Biri sessizlik, biri cinayet, biri intiharla örülmüş üç ayrı dans vardı. Arkada çalan şarkının ne önemi vardı? Neticede şu hayatta herkes yalnızdı.

Gece beni defalarca uykumdan uyandıran onca kâbusa rağmen, göz kapaklarımın içine sızan ışıkla beraber uyanırken hissettiğim ilk şey tenimi saran sıcaklıktı. Üstümdeki her tarafımı kaplayan örtüyle ilgili değildi bu, tuhaf ve alışık olmadığım bir dinginlik vardı. Huzursuzluk hâlâ ezberimdeydi ama bu sessizlik o denli rahat ve sakindi ki dün gecenin hatıraları zihnime üşüşmeseydi günlerce burada uyurdum.

Baştan sona kirden arınmış, üstündeki tüm tozlar silinmiş, saklı bir derinliğin içinde uyuyakalmış gibiydim. Belki bir çukurdu, belki deniz veya kuyu... Seçemiyordum ama her 20 Ekim sabahı hissettiğim bir şey vardı, o da nereye saklanırsam saklanayım ben uyurken canavarların tepeden beni izliyor oluşuydu.

Genelde onca yorgunluğun üstüne içine saklandığım bu sükunetten sırf bu yüzden ayrılmak istemez, beni izleyenlere karşın sanki gözlerimi kapatsam gideceklermiş gibi ısrarla uyuma çabasına devam ederdim ama bir işe yaramayacağını bilecek kadar büyümüştüm. Her adımımda benimlelerdi, belki saçlarımın arasındakileri kesip atmak imkânsız değildi ama kafamın içindekilerin gölgesi gördüğüm her gölgedeydi.

Kirpiklerimi yavaşça yukarı iterek gözlerimi araladığımda, neredeyse tamamen kapalı olan perdeden sızan ışık yüzünden hafifçe kaşlarımı çattım ve gözlerimi kaçırdım. Güneşin saatler süren bir fırtına esnasında değil de her yerim yara bere içindeyken ziyarete uğraması haksızlıktı.

Bacaklarım, kollarım ve boğazımda hissettiğim keskin ağrılar yorgun argın bir halde, yastığa iyice gömülmeme sebep olurken üstümde onlarca ceset varmış gibi bir ağırlık hissediyordum. Ceset kokusu yoktu veyahut o kadar alışmıştım ki artık algılayamıyordum. Saatlerce yağmurun altında koşmamıştım da o yağmurun kendisi olmuştum sanki, şimdi kaldırımlarda bekliyordum ama dün yağmak için kocaman çatıların kuytusunu seçmiştim. Işık bende kırılamaz, yerde gökkuşağı doğamazdı.

Zorunluluklar ellerimizi kanata kanata damarlarımıza sızar, kabullenişler doğurur ve yıllar sonra tercihlerimiz onların avuçlarında şekillenmiş hissiz heykeller olurdu.

Dün yaşadığım onca şey hiç çekinmeden sırtıma çöktüğünde gözlerimi daha da araladım ve yabancısı olduğum odanın duvarına ölü gibi bakmaya başladım. İşkenceler bile ışık hızında başlayıp bitmiş, tabloya rastgele fırlatılan bir şişe boya bitmeden ruhuna başka bir renk karışmış gibiydi. Şimdi hangi renge bakacağımı bilmiyor, tablonun özünü hatırlamıyordum. Tek görebildiğim koca bir karmaşaydı.

Üst bedenimde hissettiğim kumaş, gökten inen ilk yağmur tanesi kadar berrak olan dikkatimi yavaşça kendine doğru çektiğinde dün gecenin hatıraları kapıyı çaldı ve giydiğim kazağın bana ait olmadığını hatırladım.

Dün çoğu şeyi ayırt edemediğim için bazı hisler zehirlere karışıp buhar olmuştu ama artık kazanlar boştu. Havadaki onlarca duygu arasından bu tuhaf, yabancı olduğu kadar güzel ve sıcak hissettiren şeyi seçebiliyordum. Yaşananlar usul usul zihnimi tırnaklarken arkamdan gelen kısık soluklar oradaki duvarları okşuyor, tuğlalarıma sinmiş küller ellerinde ise dönüşüyordu. Belki de çoktan dönüşmüştü, üstünde boyaların kuruması gereken ellerinde lekeler vardı şimdi.

Zıtlıklar birbirlerini her koşulda yaralardı, denizin varlığının ortasına ateşten bir sancı düşürmüştüm ve tenindeki yanık çukurlar artık benim kuyumdu.

Böyle bir sahiplenişi ve hatta sahiplenilmeyi bu ağırlığın altında bile hissedebilmek, beni bir anlığına kendime yabancı bıraksa da şu an buna odaklanamayacak kadar bulanıktım. Üstelik o kadar yorgun ve halsiz bir durumdaydım ki biri parmaklarını içime sokmuş ve orada zar zor atan kalbe tırnaklarını geçirerek kanımı zehirlemiş gibi hissediyordum. Bu öyle bir zehirdi ki hayatımdaki tüm gerçekliklere birer birer sıçrıyor, kanlı canlı bir ölümü enseme fısıldıyordu.

Yaşarken Ölmek Gerekir Where stories live. Discover now