3.Bölüm

70 2 0
                                    


Hava kararmak üzereydi. Kurt tepesinin sivri çakmak taşlarından esen rüzgar, yamaçlardan kopardığı kar tanelerini önüne katıp geniş ovanın boşluğuna savuruyordu. Bütün köylü çatılarındaki karı, kapı önlerini ve ahırlara giden yolları temizliyorlardı. Köyün imamı Sarı hafız, köy camisinin önündeki donmuş çeşmenin kalın borusu içindeki buzu, elindeki demir bir murçla kırmaya çalışıyordu. Avuçlarını birbiri içine koyarak ağzına götürüyor, nefesi ile ellerini ısıtıyor ve tekrar çalışmaya devam ediyordu. Biraz sonra sanki yıkılmak üzere, eğri duran ahşap, tek şerefeli minareye çıkıp akşam ezanını okuyacaktı. Bütün köylü bu minarenin ha bu gün, ha yarın yıkılacağına kanaat getirir, çocukları, kadınları altlarından geçmemesi için ikaz ederdi. Köylüler yıllarca minarenin yıkılıp yerine yenisinin yapılması hususunda sarı hafızı ikna etmeye çalışsalar da, bir türlü başarılı olamamışlardı. Yaşlı imam inatla getirilen teklifleri reddediyordu. Ona göre bu minarenin kutsiyeti, büyük bir maneviyatı vardı. Minareye çıktığı basamaklarda babasının, dedesinin ayak izleri durmaktaydı. Minare şerefenin oyma kütüğüne saplanmış, doksan üç harbinden kalma Rusların(gavurların) silahlarından çıkan mermi izleri ona göre çok şey anlatıyordu. Bu yıl oldukça sert geçen ve haftalarca süren fırtınaya rağmen ayakta kalabilmişti. Sarı hafıza göre bu minareyi bu halde bile yıkacak tek kudret cenabı haktı. Büyük Erzincan depremine direnmiş ve ayakta kalmıştı. Her Cuma namazında, hutbeye çıktığında sözü dönüp dolaştırıp eğri minareye getirirdi. Onu dinleyenler cami çıkışında mutlaka minareye bakar ve karşılarında, cami bahçesine doğru neredeyse düşecekmiş gibi duran, ahşap gövdesi kararmış minareye bakarak iman tazelerlerdi. Kolay değildi, nice serdengeçtilere işaret, nice felaketlere tanıklık ve nice afetlere göğüs germişti. Selçuklu mimarisinin, oyma ahşap sanatı işçiliğinin en güzel örneklerini taşıyordu. Fakat şimdi kararmış, solmuş ve dökülmek üzereydi. Sarı hafızın anlattığına göre; gavurlar, parmaklı taşların ardından kurt tepesine çıktıklarında, köye doğru bakmışlar fakat gördükleri manzara karşısında hayretler içinde geri dönmek zorunda kalmışlardı. Gökyüzünün içinden parlak bir ışıkla süzülüp ,Minarenin sivri kurşun kubbesi üzerinden minarenin şerefesine ve oradan caminin bahçesine inen binlerce beyaz kıyafetli melek görmüşler. Ve bir daha buralara uğramamışlardı.

Sarı hafız, elindeki murcu ve çekici yere bırakarak şalvarının iç cebinden köstekli gümüş saatini çıkarıp kapağını açarak gözlerine yaklaştırıp uzun uzun bakmıştı. Baş parmağı ve işaret parmağı arasında duran yuvarlak köstekli saatini birkaç kez sallamış tekrar bakmıştı. Yelkovan akrebin üstüne binmişti. Saati sallamasıyla birlikte yelkovan saat çemberinin içinde birkaç tur atarak saati kurmuştu. Akşam ezanı vaktine beş dakikadan az bir zaman vardı. Köstekli gümüş saatinin kapağını kapatarak şalvarının iç cebine koymuş, ağır ağır camiye doğru yürümeye başlamıştı.

Vesilenin aklı ahırda bulunan attaydı. Nazım çavuş bir müddet sonra ahırda yanan gaz lambasını kapatmaya indiğinde Vesile de peşinden çıkmış fakat ahıra girmemişti. Ahırın önünde bulunan yalağın arkasında ki küçük ahşap merdiveni duvara dayamış pencereye tırmanmıştı. Gördüğü tek şey karşıda gün ışığının vurduğu kireçli duvar ve onun sol yanındaki koyunların sürekli sağa dönüp duran kafalarıydı. Nazım çavuşun gölgesi içerde geziniyordu. Vesile elleriyle tutunduğu pencere eşiğinden destek alarak bir basamak daha yukarı çıkmış ve başını sağa doğru kaydırmıştı. Birer karartı halinde yan yana dizili olan tosunlar buradan görünüyordu. 

Başını biraz daha sağa çevirdiğinde ahırın kapısı açılmıştı. Nazım çavuş ahırdan dışarı çıkarken Vesileyi merdivenin üzerinde, ahırın küçük penceresinden içeriye bakarken gördüğünde ''görünüyor mu'' diye sormuş, Vesilenin zaten kırmızı olan yanakları daha çok kızarmış, başını küçük pencereden uzanarak tekrar bakmıştı. Nazım çavuş, ahırın kapısını kapatmadan önce duvara yaslı olan merdivenin önünde durup kollarını yukarı kaldırarak ''hadi gel, buradan bak'' demiş, Vesile, merdivenin üzerinden kendini babasının uzanan kolları arasına bırakmıştı. Nazım çavuş, Vesilenin koltuk altlarından tutarak havada birkaç kez çevirmiş ve aşağı indirmişti. Merdiveni duvardan alıp yalağın arkasına koyarken ''bak, köşede içerde'' diye seslenmişti.

Vesile küçük parmakları ile kapı sövesinden tutarak korku ile başını içeri uzatmıştı. İçerisi karanlıktı, hiçbir şey görünmüyordu. Ayaklarını yerde sürüyerek birkaç adım atmış, başını içeri uzatmıştı. Gözlerinin karanlığa alışması ile birlikte atı görmüştü. Güzel yüzüne kır çiçeği gibi açan bir tebessüm oturmuştu. Gözleri daha çok büyümüş, gülen yüzü kırmızı yanaklarını daha çok tombullaştırarak gözlerinin kısılmasına sebep olmuştu. Kapıdan içeriye giren rüzgar, kumral saçlarını önüne doğru savuruyor, karşısında duran atı görmek için dağılan saçlarını küçük elleriyle geri itiyordu. At, tosunların arkasında ayakta duruyor, önüne konuşmuş kuru samanı yiyordu. Biraz sonra sivri kulaklarını ve püsküllü kuyruğunu sağa sola sallayarak Vesileye bakmıştı. Vesile korkarak birkaç adım daha içeri girmişti. Kenarları çiçek desenli kara lastik ayakkabılarının uçları yere devrilen fakat şimdi siyahlaşmış, tozlanmış sütün içine gömülmüştü. Atın başını sağa sola sallamasıyla kormuş, geri doğru birkaç adım atmış, arkasında onu izleyen Nazım çavuşun dizlerine çarpmıştı. Çarpmanın korkusuyla geri dönen Vesilenin omuzlarından tutan Nazım Çavuş 'korkma, benim. Bak at sakinleşti artık, Tavuğun da yumurtaları bulundu, hadi şimdilik rahatsız etmeyelim, sabah yine bakarız'' demiş ve dışarı çıkmışlardı.

Vesile dışarı çıkarken bile arkasına sürekli arkasına bakıyor, önündeki samanı yemekte olan attan gözlerini ayıramıyordu. Söğüt deresinde gördüğü atlara benzemiyordu. O atlar çok daha büyüktüler. Fakat püsküllü kuyruğuna, tüylü yelesine ve ince uzun bacaklarının üzerinde taşıdığı iri bedenine, yüzüne, sivri kulaklarına, ayağının birini kaldırıp, diğerini sertçe yere vuruşuna baktığı bu at, daha küçüktü, daha güzeldi. Bir kovanın üzerine çıkarak sırtına atlayabilirdi. İki yıl önce, dedesinin önünde ata binerek söğüt deresinin içinden geçip, parmaklı taşların önünden kurt tepesine bir rüzgar gibi gidişlerini hatırlıyordu. Yelesinden sıkıca tuttuğu parmaklarını bir an olsun açamıyordu, etrafındaki her şey karmaşık çizgiler halinde hızla geçiyor, yüzüne vuran rüzgardan gözlerini açamıyordu.

Nazımçavuş ahırın kapısını kapatarak, pantolonunun kemer halkasından çıkardığıanahtarlıktan uzunca bir anahtarı eline alıp yuvarlak, paslı asma kilidinanahtar yuvasına sokup çevirmesiyle tok bir metal sesi duyulmuş ve anahtarıkildin desenli yuvasından çıkarıp tekrar pantolonun kemer halkasına asmıştı.Güneş batıda sıra sıra, sisli beyaz dağların ardındaki Vauk dağının arkasınaçekilmesiyle hava daha çok soğumaya, esen rüzgar dokunduğu teni daha çokyakmaya başlamıştı. Nazım çavuş ve Vesile atı ahırda bırakıp eve yürürlerkensarı hafız eğik minaresinin şerefsin de, iki elinin avucunu kulağına kapatıpgözlerini kısarak akşam ezanı okumaya başlamıştı. Boynundaki kırmızı atkınınucu rüzgarda dalgalanıyor, sesi sagah makamının huzur veren nağmesiyle dalgadalga köy içlerine ve derin vadilere doğru yankılanarak kayboluyordu...

VesileHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin