GÖKYÜZÜNDEKİ KUBBE - 8

68 17 4
                                    

Halının üstünde bağdaş kurup, Sümbül'le ufak bir anlaşma yaptık. Gece kâbus gördüğümü ve epey sayıkladığımı bir sır olarak saklayacaktı. Ben de ona patates kızartacaktım. Erken uyanmıştık. Tek kişilik bir yatakta, bir gündür tanıdığım bir çocukla rahat uyuyamamıştım elbette. Yumuşak kolu gece boyu boynuma sarılı vaziyette kalmıştı. Vantilatörü odaya almasam boğulurdum sıcaktan. Uyandırıp kenara kaymasını söylemezdim. Babasını özlüyor ya da korkuyor olabilirdi. İçinde bulunduğu gerçeklere gözlerini kapatmışken onu bu sıcak dünyaya geri döndüremezdim.

Kertenkelesini besledi ve mutfağa geçtik. O hayvanın yakınımda olduğunu bilmek beni tedirgin ediyordu. Ama bunu da kendime saklıyordum. Saçlarını taramasa da sımsıkı toplayan, bir anne şefkatiyle hayvanını besleyen Sümbül'ü bir arada olacağımız kısacık zamanda üzmek istemiyordum. Kalın, simsiyah, dağınık kaşlarının altındaki bal rengi gözleri çok şeyi anlıyor gibi bakıyordu. Bir vakit sonra, insan küçük bir kız çocuğuyla konuştuğunu unutuyordu. Bu sabah oda arkadaşımı yakından tanıma fırsatı bulduğumdan, sözünü kesip hevesini kırmayı ayıp buluyordum. Elbette yılanların deri değiştirmesini dinlemek zevkli değildi. Ama Sümbül'de farklı bir çocukluk vardı. Bunun sebebi annesiz büyümesiydi.

Patatesleri sebzelikten çıkarıp soydum. Kolları sıvamışken kahvaltıyı da hazırlamaya niyetlendim. "Patatesi çok severim ama baba her zaman yemeye izin vermiyor." Duraksayarak ve kelimeleri farklı telaffuz ederek konuştu. "Şişman olurum." Sitemine karşın, ona belli etmeden güldüm.

"Bu sabah istediğimiz kadar yiyebiliriz ama değil mi?"

"Evet..." Yanıma gelip ellerini tezgâha dayadı. Tek kaşını kaldırıp dudaklarını büzdü. Bir elimde bıçak bir elimde patates, söyleyecekleri olan kıza odaklandım. "Sen de söylemeyeceksin patatesleri babaya?" Bu sefer gülüşümü saklayamadım. Ama alay etmek için değil, güven vermek için güldüm. Hafifçe Sümbül'ün baş hizasına eğildim.

"Sırdaş olduk ya biz seninle. Kimseye bir şey söylemeyeceğiz. Söz." Uzun kirpiklerinin çevrelediği gözlerini, memnun bir halde kapatıp derin bir nefes verdi. Birbirimize söz verip işimize döndük. Dolaptan peynir kutusunu çıkartmak vazifesini üstlendi. O sıra yağı ocağa koydum. Demliğe su doldurmaya başladım. Bu sıcakta çay içilmezdi ama çaysız da kahvaltı yapılmazdı. Lokman abinin evi ne güzeldi. Klima vardı, yemek yediğimiz yer de serindi. Musluğun önünden çekilip çaydanlığı ocağa koydum.

"Erkencisiniz hanımlar." Akşam bir anda ortadan kaybolan Asaf bey, sabahın bu saatinde teşrif etmişti demek. Ona hiç bakmadan işimi yapmaya devam ettim. Sümbül peyniri tezgâhın üstüne bırakmış, Arapça konuşarak abisiyle sohbete başlamıştı. Ne dediklerini anlamıyordum. Alt yazı seçeneğim de yoktu. Mecbur merakımı dizginleyecektim. Gerçi hayvanlar hakkında konuşma ihtimalleri epey yüksekti. Sümbül kertenkelesinden bahsediyor olabilirdi Asaf'a. Kızaran yağdan buzdolabının yanına gitme bahanesiyle uzaklaşıp, sohbetlerinin arasından bir kaç kelime seçmeye çalıştım. Lokman abiden haber var mı diye kontrol edecektim. Bu miniğe güveniyordum ama ufak sırlarımızdan da söz edebilirdi. Adımın korkağa çıkması tehlikesi düşük bir ihtimal de olsa yanı başımdaydı.

"Günaydın Numune." Demek sıra bendeydi.

"Günaydın" dedim elimdeki salatalıkları yıkamak için musluğu açarken.

"Erken kalktığınız iyi olmuş, öğlene doğru çıkmamız lazımdı." Komutanları yurt dışından dönmüş olmalıydı. Büyük buluşmanın sabahında, salatalık doğruyordum ben de. Onlardan bir zarar göreceğimi düşünmüyordum, bu yüzden korkmuyordum ama bir heyecan ve tedirginlik vardı üstümde. "Sormadın." Düşüncelerime öyle kaptırmıştım ki kendimi, Asaf'ın neyden bahsettiğini anlayamadım bir an.

NUMUNE ŞAHISWhere stories live. Discover now