"Seni öldürürsem ne kaybederim diye düşünüyorum," dedim. İçimdeki tüm o karmaşa ve telaşa muhalefet yüzümde soğukkanlı bir gülümseme belirdiğinde kendimden ürktüm. "Hiçbir şey kaybetmem."

  "Çok şey kaybedersin," dedi cebindeki elini güneş gözlüğüne götürürken. Parmakları pahalı gözlüğünü kavradı. Onu indirip bana acı veren bakışlarını çevirmesini bekledim ama parmakları orada bekledi. "Kendini," dedi çenesiyle beni gösterip. "Her şeyden önce kendini kaybedersin."

  "Seni öldürdükten sonra ölüp ölmememin ne önemi var?" Silahın ağırlığını avuçlarımda daha belirgin hissettim. Bunu yapmayacaktım, hadi ama bunu gerçekten yapmayacaktım! Neden sanki yapacakmışım gibi hissediyordum? Bu tamamen onun dikkatini dağıtmak için hazırlanmış bir oyundu. Bunu yapmayacaktım.

  "Ölmeni kastetmiyorum," dedi gülümseyerek. "Beni öldürmene izin vermeyen şeyi hissetmediğin söyleyemezsin." Güneş gözlüğünü çıkardığında soğuk gözleri gözlerime odaklandı. "Zihninin derinliklerinde merhamet denen şeyi ben bile hissedebiliyorum. İnsana bağlanma. İnsanı değerli görme."

  Gözlerim acıyla kasıldı ve tüm kaslarımın gerildiğinde hissettim. Hazırlıksız yakalandığım acı zihnime saldığı zehirle beni öldürecek kadar kuvvetlenmeye başladığında inleyip silahı tutan kolumu sabit tutmaya çalıştım ama bu imkânsızdı.

  Gümüşpala kafasını yana eğip bana baktı. Artık tüm dikkati masadan uzaklaşmış bana yönelmişti. "Bu depo," dedi ve yanlış bir şey söylemiş gibi durup bakışlarını deponun boyası dökülmeye başlamış duvarlarında gezdirip tekrar bana baktı. "Bu ev," dedi düzelterek. "Bir cesedin polis tarafından bulunması kolay olmayan bir yer."

  Ona öfke ve nefretle baktım ama ılıman bir iklime sahip olan yapım soğukkanlılıkla duruyor ve zihnimi ele geçiren bu adama mağlup olmayı reddediyordu. Silahı indirdim. Nasıl olsa ulaşmak istediğime ulaşmıştım. Bundan sonrası o kadar da önemli görünmüyordu.

  "Cesedimi kimsenin bulamayacağını ben de biliyorum," dedim. Silahı belime yerleştirip Aras'ın hala bana doğru tuttuğu namluya baktım. Bir tehdit anında silahımı alabileceğimi umuyordum. "Bu konuda sen ve adamların oldukça başarılı. Eğer gözlem yeteneği olan birine veya benim üstün zekâma sahip olmasaydık İskender Abi'yi acı içinde öldürdüğünü anlayamazdık."

  Gülümsedi. Bu gülümseyiş korkunç derecede gerçekti ve yaptığı şeyle gurur duyuyordu. Midemin bulandığını hissettim. Ben bir zamanlar bu adam için çalışıyordum. Lanet olsun. "Senin de sonun ona benzeyebilirdi ama bu konuda şanslısın. Çünkü sana ihtiyacım var. Amacıma ulaşmam için iyi bir köprüsün."

  Kollarımı göğsümde kavuşturup bir zamanlar emrinde olan bir adam olarak ona baktım. Neden her söylediğini yaptığımı düşündüm. Boş geçilmeyecek kadar iyi para verdiği veya emrimde adamlarının olması mıydı, neden? Zihnim inatla başını iki yana salladı. Neden kesinlikle bu değildi. Neden; evsiz olmayan birinin anlayamayacağı bir gerçekti. Bir yere ait olmak istiyorduk. Asya da, ben de. Çünkü eğer bir yere aitsen umut var demekti, eğer öyle olursa yaşamak isterdin.

  Doğuştan sahip olduğum düşünme gücü, sokakta büyümüş olmanın verdiği kimsesizliği sık sık zihnime misafir etse de geceleri yatağa uzanıp deponun boyası dökülmeye başlamış tavanına baktığımda 'yalnızsın' diyordum kendime. Kimsesiz kalmış yalnız bir adam. Bu o kadar derindi ki sanki kanıma işlemiş gibi damarlarımdan aktığını ve gün geçtikçe beni umutsuzluğa sürüklediğini hissediyordum. Kimseye sahip değilim. Hiçbir yere ait değildim.

  Sanki bu dünyada yokmuşum gibi.

  "Köprü," dedim onun gibi. Bu kelime nedense büyük bir hassasiyeti üstüne aldı zihnimde. Bir köprüydüm, hâlbuki ben bir evim olduğunu düşünmüştüm. Oraya kısa bir anda olsa, bu an o adamların gerçek yüzünü gördüğümde ve onlardan biri olmadığımı anladığımda sona ermiş olsa da, bir yere ait olduğumu hissettiğimi sanmıştım. "Hiçbir zaman size ait olmayan bir köprü."

Düşünce MahkumlarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin