Dönence

218 26 58
                                    


"Karanlık bir geceydi." Bu ne böyle, sil şunu çabuk. Zaten gece karanlık olur, kutuplarda yaşamadığını var sayarsak. Nitekim kutuplarda da yaşamıyoruz. O zaman şöyle yapalım: Gecenin karanlığında, yorganın ezici ağırlığının altındayım. Uyuyamıyorum. Aslında uyumam için her şey müsait. Işık almayan bir oda, rahat bir yatak ve mezar sessizliği... Kafamın içinde kıvrılan düşüncelerin bana rahat vereceği yok. Şunlardan bir kurtulabilsem keşke. Sadece, diyorum kendi kendime, sadece bir başlangıç cümlesi yeterdi. Sonrasında bendindeki küçücük bir çatlaktan sızmaya başlayan baraj sularının durdurulamaz azgınlığı gibi akıp gidecek beynimden bu düşünceler. Sonra gözlerimi kapatacağım ve sonrası yok. Huzurlu bir hiçliğin kapısından geçip güneşin doğuşunu bekleyeceğim. İşte, peşinde olduğum sıradan bir saadet tablosu. Tek istediğim uyumak, tek ihtiyacım olan şey bir başlangıç cümlesi.

Bir süre karanlıkta kalırsınız da sonra etrafı görmeye başlarsınız, ne demek istediğimi biliyorsun sevgili okur, mutlaka sana da olmuştur bu, her gece karanlıkta görme yetimi kazandığımda ve etrafımdaki detayları yeniden görmeye başladığımda gözümün önüne ilk gelen şey beyaz boyayla güzelleştirilmiş tavanımdaki şekilsiz çatlaklar olur. Uzun süre aynı noktaya takılıp kalırsam o şekilsiz izler bile bir şekle bürünür. Bir gece yaşlı bir kadının yüz çizgisini oluşturan o derin çatlak başka bir gece bir atın sağrısını çizer. Ben her gece o çatlağa anlatırım derdimi ve hiç kelime kullanmam. Anladığını bilirim. Anlamamış olsa neden şefkatle gülümsesin ki bana? Anlar ama derdime derman olmaz. Benim çatlak biraz zalim anlaşılan, her gece nasıl da o cümlenin eksikliğini hissettiğimi görür de tek ses çıkmaz dudaklarından...

Simsiyah gecenin koynundayım, yapayalnız

Uzaklarda bir yerlerde güneşler doğuyor...

Sıkıntıyla ofladım. (oflamak: Ağzını of sesi çıkaracak şekli verip kuvvetle nefes vermek.) Sonradan bir garip geldi bu. Solunum yolumdaki tüm enfeksiyonel oluşumlara, yıpranmış nöronlara selam çakıp geçen nefesimin vücuttan atılış hızıyla kanepenin biraz ilerisinde sehpa üzerinde duran yeşil yapraklı ev bitkimin yaprakları kıpırdadı. Fotosentezin heyecanıyla can geldi birden. Bunlar gündüz mü fotosentez yapıyorlardı yoksa gece mi? Gündüzdü galiba. Olsun, ne yapalım. Bitkimle – henüz kendisine bir isim takmadığım için bitki diye hitap ediyorum – ikimiz küçük odayı karbondioksit içinde bırakalım, ne zararı var?

Böyle bitki, böcek derken aklıma hüzünlü bir yaşam kesiti geliverdi. Sonbaharda bir pazar günü, kimsesiz bir kaldırım üstünde yükselmiş bir ağaç var sahnede. Koca bedenini terk etmiş güneş rengi bir yaprak, acımasız bir rüzgarın serin nefesiyle döne döne düşüyor. Zemine temas ettiğinde de rahat bırakmıyor rüzgar, onu savuruyor; dışarıdan izleyenlerin yakın saydığı ama yaprak için sonsuz bir bilinmezlik gibi gelen birkaç metre öteye. İşte tam o an, kendimi o düşen yaprak gibi hissederim. Terk edilmiş, örselenmiş, yaşam hakkını kaybetmiş. Düştüğüm yerden özlemle bakarım ana vatanıma. O an belki ölüyorumdur, rüzgarın, taş zeminin ve üzerime basıp geçen çizmelerin bunda payı olduğu muhakkak ve hatta yağmurun bile. Ağacın bir parçasıyken hayat veren yağmurun, tek başımayken beni nasıl boğmaya çalıştığını düşünürüm ve kendimi ihanete uğramış gibi hissederim. Ama asıl içimi acıtan beni dışlayan, kendinden uzaklaştıran ağacın hala ihtişamla gökyüzüne yükselmesi olur, yağmurun ona hala hayat sunması. Şimdi diyeceksin ki sevgili okur, ağacı terk eden sensin, neden böyle hastalıklı bir düşünceye kapıldın? Gerçekten ben mi terk edip gittim yoksa ağaç mı silkeleyip attı beni? Doğanın da kendine göre bir kanunu var, yani senin anlayacağın sevgili okur, düşmek başka, atlamak başka...

Kupkuru bir ağacın dalıyım, yapayalnız

Uzaklarda bir yerlerde bir şeyler kök salıyor...

Güneş neredeyse doğmak üzere ve bende gram uyku yok. Hararetle aradığım o başlangıç cümlesi de yok. Bütün gecemi olmadık hayallerle harcadım ve sarf edebileceğim tek cümlem bile yok. Rezillik. Göz kapaklarım iflasın eşiğinde, kepengi kapatıp gidecek neredeyse. Yine siftahsız bir geceyi, bir öncekinin aynı olan bir sabaha bağlamışız. Çok değerli olan zamanımızı boş işlere yatırmışız yine, kaybımız çok büyük.

Oysa ki bu sefer olur gibi geliyordu bana, her şeyim tamdı. Gece bu sefer istediğimi verecekti, öyle hissediyordum. Gün doğarken defterim de, beynim de boş. Belki bu kandırmacaya son verir de küçücük bir kopya verir diye tavanımdaki çatlağa bakıyorum tekrar. Güneş odama girmek için pencereme abanıyor.

Çatlamış dudağımda ne bir ses, ne bir nefes

Uzaklarda bir yerlerde türküler söyleniyor...


HikayeciWhere stories live. Discover now