15. BÖLÜM

51 10 1
                                    

İkimiz de soğuğun kol gezdiği sokaklarda ellerimiz ceplerimizde, eve doğru yol aldık. Hava o kadar soğuktu ki kirpiklerimiz her an donmaya niyetliydi. Kıpkırmızı olmuş burnumuzu hesaba katmıyorum bile... Eve gelir gelmez hızlı bir şekilde montumuzu çıkartıp şöminenin başına geçtik. Nefesimizle avuçlarımızın içini ısıtırken birden elektrikler gitti. Melek korkmuş bir şekilde "Aslı," dedi. Elini uzatmış beni bulmaya çalışıyordu. Beni bulmak için uzattığı elini tuttum.
  
"Buradayım," dedim. "Sakın korkma, elektrik gelir birazdan."
  
"Telefonun nerede?" dedi. "Bari onun ışığını aç. Benimkinin şarjı bitmiş."
  
"Bir dakika bekle. Montumun cebinde olmalı. Hemen alıp geleyim."
  
"Tamam Aslı gitme o zaman."
  
"Bir şey olmayacak Melek, telefonumu alıp geleceğim."
  
Yerimden kalkıp askıya astığım montumun cebindeki telefonumu aldım. Işığını açıp şöminenin bulunduğu yere doğru gittim.
  
"Melek, neredesin?" dedim. Melek'ten hiçbir ses çıkmaması üzerine tekrardan "Melek," dedim. "Neredesin?"
  
"Aslı?"
  
"Melek?"
  
Melek'in sesinin geldiği yere doğru ışığı tuttum. Bacaklarını kendisine doğru çekip elini ağzının önüne vermiş titriyordu. Hızlıca yanına doğru gittim.
  
"Tamam Melek, bu kadar korkulacak bir şey yok. Sadece ışıklar gitti, hem birazdan gelir zaten. Gel şöminenin önüne gidelim. Hem zaten ateşin yansıttığı turuncu ışık biraz da olsa etrafı aydınlatıyor."
  
Melek'i kolundan tutarak ayağa kaldırdım. Beraber şöminenin başına geçtik. Oturur oturmaz elektrikler geldi.
  
"Bak," dedim. "Elektrikler de geldi, artık korkulacak bir şey yok."
  
Melek yere bakan bakışlarını yüzüme değdirdi. "Tamam," dedi. "Odalarımıza geçelim o zaman."
  
"Olur, geçelim." dedim.
  
Yerimizden kalkarak odalarımıza doğru yol aldık. "İyi geceler Melek Hanım," diye yüksek sesle söylendim.
  
Yüzüme hâlsiz bir bakış atıp, "Sana da..." dedi.
 
Odama geçip yatağıma uzandım. Melek'in neden bu kadar korktuğunu anlamamıştım. Belki de karanlıktan korkmasının bir nedeni vardır ve anlatmak istemiyordur. En iyisi bunu daha fazla kurcalamamak. Gözlerimi usulca kapattım. Gözlerimi kapatır kapatmaz bugün yaşanılanlar, Melek'in bana söyledikleri, Mehmet Kalpsiz'in gözlerime nasıl baktığı, çaresizliği, yıkıklığı gözümün önünden hızlıca geçip gitti. Düşüne düşüne uyumuşum. Kalkar kalkmaz acaba hâlâ kar yağıyor mudur düşüncesiyle yerimden kalkıp odamdaki pencerenin perdesini araladım. Kar hâlâ yağmaya devam ediyordu. Masanın üzerindeki telefondan saate baktım. Saat 08.37 geçiyordu, günlerden pazartesiydi. Gözlerimi ovalayarak odadan çıktım. Dolabı açıp ağzıma üç beş zeytin atarak Melek'in odasının önüne gittim. Kapıyı tıklattım. İçeriden gelen "Gel," sesi üzerine kapıyı açıp odaya girdim.
  
"Günaydın Melek," dedim gülümseyerek.
  
"Günaydın Aslı'm, uyumadın mı sen?" dedi.
  
"Yok, uyudum. Neden sordun?"
  
"Bilmem gözlerine bakınca bütün gece uyuyamamışsın gibi görünüyorsun."
  
"Yok, gerçekten uyudum. Senin rengin gitmiş sanki?"
  
"Bilmiyorum, kendimi gerçekten çok kötü hissediyorum. Başım çok dönüyor."
 
Endişeli bir şekilde Melek'in yanına giderek ateşine baktım. "Ateşin yok ama hastaneye gidelim istersen?" dedim.
  
"Yok, gerçekten hiç gerek yok. Dün gece hava soğuk olduğu için üşütmüşüm," dedi.
  
"Bak iyi değilsen gidelim."
  
"Hayır Aslı. İyiyim, neden inanmıyorsun?"
  
"Tamam öyle diyorsan öyledir. Evde ekmek kalmamış. Ben bir koşu gidip ekmek alıp geleceğim tamam mı?"
  
"Tamam, ama çabuk gel."
  
Hızlı bir şekilde montumu giyinerek evden çıktım. Koşar adımlarla markete gittim. İki ekmek alıp parasını ödeyerek tekrardan hızlı bir şekilde eve döndüm. Market bize yarım saatlik yol kadar uzaktı.
  
"Keşke bir taksiye binseydim," dedim kendi kendime.
  
Eve gelir gelmez ekmekleri mutfağa bırakıp, "Melek," dedim. "Ben geldim."
  
Montumu çıkartıp odama gittim. Masanın üzerindeki telefonuma baktığımda Melek iki defa aramıştı. Gülümseyerek Melek'in odasına gittim. Hiç kapıyı çalmadan içeri girdim. İçeri girer girmez ayağımın kayması üzerine yere düştüm. Tişörtümün ön yüzünün ıslanması üzerine kendimi geriye doğru çekip yere baktım. Yerde kan vardı. Korkarak ayağa kalktım. Korkuyla fal taşı gibi açılmış gözlerimi Melek'in yatağına yönelttim. Melek yatağında yoktu. Üzerimdeki şoku uzun bir süre üstümden atamadım. Kendime geldiğimde elimdeki telefonumu açıp Melek'i aradım. Melek'in telefonunun sesinin geldiği yere bakışlarımı yönelttim. Telefonu yatağının üstündeydi. Hızlı bir şekilde Melek'in telefonunu elime alarak en son kiminle konuştuğuna baktım. Beni iki defa aradıktan sonra Mehmet Kalpsiz'i aramış ve tam olarak 40 saniye konuşmuşlar. Hızlı bir şekilde Melek'in telefonunu yatağın üzerine bırakıp kendi telefonumdan Mehmet Kalpsiz'i aradım.
  
"Alo," sesimin ne derece endişeli çıktığının farkındaydım. "Melek'e ne yaptın sen? Melek nerede?"
  
"Hastanede," dedi. "Hastanedeyiz."
  
"Eğer ki Melek'e bir şey olduysa seni mahvederim Mehmet Kalpsiz, duydun mu beni?" diyerek telefonu yüzüne kapattım.
  
Hızlı bir şekilde üzerimdeki kazağımı çıkartıp yeni bir kazak giyinerek montumu alıp evden çıktım. Bir taksi bulana kadar koştum. Yolda bulduğum ilk taksiye binerek hastaneye gittim. Taksiciye parasını verip taksiden indim. Hastaneye girer girmez kapının hemen yanında dikilmiş elleri ceplerinde olan Mehmet Kalpsiz'i gördüm. Onu görür görmez yanına gidip onu ittim.
  
"Ne yaptın Melek'e?" diye bağırdım. "Söyle ne yaptın?!"
  
Kollarımı tutup, "Bir şey yapmadım," dedi.
  
"Melek nerede?"
  
"Üst katta, soldaki ilk odada."
  
Koşarak üst kata çıktım. Soldaki ilk odanın kapısını hiç çalmadan açtım. Melek yanı başındaki doktora bakarken benim geldiğimi görünce, "Aslı, bir şeyim yok. Gerçekten iyiyim," dedi.
  
Başını sarmışlardı. Dolu gözlerle Melek'e bakarken doktor bana bakıp, "Melek Hanım'ın yakını siz oluyorsunuz galiba?" dedi.
  
"Evet benim," dedim. "Arkadaşıyım."
  
"Peki annesi, babası? Onları da çağırdınız mı?"
  
"Yok," dedim yutkunarak. "Tek yakını benim."
  
"Peki onu hastaneye getiren beyefendi kimdi?"
  
Doktorun sorduğu soruya hiçbir cevap vermemem üzerine bana, "Sizinle hasta hakkında biraz konuşmamız gerekiyor. İsterseniz odama geçelim," dedi.
  
Başımı sallayarak, "Tabii ki, geçelim." dedim.
  
Doktor önde, ben arkasında beraber odasına geçtik.
  
"Buyurun Aslı Hanım, şuraya oturabilirsiniz." Doktorun gösterdiği sandalyeye oturduğumda sözüne devam etti. "En son hastanın yanında olan siz miydiniz?" dedi.
  
"Evet, bendim." dedim.
  
"Peki size hiç başım dönüyor falan dedi mi?"
  
"Evet, kendini hiç iyi hissetmediğini ve başının döndüğünü söyledi."
  
"Anladım. Hastamız beyin kanaması geçirmiş. Büyük ihtimalle baş dönmesi sonucu yere düşüp başını bir yere çarpmış. Ayrıca çok stres yapmış ve inanın biraz daha geç getirseydiniz eğer hastamızı kaybedebilirdik. Kanamayı durdurduk fakat beyin kanaması sonucu vücut etkilenmiş olabilir. Şimdi gidip kontrol edeceğim. Umuyorum ki bir şeyi yoktur."
  
"Peki, bacaklarını hissetmezse, yani bir tedavisi falan yok mu?"
  
"Bununla alakalı bir şey söylemem mümkün değil. Fakat eğer bacakları etkilendiyse bu Melek Hanım'ın azmine ve sizin yardımınıza kalmış. Ne kadar sürer bunu söylemem doğru olmaz. Eğer ki vücut çok etkilenmemişse kısa bir süre içerisinde eski hâline dönebilir. Şu an sadece gidip kontrol etmem gerekiyor."
  
"Peki..."
  
Yerimden kalkıp Melek'in yanına gittim. Melek beni görür görmez, "Aslı," dedi. "Ne dedi doktor? iyiyim değil mi?"
  
"İyisin Melek, çok iyisin. Bak doktor da geldi. Şimdi son kontrollerini de yapacak."
  
Doktor, Melek'in yanına gelip eline bir iğne alarak ucunu Melek'in sağ bacağına değdirmeye başladı. "Hissediyor musun?" dedi.
  
Melek şaşkın bir şekilde, "Neyi?" dedi. Doktor hiçbir şey demeden aynı şekilde Melek'in sol bacağına elindeki iğnenin ucunu değdirmeye başladı.
  
"Peki bunu hissedebiliyor musun?"
  
Melek gözleri dolu bir şekilde önce doktora bakıp başını hayır anlamında sallayarak bana baktı.
  
"Aslı," diye bağırdı. "Bacaklarımı hissetmiyorum!"
  
Doktor bana bakarak, "Düşündüğümüz gibi vücut etkilenmiş," dedi.
  
"Ne vücudu ya? Ne etkilenmesi?" Melek bir yandan bağırırken bir yandan da ağlıyordu.
  
Melek'in yanına giderek elini tuttum. "Bir şey yok Melek," dedim. "Sakin ol, atlatacağız."
  
"Aslı... Ben bacaklarımı hissetmiyorum," dedi.
  
"Biliyorum Melek, beyin kanaması sonucu vücudun etkilenmiş. Ama sakın korkma, kısa bir süre içerisinde iyileşeceksin." Yüzümü doktora dönüp, "Çıkabilir miyiz?" dedim.
  
"Tabii ki, fakat sık sık kontrole gelmeniz gerekiyor haberiniz olsun."
  
"Tamam geliriz, hiç merak etmeyin."
  
Melek'i yavaşça kolundan tutarak ayağa kaldırdım. Tekerlekli sandalyeye oturtarak odadan çıkarttım. Asansöre binip alt kata indik. Mehmet Kalpsiz hâlâ elleri ceplerinde, kapının önündeydi. Mehmet Kalpsiz'e doğru yaklaştığımızda Melek, "Aslı durur musun?" dedi.
  
Bulunduğum yerde durdum. Az önce hiçbir şey bilmeden Mehmet Kalpsiz'i suçlamıştım. Bakışlarımı yüzüne değmesin diye bir o yana bir bu yana kaçırıyordum. Melek gülümseyerek Mehmet Kalpsiz'e baktı.
  
"Size ne kadar teşekkür etsem az," dedi. "Siz olmasaydınız eğer..."
  
"Yok, teşekküre gerek yok."
  
Bakışlarım Mehmet Kalpsiz'in yüzünü bulduğunda gülümseyerek Melek'e bakıyordu. İlk defa gülümsediğini görüyordum. Gülümsediğinde gözleri kısılıyordu. Neden bilmiyorum ama o an içimde Mehmet Kalpsiz'e karşı farklı bir şey hissettim. Ona bakan gözlerim bu sefer sinirle bakmıyordu. Ona baktığımı fark edince bakışlarını Melek'ten çekip yüzüme değdirdi. Yaklaşık beş saniye kadar yüzüne öylece bakmaya devam ettim. Sonra birden kendime geldim. Ne diyeceğimi şaşırdım.
  
"Şey..." dedim. "Ben çok özür dilerim. Anlamadan, dinlemeden sizi suçladım."
  
"Yok, sorun değil," dedi. Hızlı bir şekilde önünden geçip gittiğimde kolumu tuttu.
  
"Kızım," dedi. "İsterseniz sizi eve bırakayım."
  
Mehmet Kalpsiz'in gözlerinin içine bakarken nefes alış hızıma engel olamadım. Bana, kızım demişti. Evet, onun kızıydım. Bunun farkındayım ama bunu onun ağzından duymak çok başka bir şeydi, çok başka bir histi. Şu anda gözlerinin içine baktığım adam hayatımı mahvetmişti ama, bilmiyorum... Anlatamıyorum...
  
Melek'in "Olur," demesi üzerine bakışlarımı Mehmet Kalpsiz'in gözlerinden kaçırıp kendime geldim.
  
"Yok, yani gerek yok. Biz bir taksi buluruz."
  
"Yok taksi bulmaya da gerek yok," dedi. "Ben sizi bırakırım."
  
Elimden Melek'in oturduğu tekerlekli sandalyeyi alarak, "Şimdi ağır olur," dedi. "Taşıyamazsın."
  
Şaşkın bir şekilde yüzüne bakarak, "Sen benim tanıdığım Mehmet Kalpsiz olamazsın," dedim içimden.
  
Tekerlekli sandalyede oturan Melek'e baktığımda hâlinden oldukça memnun görünüyordu. Hatta kalkıp iyi ki de başıma gelmiş demesi an meselesiydi. Arabanın yanına geldiğimizde Mehmet Kalpsiz Melek'i koluna alarak arka koltuğa oturttu. Tekerlekli sandalyesini arabanın arkasına koydu. Kapıyı açıp Melek'in yanına oturdum. Mehmet Kalpsiz arabaya bindiğinde arabanın aynasından yüzüme bakıp arabayı sürmeye başladı. Yüzüme bakınca aynadan gözlerini görebiliyordum. Bana baktığını fark ettiğimde resmen bakışlarımı kaçıracak yer aradım. Kısa bir süre içerisinde eve geldik. Arabadan indim. Mehmet Kalpsiz Melek'i koluna alarak eve götürdü. Arabanın arkasından tekerlekli sandalyeyi alarak eve doğru yol aldığım sırada Mehmet Kalpsiz evden çıkarak tekerlekli sandalyeyi elimden aldı. Hiçbir şey demeden eve doğru yürümeye devam ettim.
  
"Neden benden kaçıyorsun?" dedi.
  
Bulunduğum yerde durdum. Yüzümü hiç yüzüne dönmedim.
  
"Senden neden kaçacağım?" dedim.
  
"Sana baktığımda gözlerini kaçırıyorsun, beni gördüğünde hep bir kaçış içerisindesin."
  
Yüzümü yüzüne döndüm, "Senden kaçmıyorum!" dedim.
  
"Peki dediğin gibi olsun," dedi. Kısa bir süre sustuktan sonra yutkunarak, "Dediğin gibi olsun Aslı Başaran," dedi.
  
Sinirli bir şekilde yüzüne baktım. "Ben Aslı Başaran değilim!" dedim.
  
"Ne yani Adnan Başaran'dan nefret mi etmeye başladın?"
  
"Bil ki nefret eden herkes yenilmiştir," dedim. "Ben nefret ediyorum diye bir cümle kullanmadım. Sadece yanlışını düzelttim."
  
Gözlerini kıstı. İki adım kadar bana doğru yaklaşıp, "Peki senin soyadın başaran değilse, ne?" dedi.
  
Gözlerimi kaçırıp, "Benim bir soyadım yok," dedim. "Ben Aslı'yım. Sadece Aslı."
  
"Korkuyorsun," dedi. "Gerçek soyadını söylemekten çekiniyorsun. Sen Mehmet Kalpsiz ve Tuğçe Soykır'ın kızısın. İster kabullen ister kabullenme. Fakat bu doğru değişmeyecek. Sen babanın hâlâ sonu ölüm bile olsa beklediği kadının kızısın."
  
"Sonunu ölümle bitiren sensin. Ben gerçeği annemin yazdığı defterden değil de annemden öğrenebilirdim. Beni, kendini, annemi ve bizi bu hâle getiren sensin. Bizi böyle dağıtan, yok eden sensin. Şimdi gelip de mahvettiğin şeyi yeniden eski hâline getirmeye çalışma. Sen ne yaşadığımı bilmeden yaşantımı aldın elimden Mehmet Kalpsiz. Aldığın şeyi geri getiremezsin."
  
"Yarın ya da bir dakika sonra, belki ya ben ya da sen hayatta olamayacağız. Yaşamadığın şeyi neden erteliyorsun? Neden her şeyin sonunu düşünüyorsun? Varsın bir şeyleri de düşünmeden yap. Varsın bazı şansları düşünmeden ver. Çünkü çok düşünmenin sonu felakettir."
  
Bana iki adım uzaklıktaki Mehmet Kapsiz'in yanına yaklaşarak, "Adnan Başaran'ın başına getirmeyi planladığın kazayı çok mu düşündün ki sonunu felaketle bitirdin?" dedim. "Sana yemin ediyorum, şu an düşünsem de düşünmesem de hep aynı kararı vereceğim."
  
"Sana baktığım her saniye annen geliyor gözlerimin önüne," dedi. "Anneni hatırlamaya çalıştığım her saniye yüzü hafızamda daha da bulanıklaşıyor. Ama sen... Onu tekrardan hatırlamamı sağlıyorsun. Sana yalvarıyorum Tuğçe'yi hatırlamama engel olma. Yemin ederim çok pişmanım. Her gece başımı yastığa koyduğumda onu düşünüyorum. Bilmiyordum, gerçekten bilmiyordum. Annenin o arabada olduğunu bilmiyordum. Bile bile yaptığımı mı zannediyorsun? Ben annenin ağlamasına bile dayanamıyorken annen her gün Adnan yüzünden gözyaşı döktü. Şimdi söyler misin bana, ben nasıl annenin bir dakika bile onun yanında kalmasına izin verebilirdim? Bak yemin ederim annenin o arabada olduğunu bilseydim yapmazdım böyle bir şey."
  
Mehmet Kalpsiz'in gözünden düşen yaş bütün üzüntüsünü belli ediyordu. Neden olduğunu anlamadan gözlerim doldu. Elinde bulunan tekerlekli sandalyeyi yere bırakıp arkasına bile bakmadan gitti. Hiçbir şey diyemeden arkasından öylece bakakaldım. Gözümden akan gözyaşı sopsoğuk olmuş tenime bir çizgi çekip hızlı bir şekilde yere düştü. Yerdeki tekerlekli sandalyeyi alarak içeri girdim. Melek'in odasına gittim. Yatağının üzerinde oturmuştu. Gözleri dolmuştu. Hızlı bir şekilde yanına gittim.
  
"Ne oldu Melek?" dedim. "Bir yerin mi ağrıyor?"
  
Tek nefeste "Affet," dedi. "Babanı affet."
  
Gözlerimi kaçırdım. "Bizi duydun mu?" dedim.
  
"Evet Aslı, duydum. İçim acıdı ya, yemin ederim ki içim acıdı. Senin için biraz bile olsun acımadı mı? Bu affetmediğin adam var ya... O adam olmasaydı ben bugün ölecektim Aslı... Ben şu an yanında olamazdım."
  
"Ben gidip montumu çıkarayım," diyerek yerimden kalktım. Bu konuyu değiştirmek için bir bahaneydi. Montumu çıkartıp Melek'in odasına geri gittim. Tam bir şey söyleyecekken, "Tamam Aslı," dedi. "Bu senin kararın. Ben bir şey demiyorum, diyemem."
  
Başımı yere eğdiğim sırada, "Bana Özdemir Asaf'ın şiirini okur musun? Uzun süredir okuyamıyorum. Bak kitap dolabımın en üst rafında," dedi.
  
"Okurum tabii ki," dedim. Dolabın en üst rafındaki kitabı elime aldım. "Hangi şiirini?" dedim.
  
Melek bana bakıp gülümseyerek, "Ya da dur ben okuyayım," dedi.
  
Kitabı Melek'e uzattım. Uzatmış olduğum kitabı alarak okumaya başladı. Yaklaşık iki dakika sonra kitabı bana uzattı. Kitabı kapatıp usulca yerimden kalkarak yine dolabın en üst rafına bıraktım. Melek'in konuşması üzerine yüzümü ona döndüm.
  
"Bazen bir şiir bile olsa okumak iyi geliyor. Bazen sadece sana, bazen ise her şeye..."

BANA ÇOCUKLUĞUMU VERHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin