5. Bölüm

37 2 0
                                    

Sabah uyandığında etraf aydınlanmış ve evde kimseler yoktu. Hafize sultanın sesi dışardan geliyordu. Yatak odasının penceresi, ahırın önündeki geniş çimenliğe bakıyordu. Vesile ;yataktan atlayarak perdeyi çekmiş ve dışarı bakmıştı. Dışardan gelen güneş ışığı gözlerini kamaştırıyordu. Parmaklarıyla gözlerini ovalayıp dışarı baktığında, karlar üzerinde koşturan atı görmüştü.

Nazım çavuş, ahırın önündeki karları eline aldığı kürekle temizliyor, yanında bulunan fakat pencereden sadece gölgesi görünen biriyle sohbet ediyordu. Vesile perdeyi kapatarak odadan dışarı çıkmış, kapının önündeki kara lastikleri (ayakkabılarını) giyerek ahıra doğru koşmuştu. Kapının önünde ateş yakarak büyük bir kazana doldurduğu suyu kaynatmakta olan annesini fark etmemişti. Ahırın önüne indiğinde babasının sarı imamla konuştuğunu görmüştü. Sarı imam, Nazım çavuşa söğüt deresinin kıyısındaki eski bir ahırı, çobanların yılkı atlarını kışın soğuktan korumak için açtığını anlatıyordu. Bunu anlatırken ilerde, karlar üzerinde sürekli koşan ve geri gelen ata bakıyordu. Bu sene de her sene olduğu gibi çobanlar terk edilmiş ahırı kış bastırınca açmış ve sağda solda bulunan atları ahıra süpürtmüşlerdi. Nasıl olduysa bilinmez, gecenin bir yarısı ahır yanmaya başlamış ve kaçamayan atlar ahırın içinde telef olmuştu. Sarı imam, atların telef olduğunu anlatırken ellerini dua eder gibi havaya kaldırıyor, başını yana eğerek ''affet yarabbi'' diye dua ediyordu.

Ona göre bütün canlılar kutsaldı ve yaşamaya hakları vardı. Bir insan tarafından zalimce kapalı bir ahırın ateşe verilişi, ihtiyar imam için kıyamet alametlerinden olan ''felaketlerin üst üste gelişi''nden başka bir şey değildi. Bu yaşanılan olay, diğer felaketlerin yaşanılmasına sebep olması için yeterdi. Dalgın ve yüzündeki çizgilere keder düşmüşçesine karşıda koşturan at a bakıyor, iç çekiyordu.

Söğüt deresinin yamaçlarında bulunan terk edilmiş ahırı gözlerinin önüne getiriyor ve yandığını hayal ediyordu. Karanlığın içinde büyük bir alev topuna dönüşen ahır, cehennemden farksızdı. Bunu yapanı Allah nasıl affederdi? İçinde, sağa sola kaçmak için ahırın duvarlarına çarpıp bağıran ve bağıra bağıra ölen atlar gözünün önüne geliyor, nefesi düğümleniyordu. Yanmakta olan atların kendini dışarı atıp, dışardaki karın üzerinde yuvarlanışlarını, ya da bir alev topu halinde ahırdan çıkanların karın üzerinde, gecenin karanlığında koştukça derilerinin vücutlarından parça parça düşüp eridiklerini hayal ediyordu. Elinde bulunan kürekle ahır önündeki çamurlaşmış karı kazımakta olan Nazım çavuş, küreği ahırın önündeki geniş çimenliği ayıran tahta çepere yaslayarak o da karşı da bulunan at a bakmaya başlamıştı. Vesile, ahır duvarının dibine yeni bırakılmış bir kucak dolusu samanın üzerine oturup, konuşmaları dinliyordu. İkisinin de Vesileye arkası dönüktü. Sarı hafızın gri cübbesi bazen rüzgarda ayaklarının arasına dolanarak dalgalanıyor, sarığının arkasından sarkan beyaz kumaş boynuna dolanıyordu.

Nazım çavuş; ''peki kim yakmış ahırı'' diye sormuştu. Uzun bir sessizlikten sonra Sarı hafız, yeleğinin iç cebinden çıkardığı tespihin tanelerini parmaklarının arasında yavaş yavaş çekerken yüzünü buruşturmuş ve ardından başını sağa sola sallayarak ''yabancı çobanlar böyle bir şeyi neden yapsın azizim'' diye seslenmiş ve devam etmişti ''bu o gavur eşkıyaların işi, onlardan başka bu gavurluğu kim yapar?''*

Nazım çavuş bu sözün doğruluğuna önce hiçbir ehemmiyet vermemişti. Yıllar önce eşkıyaların köylere yaptıkları baskınlar anlatılırdı fakat en fazla koyunlar çalınır, bir kağnı hazır edilir ve arpa buğday ne varsa yüklenip yollarına devam ederlerdi. Ne bir insana, ne de bir canlıya zarar verildiği görülmemişti. Eşkıyalar kara kışın ortasında neden içi atlarla dolu bir ahırı ateşe versinlerdi?

Nazım çavuş, ''pek eşkıya işine benzemiyor amma, gün ola harman ola'' diye söylenmiş, bahçe çeperine yasladığı küreği alarak ahırın önünden gübreliğe doğru giden yolun üzerindeki karı kazımaya başlamıştı. Sarı hafız karşıda, karlar üzerinde koşan, geri gelen, şaha kalkan, tırıs giden ve ardından, boş arazide geniş daireler çizerek tekrar hızla koşmaya başlayan atı, elini kaldırıp işaret ederek ''peki baktın mı, yanığı, yarası var mı, bu kadar koşması, zıplaması normal mi?''

Nazım çavuş ; ''görünürde bir şey yok, sabah ahırın kapısını açtığımda yanına yaklaşmak istemedimdi, bir müddet sonra dışarı fırlayarak çimenliğe seğirtti, kaçar gider sandımdı, lakin gördüğün gibi saatlerdir böyle hoplayıp zıplamakta'' diye seslenmişti. Tüm bu zıplamaların, koşmaların ve yerinde durmayan çırpınışların vücudunda oluşan yaralardan kaynaklanabileceğini ikisi de gayet tabi biliyorlardı. Tetkik etmek ve incelemek için atın biraz daha buraya, bu insanlara alışması ve içinde bulunduğu stresten kurtulması gerekiyordu.

Onun yaşadıklarının, Sarı hafızın az önce hayal ettiklerinden farklı bir tarafı yoktu. Her kış, sağda solda aç kurtlar tarafından parçalanmış at cesetleri çobanların ve en çok da köylülerin yüreğini sızlatıyordu. Son zamanlarda kimin ve kimlerin getirip bıraktığı belli olmayan bu atların sayısı gittikçe artıyordu. Akçahisar muhtarı köy köy gezerek, söğüt deresinde terk edilmiş ve yıllardır kullanılmayan ahırın yılkı atları için onarılmasını teklif etmiş ve bütün köylüler bu kararı geri çevirmeden kabul etmişlerdi. Geçen sene, sonbahar ayında bir çok yerinden çürüyerek dökülen çatının büyük bir kısmı onarılmış ve ahırın içi samanlarla doldurulmuştu. Oldukça büyük olan ahırın pencereleri brandalarla kapatılmış üzerine tahtalar çakılmıştı. Köylü, büyük bir özveri ve  gayretle ahırın, yıkılan, çürüyen, çöken yerleri onarmıştı. Ahırın içine, birkaç ay yetecek kadar saman yığmışlardı. Çatı oluğundan uzatılan bir boru, çatıdaki suyun yerde kazılan geniş bir çukura akmasını sağlıyordu. Bu da atların su ihtiyacını karşılaması için yeterdi. Kış kendini gösterdiğinde, Akçahisar köyünde toplanan delikanlılar ve çobanlar, o gün hava kararıncaya dek, boş sürüler halinde gezen atların etrafını çevirerek ahıra kadar kovalamışlardı. Muhtar, akşam karanlığı bastırırken ahıra uğramış ve ahırın çift kanatlı ağır, ahşap kapısını açarak içeri baktığında, yirmiye yakın atın içerde, ahırın arka duvarına tepeleme yığılmış samanları yediklerini gördüğünde keyfi yerine gelmişti. İçlerinde yavru atlarda vardı.

Sayıları gittikçe çoğalan bu atları kimler ve ne için bırakıyorlardı? Bu mezralarda yılkı atı çok nadir görülürdü fakat nasıl olduysa bu son iki yılda sayıları gittikçe artmış ve çoğalmışlardı. Muhtar, ahırın kapısı önünde, önlerine dağ gibi yığılmış olan samanları yiyen atlara bakarken bunları düşünüyordu. Önlerinde yedikleri samanlar onlara kış boyu yeterdi. Atların bir kaçında, sırtlarına binmek için kullanılan eyer vardı. Muhtar, gün boyu delikanlılar ve çobanlar tarafından kovalanarak ahıra kadar sürülen yorgun ve korkmuş olan atları daha fazla rahatsız etmek istemediğinden, iki kanatlı büyük ahşap kapıyı kapatarak sürgüsünü çekmiş ve atına atlayarak, köyün yolunu tutmuştu.

Muhtar, o günün sonrasında haber salarak yılkı atlarını toplayan gençleri ve çobanları köyüne davet etmişti. Fazlasıyla hayırlı ve büyük bir iş başarmışlardı. Evinin önündeki büyük bahçeye sofralar kurdurmuş, donatmıştı. Çevre köylerden gelen gençler, çobanlar ve ihtiyarlar bahçeyi doldurmuş ve bahçe kalabalık bir ziyafet alanına dönüşmüştü. Sarı hafız da boz eşeğine atlayarak Akçahisar köyüne kadar gitmiş, bu iyi yürekli insanlarla birlikte olmak ve dua etmek için ziyafete ortak olmuştu. Muhtar dört koyun boğazlamış, büyük kazanlarda pişirtmişti. Ayranlı çorbaları bitiren kalabalığa dumanı üstünde tüten tepsi tepsi et taşınıyordu. Gençler, yılkı atlarını çevirmek için yaşadıkları maceraları birbirlerine kahkahalar atarak anlatıyor, gülüşüyorlardı. Muhtarın yanında, yerdeki sofraya bağdaş kurarak oturan Sarı hafız, Muhtara, gençlere, çobanlara ve bilhassa hayvanların soğukta kalmalarına gönülleri razı olmayan tüm bu insanların ferasetine, merhamet dolu yüreğine, var edenin var ettiklerine olan sevgilerine dualar ediyordu.

VesileHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin