4.Bölüm

56 2 1
                                    


Karanlığın çökmesi ile rüzgarın uğultusu artmıştı. Kış mevsimin son demleriydi. Hafize sultan, odanın ortasında siyah, demir bir kütle gibi duran fırın sobasının üstündeki yuvarlak kapağı elinde bulunan demir çubuğun çengelli ucu ile kaldırıp kenara çekmiş ve yine elindeki demir çubukla sobanın içinde sönük sönük yanan közleri karıştırmıştı, közden çıkan kıvılcımlar birbiri ardına parlayıp sönerek odanın içine dağılmıştı.

Nazım Çavuş, bir kucak dolusu odunla içeri girmiş, onunla birlikte dışarda esen rüzgarın soğuğu odayı doldurmuştu. Vesile, oturduğu divandan zıplayarak kalkmış, kapıyı kapatmıştı. Henüz kapağı kapanmamış olan sobanın içine attığı kuru odunlar nar gibi kızarmış közlerin arasına düşüyor ve düştüğü yerde etrafını saran küçük alevler büyüyerek kurumuş odunları tutuşturuyordu. Biraz sonra gürül gürül yanan sobanın kapağını kapatan Nazım Çavuş duvarın dibinde bulunan sönük gaz lambalarından birini yakarak mutfağa doğru yürümüş Vesile ardından o nu takip etmişti.

Hafize Sultan, sobanın arkasında, divanın önüne serdiği mavi beyaz desenli sofra bezini dizlerinin üzerine çekmiş dolma sarıyordu. Soba, içine atılan odunların tutuşması ile gürül gürül yanıyordu. Odanın içi bir an da ısınmış Hafize sultan başına bağladığı kalın kırmızı yazmayı çözerek arkasındaki divanın üzerine atmıştı. Nazım çavuş mutfakta küçük bir tepsinin üzerine patates diziyordu.

Yuvarlak tepsiyi iki eliyle sıkı tutup, bir ucunu karnını ileri doğru çıkarıp yaslayan Vesile çuvalların içinden patates ayıklamakta olan Nazım çavuşa sürekli sorular soruyordu. ''O bizim mi oldu artık'' ''Onun sahibisi gelmez demi'' ''Onun adı ne olsun'' ?

Ahırda görür görmez sahiplendiği at için sorduğu sorular Nazım çavuşu güldürüyordu. Tüm bu sorulara dikkatle cevap verişinin sebebi, olur da atın sahibi çıkıp gelirse Vesile'nin üzülmemesiydi. Fakat karşısında ki kız her seferinde sorularını daha çok sahiplenerek soruyor, verilen cevapları dinlemeden diğer sorulara geçiyordu. Tepsi dolmuştu. Artık Vesilenin zorlukla taşıyabildiği tepsiyi elinden almak için eğilen Nazım çavuş, ''Olsun, sahibisi de olsa biz ona benzeyen bir at alırız'' demişti. Bu sözler Vesileyi neşelendirmemişti. O, ahırda bulunan atı istiyordu. Hiç bir atın ona benzemediğini, benzeyemeyeceğini biliyordu. Ya da, herhangi bir atın ona benzediğini düşünmek kıskanmasına sebep oluyordu. Hiçbir at ona benzememeliydi. Onun gibi durmamalı, onun gibi bakmamalı ve onun gibi koşmamalıydı.

Elindeki tepsiyi sobanın önündeki hazneyi açarak içine süren Nazım Çavuş elinde tuttuğu gaz lambasının yanan alevini söndürmüş, divana oturmuştu. Divanın arkasında, duvara çivilerle tutturulmuş duvar halısında büyük bir tavus kuşu vardı. Eğri bir ağacın üzerine konmuş olan tavus kuşu, karşısındaki diğer tavus kuşuna bakıyordu. Kuşların arkalarından akan mavi bir nehrin arkasında ise, dik olmayan dağlar yükselmekteydi. Köşede bir yerde mavi kubbeli kervansaray nehir boyunca dağın eteklerinde kayboluyordu.

Nazım çavuş, çıktığı divanın üzerinde sırtını verdiği duvara, içi tavuk tüyü ile doldurulmuş küçük bir yastık koyarak yaslanmıştı. Vesile bir sıçrayışta babasının yanına çıkmış ve mutfakta yarım kalan sorularına burada deva etmeye başlamıştı. Divanın önünde, önündeki büyük bakır tencereye sardığı dolmaları dizmekte olan Hafize sultan ''ne yaptız, irahat durdu mu sonunda'' diye seslenmiş ve ona, başını babasının dizlerine koyup tavana bakan Vesile cevap vermişti.

Kollarını sanki birine uzanmak istercesine havaya kaldırmış ve ''Büsbüyük kuyruğu var, büsbüyük yüzü var'' diye seslenmiş ve divanın önünde, arkası kendilerine dönük olan annesine bakarak ''tosunlar onu dövmez demi'' diye bağırmıştı. Hafize sultan gülerek cevap vermişti. ''Hele o kara oğlan bağlı olmayaydı da göreydin, boynuzlarıyla ikiye ayırıvermişti o canavarı, sıfatına tüküreyim he, sütü dökmekle kalmadı, iki kovanında üstünde tepinip parçaladı'', bunun üzerine Vesile kara oğlan denilen tosunun geçen sene ahırdan dışarı çıkarıldığında, ahırın önündeki geniş çimenliğe doğru zıplayıp koşarak diğer tosunları kovaladığını, hatta birini yere yıkarak bacağını kırdığını, onu tutmak için köydeki adamların toplanıp ellerindeki kalıp iplerle etrafını sardığını, fakat tosunun buna sürekli direnerek saldırdığını, hepsini bütün ayrıntıları ile gözünün önüne getirip heyecanla yattığı yerden babasının yüzüne bakarak ''ama kara oğlan onu boynuzlarsa'' diye sormuş, öylece kalmıştı. Nazım çavuş, iri parmaklarıyla Vesilenin kumral saçlarını severken ''bağlı o bir şey yapmaz'' diye seslenmişti. Vesile uzandığı divanın üzerinde tekrar sırt üstü yatarak , başını babasının dizleri üzerinde düzeltip, gaz lambasından yayılan titrek ışığın tavanda gölgelendirdiği ahşap kirişlerin, duvarlara yansıyan sobanın ve odanın ortasından geçen soba borularının, annesinin ve her şeyin duvarda uzayıp dalgalanarak titreyen gölgesine bakıyordu.

Pencere kenarlarından içeri giren rüzgarın çıkardığı ıslık, sobanın üzerinde kaynamakta olan güğümün sesine karışıyordu. Vesile, babasının Nazım çavuşun karnına koyduğu iri parmaklarıyla oynuyordu. Biraz sonra gözleri ağır ağır kapanmış ve uykuya dalmıştı.

Sisli bir ormanın içinde kaybolmuştu. Kalın ağaç gövdelerine dokunarak ilerliyor, adım attığı yerlerde kuru çalıların çatırtıları ormanın içinde yankılanıyordu. Gri sis, çevresinde bulunduğu her şeyi yutmuştu. Adım attıkça açılan sisin içinden başka ağaçların silüetleri görünüyordu. Korkuyordu. Çok korkuyordu. Gövdesi kalın bir ağaca sırtını yaslayarak yere oturmuştu. Uzaktan kendisine yaklaşmakta olan nal sesleri ormanı doldurmuş, ardından çığlığa benzer bir kahkaha nal seslerine karışmıştı. Yukarı bakmış, fakat sağa sola açılan dalların üstüne beyaz bir çarşaf gibi örtülen sisten başka bir şey görememişti. Gözlerini kapatmıştı. Gözlerini kapattığı an bütün seslerin aniden kesildiğini fark etmişti. Bir müddet, kımıldamadan, ses çıkarmaya, bağırmaya korkarak beklemişti. Parmaklarını, sıkıca kapattığı gözlerinden indirirken, gözlerini açmış ve korkuyla sırtını yaslayarak oturduğu ağaçtan destek alıp ayağa fırlamış kendini ağacın arkasına atmıştı. Ağacın kalın gövdesinden başını yavaşça uzatıp baktığında at, önünde duruyordu. Ormanın içinden, kahkahaya benzer çığlıklar tekrar yankılanmaya başlamış ve ormanın içini doldurmuştu. Önünde, sisin arkasından kendisine yaklaşmakta olan kızıllığı fark etmişti. Kızıllık gittikçe artıyor, önünde bulunan sisi dağıtarak kendine doğru hızla yaklaşıyordu. Yaklaşan kızıllığın ormanı küle çeviren büyük bir yangın olduğunu, ağaçların yüksek tepelerinden koparak büyük bir alev kütlesi halinde yere saçılıp dağılmasından anlamıştı. Biraz sonra, beyaz bir güvercin, kanatlarını açarak kendisine doğru hızla gelmiş ve kanat uçlarının yüzüne değmesiyle uzaklaşmıştı. Onu yangından kaçan diğer kuşlar takip etmişti. Eğilip, atın yerde duran saman rengi yularını eline alarak bir sıçrayışta üzerine atlamış ve geri dönüp baktığında gördüğü manzara karşısında donup kalmıştı. Alevlerin önünde dans eden beyaz giyimli bir kadının sağından solundan hayvanlar kendisine doğru koşuyordu. Kaplumbağalar, yılanlar, kertenkeleler, karacalar, kurtlar, yaban keçileri, tilkiler ve daha bir çok hayvan, arkalarında koca bir ormanı küle çeviren alevlerden kaçıyorlardı. At hızla ileri doğru atılmış, önündeki sisi açarak koşuyordu. Ormanın içinde yankılanan kahkahaya benzer çığlık sesleri, yerini yavaş ve sakince okunan Kur'an sesine bırakmıştı. At ağaçların arasından rüzgar gibi geçerken, sanki her ağacın arkasından çıkan yeşil yüzlü bir kadın, kendilerine yılan gibi tıslıyor ve tekrar ağaçların arkasına saklanıyordu. Geçtikleri ağaçların önünde, sırtları kendilerine doğru dönük olan, siyah cübbeli büyücüler, başlarına taktıkları kuş yuvasına benzer bir şapka ile önlerinde kırmızı dumanlar çıkaran bir vazonun içine kurumuş otları kırarak bırakıyorlardı. Büyük bir kelebek sürüsünün içine giren at kelebeklerin hiç birine çarpmadan ilerlemiş ve yüksek bir uçurumun dibinde durmuştu. Vesile, atın yelesinden tutup ileri doğru eğilerek baktığında, uçurumun dibinin görünmediğini fark etmişti. Uçurumun içinde, büyük kanatlarını açarak daireler çizen akbabalar görünüyordu. At geri dönerek koşmaya başlamış, bir müddet sonra tekrar uçuruma doğru dönerek şaha kalkan at, ileri atılmıştı. Kuyruğunu havaya kaldıran atın ayakları adeta yere dokunur dokunmaz havalanıyordu ve kendini bir ok gibi ileri fırlatıyordu. Vesile atın yelelerinden sıkıca tutmuş ve gözlerini kapatmıştı. At, dibi görünmeyen uçurumun önüne geldiğinde arka ayakları ile kendini ileri fırlatmıştı.

Tam bu sırada büyük bir koku ile uyanan Vesile şaşkınlıkla etrafına bakmıştı. Hiç kimse yoktu. Her yer karanlıktı. Sessizdi. Sobanın arkasındaki divanda, üzerine kalınca bir yorgan serilmişti. Annesi ve babası uyumuş olmalıydılar. Korku ile yatağından kalkıp, duvarlara tutunarak yatak odasına girmiş annesi ile babasının arasında girerek uyumuştu. O gün sabaha dek kesik kesik rüyalar görmüş ve sık sık uyanmıştı...

VesileHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin