Gitme, Kaybedince Daha Çok Seveceksin

9K 769 485
                                    

Leyla the Band - Yokluğunda

Tıpkı bir sinekkapan bitkisinin iki ağzı gibi, birbirine tamamlanmak için yaratılmış gibi gözüken parmaklarımızın birbirine geçişini izlerken, hiç konuşmadım.

Onun esmer tenininin benim beyaz parmaklarımla bütünlenişi tuhaf bir karıncalanmayla farkındalık yaratırken, hiç düşünmedim.

Bu tuhaf yokuşu onun bir omuz gerisinde yürürken, nasıl olur da iki insanın yüzündeki gülümsemeler ikiz olur diye hayret ettim ve o yarım gülümsemenin yüzünde bıraktığı gölgeyi izledim.

Bütün odaklanabildiğim, parmaklarımızdı.

Birbirine doğal bir şekilde dolanan, teklifsiz ve ısrarsız, farklı ama birbirinin tamlayanı ve tamamlananı parmaklarımız.

Pek çok kez, başımı yastığa koyduğumda, elini tutmanın nasıl bir his olacağını düşünmüştüm. Gerçek mânâda parmaklarını kavramanın. 17 yaşındayken ve belki daha sonra rüyalarımda.Genellikle kendime bile itiraf etmeyi reddettiğim anlardı, tenlerimizin birbirine yakışıp yakışmayacağını düşünüp durmuştum. Tırnakları benimkine nazaran daha geniş mi dururdu ? Parmak uçları yumuşak mı yoksa nasırlı mıydı ? O tuhaf karıncalanma hissi gerçekten var mıydı ?

İşte şimdi, ellerimiz sahiden de birbirine dokunuyordu. Sanki ufak eklem çizgilerinin olduğu uzun parmaklarının dünya üzerinde yakışmayacağı hiçbir şey yoktu. Bir çiçek, bir kuş, bir çocuk, bir kedi ya da belki gökyüzü. Ama en çok, en çok benim parmaklarıma yakıştığını düşünmek karnımı ağrıtıyordu. Tenlerimiz birbirine yakışıyordu, o kadar çok yakışıyordu ki ağlamak istiyordum. Tırnakları benimkine nazaran daha geniş duruyordu. Parmak uçları yumuşacıktı, soğuk ve yumuşak. Ve o tuhaf karıncalanma hissi, karnımı birbirine düğümlüyor ve nefesimi sıkıyordu, öldürecek kadar gerçek, öldürecek kadar sahiciydi.

Onun rahatlamış ve sakin gülümsemesiyle beni çekiştirerek yolu tamamlamasını izlerken, rüzgarın burnuma doldurduğu vanilya kokusunda babamı düşündüm.

Bir pazar sabahıydı, salondaki halının üzerine oturmuş ve yüzümü avuçlarıma, dirseklerimi de halıya yaslamıştım. Yedi yaşımdaydım ve annem mutfakta bilmediğim bir şarkıyla etrafı toparlarken, babam benimle birlikte televizyon izliyordu. Yedi yaşında bir çocuksanız, mutluluk için büyük tanımlara ihtiyacınız yoktu. Baba kokusu, anne şarkısı, sıcak yemek kokusu. Bunlar mutluluktu.

Babam nihayet belgesel kanallarından birinde karar kıldığında derin bir nefesle pür dikkat izlemiştim olanları. Kartalların yeniden doğuşu anlatılıyordu. 40 yaşına kadar yaşayan her kartal için iki seçenek vardı. Ya ölmek ya da acılar içinde yeniden doğmak. Kimi olduğu yerde sessizce bekleyip ölürken, kimi de ıssız bir yere çekiliyordu. Önce gagasını kayalara vura vura düşürüyordu acılar içinde, sonra çıkmasını bekliyordu. Gagası çıktıktan sonra bu kez kırılmış pencelerini söküyordu yeni gagasıyla, bir süre de onların çıkmasını bekledikten sonra, bu kez bütün tüylerini tek tek söküyor ve acılar içinde bu kez onları bekliyordu. Nihayet, yüz elli günün sonunda, hayatta kalmayı başarabilen ve otuz yıllık ikinci bir ömrü kazanan kartal, zafer uçuşuna çıkıyordu. Ama bu yeniden doğuş süreci, onlar için ölümden bile daha sancılıydı.

Tüylerim diken diken olarak izlemiştim, yedi yaşında bir çocuktum ve çabuk etkileniyordum. Elbette ölümü beklemek zor olabilirdi, ama yeniden doğuş için çekildiklerinde, canları sahiden de bu kadar çok acıyorsa, bu kez orada ölümü deneyebilirlerdi. Kafası karışmış gözlerle babama çevirmiştim başımı.

''Eğer yeniden doğmak onlar için daha acılıysa, neden dağa çekildiklerinde kendilerini öldürmeyi denemiyorlar ki ?''

Babam belgeselin etkisinden sıyrılarak yavaşça gülümsemişti, eğilerek karnımdan kaldırarak kucaklamış ve yanına oturtmuştu beni.

kırmızı benekli pinpon topu // kaisooHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin