GİRİŞ

412 67 26
                                    

Uçağın tekerlerinin yerle buluştuğu an tenimden bir ürperti geçti. Pilot, yolculuğun bittiğini ve teşekkürlerini sunan bir anons yaptığında daldığım düşüncelerimden çoktan çıkmış kemer ikaz ışıklarının sönmesini bekliyordum. Tam yedi yıl sonra, her şeyin başladığı o şehirdeydim. İstanbul.

Yolculuk boyunca atıldığım yeni maceramı, bıraktığım evimi, aldığım kararları düşünmüştüm. Buna hazır mıydım, bilmiyordum ama yüzleşmek zorundaydım. Yedi sene önce aniden aldığım bir kararla mastır için İngiltere'ye gitmiş ardından doktorayı tamamlamış ve şimdi mezun olduğum okuldan kadro almıştım.

Peki, ya İstanbul? Değişmiş miydi çok? Yine kışları deli gibi yağmur yağıyor muydu? İnsanı çileden çıkaran trafiğine çözüm bulunmuş muydu?

Tabi, önce bir aylık bir deneme süreci olacaktı. Henüz net bir karar vermemiştim ama okuldaki hocalarımın ısrarlarını da kıramamıştım. Neler göreceğimi biliyordum ama görmeye hazır mıydım işte bunu bilmiyordum. Bagajımı aldıktan sonra-dönme ihtimalim olduğu için pek fazla eşya yanıma almamıştım-gelen yolcu dış hatlar yazan yerden çıktım. Gözlerimle Met'i aradım. Met yani Mehmet kuzenimdi. Ben gittikten sonra evimde kalmış ve evime sahip çıkmıştı. Nişanlanmıştı ve düğününe birkaç gün kalmıştı. Aslında gelme sebeplerimden bir tanesi de o evi kapanma zamanının gelmiş olmasıydı. Met de kendi evine gideceğine göre belki de satılmalıydı.

Düşünceler kafamı istila etmişken karşıdan bana bakan Met'i gördüm. Yanında sevimli bir kızla bana el sallıyordu. Nişanlısı olmalıydı...

Uzun bir sarılma ve hal hatır sorma merasiminden sonra Neşe ile tanışmıştım, sahiden çok tatlı bir kızdı. Telefonda hep anlatmıştı ama tanışma fırsatımız hiç olmamıştı. Met valizimi aldıktan sonra birlikte sohbet ede ede arabaya ulaştık ve İstanbul maratonum başlamış oldu.

Sıcak bir ağustos günü olmasına rağmen hava oldukça kasvetliydi, akşam olmamasına rağmen hava karanlık sayılırdı. Kara bulutlar yağacak yağmurun habercisiydi. Yağmur...

Trafik saatleri değildi ama yollar boş sayılmazdı. Hatırı sayılır bir trafik hâkimdi. Özlemiştim. İnsan trafiği özler mi? Ben özlemiştim...

Bir buçuk saatlik bir yolculuğun ardından eve ulaşmıştık. Anılar bir bir gözlerimin önünden geçerken yapamayacağımı sandım. Arabadan inmeyip aksine hava alanına geri sürmek istedim. Beklentiyle gözlerime bakan Met, anlamıştı. Ben yanındayım, yalnız değilsin, der gibi gözlerime bakıyordu. Neşe ise sadece anlam vermeye çalışıyordu.

"Geleceğim." Dedim fısıltıdan hallice sesimle. Gidecek miyim?

İkisi de apartmandan içeri girdi ve merdivenleri çıkmaya başladı. Arabanın kapısı açıktı, derin bir nefes çektim içime ve içimden ona kadar sayıp adımımı dışarıya attım.

Koşa koşa eve girdim. Heyecandan ölmek üzereydim ve asansörü bekleyemeden merdivenlerden tırmanmaya başladım. Ayaklarımın dermanı kalmamışken bu defa da çantamdan anahtarımı aramaya başladım. Nefes al, nefes ver.

Anılar bir bir gözlerimin önüne gelirken sımsıkı kapadım gözlerimi. Gözlerimi sımsıkı kapayınca anılar gözlerimin önünde elbette gitmedi. Gözlerimi açtım, nefes al, bir adım at. Kapıdan girmeyi başardığımda merdivenlere bir göz attım. Adımlarım geri geri gidiyor gibi hissediyordum ama ilerlemeye devam ediyordum.

Anahtarı yuvasına yerleştirdiğimde duyduğum tanıdık sesler. Kahkaha sesi...

Kaçıp gitmek ve kalıp devam etmek arasında bir savaştaydım. Bacaklarım benim kontrolüm dışında merdivenleri çıkmaya devam ediyordu.

Kan, merdivenlere bulaşmış kanlar. Burnuma gelen kendi kanımın kokusu...

Hayır, beynimin bana oynadığı bu oyuna yenilmeyecektim. Nefes al, Nefes ver. İstemsizce elim karnıma giderken gözlerimi kapayıp yok olmak istedim. Tüm izlerim dünyadan silinsin istedim, hiç var olmamış olmayı diledim.

Düşüncelerim harbini tamamlayamadan kapının önüne gelmiştim. Yedi sene içerisinde değişen hiçbir şey yoktu. Dış cephesi, merdivenleri, asansörü, her şeyi aynı kalmıştı. Girip çıkan insanlar değişmişti ama bu apartman her şeyin şahidiyim, der gibi aynı kalmıştı. Açık kapıdan adımımı atıp derince bir nefes çektim. Evin kokusu değişmişti. Holde yavaşça ilerlerken ufak valizimi Met, kapısı yedi yıldır açılmayan kapının önüne koymuştu. Yalnız kalmak istediğimi bildiği için kafasıyla onay verip sessizce aşağı inmişti Neşe ile birlikte. Neşe'nin hiçbir şeye anlam veremediği açıkça belli oluyordu. Vermesine de gerek yoktu, zamanı gelince öğrenirdi, belki hiç öğrenmezdi, kim bilir?

Salonla, mutfakla vakit kaybetmedim. Her an çığlık çığlığa buradan kaçabilirdim çünkü. Yıllardır kaçtığım şeylerle yüzleşme zamanı gelmişti. Yedi sen önce bu kapıyı kilitleyip her şeyden kaçmıştım. Zayıftım, kırıktım, eksiktim, bitiktim. Şimdi ise o kaçan kız çocuğu, hafızamdaki bir anıydı sadece. Ölene kadar benimle yaşayacak bir anıydı.

Boynumdaki kolye ucunu yavaşça çıkardım. Anahtarla göz göze geldik. Meydan okurcasına bakıyordu sanki bana. Kaç kez nefes kontrolü yaptım, bilmiyorum ama yeniden bir nefes alıp anahtarı yuvasına yerleştirdim. Bir, iki, üç... Tiz bir ses eşliğinde kapı aralandı. Kapının aralanması ile rutubet kokusu bütün hole yayıldı. İçerisi toz içindeydi, nefes alınmayacak kadar havasızdı. Tahmin ettiğimden daha kötü bir haldeydi.

Kendime düşünme fırsatı tanımadan kol çantamı bir kenara fırlatıp cama sarıldım. İki camı da sonuna kadar açtım, dış kapının açık olmasıyla cereyan yapan kapı çarptı. Kapının çarpış sesiyle olduğum ana döndüm.

Yatağımın üstü dağınıktı, geceleri üstüme aldığım pikem bir top halinde yatağımın üstünde duruyordu. Duvarda asılı olan ve 2012 tarihli haftalık planlayıcı yarım kalmış şekilde bana gülümsüyordu. Kitaplığımdaki kitaplarım tozdan görünmeyecek haldeydi. Bazı beyaz kâğıtlar grileşmiş bazısı siyaha dönmüştü. Çalışma masamın altında bir böcek ölmüştü. Yerlerde kırılan çerçevelerin cam parçaları vardı. Her yerde cam parçası ve yırtılmış fotoğraflar vardı. Giysi dolabımın kapağı kapalıydı ama bir canavarla karşılaşmamak için açmaya cesaret edemedim. Çalışma masamın üstünde yarım kalan kitabım, ucu açık çapraz şekilde duran tükenmez kalemim, kapağı kırılmış çekmecem ve yarı açık vaziyette duran günlüğüm, günlüğümün arasında benimle dalga geçen beyaz bir çubuk.

İşte her şey tüm çıplaklığı ile buradaydı. Bütün hayal kırıklıkları, bütün acılar, bütün mutluluklar, kıskançlıklar, heyecanlar, şaşkınlıklar, ihanetler... Her şey buradaydı. Her şey, en az bu odanın hali kadar gerçekti ve yaşanmıştı. Bu oda, içimin yansıması gibiydi adeta. Yarım kalmışlıklarım, vazgeçtiklerim, tercihlerim, eksikliğim, eskiliğim, içimin örümcek ağları bana bakıyordu. Hepsi somutlaşmıştı.

Nefes alamayacağım sandım, ağlayacağım sandım, çığlık atacağım sandım. Sandığım gibi olmadı hiçbir şey. Sustum ve baktım. Baktım ve gördüm.

Saramadığım yaralarımın kabuklarını gördüm, ne kadar kaçmaya çalışırsam çalışayım kendimden kaçamadığımı gördüm, bu odanın aslında kafamın içinde olduğunu gördüm, yedi senede yedi santim yol alamadığımı gördüm, öldüğümü ama gömülmediğimi gördüm. Görebileceğim her şeyi gördüm zannederken gözüm yeniden günlüğümün içinde duran beyaz çubuğa kaydı. Kırmızı çift çizgi...

Midem bulandı, başım döndü. Çantamı zorlukla almayı başarıp kapıyı nasıl açtığımı, merdivenleri nasıl indiğimi bilmediğim bir halde kendimi dışarıya attım. Şimşek çaktı, gök gürledi. Met, koştu, aramızdaki bir metre sanki bir kilometreymiş de bir türlü ulaşamamış gibi gelen zamanlık aralığında beni kollarının arasına aldı. Olanların tek şahidi olarak saçımı okşadı. Kulağıma sessizce fısıldadı:

"Geçti, ben yanındayım. Geçti."

Geri çekilip omuzlarımdan tuttu, yağmur damlaları yer küreyi ıslatmaya başladı. Nefes al, diyordu ama sesi uğultu gibi geliyordu kulağıma. Duyuyordum ama yapamıyordum. Yağmur hızlandı, gök yarılırcasına yeniden gürledi. Islak kısa saçlarım yüzüme yapıştı, gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Met, beni sarsmaya ve nefes almamı söylemeye devam etti. Elimi karnıma götürdüm, yağmur günahlarımdan arındırırcasına yıkarken beni düşündüğüm tek şey; kırmızı, çift çizgiydi...

KANGRENWhere stories live. Discover now