Bu nedenle kendimden kaçarak onun dünyasına sığınıyorum, biraz da o yansa fena olmazdı.

"Tabii." dedi kısa süreli sessizliğin ardından. Beraber yukarı, onun odasına ilerledik. Bu odaya ikinci girişimdi. İlk girişimde ona defalarca kez seslenmeme rağmen duymamıştım ve bende odasına gelmek zorunda kalmıştım.

Odası, çok geniş olmasa da idealdi. Kitaplık, çift kişilik yatak, gardırop, bir sehpa ve bir de çalışma masası vardı. Çalışma masasına geçip oturduğunda karşısındaki sandalyeye oturdum, çalışma masası camın dibindeydi ve odanın lacivertliğine zıt bir şekilde beyazdı.

O çizdi, bir şeyler karaladı bense onu izledim. Eli titremedi, insanın eli nasıl hiç titremezdi? Her konuda mı böyleydi yoksa çizimlere özel miydi? Mesela... Silah tutarken eli titrer miydi? İster istemez ürperdim, bedenimi çok kısa bir an titredi.
Nihayet onun yanındayken aklım ondan başka şeye kaymıyordu. Saatler öncesine kadar beni yiyip bitiren soruları halının altına süpürmüş de üzerinde tepinmiş gibiydim.

Rahatlamak, şu andan ibaretti.

Sonrasında dakikalarca, belki de saatlerce sessizliği dinledik.

"Dinlemelisin, yarın yoğun bir gün olacak."
Dinlenmeliydim.

Ama biliyordum ki sadece kendimi dinleyecektim.

İnstagram: crktulay

Soğuk SessizlikWhere stories live. Discover now