16. BÖLÜM

42 11 0
                                    

Melek'e bakıp derin bir iç çektim. Pencereye doğru giderek perdeyi araladım. "Gülümsesene," dedim gözümü yağan kardan ayırmadan. Gidip yatağının kenarına oturdum.
  
"Gülümseyeyim mi?" dedi.
  
"Evet gülümse," dedim. Yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirdi, sonra hemen geri çekti.
  
"Bak," dedim. "Bizden onca şeyle birlikte gülümsemeyi de aldılar. Gülemiyorum, gülemiyorsun, gülemiyoruz... Hepsi sahte bir tebessümden ibaret, ve biz bu sahteliğe inanmadığımız hâlde inanmak istiyoruz. Varsın gülümsemeyelim, hem zaten yakışmıyor da..."
  
"Gülümseyelim, varsın yakışmasın ne yazar?" dedi.
  
"Böylesi bir hayatta mı?"
  
"Biliyor musun? İnsan bir bahane bulmak istediğinde çok çabuk bulabiliyor. Kendi önüne bu engeli, bu sınırı koyan sensin. Kendine haksızlık ettiğinin farkında mısın? İster yaşanılası bir hayatta ol, ister olma. Bu senin hayatın, senin kuralların. Sen istediğin her şeyi yapabilme kabiliyetindesin. Döktüğün o kadar gözyaşından sonra hep tekrardan gözyaşı dökmeyi mi bekleyeceksin? Niye? Mutlu olmak istemeyen sensin Aslı. Hep bir engel koyan sensin. Çok sevdiğim bir söz var; kötü ya da iyi diye bir şey yok. Düşünce onu öyle yapar, İşte bu... Sen kendine zaten gülümsemeyi yasaklamışsın. Sen gerçekten istemedikten sonra ben seni güldürsem ne fayda?"
  
Yerimden kalkarak yine odada bulunan pencerenin önüne geçtim. Uzunca bir süre hiçbir şey demeden yağan karı seyrettim.
  
"Neden Mehmet Kalpsiz'e bir şans vermiyorsun?"
  
Aklımdan geçen soruları dağıtmak için aklımı başka şeylerle meşgul etme çabası içerisindeydim. Bir yanım avaz avaz affet diye bağırıyorken, diğer yanım, yaptığı onca şeyden sonra mı,  diyordu.
  
Melek'e yorgun bakışlarımı yönelttiğimde, "Hadi git affet," dedi. "Hem artık bu karmaşıklıktan kurtulmuş olursun. Her an affetsem mi affetmesem mi diye düşünüp duruyorsun. Kendine yazık ediyorsun Aslı'm."
  
"Seni bu hâlde bırakıp mı gideyim?" dedim.
  
"Niye, ne varmış hâlimde?"
  
"Hazır hissetmiyorum Melek... Kendimi hiç affetmek için hazır hissetmiyorum. Zamanını beklemek istiyorum."
  
"Peki, her şeyi zamana bırakıyoruz. Ya zaman da bize bırakıyorsa?"
  
"Bilmiyorum Melek. Kendimi, duygularımı, hislerimi toparlayabilmem için zamana ihtiyacım var. Sen beni boş ver. Başın ağrıyor mu hâlâ?"
  
"Yok, hastanedeyken ağrıyordu fakat şimdi ağrımıyor."
  
"Peki bacakların ağrıyor mu?"
  
"Hissetmiyorum ki..." dedi acı acı gülümseyerek.
  
"İyileşeceksin Melek, en yakın zamanda iyileşeceksin. Ben seni yalnız bırakayım, sen uyu tamam mı?"
  
"Tamam."
  
Melek'in odasından ağır adımlarla çıkarak kapıyı kapatıp odama doğru yol aldığım sırada babaannemin odası gözüme çarptı, yutkundum. Babaannem öldüğünden beri hiçbir gün açıp da o odaya girmedim. Neden bilmiyorum ama beni o odadan uzaklaştıran bir şeyler vardı ruhumda. Bir anda gözlerimin önüne hastanede olduğumuz gün geldi. Babaannemi odadan çıkartıp götürdüler ve ben de öylece kapıya baktım. Hem de uzunca bir süre. Babaannemin odasının kapısında gezen gözlerimi kaçırıp odama doğru ilerlemeye devam ettim. Kapıyı hızlıca kapattım. Annem ve babam olduğunu zannettiğim kişinin fotoğraflarını sakladığım kutuyu çekmeceden çıkartmak için çekmeceye doğru eğildiğim sırada, Melek'in "Aslı!" diye bağırdığını duydum. Koşar adımlarla odamdan çıkıp odasına gittim. Yerde acı içerisinde kıvranıyordu.
  
"Ne oldu Melek?" dedim endişe içerisinde. Melek'i yerden kaldırarak yatağına oturttum. Hâlâ bir cevap vermesini beklerken, "Susamıştım," dedi. "Tekerlekli sandalyeye oturabileceğimi zannettim."
  
"Neden beni çağırmadın Melek? Ben sana su vermez miydim?" dedim.
  
"Verirdin Aslı, özür dilerim."
  
"Bir daha yerinden kalkmayacaksın Melek. İyileşene kadar kalkamazsın bunu biliyorsun."
  
"Biliyorum Aslı."
  
Elimle bacağına dokunarak, "Bir yerin acıyor mu peki?" dedim.
  
"Hayır, sadece elimin üstüne düştüm. Elim biraz ağrıyor," dedi.
  
"Emin misin? Çok ağrımıyor değil mi?"
  
"Yok, eminim. Hem geçer birazdan."
  
"Dur ben sana su getireyim." Hızlı bir şekilde mutfağa gidip elimde suyla Melek'in odasına geri döndüm. Suyu uzatarak, "Al iç," dedim.
  
Bardağı elimden yavaşça alıp içti.
  
"Teşekkür ederim," dedi.
  
"Teşekküre gerek yok ama yine de rica ederim."
  
"Aslı biz hep böyle evde mi kalacağız? Ben hep böyle yatakta sıkılıyorum."
  
"Kim demiş hep yatakta kalacaksın diye?"
  
Bana iki adım uzaklıktaki tekerlekli sandalyeyi alıp Melek'i yatağından yavaşça indirerek tekerlekli sandalyeye oturttum. İterek salona götürdüm. Odama gidip çekmecemde sakladığım kutuyu alıp Melek'in yanına geri döndüm.
  
Melek soru dolu gözlerle bana bakarak, "Aslı o ne?" dedi.
  
"Kutu," dedim.
  
"Kutu olduğunu görebiliyorum Aslı. Boş mu?"
  
Koltuğa oturdum. "Boş değil," diyerek içinde bulunan bütün fotoğrafları çıkartıp bacaklarımın üzerine koydum.
  
"Bak bu annem," dedim elimdeki fotoğrafı göstererek.
  
"Annen mi? Ne kadar da güzel bir kadınmış," dedi Melek şaşkın bir ifadeyle. "Yıllardır arkadaşız bana Allah'ın bir günü çıkartıp annenin fotoğrafını göstermedin."
  
"Olabilir Melek. Bilmiyorum hiç aklıma gelmedi."
  
Elimdeki fotoğrafları teker teker gösterirken kapı çaldı. Fotoğrafların hepsini kutuya koyup Melek'in eline verdim. Hızlı bir şekilde gidip kapıyı açtım. Karşımda okuldaki sınıfımızdan; Ali, Mert ve Sıla'yı buldum. Şaşkınlıkla onlara yol vermem için bekleyen yüzlere baktım.
  
"Yolunuzu şaşırdınız galiba?" dedim.
  
Ali hemen söze atıldı. "Yok," dedi. "Melek'e geçmiş olsuna geldik. İçeri davet etmeyecek misin?"
  
"Tabii ki, geçin."
  
Onları içeri aldıktan sonra kapıyı yavaşça kapattım. Şaşkın bir ifadeyle peşlerinden gittim.
  
"Melek salonda," dedim. Onlara salonun yolunu gösterdim. Her biri bir köşeye oturdular.
  
Sıla, "Melek geçmiş olsun."
  
Mert, "Çok geçmiş olsun."
  
Ali, "Gerçekten duyunca çok üzüldük. Çok geçmiş olsun. Sonuçta kaç yıllık arkadaşız."
  
Melek şaşkın bir ifadeyle Ali'ye bakıp, "Kimden duydunuz ki?" dedi.
  
"Okul müdürü söyledi. Ona da yeni okul sahibimiz var ya o söylemiş. Ama o nereden öğrendi ki, tanıyor mu sizi?"
  
Ali bir cevap bekliyormuşçasına bakışlarını bana yönelttiğinde, "Evet... Yani hayır... Tanımıyor. Nereden duyduğunu da bilmiyorum," dedim.
  
"Peki o zaman hasta ziyaretinin kısası makbuldür biz gidelim." Şaşkınlıkla Sıla'ya baktığımda üçü beraber ayağa kalktılar. Doğrusu ne diyeceğimi şaşırdım. Onları yolcu ettiğimde "Yine bekleriz," dedim.
  
"Tamam, geliriz." Üçünün ağzından aynı anda duyduğum cevaptan sonra küçük bir tebessüm ederek kapıyı kapattım.
  
Salona geri döndüğümde Melek yüzünde şaşkın bir tebessümle bakışlarını bana yöneltti. "Niye geldiler ki şimdi?" dedi.
  
"Ben de anlamadım," dedim. "Gelip hemen gittiler. Kurt kovalıyordu sanki. Uykun yok mu senin?"
  
"Yok, yorgunum ama bir türlü uyuyamıyorum."
  
"Tamam. Ben şu kutuyu çekmeceye koyup geleyim."
  
Melek'in elindeki kutuyu alarak odamdaki çekmeceye koyup salona geri döndüm. Tam koltuğa oturacağım sırada telefonum çalmaya başladı. Yerimden kalkarak hâlsizce yine odama gittim. Yatağımın üzerine bıraktığım telefonumu alıp salona geri döndüm. Ben gidene kadar telefonum kapanmıştı. Arayanın kim olduğuna bakacağım sırada Mehmet Kalpsiz aradı. Numarasını henüz kaydetmemiştim, ezbere biliyordum. Telefonu koltuğun üzerine bıraktım.
  
"Neden açmadın? Belki önemli bir şey söyleyecek." Önce Melek'e sonra da koltuğun üzerinde hâlâ ısrarla çalmaya devam eden telefonuma baktım. Ayaklarımı yere vurup ayağa kalktım. Koltuğun üzerinde duran telefonumu sinirli bir şekilde elime alıp gelen aramaya cevap verdim.
  
"Efendim," dedim boğuk bir ses tonuyla.
  
"Aslı, lafı uzatmanın bir lüzumu yok. Ben seni ve Melek'i bu gece yemeğe bekliyorum. Gelirseniz gerçekten beni çok mutlu edersiniz."
  
Ne cevap vereceğimi bilmiyorken, Melek de bir yandan merakla, "Aslı ne diyor?" diye söyleniyordu.
  
Aramayı beklemeye alarak, "Bizi yemeğe bekliyormuş," dedim.
  
"Gidiyoruz."
  
"Hayır gitmiyoruz Melek."
  
"Gidelim Aslı... Hadi kırma beni."
  
"Tamam Melek, tamam. Gidelim."
  
Aramayı sürdürerek "Tamam," dedim. "Geliyoruz."
  
"Tamam, gerçekten teklifimi kabul edip beni çok mutlu ettin. Akşama doğru araba gelip sizi alacak."
  
"Peki... Tamam..."
  
Telefonu kapattım. "Neden gidiyoruz Melek?" dedim aldığım nefesi geri vererek.
  
"Neden gitmeyelim Aslı?" dedi.
  
"İşte ben de onu diyorum Melek. Neden gidiyoruz? Ne gerek var?"
  
"O adam benim hayatımı kurtardı Aslı. Adının bile geçmesini istemediğin Mehmet Kalpsiz olmasaydı eğer ben şu an burada olamazdım."
  
Melek'in devam ettiği sözünü bölüp, "Tamam Melek," dedim. "Rica ediyorum daha fazla devam etme, gidiyoruz zaten."
  
"Nasıl gideceğiz peki? Hâlimi görüyorsun."
  
"Arabayla... Yani araba gönderecekmiş..."
  
"İyi o zaman. Beni odama götürür müsün? Zaten bir saatten kısa bir süre kalmış. Bari biraz dinleneyim."
  
"Olur tabii ki, götürürüm." Oturduğum yerden kalkarak Melek'i odasına götürdüm. Nazik bir şekilde tekerlekli sandalyesinden kaldırıp yatağına uzandırdım.
  
"Sen dinlen. Araba geldiğinde ben seni uyandırırım olur mu?"
  
"Olur."
  
Odadan çıkıp kapıyı yavaşça kapattım. Odama giderek üstümü değiştirdim. Salona geçerek arabanın gelmesini bekledim. Kısa bir süre sonra telefonumla oyalandığım sırada kapı çaldı. Âdeta koşarcasına gidip kapıyı açtım. Nedenini bilmiyorum ama çok heyecanlanmıştım. Kapıyı açtığımda karşımda Mehmet Kalpsiz'i buldum. Samimi bir şekilde bana gülümsedi. O ara sanırım kendimde değildim. Çünkü Mehmet Kalpsiz gülümsediğinde beş saniyeliğine de olsa tebessüm etmiştim.
  
"Ben gidip Melek'i getirerek geleyim," dedim. Başını salladı.
  
Melek'in yanına gidip omzuna dokunarak yavaşça sarstım. "Melek," dedim. "Hadi araba geldi."
  
Gözlerini yavaşça açtı. Tekerlekli sandalyesini yatağının yanına getirerek kolundan tutup tekerlekli sandalyesine oturttum. İterek dışarıya doğru yol aldım. Dış kapının önüne geldiğimde Mehmet Kalpsiz hâlâ bulunduğu yerden ayrılmamıştı. Beni görür görmez yanıma gelerek tekerlekli sandalyeyi elimden aldı. Önümde sürerek gitti. Montomu giyinerek evden çıkıp kapıyı kilitledim. Onlara yetişene kadar Mehmet Kalpsiz, Melek'i arabaya bindirmiş beni bekliyordu. Hızlı bir şekilde gidip Melek'in yanına oturdum. Yavaş bir şekilde yola koyulduk. Eve vardığımızda bizi kapıda iki kişi karşıladı. Bizi karşılayan bu iki yüz ifadesini iyice inceledim. Bu sefer siyah bere midir nedir adını bilmediğim şeyi yüzlerine geçirmemişlerdi. Hızlı adımlarla eve girdik. Eve girer girmez bizi hemen sofraya davet ettiler. Melek'in tekerlekli sandalyesi hâlâ Mehmet Kalpsiz'in ellerindeydi. Sofraya geçtik, gerçekten hiçbir şey yiyecek iştahım yoktu. Kaçak bakışlarımı Melek'in yüzüne değdirdim. Öyle bir yemek yiyiyordu ki, gören günlerce hatta haftalarca ağzına tek bir şey bile almadığını düşünecekti. Aslında bugün hiçbir şey yememişti. Şimdi kalkıp boşuna kızın günahını aldım. Belli ki acıkmıştı. Melek'e değdirdiğim gözlerim Mehmet Kalpsiz'i görmek için ısrar ediyordu. Yavaşça bakışlarımı bulunduğu yere doğru yönelttim. Beni izliyordu. Hem de bu öyle böyle bir izlemek değildi. Hayran hayran yüzüme bakıyordu. Bakışlarından utanarak önüme baktım.
  
"Neden hiçbir şey yemiyorsun?" dedi.
  
"Şey... Gerçekten iştahım yok," dedim.
  
Kocaman evde derin bir sessizlik oluştu. Bu dayanılamaz sessizliği bozdum.
  
"Annemin defterini okudun mu? Yani okudunuz mu?" dedim hiç bakışlarımı önümden ayırmadan.
  
"Evet, okudum. İyi ki de hatırlattın. Ben getirip geleyim." Yerinden kalkarak odasına gitti. Gidişiyle dönüşü resmen bir olmuştu. Adımları bana doğru geldiğinde resmen kaçacak yer aradım. Defteri bana doğru uzattı. "Al," dedi. "Eski hâlimi hatırlayıp şu anki hâlimden çok utandım."
  
Yerine oturmak için yavaş yavaş uzaklaştığında aklıma ona defteri verdiğim gün söylediğim söz geldi, "Al şimdi bu defteri ve annemin ölmeden bir gün önce yazdıklarını oku. Belki biraz da olsa eski kendini hatırlayıp şu anki hâlinden utanırsın," demiştim.
  
Yerine oturur oturmaz bana baktı. Üzgün gibi görünüyordu. Beş saniye  kadar ne ben ondan bakışlarımı çektim, ne de o benden. Melek birden, "Yemekler çok güzel olmuş. Çok teşekkür ederiz," dedi.
  
"Doydun mu yani?" dedim gülerek.
  
Mehmet Kalpsiz, "Afiyet olsun. Her zaman beklerim. Seni ve Aslı'yı..." dediğinde tekrardan yüzüme baktı.
  
"Olur, sık sık geliriz. Değil mi Aslı?" Tek kaşımı kaldırıp Melek'e baktım. Söylediğini anladığım hâlde anlamamış gibi yaptım.
  
"Geliriz... Değil mi Aslı?" diye tekrar etti.
  
"Ya ya, her zaman geliriz, her zaman." Dişlerimi âdeta kıracakmış gibi sıktım. "Bence biz artık gidelim," dedim.
  
"Siz bilirsiniz, ama henüz erken değil mi?"
  
Önümdeki tabağı itip, "Yok, erken değil. Biz kalkalım artık. Hem zaten Melek de yorulmuştur değil mi?" dedim Melek'e bakarak.
  
"Hayır uykum falan yok Aslı," dedi.
  
"Olur mu Melek? Kesinlikle uykun vardır. Hadi biz gidelim bence."
  
"Tamam ben sizi bırakırım," diyen Mehmet Kalpsiz'e baktım. Hiçbir şey demedim. Gidip Melek'in oturduğu tekerlekli sandalyeyi iterek evden çıkmak için yol aldım. Mehmet Kalpsiz tekerlekli sandalyeyi elimden almak için bana doğru geldiği sırada bulunduğu yerde durarak başını tutup öksürmeye başladı. Ağzının önüne verdiği elini kaldırdığında eli kan olmuştu. Endişeyle ona bakmaya devam ettiğim sırada hâlâ öksürmeye devam ediyordu. Ağzından kan gelmeye devam ediyordu. Nerede olursa olsun kan gördüğümde çok kötü olurum. Hızlı bir şekilde tutmuş olduğum tekerlekli sandalyeyi bırakarak kendimi yanında buldum. Endişeden ne diyeceğimi bilmiyordum. Omzuna dokunarak, "İyi misin?" dedim. "Bir cevap vermeyecek misin?"
  
"İyiyim," dedi ağzının kenarındaki kana elini sürerek. "Hiçbir şeyim yok. Hadi sizi eve bırakayım."
  
"Ne evi ya?" dedim biraz sinirli, biraz da endişeli bir ses tonuyla. "Sen iyi ol biz tek başımıza da gidebiliriz."
  
Bu hâlde bile gözlerimin içine bakıp gülümsedi. "Neden gülüyorsun?" dedim.
  
"Hiç... Gülmek istedim," dedi.
  
"Bu hâlde mi?"
  
"Belki de bir daha hiç gülemeyeceğim, belli mi olur?" dediğinde içim ürperdi, neden olduğunu anlamadan gözlerim doldu.
  
"Ben ağzımı temizleyip geleceğim. Siz beni burada bekleyin."
  
Sadece başımı sallamakla yetindim. Ayakta öylece onu beklediğimizde geldi.
  
"Hadi gidelim," dedi. Melek'in sandalyesini alıp önden gitmeye başladı. Arabaya bindik, yol nasıl bitti anlamadan eve geldik. Mehmet Kalpsiz arabadan inerek Melek'i koluna alıp içeri götürdü. Arabanın arkasındaki tekerlekli sandalyeyi alıp eve gittim. Eve girdiğimde Mehmet Kalpsiz de çıkıyordu.
  
"Benim için endişelenmem hoşuma gitti," dedi kulağıma eğilerek. Hiçbir şey demeden ona bakmakla yetindim. Yanımdan geçip gittiğinde kapıyı kilitleyip Melek'in odasına doğru gittim. Odasının kapısı açıktı. Sırtüstü uzanmıştı. Odasının kapısını kapatmak için çektim. Üzerimdeki montu çıkartıp askıya astım. Tam odama doğru gidecekken Melek, "Aslı," diye seslendi.
  
Beni çağırması üzerine odasına gittim. "İstediğin bir şey mi var?" dedim.
  
"Yok," dedi. "Konuşacağım var. Yanıma gelsene."
  
Boynumu ovalayarak Melek'in yanına doğru birkaç adım attım. "Affetmeyecek misin artık?" dedi.
  
"Melek yine mi aynı konu?" dedim.
  
"Evet Aslı, yine aynı konu! Sen dinlemekten bıksan da ben anlatmaktan bıkmayacağım. Adam bugün neredeyse gözlerinin önünde ölüyordu. Senin de ne kadar endişelendiğini gördüm, sakın hayır falan deme."
 
"Hayır, ben kanı görünce..."
  
"Kanı görünce anneni hatırladın ve Mehmet Kalpsiz'i, yani babanı kaybetmekten korktun. Bütün konu bu Aslı."
  
"Annemi karıştırma Melek."
  
"Tamam, özür dilerim Aslı."
  
"Özüre falan gerek yok. Ben uyuyacağım. İyi geceler," diyerek hızlı bir şekilde odadan çıkarak odama gittim. Yatağıma uzandım. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Sadece uyumak istiyordum, sadece uyumak... Bir o yana, bir bu yana döndüm bir türlü uyuyamadım. Annemin defterini getirmeyi unutmuştum. Masanın üstünde kalmıştı. Neyse sonra gidip alırdım. Bir türlü uykumun gelmemesi üzerine yerimden kalktım. Annemin odasına gittim. Annemin beyaz elbisesi hâlâ bıraktığımız gibi duruyordu. Yutkundum, ellerimi yumruk şeklinde sıkmaya başladım. Geri adım atmam için ısrar eden ayaklarıma aldırmadan elbiseye doğru yürümeye devam ettim. Gözlerim dolmuştu. O temizlenmemiş elbiseyi, o geceyi aklıma getirmemek için ikide bir gözlerimi kapatıyor dişlerimi sıkıyordum. Yumruk hâline getirdiğim elimi çözerek titrek bir şekilde elbiseye uzattım. Gözlerimden gelen iri yaşlar yüzümde hızlı bir şekilde yol çizip ilerliyordu. Elbiseye dokundum, yavaçça kendime doğru çektim. Nefesim titreyerek ikide bir boğazıma takılıyor sonra ısrarla dışarı çıkıyordu. Daha da dokunmak için çırpındığım elbiseyi bir anda bırakıp yerimden kalktım. Geri geri adım atarak odadan çıktım. Odadan çıkana kadar bakışlarım hep elbisenin üzerindeydi, sonra arkama bile bakmadan koşarcasına odama gittim. Yatağıma uzandım, bacaklarımı kendime doğru çekip gözlerimi zorla kapalı tutmaya çalıştım. Çenem titriyordu, ağlamamak için kendimi çok zor tutuyordum. Kapalı olan göz kapaklarımın içinden bir yaş hızlıca kayıp yastığımın üzerine düştü.
  
Hayır Aslı, hayır... Ağlamanın zamanı değil... Ağlamanın zamanı var mı ki?
  
Oysa gözlerime söz geçiremiyorken ben ağlamamak için çırpınıyordum. Fakat gözümden gelen gözyaşı çoktan yüzümü ıslatmıştı. Yorganımı tutup kendime doğru çekerek üstüme attım.

BANA ÇOCUKLUĞUMU VERWhere stories live. Discover now