LMW-2

25 4 0
                                    

Haneul, elindeki kahve bardağını masaya bıraktı ve karşısındaki Han Jisung'a  çevirdi gözlerini. "Seni çok ama çok özledim! Fakat.. Neden bunca yıl aradan sonra buradasın, Haneul? Hiç kimseye haber vermeden, yapayalnız bir şekilde neden döndün?" Bir sincabı andıran suratı endişeyle kasılmıştı. "Üstelik Chan bu şehirde-"

"Onunla zaten karşılaştım, Han." Haneul'un sözleri, Han'ın cümlesini bir bıçak gibi keserken tepkisizce sincap çocuğun gözlerine baktı. Han şaşkınlıkla haykırırken, birkaç insanın kınayan bakışları onlara dönmüştü. Ama bu umurlarında değildi.

"Ne dedi?" Haneul gözlerinin dolmasını engellemek için yanaklarını şişirdi. "Benden nefret ediyor. Arkadaşları bayıldığım için revire götürmüştü. Ve bunun da oynadığım basit bir oyundan ibaret sanıyor." Han'ın gözleri doldu masaya eğildi.

"Peki hasta mısın, yani neden bayılır ki bir insan durduk yere?" Meraklı bakışlarıyla kızın yüzünü tarıyordu.

Haneul yutkundu. Bundan kimseye bahsedemezdi.

"Grip geçiriyorum, Hannie. Ciddi bir şey değil." Han şüpheyle kaşlarını kaldırıp iç çekti. İçinden bir ses, arkadaşının yalan söylediğini fısıldıyordu.

"Neyse, gitmeliyim. Hoşça kal." Haneul çocuğun bir şey demesine izin vermeden hırkasını giydi ve çantasını alıp masadan kalktı. Kahvesinin ücretini ödedikten sonra kafeden ayrıldı. Tabii, kafeye girdiği andan beri  onu izleyen, Han'ın yanına sert adımlarla ilerleyen gençten haberi yoktu.

*

"Aman tanrım, Chan Hyung!" Han şaşkınlıkla karışık gülümsemesiyle Chan'a sarılırken, Chan yüzüne bir gülümseme yerleştirdi. "Sen nereden çıktın böyle?" Han sandalyesinde dikleşti.

"Burada kahve içmeyi seviyorum, ve seni gördüm. Doğruluğunu tespit etmek için de yanına geldim.. Sonuç olarak buradayım." Chan samimi ifadesiyle gülümsedi ve Han ile yumruklarını tokuşturdu. Kendisinden hemen önce kalkan kız hakkında soru sormayacaktı. Han zaten merakına yenik düşüp soracaktı. Buna emindi.

Yarım saat boyunca kahkahalarla sohbet ettiler. Chan kalkma vakti geldiğinde, Han'ın omzuna dostça patpatladı. "Akşam soju içmek için bizimkilerle buluşacağız. Sen de gel, her zaman ki yerde." Han gülümseyerek başını salladı. Cevabını alan Chan ise kafeden ayrıldı. Aklı her zamankinden daha dağınıktı. Han ona kızdan bahsetmemişti. Belki de artık o da eski Han değildi. Bir yandan da genç çocuğa hak verdi. O da lisenin son yılındaki Chan değildi.

Haneul'un arkasında bırakıp, kendisine ulaşmasını engelleyip gittiği Chan değildi.

Tüm düşüncelerini bir kenara savurup şarkı söylediği kafeye girdi. Aklını dağıtmalıydı.

*

Saymayı unuttuğu soju bardağını bir dikişte midesine gönderen Han'ın bedeni gevşerken, kafasını masaya yasladı. Herkes başka alemlerde gibiydi.

Chan bardağına soju doldururken, Han'ın hıçkırıklarını duydu. Sincaba benzeyen yüzü yaşlarla çevrilmiş, gözleri kanlanmıştı. İçini çeke çeke, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gerçekten sarhoş olmalı, diye düşündü Chan. Felix Han'a bir peçete uzattı ve Han peçeteyi almayı reddetti. Bir çocuk gibi mızmızlanıyor, ağlıyor ve ağzının içinde kimsenin anlayamadığı bir şeyler geveliyordu. 

Lalisa bir anne edasıyla Felix'in elindeki peçeteyi aldı ve masaya yaslanan Han'ın başını kaldırdı. Yüzünü sabit tutup göz yaşlarını sildiği sırada, Han'ın ağzından çıkan birkaç kelimeyle elleri yüzünde kalakaldı. Jackson kaşlarını çattı ve Han'ın yanına oturup kafasını kendine çevirdi. Ne dediğini soruyor olmalıydı. Chan umursamadı. Sarhoş bir Han Jisung çekilmezdi ve ne dediği de belli olmazdı. Soju bardağını dudağına yaklaştırdığı sırada Han şiddetle öksürdü.

Lost My WayWhere stories live. Discover now