7. BÖLÜM

106 14 0
                                    

7 Mayıs 2011

Sessizdim bilmeliydin...

Şu an çok karışık duygular içerisindeyim. Neredeyse sekiz yıldır oturup konuşacağım hiç kimse yok. Her şeyi içimde biriktirmekten yoruldum. Birçok şey anlatmak istiyorum, fakat kime?.. Kalabalıktayım ama yalnızım. Kalabalıktayken bile yalnız olabilir mi insan? Belki de düşündüğüm kadar yalnız değilimdir bilmiyorum. Şu an ne amaçla bu defteri elime aldım, ya da neden yazmak istiyorum bilmiyorum. Madem beni dinleyecek kimse yok, madem konuşmak bile istediğim kimse yok ben de yazarım o zaman. İçimde o kadar çok şey biriktirmişim ki bunları nasıl yazacağım ya da nasıl anlatacağım hiç bilmiyorum. Fakat dün gece, yıllardır belki de unuttuğumu zannettiğim her şeyi bana tekrardan hatırlattı, o ela gözlerin bana nasıl baktığını hatırlattı. Bakışı hiç değişmemişti. Ben onu ela gözlerinin ardındaki bakışlardan tanıdım. Ben ona orada yine âşık oldum. Ve ben o an neredeyse sekiz yıldır içinde kaybolduğum karanlık yalnızlığımdan çekip çıkarılmışım gibi hissettim. Bütün bu sekiz yılın nasıl geçtiğini anlatmam lazım. Onunla geçirdiğimiz iki buçuk aydan sonra bu sekiz yılın ne denli bir işkence olduğunu anlatmam lazım. Madem ki yazmaya karar verdim her şeyi baştan anlatmam gerekiyor. Hem de en baştan. Öyleyse birkaç yıl geriye gitmemiz lazım. Hem de sekiz buçuk yıl geriye...

Ben hiçbir zaman ailem tarafından sevilmedim, en çok da babam tarafından. Şu an kim sorsa bile aile sevgisi ne demektir diye bilmem, bilmiyorum. Kendimi bildim bileli babamdan hep dayak yedim. Kimi zaman güldüğüm için, kimi zaman ağladığım için hatta sustuğum için ya da konuştuğum için. Beni dövebilmesi için her zaman bir bahanesi vardı. Ve biliyor musunuz insanlar bir bahane bulmak istediklerinde çok çabuk bulurlar. Evin tek çocuğuydum. Bana tercih edebilecekleri bir çocuk bile yoktu. Beni küçümseyip de sevdikleri bir çocuk yoktu. Ben tektim ve sevilmedim, sevemediler. Annem hiçbir zaman babama bir şey demedi. Babam beni hep dövdü. Kimi zaman annemin gözlerinin önünde, kimi zaman değil. Ama annem tek bir kelime bile etmedi. Ben ağladığımda yanıma gelmedi. Vücudumun her yerinde morluklar vardı. Gözümde, sırtamda, kollarımda, bacaklarımda ya da ellerimde. Annem bunları görüyordu ama bir şey demiyordu. Dokunmuyordu. Diğer anneler gibi ben ağlayınca üzülmüyordu. Ben hep tek başıma ağladım ve hep tek başıma sustum. Kimse benim gözyaşlarımı silmedi. kendi ağlamamı kendim görmem ruhen yıkılıştı. Hiçbir zaman hiçbir şey demedim, beni neden dövüyorsunuz ya da sevmiyorsunuz demedim. Hep sustum, hiçbir şey konuşmadım. Çünkü ne yapsam bile bir bahane bulunacağını, dayak yiyeceğimi biliyordum. Hatta sustuğum için bile. Ama bir gün dayanamadım. Ben büyümüştüm ve beni dövmeye hakları yoktu. Ben eski Tuğçe değildim. Bu sefer susmayacaktım, bu sefer bu kadar haksızlığa bu kadar dışlanmaya boyun eğmeyecektim. Benim de mutlu olmaya ihtiyacım vardı. Ama ben mutlu olmak ne demek bilmiyordum. Gülümsemek ne demek bilmiyordum. Ben hep yalnızdım ve hep sadece ağlamıştım. Çünkü buna mecbur bırakılmıştım.

Yine bir akşam yemek yerken babam bana, "Neden yüzün asık?" diye bağırdı. Vücudumda o kadar morluk varken, ben o morlukların acısıyla kıvranırken ve onlar bunu göremiyorken mutlu olabilir miydim? Hatta yüzüm asık olmasa bile dayaktan kurtulabilir miydim? Hiçbir sebep yokken bile yediğim dayaktan... Babam yerinden kalkarak bana doğru geldi. Yine yüzünden hiç eksik etmediği o korkunç ifade yer alıyordu. Anlamıştım, bu sefer de yüzüm asık diye dayak yiyecektim. Annem de beni seyredecekti ama hiçbir şey demeyecekti. Bu sefer ben buna izin vermeyecektim. Beni dövmesine ve hiçbir şey olmamış gibi yemek yemesine izin vermeyecektim. Bana tokat atmak için kaldırdığı eli havada tuttum. Bu sefer yüzündeki o korkunç ifade yerini şaşkınlığa bıraktı.

"Hadi döv!" dedim bağırarak. "Ne oldu? Şaşırdın mı? Hep susacağımı mı sandın? Beni hep dövebileceğini mi zannettin?"

Yüzündeki o korkunç ifade yeniden belirmeye başladı. Çatık kaşları alnında derin çizgilerin oluşmasına sebep oluyordu. Sinirden titreyen nefesini yüzümde hissediyordum. Kolumu âdeta kıracakmış gibi sıktı. Beni merdivenlerden sürükleye sürükleye götürüp sokağa attı.

"Yeter karnını doyurduğumuz," dedi. "Git şimdi ne yapıyorsan yap!"

Bu sefer de sokağa atılmıştım. Hava soğuktu. Ellerimin üşümesi üzerine avuç içlerimi nefesimle ısıtmaya çalıştım. Sokakta kimse yoktu. Yere devirdiğim gözlerim bir süre ne düşündüğünü bilmeden daldı. Uzaktan ayak sesleri gelmesine rağmen başımı kaldırmadım. Bu ayak sesleri hızlanmaya ve bana doğru gelmeye başladı.

"N'oldu? Neden buz gibi yerde oturuyorsunuz?" sorusu üzerine bakışlarımı yanıma çökmüş bir vaziyette beni kaldırmaya çalışan kişiye yönelttim. Ela gözleri sisliydi. Dikkatimi sadece gözleri çekmişti. O beni kaldırmaya çalışırken ben dopdolu gözlerle gözlerine bakıyordum. Sadece gözlerine...

"Kalkmayacak mısınız?" dedi. "Buz gibi kaldırıma oturmuşsunuz. Kalkın sizi evinize götüreyim."

Kolumu bırakması için geriye çektim.

"Benim bir ailem yok," dedim. "Bir evim de yok... Ben yalnızım... Nasıl desem?.. Yalnızım işte... Kimsem yok..."

Yerimden kalkarak doğruldum. Adımlarım hızlı bir şekilde sadece bu iki kişiden uzaklaşmaya çalışıyordu. Neredeyse on adım bile atmamışken beni kolumdan tutan ele bakışlarımı çevirdim.

"Benimle gelin o zaman," dedi. "Sizin bu gece yarısı, bu sokaklarda tek başınıza kalmanıza müsaade edemem."

Hiçbir cevap vermedim. Kolumu tutan elin bırakması için yavaşça çektim. Tam yaramın üstünü tutmuştu. Eli kolumu bıraktığında kolumu tuttum. Ağrıyan yerini sıvazladım. Kolum çok ağrıyordu, şişmişti. Benim kolumu acı içinde tuttuğumu gören bu ela gözler bana acıyormuş gibi bakmaya başladı.

"Bakma bana öyle," dedim. "Acınacak hâlde değilim."

"Kolun, koluna ne oldu? Çok mu ağrıyor?"

"Hayır... Yani boş ver... Alışkınım zaten..."

Arkama bile bakmadan koşarcasına yürüdüm. Yine aynı sesi duydum, "Evim yok dedin bu gece vakti nereye gidiyorsun?"

Sahiden nereye gidiyordum? Yürüyordum... Nereye yürüdüğümü ya da nereye varacağımı bilmeden.

"Ben gidecek bir yer bulurum," dedim.

"Bundan emin misin?"

"Değilim ve bulamayacağımı biliyorum," dedim mırıldanarak.

"Ne dedin? Anlamadım," dedi.

"Neden yoldan geçerken karşılaştığın bir kızı seninle gelmesi için bu kadar zorluyorsun?"

"Çünkü sokaklar vicdansız ve cani dolu. Ben bu gece yarısı bir kızı, bir çocuğu ya da bir kadını burada böyle sokak ortasında bir başına bırakıp gidemem, gidemiyorum. Ve seni almadan da gitmeyeceğim."

"Zorla mı götüreceksin?" dedim kaşlarımı kaldırarak.

"Bilmem, hiç denemedim," dedi. "Gerçekten sana bir zararım dokunmaz, bundan emin ol."

Aslında çok haklıydı. Her an başıma ne geleceği belli olmazdı. Neden bilmem ama karşımda onunla gitmem için ısrar eden bu kişiye hayır diyemiyordum. Hem nereye gidecektim ki? Ailem resmen beni bu gece kovmuştu, sokakta kalmıştım. Bakışlarımı tekrardan bana bakan bir çift ela göze diktim. Kısa bir süre hiçbir şey demeden seyrettim.

"Geliyor musun?" dedi. "Gidiyor muyuz?"

"Geliyorum," dedim az duyulur bir sesle.

Yanına gittiğimde elini uzatarak, "Ben Mehmet," dedi. "Mehmet Kalpsiz. Sen?"

"Ben Tuğçe... Tuğçe Soykır."

"Memnun oldum Tuğçe Soykır."

"Ben de."

Az ileride arabasının olduğunu söyledi. Yürüyerek arabasına kadar gittik. Yanında bir arkadaşı daha vardı. İsmi Adnan'dı. Beraber arabaya binerek Mehmet'in evinin bulunduğu yere gittik. Bana bir oda hazırlattırdı. Bütün gece kolumun ağrısından uyuyamadım. Babam beni en son dövdüğünde yani bir gün önce koluma elindeki sopayla sert bir şekilde vurmuştu. Vurduğu yer neredeyse siyahlaşmak üzereydi, çok şişmişti. Yataktan kalkarak odadan çıktım. Odadan çıkar çıkmaz koltukta oturmuş elindeki kâğıtlarda bir şey incelemekte olan Mehmet'i gördüm. Bakışlarını bana yöneltti. Kolumu tuttuğumu görünce endişeyle bana doğru geldi.

"Kolun," dedi. "Hâlâ acıyor mu?"

Başımı sallayarak "Evet," dedim.

"Eğer sorun olmazsa kolunu açar mısın? Bir bakmak istiyorum."

Gömleğimin uzun kolunu yavaşça yukarı doğru çektim. Kolum dün geceye göre daha da mahvolmuştu. Şişkinliği azalır diye düşünmüştüm fakat daha da artmıştı. Kolumu bu şekilde gören Mehmet yüzüme şaşkınlıkla baktı.

"Kim yaptı bunu?" dedi. "Sakın kapı çarptı ya da yere düştüm deme çünkü ben bu kolun nasıl bu hâle gelebileceğini biliyorum. Kim yaptı?"

Babamın yaptığını gizlemeyecektim. Çünkü bir insan yaptığı şeyden utanmıyorsa eğer ben neden bunu söylemekten utanacaktım ki? Tek solukta "Babam," dedim. "Babam yaptı."

"Sopa mı yoksa kemer mi?"

"Sopa, sopayla yaptı." Mehmet şaşkınlığını bir türlü gizleyemiyordu. Yüzünde yavaştan bir sinirlenme hakim oldu.

"Neden yaptı peki? Kolunu işte... Kolunu neden bu hâle getirdi?"

"Kapıyı açtığımda ses çıktığı için," dedim bakışlarımı kaçırarak. Mehmet söylediğimi anlamamış gibi tekrar etmemi istedi.

"Basbaya kapıyı açtığımda ses çıktığı için kolumu bu hâle getirdi."

"Baban yaptı ve acımadı... Çocuğuna acımadı..."

"Yok, acımadı. Hem ben beni dövmesine alışkındım, o ise beni dövmeye alışmıştı."

Mehmet gözlerini bir an olsun kolumdan ayırmadı. Kolumun şişen yerine iyice baktı. Bileğimi nazikçe tutarak beni mutfağa götürdü. Kolumun üzerine buz koydu. Beni mutfak masasına oturtarak buz eriyene kadar başımdan ayrılmadı. Gözleri hep dalgındı. Nereye baksa gözleri dalıyordu. Bir ara gözleri koluma değdi fakat hemen geri çekti. Birdenbire, "Baban mı seni sokağa attı?" dedi.

Sustum... Hiçbir şey demedim. Babamın attığını anlamıştı. Eriyen buzu kolumun üzerinden kaldırdı. Koluma sürmem için bir krem verdi. Bir türlü doğru düzgün süremediğimi anlayınca elimde bulunan kremi alıp sürmeye başladı. Elini o kadar hafif bir şekilde koluma sürüyordu ki, sanırım acıtmaktan korkuyordu.

"Merak etme acımıyor," dedim. "Korkmana gerek yok."

"Korkmuyorum," dedi. "Demek ki alışmışsın. Hem de artık acımayacak kadar. Biliyorum bu durumu."

Ela gözleri bir şeyler anlatmak istiyordu ama susuyordu. Hep dalıyordu. Ne düşündüğünü bilmeden dalıyordu. Kremi sürdükten sonra gömleğimin kolunu yavaşça aşağı çekti.

"Eğer çok acıyorsa doktora gidelim," dedi.

"Hayır gerek yok," dedim. "Şimdi daha iyi."

"Ellerin... Bu ellerindeki izler ne?"

Bakışlarımı yavaşça ellerime yönelttim. Neden bilmiyorum ama ellerime bakınca elimde olamadan gözlerim doldu. Ellerimi saklamaya çalışarak, "Bir şey değil," dedim.

Yerimden doğrulacağım sırada, "Sigara izleri..." dedi. "Kim yaptı? Düşündüğüm kişi mi?"

Bakışlarımı yere devirdikten birkaç saniye sonra, "Evet," dedim. "Sigara izleri..."

"Sana böylesine zarar vermesine neden izin verdin?"

"Ben alışmıştım... Yani bir hiçmiş gibi görülmeye, bir hiçmiş gibi değer biçilmesine alışmıştım. Dayak yedikten sonra sessiz sessiz ağlarken uykuya dalmaya da alışmıştım. Hatta vücudumdaki moraran yerlerim ağrıyor diye ağladığım için dayak yediğim günler de olmuştu. Fakat ben bunlara alışabileceğim kadar alışmıştım. Bu da zaten en kötüsüydü, alışmanın alışkını olmak."

Mehmet benim söylediklerimi hem sinirli hem de gözleri dolu bir şekilde dinlerken telefonu çalmaya başladı. Defalarca kapatmasına rağmen telefonu susmuyordu. Telefonunu açıp, "Efendim," dedi sinirli bir ses tonuyla. "Yok, hayır bugün şirkete gelmiyorum. Bütün görüşmeleri iptal edin."

Benim yüzümden işe gidemeyeceğini anlamıştım. Telefonu kapattı. Gözlerimin içine baktı.

"Bugün senin yanında olmam gerekiyor," dedi.

Ses tonu kızdığında çok ürkütücüydü. Fakat ben bana bakışlarından, acı çektiğimi görünce dayanamayıp gözlerini kaçırmasından ne kadar güzel bir yüreğe sahip olduğunu anlamıştım. Sahiden bir kişinin sadece ama sadece gözlerinden ve bakışlarından hemen nasıl bir yüreğe sahip olduğunu anlayabilir miydim? Yoksa bu bir avutma ya da yanılma mıydı?

"Sen bence biraz dinlen," dedi. "Bütün gece uyuyamadığın her hâlinden belli."

Yerimden kalkarak yavaşça odama doğru gittim. Yatağıma uzandım ve ansızın gelen uykunun gözlerime değmesini bekledim.

BANA ÇOCUKLUĞUMU VERWhere stories live. Discover now