İntikam

7.8K 603 47
                                    

Yorgunluktan ve susuzluktan dilimin dışarı sarkmaması için büyük çaba sarf etmem gerekiyordu. En son Aspendos'ta içtiğim nektarın etkisi geçmeye başlamıştı. Biz safkanların her gün beslenmesine gerek yoktu. İçtiğimiz nektarın tipine göre bazen bir kaç gün, bazen haftalarca bir şey yemeden yaşayabiliyorduk.

Göz ucuyla Marcus'a baktım. Bir kaç saat önce konuştuklarımızdan sonra yüzüne bakmaya utanıyordum. Susuzluktan çok haddinden fazla ışık alan bir ortamda bulunması etkiliyordu. Bıkkın bir ifadeyle alnındaki teri sildi.

Kendisine bakmaya daha doğrusu bakmamaya çalışmamı fark ederek her zamanki ukala gülümsemesini yaptı. Hades'in yanına gitmeyi umarak tam anlamıyla ona arkamı döndüm.

Marcus bir şeyler fark etmiş gibi durdu. Uzun ve sessiz bir yürüyüşün ardından nihayet ikinci ruha dair ize rastlamış olma umuduyla "Ne oldu? " diye sordum.

Parmağıyla az ilerimizde olan iki tepeciğin arasını gösterdi. "Şuraya bak."

Tuhaf bir biçimde iki tepenin arası yosun tutmuştu. "Çölde yosun tutan tepeler. Oldukça ilginç."

İkimizde karşımıza çıkabilecek şeyin verdiği korkuyla neredeyse parmak ucunda tepelere doğru yaklaştık. Biz yaklaştıkça tepelerin arasından su sesi geliyordu.

Gördüğüm şey karşısında şok olmuş bir şekilde mırıldandım. "Lav şelalesi."

Duyduğumuz şey su değil, lav sesiydi. İki tepenin birleştiği noktadan aşağıya lavlar akıyor ve büyük bir havuzun içine birikiyordu. Havuzun üstüne karşıya geçmemiz gerektiğini vurgulayan, daha önce benzerini hiç bir kitapta görmediğim bir mekanizma yerleştirilmişti. Mekanizma, lav havuzunun hemen kenarında olan bir kolla başlıyordu. Havuzda, bazıları aynı ray üzerinde, bazıları ise farklı raylar üzerinde yaklaşık 6 tane kadar tekerleğe benzer cisimler vardı fakat bunların yanlızca üçünü kullanarak karşı kıyıya ulaşabilirdik. Diğerleri ya doğrudan lav şelalesinin altına giriyordu ya da gölün bataklık olduğu net bir şekilde belli olduğu kısma. Aralarında atlanmayacak kadar büyük boşluklar bırakılmıştı, nasıl karşıya geçebileceğimizi analiz etmeye çalışırken her tekerleğin üzerinde muhtemelen görevleri rayları birbirine yaklaştıran kollar olduğunu fark ettim.

"Bunlar yosun değil."

Kendimi mekanizmayı çözümlemeye o kadar kaptırmıştım ki Marcus'un bitkiyle uğraştığını bile fark etmedim.

İlgisiz bir şekilde yanına doğru yürüyerek "Neymiş?" Diye sordum.

"Çim Ejderhası." Tepeden bir kaç parça koparıp anlatmaya başladı. "Bunlar derin yaraların iyileştirilmesinde kullanılan bir çeşit ilaç ama eğer sağlam bir kişi doğrudan cildiyle temas ettirirse bitki deriyi yemeye hatta çürütmeye başlıyor."

Boş bakışlarım onu hayal kırıklığına uğratmış gibiydi. Daha sakin bir tonla devam etti. "Bu ne demek biliyor musun? Annem bize yardım ediyor."

Son cümlesinden sonra gözleri parlamıştı. Heyecanını söndürmemek adına "Persephone'un bir bildiği vardır. Yanımıza biraz alsak iyi olacak." Diyerek ceplerimi doldurmaya başladım. Persephone bize böyle bir bitkiyi göndererek yardım ettiyse ileride bizi iyi şeyler beklemiyor demekti.

Bu yeşil bitkinin kırmızı tuhaf tohumları bana Abel'ı hatırlatmıştı. Günlük yapmak zorunda işler bittikten sonra gönüllü olarak bütün gün annemin bahçesindeki bitkilerle ilgilenirdi. Şüphesiz ki o bitkilerin her zaman kusursuz görünmesinin sebebi Abel'dı.

İçimdeki korkuyu ve hüznü bastırabilmek adına mümkün olduğunca normal bir sesle konuşmaya başladım. "Şu mekanizmayı hareket ettirebilmek pek kolay olmayacak."

Elysium'un Sırrı Where stories live. Discover now