SERÇEYİ ÖLDÜRMEK

By bosverdilan

6.5M 440K 410K

Efsun Zorlu; atandığı Urfa'da mecburi hizmetini yapan tıp fakültesinden yeni mezun, çiçeği burnunda bir hekim... More

I- "Geçmişin Pençe İzi"
II- "Düğünlerden Kalkan Cenazeler"
III- "Kalabalık Kabristanın Sahipleri"
IV- "Sırtı Dönük Namlular"
V- "Vedalar ve Kalanlar"
VI- "Üstü Açık Mezarlar"
VII- "Labirentte Kaybolmuş Anılar"
VIII- "Korkunun Gölgesindeki İtiraflar"
IX- "Kelime Oyunları"
X- "İçerlenmiş Cümleler"
XI- "Kadınlar ve Gemiler"
XII- "Gözden Düşen Cesetler"
XIII- "İnat ve Sabır"
XIV- "Yılanlar ve Kararlar"
XVI- "Seçimler ve Vazgeçişler"
XVII- "Yol ve Yoldaş"
XVIII- "Bekârlığa Veda"
XIX- "Şafak Yüz Altmış Bir"
XX- "Körler ve Yaralar"
XXI- "Kediler ve Raconlar"
XXII- "Geçmişin Enkazındaki Gerçekler"
XXIII- "Zeliha Karadere"
XXIV- "Çav Bella!"
XXV- "Dilden Akan Zehir"
XXVI- "Mucize"
XXVII- "Mermi ve Çiçek"
XXVIII- "Şafak Yüz Otuz"
11 MAYIS 2017|ÖZEL BÖLÜM
XXIX- "Laçka Olmuş Gönül Telleri"
XXX/PART I "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXX/PART II "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXXI- "Kaybedilmeyen Alışkanlıklar"
26 EKİM 1995|ÖZEL BÖLÜM
XXXII- "SENSEMEK"
XXXIII- "EN GÜZELİ"
XXXIV- "ZİHNİN SAVAŞI"
XXXV- "KELEPÇE"
XXXVI- "Pandora'nın Kutusu"
18 ŞUBAT 1990|ÖZEL BÖLÜM
XXXVII- "ALATURKA"
XXXVIII- "YOLLAR VE DURAKLAR"
XXXIX- "EFSUN GİBİ"
XL- "Hurafeler ve İnançlar"
XLI- "İlaçlar ve Dozları" PART/1
XLI- "İlaçlar ve Dozları" Part/2
XLII- "MANİFESTO"
XLIII- "Yargıçlar ve Cezalar"
XLIV- "MİLAT"
XLV- "KORKULAR"
XLVI- "TEHDİT-İ İADE"
XLVII- "İNCE KEFEN"
XLVIII- "SERÇEYİ ÖLDÜRMEK"
XLIX- "ETKİSİZ ELEMAN"
L- "TEK CAN"
LI - "Ölümsüzlüğün İksiri"
VEBALI RUHLAR|ÖZEL BÖLÜM
ANAYASA ve MADDELERİ|ÖZEL BÖLÜM
LII- "AHDE VEFA"
LIII- "Haberci Kuşlar"
LIV- "Geçmişin Geçmeyenleri"
LV- "DÜĞÜM"
LVI- "Aflar Teşekkürler ve Pişmanlıklar"
LVII- "Son Bir Direniş"
LVIII- "kabak çiçeği dolması ve az şekerli kurşun kek"
LIX- "siyah gül ve beyaz gül"
LX- "olmayan kızgınlıklar ve bitmemiş kırgınlıklar"
LXI- "yüzleşmeler ve kavuşmalar"
LXII- "ördekli fırın eldiveni"
LXIII- "mutsuzluktan kurtulmuş kalpler"
LXIV- eşsiz kıpırtılar
LXV- yaban mersini
LXVI- "yediler ve yedi kadarlar"
LXVII- "yok olan canavarlar ve son yükler"
LXVIII- isteklere dönüşen dualar
LXIX - sözünü tutan adam
Dilan Durmaz'dan;
LXX-engellenemeyen kader
LXXI-eve varmak
LXXII "MİNİK SERÇE"

XV- "Geleceğin Yanık Mürekkebi"

103K 6K 7.5K
By bosverdilan

Kafanızın içinde bir kabristan varsa katilde sizdiniz ölen de. Toprakta sizdiniz cesette. Kefende sizdiniz tabutta. Ve bazen gördüğünüz rüyalar ruhunuzun o kabristanın içinde kayboluşunun ufak kesitleri oldurdu.

Önümden karış karış dökülen yola gözlerimi dikmişken arada sırada görüş alanım bulanıklaşıyor ama asla ötesine gitmiyordu.

Fetih bir kez izin verseydi.

Annem bir kez bana sarılsaydı.

Ben Fetih'ten kurtulsaydım.

Ceset.

Çöp tenekesi.

Efsun Zorlu.

Kaşlarım çatıldı. Efsun Zorlu.

"Efsun Hanım," kafamın içinde bir türlü susmayan kemirgenlerin sesini bastıran yine Emir oldu. "Size yalvarırım telefonumu geri verin." derken sesinde bariz bir acı vardı. Gözlerimi yoldan alıp ona çevirdim. Yüzü sapsarı olmuştu. Ben evde değildim. Ben bu saatte dışarıdaydım. Onun haber vardı ama Fetih'in değil. Çok mu absürt bir şeydi bu? Niye bu denli korkuyordu?

"Sevgilinle mi mesajlaşıyordun?" diye olaya bambaşka hiç açılmamış bir pencereden yaklaştım. Sesim çok düzdü. "Öyleyse söyle, şu an müsait olmadığını senin dilinden yazıp göndereyim. Merak etme sonuna kalp falan koyar yumuşatırım," derken soran gözlerle ona bakıyordum. Yalvaran gözlerle başını iki yana salladı yapmayın der gibi bana baktı.

"O zaman hayır." derken yine önüme döndüm. Üzerimdeki montu biraz daha kendime sardım. "Fetih'i aramanı istemiyorum. Ona gidiyoruz zaten. Ben varınca arayacağım."

O an yüz ifadesini merak etsem de dönmedim. Hava soğuk olmasına rağmen camı hafifçe araladı. İçim cayır cayır yanarken dışım üşüyor mu yoksa yanıyor muydu bilmiyordum.

"İzninin olursa," derken göz devirmemek için zor tuttum kendimi. Bu acı da fazlaydı ama. "Son sigaramı içebilir miyim?" diye sordu. Gözlerimi belerte belerte ona döndüm.

"Sence de olayı çok dramalize etmiyor musun?" diye sordum garipçe. "Zaten onun yanına gidiyoruz. Fetih bu kadar sinirlendirdiğini bilse beni, sana çok kızardı."

Dudaklarını birbirine bastırdı yola bakarken sıkıca yutkundu. "İnanın," derken dudakları kıvrıldı hafifçe. "Ona şu an haber vermeyişimle kızmakla asla yetinmeyecek. Ölüme doğru gidiyorum." daha da abarttı. Yol bittikçe onun senaryoları daha da fantastikleşiyordu.

"İnan ki Emir," dedim onun gibi, başımı geriye yasladım. "Fetih'in seninle uğraşacak zamanı bile kalmayacak."

O bana döndü, bu cümlemin devamını bekledi belki ama ben sadece önüme bakıyordu. Heyecanlı değildim, içim sanki bir elektrik süpürgesiyle boşaltılmıştı. Bu hissettiğim boşluk hafifleme miydi bilmiyordum.


















'Allah belanızı versin!'

Bu cümleyi haykırdığım yere camın ardından bakarken gözlerimi açıp kapattım bir süre. Dar bir sokaktı. Taş duvarların, epey bir geçmiş gördüğü bariz belliydi. Şu hep televizyonda gördüğüm yerlere benziyordu. Genelde dizilerin çekildiği. Ben bütün bu tarz yerlerin boş olduğunu ya müze ya da dizi gibi şeyler için kullanıldığını sanıyordum. Şaka gibi ama kapının önünde Emir'le pek kıyaslayamayacağım birkaç adam varken kapıyı tutan elim sıklaştı. Nasıl bir koruma içgüdüsüyle duruyorlardı kapı önünde? Bu ülkede sadece siyasetçiler için geçerli değil miydi bu durum?

Değildi.

Gözlerimi yumdum.

Düşünme.

Düşünürsen vazgeçersin.

Düşünme.

Emir benim inişimle araçtan inerken herkesin gözü şaşkınlıkla bizi buldu. Hiçbiriyle göz göze gelmeden montumun cebinden kendi telefonuma yönelecekken kapıdan biri, muhtemelen haber vermek için, girecekken Emir'e doğru konuştum.

"Söyle kimse girmesin, ben arıyorum."

Emir anında eliyle durdurdu. "Bekleyin," derken o an sesinde ilk defa bir Fetih tonlaması duydum. Sert, emredici, soğuk. Bana karşı çok kibar, Fetih'e karşı çok saygılıydı. Ast üst ilişkisi? Tabi ki tam olarak buydu.

Hiç duraksamadan, kendime düşünme fırsatı vermeden herkesin gözü bendeyken Fetih'i aradım. Tanıyorlar mıydı acaba beni? O düğün gününde bana kaç silah doğrultulmuştu, aralarında onlar da var mıydı? Çok yüksek bir ihtimalle de vardı. Belki hepsi değil ama çoğu. Teker teker hepsine baktım. Gözlerini kaçıran oldu, bakmayı sürdüren. Bana hiçbir şey tanıdık gelmedi. Çünkü o an sadece silahlarına odaklanmıştım, yüzlerine değil.

Telefonum ikinci çalışta açıldığında nefesimi tuttum. Gergin, altında endişenin saklandığı bir ses "Efsun," diye yanıtladı.

"Zeliha yanında mı?" diye sordum beklemeden.

Bir an ses gelmedi. "Hayır," derken bir soluklandı sanırsam. "Ne oldu?"

Ben Fetih'i arıyorsam, özellikle bu saatte başım dertteydi. Bu hep böyle olmuştu. "Kapıdayım." dedim hiç uzatmadan. "Zeliha'ya belli etmeden çıkar mısın kapıya?"

Karnımın içine bir ağrı saplanırken elim karnıma gitti. İnce atletimin üzerinden ağrının girdiği yere elimi bastırırken dişlerimi dudaklarıma bastırdım. Çok üşüyordum ama midem de bulanırken şu an şansım olsa yine üşümeyi tercih ederdim zaten. Emir'le göz göze geldim o an. Çenesini sıvazlarken beni izliyordu. Tabi gözlerimiz değdiği gibi birbirine yere baktı.

"Kapıda mısın?" derken sesindeki şaşkınlık barizdi. "Af buyur?" derken omuzlarım düştü.

"Buyurayım," derken koca konak kapısına baktım. Han kapısı gibiydi. "Kapının önündeyim. Emir dışında," gözüm etrafta dolaştı. "Dört beş kişi daha var. Gelmeni bekliyorum."

Sonrası yoktu. Telefon yüzüme kapandı. Geliyordu.

Düşünme.

Düşünürsen vazgeçersin.

Düşünme.

Ellerimi ceplerime koydum ısınmayacağını bile bile. Yerimde zıplamamak için kendimi dizginlerken dişlerimi birbirine bastırdım. Dakika dolmadı. Yarım dakika bile geçmedi, konağın kapısı öyle büyük bir gürültüyle açıldı ki herkes bir irkildi ama bilmiyorum belki bunu beklediğim için belki de içim o kadar boşalmıştı ki ifademi korudum.

Gözlerim Fetih'e dokunduğu gibi o ağrı arttı aniden, avucumu daha çok bastırdım karnıma.

'Özür dilerim, yapamadım.'

Nefesim ağırlaştı, her soluduğumda burnumun içi yanıyordu sanki. Fetih'in ellerini o an karnımın üzerinde hissettim. Tırnak izlerim. Ellerine düştü bir an gözlerim.

Bırakma.

Bırakmamıştı. Kurtulamamıştım. Rüyada kollarından çıkamadığım adamın şimdi kapısındaydım. Tamamen aynı çatı altına girmek için üstelik. Bıraksaydı o rüyadan gönlüm biraz daha ferah uyanır mıydım? Çöp kutusu geldi gözümün önüne, kokusuna kadar hem de. Tüylerim diken diken oldu. Midemin çalkalandığını hissettim. Sonunda tekrar ona çevirebildim gözlerimi.

Fetih sanki ben palavra sıkıyormuşum da söylediğim de ciddi değilmişim gibi beni görünce kurşun yemiş gibi bir hal aldı. Uğradığı bozgun benim ciddi ciddi kapının önünde oluşumla alakalıydı. Sık sık inip kalkan göğsüyle gözlerini kıstı, sonra gözleri bedenime indiğinde bu sefer ciddi ciddi bir kurşun yedi sanki. Dudakları aralandı, hızlı hızlı saçlarını çekiştirdi sonra bana değil de aniden çevreye baktığında sesini öyle bir yükseltti ki kapı sesine irkilmesem de buna irkildim.

"Yere!" diye öyle bir bağırdı ki çevreye hafifçe sarsıldım. "Gözünü yerden kaldıran olursa beni sakın uğraştırmasın," diye tısladığında sonunda akıl edip bedenime ben de eğip başımı baktım.

Gözlerim hafifçe irileşirken boğazımı temizleyip montumu önümü kapatacak derece de çekiştirdim. Ben evden nasıl çıktığımı mı biliyordum?

"Kendi gözünü kendi çıkarsın. Duydunuz mu beni?" dedi ama sorar gibi değildi. Cevap veren olursa iyice çileden çıkacak gibiydi.

Sonra gözü Emir'i bulduğunda "Ulan senin ecelin olayım diye mi bu çaban?" diye ona doğru ilerlediğinde telaşla ona doğru adımladım. "Hayır hayır," diye engel oldum ona. Çok az bir mesafe kala ikisinin arasına girmeyi başarırken Fetih'in yine olağanüstü abartı tepki gösteren bakışlarıyla karşı karşıya kaldım.

"Ben aratmadım," derken elim cebime gittiği sıra Fetih hızlanan öfke dolu soluklarıyla bana baktı montuma yöneldi ve biraz önce benim yaptığımdan daha kaba bir şekilde çekiştirdi. Küfürle sabrı bir arada barındıran bir cümle kurdu. Cebimden çıkardığım telefonu dönmeden Emir'e uzattım.

"Telefonunu aldım seni aramaması için. Onun arabasıyla geldik. Ben engel oldum, bütün yol boyunca rica etti ama ben izin vermedim."

Telefon elimi biraz bekletse de aldı arkamdaki beden. Fetih ayağımdakinin düz taban olmasından mütevellit başını tamamen eğmişti. Asla sakinleşmeyen, her zamanki gibi yine abartı bir tepkiyle kendini dizginlemeye çalışır gibi alının sıvazladı. Öfke en nefret ettiğim şeylerden biriydi. Hele de yersiz olanı. Evet dünyayı sevgi kurtaracaktı. Buna inanıyordum. Ve evet Fetih bu cümleyi çürütmek için dünyaya gelmiş gibi davranıyordu bazen. Ben şu an neden kapısının önündeydim peki?

Düşünme.

Düşünürsen vazgeçersin.

Düşünme.

Tam aniden çıkışacak gibi oldu ama son saniye durup etrafına baktı. Ben de onun gibi. Herkes dediği gibi yere bakıyordu. Bana bağırmadı ama hırsını çıkarır gibi "Yere!" diye bağırdı tekrardan. Sonra da renk değiştiren yüzüyle keskin bir dönüş yaptı bana.

"Efsun benim önüme öyle bir sebep koy ki," derken arkama baktı. Hayır Emir'e baktı. "Ben bu herifi zıplatmayayım."

O ana kadar böyle ulu orta yerde asla bir şey söylemek gibi bir amacım yoktu. Aklımdan geçmiyordu ama öfkesi o kadar taşıyordu ki hiçbir şey söylemeden de arabaya bindiremeyecektim. Başını salladı hadi der gibi. Gözlerini cin gibi açmıştı. Korkutucu duruyordu.

Yutkundum, boğazımı temizledim. Ağzım birkaç kez açıldı kapandı, o sıra yüzümü inceledi. İnceledikçe kaşları çatıldı. Yüzüm ne haldeydi bilmiyorum ama gözlerimi az çok tahmin edebiliyordum. Anca fark ediyordu.

"Bana olan teklifin," deyiverdiğimde aniden gözleri gözlerime saplandı salisesinde. O an Emir muhtemelen o teklife şahit olanlardan biri olduğundan neyden bahsettiğimi anladı ve başını kaldırdı. Tahminim o yöndeydi. Ama Fetih tüm şaşkınlığına rağmen işaret parmağını kaldırıp arkama doğru gözlerimi yumacağım şekilde bağırdı.

"Yere ulan, yere!" diye tüm mağara adamlığıyla hoyratça bağırdı. Yüzüm buruşacak gibi oldu ama yapmadım bunu. Çok durmadan bana geri döndü. Başını salladı devam etmemi ister gibi.

"Teklifim?" diye sordu. Belki aklından geçen bir ihtimal vardı da buna pek olanak verir gibi bakmıyordu bana. Yutkundu sıkı sıkıya. Adem elması bir dalga gibi gelgit yaptı boğazında.

Düşünme.

Düşünürsen vazgeçersin.

Düşünme.

"Hala geçerli mi?" bu soru dudaklarımdan döküldükten sonra kaçıp gitmek mi istemedi, bir yere saklanasım mı gelmedi. Yok olmak istedim kısa bir an. Ama tercihimi Fetih'in tepkisini görmekten yana kullandım.

Yemin ederim, bakın yemin ederim ki öfkeden ip gibi gerilmiş dudaklarından tutun kirpiklerine kadar titredi. Fetih Karadere titredi. Ben bunu söylerken çok daha sağ kalabilmiştim ama o bu sorumla ne kadar dik kalabilmişti bilmiyorum. Ben konuşana kadar öylece tuttuğu gözlerini kırpıştırdı birkaç kez. Sonra kafasını hafifçe sağ doğru yatıracak gibi oldu. Sanki başından beri içinde tuttuğu büyüttüğü nefesi aniden bıraktı yüzüme doğru. Daha da büyük yutkundu. Dudaklarını ıslattı sonra o dudakların kıvrıldığına şahit oldum bir an. Ben öyle görmemiştim, dudakları gerçekten kıvrılmıştı.

Bana o ufak kazadan önce arabada söylediklerini hatırlıyordum. Benim eninde sonunda kabul edeceğime kendini inandırmıştı. Buna o kadar çok ikna etmişti ki kendini eninde sonunda beklediği bir şeydi. Ya da ben öyle sanmıştım. Ya da sadece inanmıştı. Olurunu hiç düşünmemişti. Bir eli arkama doğru uzandı, diğer eli montuma. Montumu tekrardan çekiştirirken "Anahtarı ver," dedi önüne öyle bir sebep koyduğumu kabul ederek.

Arkadan anahtar ona uzatıldı. Sudan çıkmış bir hali vardı, ne yapacağını bilemedi. Etrafa baktı bir an öylece. Sonra da aracı işaret etti bana bakmadan. "Arabaya geç," dedi ama ne bir emir ne de bir sinir vardı. Ne yapacağını şaşırmıştı. Biraz önce indiğim arabaya ilerledim, hiç sorun çıkarmadan. Zaten böyle ulu orta yerde konuşmaya en çok ben meyilli değildim. Etrafa bakındı tekrar Fetih. Sonra araca yönelirken son anda Emir'in önünde durduğunda ben de açtığım kapının önünde durdum.

Ne olur ne olmaz diye.

Fetih aniden Emir'i ensesinden yakaladığında gözlerim irice açıldı. Ama devamı engel olabileceğim bir şey değildi. Ensesini tuttu sıkı sıkı sonra omzunu sıktı.

"Şükür namazı kıl tamam mı aslanım?" dedi oldukça tehditvari bir sesle. Yüzünü görmesem gülüyor sanacaktım. Emir hızlı hızlı başını salladı. Fetih tatmin olmuş bir şekilde onu bırakırken o da araca gittiği vakit ben hareket ettim.

"Fetih," diye seslendiğimde bakışları ışık hızında beni buldu. "Ben kullanayım mı?" diye sordum beli aklıma gelirken."Belin için." diye de açıkladım. Başını hızlı hızlı iki yana salladı.

"İyiyim." derken sesinden belliydi hala çokta kendine gelemediği. Bakışlarını pek sabit tutmuyordu mesela hala. "Bin hadi."

Uzatmadım, araladığım kapıdan girdim. Hemen ardımdan da o. Hızlıca klimaları çalıştırdı. Gözlerim yüzünde gezindi. Eğreti duruyordu. Dik değil. Yüzünde canının acıdığına dair bir ifade olmasa da "Yok yok olmadı böyle yer değiştirelim." diyerek kapıya yöneldiğim an direkt tık diye kilitledi. "Kal orada." dedi inişimi engellerken. "İyiyim dedim Efsun." diye tekrar etti. Ona baktım yalan mı doğru mu diye.

"Çok iyiyim." dedi. Sonra gözleri yine bedenime düştüğünde gözlerini yumdu acı hisseder gibi. Böyle sıkıca, sonra kafasını salladı. Sonra da hafifçe direksiyona vurup önüne geri dönerken ben de montu bacaklarımın arasına sıkıştırdım o sıra.

"Öyle bir neden söyle ki dedim," eli ensesinde dolaştı. "Ben Emir'i mahvetmeyeyim. Sen de söyledin," duraksadı sonra çat diye boynu kütleyeceği kadar bir anilikle bana döndü.

"Şimdi aynı şekilde bu halin için de var mı tatmin edecek bir sebebin?"

Dudaklarımı öne doğru büzerken alt dudağımın yarısını dişlerimin arasında ezdim. Yoktu. Hayır vardı. Evden çıkarken son düşüneceğim şey bile olamazdı kıyafet. Başımı iki yana salladım ona isteyeceği şeyi vermeyeceğimi belli ederek.

Kaşları havalandı. "Yok?" dedi ciddi miyim diye bakarken.

"Yok. Uykudan uyandığım gibi gelmem gerekti."

İşaret parmağını önüne dönerek ön dişlerini sürttü. "Sen herkesin götü donarken bu şekilde mi uyuyorsun?" derince bir nefes alıp cevap vermedim. "Ulan onu da geçtim burası Urfa," dedi hayretle. Tekrar kıyafetime baktı. "Ulan bu şekilde hangi akla hizmet çıktın?"

Sıkılmış bir halde ona bakarken "Konumuz bu mu?" diye sordum biraz önce söylediğim şeyi ona hatırlatırken. Unutmuş gibiydi. Konudan sapmış ya da.

Sanki gerçekten tahmin ettiğim gibiymiş gibi bakışları ışık hızında değişti. "Değil," dedi emin bir sesle. "Değil anasını satayım." diye tekrar ederken aracın kapılarını açıp emniyet kemerini bağladı. Sonra da benim beynimin içini kemirdiğim kısa mı uzun mu bilmem bir yola çıktık.




























Nereye gittiğimizi ne kadar kaldığını sormazken, hiç konuşmadık. Gözlerim Fetih'in yüzündeydi o yola bakarken. Üzerinde benim aksime duruma daha uygun siyah boğazlı bir kazak vardı. Vücudunu sarmalamıştı. Uyuyormuşum gibi fazlasıyla düzene girmiş nefeslerimle onu izlerken dilimi dişlerimi sürtüyordum.

Bırakmamıştı beni, anneme gitmeme izin vermemişti.

Biliyordum rüyaydı ama düşünmeden edemiyordum. O ihtimali düşünmeden edemiyordum. Saçmalıktı belki de ama olmuyordu. Kafamın içini susturamıyordum. Biliyordum, annem bir daha gelmezdi rüyama. Bir daha göremezdim onu.

Ben Fetih'in yolda olan gözlerinden cesaret alarak onu öylece izlerken dönme ihtimalimi de düşünebilirdim. Ama yapmadım. O bana beklemediğim bir anda dönerken irkilip hemen bakışlarımı kaçırdım. Arabayı aniden durdurduğunda gözüm cama kaydı. Nereye geldiğimizi ayırt etmeye çalışırken "Geldik mi?" diye sordum.

Cevap vermeyince gözlerim tekrar onu bulurken sorgulayan gözlerle ona baktım, cevap beklerken. Gözlerini kıstı yüzümü daha da ince eleyip sık dokuyarak inceledi. Sonra da hafifçe başını salladığında herhangi bir şey sorar korkusuyla indim araçtan. Hemen arkamdan da o. Kapattığı ön kapıdan sonra arka kapıya yönelip eğilip bir şey aldı. Doğrulduğunda yüzü buruşmuştu.

"Hala dikişlerin var," demekten alıkoyamadım kendimi. "Eğilip durma."

Söylediklerime takılmadan elinde siyah bir atkı varken omzuna attı atkıyı. Ben ondan önce, geldiğimiz kafe tarzı bir yere yönelecekken "Bekle." diyerek durdurdu ben. Adımlarım havada kalırken ona döndüm. Bana yaklaştı, eli aniden montumun en alt kısmından fermuarını yakalarken bir adım geri gittim ama sıkıca tuttuğundan bir şey değişmedi. Asker yeşili montumun fermuarını tek hamlede çekerken ağzıma kadar, evet ağzıma kadar, bir adım geri çekilip bana baktı sonra yüzünü buruşturdu.

"Böyle de kurtarmıyor anasını satayım." derken etrafı taradı bakışlarıyla kısa bir an.

Ne kurtarmıyor?

Gözüm montuma kaydı. Sadece bacaklarımdan bir karış açıkta kalmıştı ama beyaz çoraplarımın herhangi bir katkısı yoktu soğuğa. Sonra da omzundaki atkıyı boynuma taktı. Sıkıntıyla başımı iki yana sallarken atkıyı çıkarmaya çalıştım. "Al şunu," derken yüzüm sirke satıyordu. Zaten nefesim daralıyordu, hem mont hem de atkı iyice batardı bana.

"Çıkarma," diyerek engel oldu. Sonra da boynumdan bir tur geçirdi. "Soğuğa mı meydan okuyorsun? Manyak mısın kızım sen şu haline bak?"

Tam tekrar yeltendim aynı harekete ama engel oldu ve kolumdan yakalayıp direkt gireceğimiz yere yöneldi. Uğraşmaya mecalim yokken zorlamayı tercih etmedim. Oturunca çıkarırdım. Mekandan girdik, tepemizde ısıtıcının olduğu bir masaya yöneldik. Fetih kendi sandalyesinde olan kırmızı şal gibi şeyi de alıp benimkiyle beraber bacaklarımın üzerine koydu. Ama zaten mekanın içi bunaltıcı derece de sıcaktı. Koyduğu şallara öylece bakarken geriye yaslandım hiçbir şey yapmadan. Sonra da onun uyuz bakışları altında atkıyı çıkardım fermuarı da en azından ağzımın aşağısına kadar indirdim.

Bir an ne söyleyeceğimizi bilmeden birbirimize baktık. Kim başlayacaktı, nasıl başlayacaktı bilmiyordum ve sanırsam aynı karmaşanın içinde o da vardı. Gözlerimiz birbirimizden ayıran gelen garsonun gölgesi oldu. Ben önüme bakarken Fetih ilgilendi gerisiyle.

"Hoş geldiniz," derken önümüze konulan menülere ne ben ne de Fetih baktık. "Sade filtre kahve ve salep." çok uzatmadan önündeki menüyü geri ittiğinde adam ikimizden de geri aldı menüleri.

"Tabi başka bir isteğiniz var mı?"

Nasıl girecektim söze? Ne diyecektim? Nasıl toparlayacaktım cümlelerimi?

Fetih muhtemelen beden diliyle cevap vermiş olacak ki yanımızdaki yabancı beden ayrıldığında tekrar göz göze geldik. İpin bir yerinden tutmam gerekiyordu. Ağzıma gelen ilk cümle ne olduysa onu telaffuz etti dilim. Çok düşünürsem hiç çıkamazdım işin içinde.

"Ben çok düşündüm," dedim ilk. Hafifçe sırtını rahatsız etmeyecek şekilde geriye yaslandı ve sadece beni dinledi. Konuşmayacağını, söz hakkını tamamen bana verdiğini anlamıştım.

"Günlerdir düşünüyorum," diye devam ettim. "Uyumuyorum düşünüyorum. Yemiyorum düşünüyorum. Çalışmıyorum düşünüyorum. Düşünüyorum," derin bir nefes aldım gözlerimi yumdum kısa bir an. Dikkatle, büyük bir ciddiyetle beni izliyordu.

"Düşündüğüm için uyuyamıyorum, yiyemiyorum, çalışamıyorum ve zarar veriyorum." gözüm kısa bir an aşağılara kaydı. Belini göremesem de o bakışın nereye ne amaçla düştüğü bariz belliydi.

"Sadece kendime değil, her şeye, herkese. Fetih ben çok düşündüm." derken tekrardan masaya yaklaşıp dirseklerimi masaya yerleştirdim. Ellerimi birbiriyle birleştirirken masa üzerinde dudaklarımı dişledim, ellerimi izledim. Bir sonraki cümlemi kurarken yarısında yüzüne bakma cesaretim olmamıştı.

"Eğer bu böyle giderse ya bir gün delireceğim ya da," yutkundum dudaklarımı ıslattım ağır ağır. "Boş bir an da öldürüleceğim. Kafayı yemek üzereyim, kendi gölgemden işkilleniyorum. Bir kediyi beslerken arkamdan aniden gelen bir kediden korkuyorum. Telefonumu vermek için gelen senden, o an savunmasız bana muhtaç olan hastadan. Her şeyden, herkesten. Düzelir diye bekliyorum, beş günü geçtik çoktan ama bu karmaşa her geçen gün artıyor. Eksilmiyor, yerinde saymıyor. Artıyor, ben altında kaldım. Yapamadım, baş edemedim. Olmadı gücüm yetmedi."

Konuşmamı bölen masamıza gelen garson oldu. "Salep kimindi?" diye sorduğunda Fetih elinden alıp benim önüme koydu. Boş bir ifadeyle önüme konan beyaz epey büyük bardağa baktım.

Fetih'in "Eyvallah sağ ol." deyişinden sonra garsonun uzaklaşmasını bekledim. Önümdeki salebin içindeki kaşığa gitti elim. Göz göze olmadan konuşmak daha iyi gelecekti sanki. Çünkü Fetih o kadar ilmek ilmek bakıyordu ki kendimi çırılçıplak hissediyordum.

"Yarın , daha geçen sene davasına katıldığım Şule Çet gibi olabilirim. Özgecan'la fotoğrafım yan yana konulabilir. Emine Bulut gibi bir videom yayılabilir, çünkü belki de kuytu köşede değil hastanede ulu orta yerde olacak ne olacaksa. Her şey. Her ihtimal boğuyor beni. Ölmek değil belki ama öldürülmek. Bu ihtimalle baş edemiyorum artık. Kaldıramıyorum."

Tarçın iyice karıştı salebe. Ben devam ettim ama o kaşığı çevirmeye. "Bu ülkede insanı öldürmekten daha kolay bir şey varsa o da kadını öldürmek." dişlerimi birbirine bastırdım gözümü yumdum başımı eğdiğim yerde. "Benim annem babam beni bir zalimin körelmiş vicdanına süs olarak asacağı ceset olayım diye büyütmedi,"

"Efs-"

"Fetih bölme," dedim anında. Ondan bana destek olsun, yanımda olsun diye anlatmıyordum bunları. Bunun için Fetih'e değil psikologa konuşurdum. Eğer ki bir şeyler derse ben söyleyeceklerime devam edemezdim. Avutulma istemiyordum. Gerçek buydu. O soyadı taşıyan insanlar için büyük bir gurur olacaktı benim ölmem. Hayır benim onların elinden ölmem.

"Benim annem babam kızlarını bir takım elbiseyi vicdanına yeterli görecek bir hakim için de büyütmedi."

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Suna annemin bana verdirdiği sözler vardı. Anne babamın gidişi çok erken olsa da beni izliyorlardı, biliyordum. Yaşayan anne babalar kadar ölenlerin de hakkı vardı bunlara. Kimse kızını bir caninin elinde ölsün diye büyütmüyordu.

"Ben çok düşündüm," diye tekrar ettim. Sanki bu en çok kendime kanıttı. Çok düşündüm, en doğru karar bu demek ister gibi. Düşündüm başka çıkış bulamadım gibi. Kilit cümleyi kurmadan önce gözler tekrar kapandı nefesimi tuttum. "Fetih," derken içli bir sesle soluklandım nefessiz kalmış gibi.

"Benim medeni halim canımdan kıymetli değil."

Gözlerimi bir süreden sonra ilk kez ona kaldırdığımda tıpkı o kustuğum gecedeki gibi bakıyordu. Sanki beni o mahvetmiş gibi. Sahi mahvolmuştum değil mi? Rüyamda kendi cesedime dokunacak kadar mahvolmuştum. Dişlerini sıkmıştı, sanki yüzüne dokunsam taşa dokunacaktım.

"Nisanın sonunda Zeliha'nın sınavı var." dedim düşündüğüm, kafamda kırık dökükte olsa kurduğum planı ona kurarken hiç uzatmadan. Duygusallaşmak istemiyordum, mantığımla hareket etmek istiyordum. Sadece ben ve aklım. Bu hikayede bir süre sadece ikimize ihtiyaç vardı. "İki üç hafta sonra da sınav sonuçları ve tercih dönemi. Aralığa girmek üzereyiz, mayıs ortasında dediğim bu süreç bitecek. Yaklaşık beş buçuk aylık bir süre."

Bu süre büyüdü gözümde tekrardan. Beş buçuk ay. Yüz altmış beş gün. Karnıma ağrı değil bir bıçak girdi. Fetih'e baktım. Beş buçuk ay, asır gibi geldi o an. Hiç tanımadığım biriyle, hiç tanımadığım bir aileyle, hiç bilmediğim bir şehirde, hiç olmayacak bir soy adla. Beş buçuk ay. Acıyla kasıldı bütün vücudum, yüzüm bu ağrının emarelerini gizlemek için her şeyini kullandı. Aynı bıçak sanki boğazımdaydı da. Nefes alamıyordum. Her şeye rağmen devam ettim. Çünkü duygularımın değil aklımın söz hakkı vardı.

"Sonrası senin de dediğin gibi. Zeliha'nın kazandığı şehre gideceğiz. Evli bir çift olarak. Ama sınav sonuçlarının açıklandığı gün dava açılmış olacak. O kapıdan çıktığımız an sen yoluna ben yoluma. İstifamı vereceğim, uzmanlığa çalışacağım o zaman karar vereceğim şehirde. Sen de Zeliha'nın yanında olacaksın. Kimin ne, ne zaman kulağına gidecek ne kadar gizli tutacaksın boşandığımızı beni ilgilendirmiyor gerisi. Madem Karadere soyadının bu kadar hükmü geçiyor, beş ay dayanabilirim."

Beş buçuk ay. Beş ay değil.

"Eğer ki hala geçerliyse teklifin," kesikte olsa soluklandım. "ben varım." o kadar alelacele, hiç uzatmadan, mızmızlanmadan sanki daha önce yazdığım şeyleri okurcasına net ve hızlıydı ki cümlelerim... Ne kadar kısa zamanda söylesem ölümüm o kadar hafif olacaktı sanki. Sancım daha az belki.

Bir milat olduğunu bildiğim cümleyi kurarken çağı kapatanın da yeni çağı açanın ben olduğumu bilerek bakıyordu bana. Kaslarıma o kadar kontrolsüzce sıkıyordum ki her an kramp girebilirdi herhangi bir yerime.

Allah'ım lütfen, lütfen pişman etme beni. Pişman olmam demek ölmeyi bile yaşayacağım hayattan üstün tutmam demek. Lütfen beni o durumu getirme, lütfen o beş buçuk ay beş gün gibi geçsin gitsin.

"Ben sana geçerliliği bitecek bir şey söylemedim," sesi çok sakin, benim gerginliğime rağmen rahatlatıcı hatta yumuşak bile denebilirdi. "Günlerdir," derken derin bir nefes aldı. "bekliyorum. Gelip, benim medeni halim canımdan kıymetli değil de diye. Günlerdir senin önüne tek koyduğum çözüm yolu bu diye başımın etini yedim Efsun, sen bu kadar istemezken önüne bunu tek seçenek olarak koymak beni mutlu etmedi ama," hafif hafif başını salladı. "her şey düzelecek, en doğru karar buydu, tek doğru çıkışta buydu. En doğrusunu yaptın, sana yemin ederim buna hiçbir zaman pişman olmayacaksın."

Sanki gözlerimdeki şüpheyi görebiliyordu. Sessizce ona bakmayı sürdürdüm. "Hiçbir zaman. Ne ben sebep olacağım buna, ne de başkasının sebep olmasına izin vereceğim. En doğru kararı verdin, bekletmek yıpratıyordu." gözlerinde bir şey vardı. Tamamını bana ait kılmak istediği güven. Ama benim en aç olduğum şey o olsa da, alerjim varmış gibi onu alamıyordum. O veriyordu ben alamıyordum. Bu çabasına devam etti.

"Tek bir cümle yetti araya giren herkesin seve seve geri çekilmesine. Devamı daha gelmeyen bir cümleyle çekti mevzuya girmeye çalışan herkes elini ayağını. Köşesine çekildi, sessizce bekliyorlar. Ne kadar gerçek diye herkes bekliyor." çenesini sıvazlarken başını ağır ağır salladı kafasında geçen düşüncelerle.

Üzerinden yük kalkmış gibi o kadar içten içe büyük bir nefes alıp verdi ki, ben rahatlamamıştım belki ama o rahatlamıştı.

"Şimdi iç," derken önümdeki bardağı işaret etti. "Her şeyi enine boyuna konuşalım. Bir daha bu kadar sakin bir an olmayabilir. Hadi, için ısınsın." ikimizin de tavrı neden bu kadar sakin, normaldi bilmiyordum. Sadece ben daha hafif bir ölüm için hızlıydım, o ise... O belki de kurgulamıştı bunu kafasında. Bu cümleler hali hazırda bekliyordu bana söylenilmeyi.

Ne yani şu an karar vermiş miydik? Bir şey ancak bu kadar çığ kadar altında bırakıp, kar tanesi kadar kolay olabilirdi.

Başkasının diline pelensenk olmuş geleceğimi, başkalarından almış kendi dudaklarımın arasına iliştirmiştim. Yanıma da Fetih'i alarak. Madem bir oyun oynanacaktı, madem söz konusu bendim o zaman kuralları da ben koyacaktım. Bükemediğim eli öpemiyorsam razı da gelmezdim. Tek bir hamle yapar bükülmeyen eli kendi elime dönüştürürdüm. 

Akıllı bir kadındım ve bunu kullanmam tam da şu an gerekiyordu. 

Kendi bardağını eline aldı. Ama içmeden beni bekledi. Çorbacıdaki gibi. Elim istemeye istemeye de olsa salebi buldu. Birbirimize bakarken benim yudumum ne kadar sıkıntılıysa onun da o kadar keyifliydi. Fetih'in sırtından büyük bir yük almıştım. Umuyordum ki o yükü kendi sırtıma koymuyordum. Çünkü ben rahatlamış hissetmiyordum.

Bir süre sessizce kafamızın içindeki gürültülerle baş başa kaldık. Sadece içimiz ısınsın diye içeceklerimizi yudumladık. Önümde kader defterim, kalem bir anlaşmanın satırlarını yazıyordu bu gece. Kalemin içindeki mürekkep geleceğe aitti. Ve mürekkebin her yazdığı harf sayfalarca altını da etkiliyordu. Beş buçuk ay kadar ilerisini. Rengini vermiyordu. Rengi yoktu. Yakıyordu. Her sayfayı yakıyordu. Kendi ellerimle kendi önümü yakıyordum.

Mürekkep ateştendi. Dokunduğu yeri de ilerisini yakıyordu. Farkındaydım. 

Karşımda bir adam, o adamla nasıl bir yola gireceğimi bilmiyordum ama bildiğim tek şey bir yola giriyorduk. Fetih'le yoldaş değildik zannımca ama yolu beraber yürüyorduk. Farklı kaldırımlarda mı olacaktık bilmem ama ayağımızı bastığımız asfalt aynı olacaktı.

En azından beş buçuk ay.

Ne kadar zaman öldürdük bu halde bilmiyorum ama titrek sesle de olsa ben başladım tekrar konuşmaya. Çünkü bütün ipleri, bütün cümleleri bana vermişti farkındaydım. Başlangıcı benim yapmamı istiyor, yolu benim açmamı bekliyordu. "Madem her şey bu gece bu masada konuşulacak dürüst olacağız. Beni rahatlatmak için herhangi bir yalan istemiyorum. Zaten koskoca bir yalan varken, birbirimize daha fazla sürdürmeyelim bunu." derken ne desem onaylayacak bir kıvamda başını salladı.

İlk aklıma gelen şeyle başladım. Tereddüt etmeden en tereddüdümün olduğu konuyla. "Ailen," derken yutkundum. Bir zamanlar evleneceğim adamın ailesiyle alakalı duam aklıma geldi. Allah'ım benim bahsettiğim bu değildi ki... Değildi. Yemin ederim değildi.

"Ailen beni kabul etmeyecek."

Başını iki yana salladığında yüzüm düştü. Daha biraz önce dürüstlükten bahsetmemiş miydik?

"Ailem seni kabul edecek ama sevmeyecek. Çok uzun bir süre istemeyecek."

Tam benim sitem cümlelerim çıkacakken ağzımdan onun çok daha başka bir itirafı doldurdu kulağımı. Bir an kaldım, ne tepki vereceğimi bilemedim. O da nasıl karşılayacağımı bekliyordu dikkatle. Az da olsa toparladığımda başımı salladım.

"Ailenin beni sevmemesi büyük gurur." dedim hiç acımadan, düşünmeden. Eğer ki sevselerdi zaten içten içe midem bulanırdı. "Ama kabul edeceklerini hiç sanmıyorum. Ben o eve bir kere girdim, çıkışımda dilimde ne olduğu belliydi."

Masadaki bardağın kulpunda ince uzun parmakları dolanırken "Benim karımı," için için titredim. Çok vurgulu söylemişti bunu sanki ikimiz değildik buradaki, başkaları da varmış gibi. Onun karısı değildim. Efsun'dum. Sadece Efsun. Artık sonuna soy adını bile ekleyemediğim Efsun.

Yutkunuşumu engelleyemezken "kabul etmek zorundalar." diye tamamladı cümlesini. "Beni karşılarına almazlar, beni kaybetmeyi göze almazlar."

Zeliha'yı kendi elleriyle yakmışlardı ama... Kalbim acıdı sanki bu gerçekle. Zeliha nasıl dayanıyordu? Kapı gibi ortadaydı bu durum. Zeliha nasıl kaldırıyordu böylesine bir ayrımı? Bir tarafta beni bile sırf kendisi için kabul edeceklerini söyleyen bir Fetih vardı, diğer taraftan göz göre göre harcanmaya çalışılan bir Zeliha..

"O evde pamuk ipliğiyle durduğumu, eğer böyle bir retle çıkarsam bir daha adım atmayacağımı biliyorlar. Karar onların, verilecek olan kararda belli."

İşaret parmağım şakağımın üzerinde gezindi. "Peki şüphelenmeyecekler mi? Yani böyle aniden, düşünülmeyecek şey değil bu Fetih. İlişkimiz ne ara başladı, ne ara evlenecek kıvama geldi? Çok absürt, bir şeyler anlarlar. Tahmin ederler."

Dudakları aşağı doğru kıvrılırken başını salladı ağır ağır. "İnanmayacaklar zaten," dediğinde rahat tavrına karşı kalakaldım. "Altında bir şeyler arayacaklar, gerçek olmadığını düşünecekler. Bir şeyleri açığa çıkarmak için ellerinden geleni yapacaklar."

Kafamın içinde onlarca senaryo oluştu, hepsi de Türk televizyonlarında delice izlenirdi.

"Burada iş bize düşüyor," deyip o da benim gibi masaya yaklaştı biraz. "Efsun bu evlilik gerçek olacak."

Yüzümdeki bütün kaslar kendini bırakırken gözlerim karardı bir an. Tutuldum, tek yapabildiğim masadan uzaklaşmak oldu. "A-anlamadım?" derken sesim titremişti. Masadan kalkıp gidesim geldi o an. Ben ne yapıyordum Allah aşkına? Bu tepkime karşı kaşlarını çattı.

"Bunun bir anlaşma olduğu sadece aynı odaya girdiğimiz an bilinecek. Biz bile kendimizi buna inandıracağız. O odanın kapısını kapatmayana kadar beş ayı, bu masada konuşulanları unutacağız." diye düzeltti mi demeliyim kalp krizi geçirmek üzere olan beni ipten mi aldı bilmiyorum. Yemin ederim beynim uyuştu, baya ivme indi.

"Efsun," derken biraz daha yaklaştı masadan bana. "Kafaları öyle bir çalışıyor ki," kendi ailesinden bahsediyordu. Aklına ne geldi bilmiyorum ama sesi nefret doluydu. "Beni zamanında Zeliha'nın evlenmek istediğine öyle bir inandırdılar ki, ben kendi kardeşimi sildim. Açık açık, bu saatten sonra senin Fetih diye bir abin yok diye rest çekecek kadar. Cümle alem zaten inanacak, içimizdekiler bit yeniği çıkaracak. Kalenin içinde sorun. O yüzden," bütün bunları daha önce düşünmüş gibi ardı ardına takılmadan kurduğu cümleleri dinledim teker teker.

Bir aile nasıl bu kadar vicdanını kaybetmişti? Eskiden verilen basit bir söz bozulabilirdi, insan evladı için neler neler yapabiliyorken onlar dostlarıyla aralarına girecek tek bir soğukluğa mı tahammül edememiş yakmışlardı çocuklarını? Midem harıl harıl bulanıyordu. Tek kayıpları Zeliha'da değildi üstelik. Fetih'te kaymıştı ellerinden.

"Herkes, aklına gelip gelebilecek herkes gerçek sanacak. Her şey gerçekmiş gibi. Tek özel yerimiz o oda. Onun dışında her yerde, biz bile unutacağız bu masada konuşulanları. Herkes gerçek sanacak. Çalışanından anne babama kadar. Bu masada konuşulanlar bir kişi bile olsa başkasına taşınırsa olayın önünü alamayız. Olay bir kere duyulursa, tek bir kişi ipin ucunu yakalarsa kontrol edemem. Düşman içimizde. Ne onların gazabı biter ne de çeneleri susar. O eve onların gelini olarak gireceksin. Kimse mevzunun korumak olduğunu bilmeyecek. Duyulmayacak, sadece sen ve ben. Zeliha bile bilmeyecek."

Zeliha... En çok onun bilmemesi gerekiyordu.

"Zeliha'ya bu yükü veremeyiz zaten," dedim anında. "Öğrenirse her şeyi kendi üstüne yıkar, toparlayamayız onu."

Başını salladı. "Öyle," derken durgun bir hal aldı bir an. "Kolay kolay inanmayacaklar. Annemi biraz olsun tanıyorsam gözü kulağı daima bizde olacak. Bulunduğumuz kapının arkasında, baş başa oturduğumuz bir masada, konuştuğumuz bir anda. Tek bir cümle, tek bir şey duymak için direnecek. Benim seninle gerçekten evlendiğimi kabullenmemek için yine çabalayacak. Uzunca bir süre."

Her cümlesi o dizi senaryolarını daha da güçlendirdi. Daha adımımı atmadan içimdeki korku kapısı aralandı. Canavarlardan kaçmak için canavarların evine giriyordum. Ve tek güvencem Fetih'ti.

"Ne olursa olsun aptal değil bu insanlar. İki canıma cicime kanacak halleri yok. Bazen anlaşamadığımız, hele de evlenecek kadar anlaşamadığımız bakışlarımızdan bile belli oluyor."

Parmak uçları alt dudağında gezinirken düşünceli bir hal almıştı. "Tiyatro eğitimim yok," dedi. "Ne kadar başarılı olunur bilmiyorum ama basit düşüneceğiz. Canım cicimle olacak iş değil. Hem canım cicim ne anasını satayım? Normal evli bir çift. Alışırız herhalde bu duruma, en kötü olduğumuz gibi davranırız. Evlenenler de devamlı kavga ediyor sonuçta. Tamam işte sen nefes aldığın sürece potansiyel olarak benimle kavga halindesin zaten."

Gözlerim şaşkınlıkla aralandı kendimi işaret ettim. "Ben?" diye sordum hayretle. Yürüyen sorun makinesi mi bana bunu söylüyordu? "Kendini kandırma." dedim ters ters. "Sen herkesle, ben sadece seninle. Demek ki sorun sende."

Dudakları alayla kıvrıldı. Alayla. "Kendini kandır. Aynen öyle."

Yüzümü buruşturdum, o beş buçuk ay dağ oldu bana dağ. Güvenip girdiğim canavarların arasındaki iyi canavar da Fetih'ti. Harika ilerliyordu her şey harika. Ben bazen Fetih'le aynı havayı dahi soluyamayacak kadar öfkeli olurken nasıl her gece aynı odaya girecektim?

Aynı oda. Gözlerimi kırpıştırdım. Bir yabancıyla. Nasıl mümkün olacaktı? İkimiz için de.

Kafamın içindeki düşünceler eşliğinde "Seninle tartışmayacağım." dedim başımı başka yöne çevirip.

"Tabi haklı çıkarmak olmaz şu an beni. Ağır yenilgi olur sana." diye karşılık verdi.

Bakışlarım tekrar onu buldu. "Yazık kafana." dedim ters ters. At kuyruğum acıtıyordu artık. "Ben gayet medeni bir şekilde her zamanki gibi uzatmayacağım konuyu." derken bunu belli edercesine devam ettim.

"Ne olursa olsun," dedim aklımdaki canavarların hepsi gözlerini bana dikmişken. Hepsinin yüzünü hatırlıyordum. "kim olursa olsun ailene karşı daima beni savunacaksın."

Zaten içine düşeceğim evi bana cehennem yapacakları belliydi. Bir de Fetih benim yanımda olmazsa, ben kafayı yerdim. Belki de tek cümlesiyle üzerime gelecek her saldırıyı o durdurabilirdi. Aptal, saf değildim. Böyle bir durum varken tabi ki kullanacaktım bunu. Burada önemli olan benim canımın yakılmaması, bu beş ayı en az hasarla atlatacak olmamdı. Onların oğullarıyla yaşayacakları sorunlar asla beni bağlamıyordu.

"Eğer ki seni arkamda değil de karşımda görürsem Fetih,"

Böldü beni cümlemin devamını beklemeden. "Ne arkanda ne karşında. Yanında. Daima," bunu sanki daha önce düşünmüştü, ben açmasam konuyu o açacak kadar önceden hazırlanmış bir cümle gibi geldi bana. "Çünkü gerçekten evli olsaydık olacak olan bu olurdu. Ki inandırmaya çalıştığımız tam olarak bu zaten."

Güzel dercesine başımı salladım. Fetih'te bana karşı olursa, herhangi bir konuda haklı ya da haksız olmam fark etmezdi, yapamazdım. Dolduramazdım o şafağı. Bitmezdi o günler. Spontane bir sessizlik oluştu aramızda. Ben oturup madde madde yazacak kadar planlı kabul etmemiştim ki şimdi çatır çatır şartları saysaydım. Ama o benden daha hazırlıklıydı ki sessizliği o böldü.

"Bir Karadere gibi davranacaksın, Karadere'lerin gelini gibi." diye o devam etti anlaşmanın yazılışına.

Alayla ve şaşkınlıkla değişti mimiklerim saniyesinde. Karadere mi? Alaycıl olmasam kesinlikle buruşturdum yüzümü. Midem bulanıyor gibi de davranabilirdim. Karadere gibi davranmak nasıldı? Adalete, haksızlığa, zalimliğe göz yumacaktım o zaman? Hatta zalimliği ben yapacaktım. Daha neler...

Karadere'ne tüküreyim Fetih.

"Af buyur." derken elimin altındaki bardağı sıktım. O soy adı beş küsur ay taşımak bile bir ömür bana utanç verecekti, neyin safsatasını yapıyordu şimdi?

"Buyurayım," derken aramızda oturan repliği tamamladı. "Sana o eve gelin sıfatıyla gireceğini söyledim Efsun. Buna sen inanmazsan, kimseyi inandıramazsın. Efsun Karadere ," dudakları ağır ağır dudaklarını ıslatıp aynı yavaşlıkta yutkundu. Sonra da geriye yaslandı aynı rahatlıkla.

Onun duraksamasını fırsat bilip saniyesinde düzelttim "Efsun Zorlu." dedim bastırarak. "Efsun Zorlu." diye tekrar ettim. Asla bir Karadere olmayacaktım. Hiçbir zaman, o soyadı adımın yanına yakıştırmayacaktım. Hiçbir zaman bu şanlı ama saçmalıktan ibaret olan aşiretlerine gelin de olmayacaktım. O ailenin gelini gibi de davranmayacaktım. Babamdan öğrendiğim ilk şey adalet ve eşitlik, annemden öğrendiğimse vicdanken mi yapacaktım bunu? Ben anne babamın mezarına bile gidemezdim.

Var olan bir düzen vardı farkındaydım. Asla derdim bir devrim, ihtilal değildi. Ben de ne devrim gibi bir kadındım ne de hükümet. Var olan düzeni alt üst etmeyecek olmam o düzene sonradan eklenen bir yama olacağım anlamına asla gelmiyordu. Fetih bu düzenin büyük bir parçasıydı ama umurumda bile değildi. Kendi kurdukları devran da günün birinde yok olup gidecekti. Kim kalmıştı da onlar kalacaktı? Kendi evlatlarına bile vicdanları körelmişken kim bilir başkalarına nasıllardı.

Tüm ısrarıma rağmen o "Efsun Karadere," diye tekrar etti. "Sen kendini burada görmezsen onlar seni hiç görmezler Efsun. Sana ancak bu şekilde, sen ancak o evin gelini olduğunu bastıra bastıra belli edersen, o kimliği üzerine alırsan seni buna layık görürler. Ki zaten," derken kendinden emindi. "Sen olayın içine düşünce bunu seve seve yapacaksın. Ancak bu şekilde baş edebilirsin. Bunu kendin fark et tamam," anlayışla başını salladı, olacaklarını kendi kendine düşünürken.

Ben beş gündür asla işin bu boyutunu düşünmemiştim. Evet kabul ettiğim ihtimali düşünmüştüm ama hiç kabul ettikten sonraki bu denli ince ayrıntıları düşünmemiştim. Zaten kabul etme ihtimalinde tıkalı kalıyordum, öteye gidemiyordum ama Fetih öyle bir ölçüp tartmıştı ki her şeyi şu an her şeye verecek bir cevabı, her ihtimale söyleyecek cümleleri vardı.

Ailesini nasıl alt edeceğime kadar her şeyi düşünmüştü.

Beni bir taraftan o insanların gazabından korumaya çalışıyordu.

Bana olan nefretleri hayal edeceğimden daha ötedeydi. Öfkelerini de diri tutacak şeyler vardı ellerinde. Mesela beddualarım. Mesela olay şekilde iptal edilen o düğün. Mesela Fetih'le aralarına giren dağlar.

"Zorlamayacağım seni. O evde Efsun değil de Fetih'in karısı Efsun gibi davranınca neyin ne derece değişeceğini yaşamadan sana gösteremem. Üstüne gelmiyorum, her şeyinle Efsun Karadere olmayı kullanacaksın bir yerden sonra zaten. Bu fırsatı ayağının altında ezecek kadar saf değilsin."

Cümleleriyle anlatmak istediği bir şey vardı; benim önüme sermeye çalıştığı bir güç vardı. Ayağımın altına sermek istiyordu. Ve ana fikir o soy adın gücü oluyordu. O olursa olacaklar, o olmazsa olacaklar.... Bir kelimenin gücü en fazla ne olurdu? Siyasetçi değillerdi, ünlü değillerdi. Neydi bu soy adlarına güvenleri? Neydi bir soyada duyulan bir hürmet? Kimse de çıkıp demiyor muydu kimsiniz siz, yıl olmuş kaç aşiret mi kaldı, hiyerarşi mi? Burası Türkiye'ydi. Neyin ağalığını taslıyorlardı?

Neyi kabul etmemi bekliyordu Fetih benden? Şaka gibiydi.

Üstelik bir de şu vardı ki beni her cümleden sonra hayrete düşürüyordu. Fetih'in ailesinde ki üstünlüğü. Tamam baskın bir karakterdi ama neyine güveniyordu? Resmen açık açık ailesinin sırf onun karısı olduğu için beni bile idare edeceğini, bir yerde kabul etmek zorunda kalacaklarını söylüyordu. Beklediğim kadar bile çok fazlayken o evde şahit olacağım şey neydi bilmiyordum. Fetih'e sözünü geçiremedikleri gibi, onu her an ellerinden kayıp gidecekmiş gibi de titreyerek tutuyorlardı.

Onun bunu uzatmayan tavrına karşılık ben de üstelemedim. İkimizin de yaşayarak göreceği bariz şeyler vardı, akışına bırakmak en mantıklısıydı. Alnıma parmak uçlarımla ufak ufak masajlar yaparken gözlerimi camın ardından ışıklandırması gayet gösterişli olan caddeye indirdim. Bir süre konuşmadık. Kafamda ölçüp tarttım, ne söylemem gerekeni düşündüm ve bam! Aklıma geldiği gibi ani bir çıkışla dile getirmem bir oldu. Sanki söylemesem birkaç saniye sonra unutacak gibi.

"Temas yok!"

Onun da dağılmış bakışları beni buldu anında. Hatta biraz yüksek sesle, heyecanla ve telaşla bile söylemiş olabilirdim. Gözlerim iri iri açılmış kırpıştırarak ona bakarken "Af buyur?" demeyi tercih etti gayet açık bir şey söylememe rağmen. Kollarımı birbirine sarıp sarmalama isteğiyle dolup taştım.

"Anlaşılmayacak bir şey yok. Asla ama asla beş buçuk ay boyunca temas yok. Bunu asla çiğnemeyeceğiz!"

Gözlerini kıstı şaşkınca bana baktı. "Oradan sapık gibi mi gözüküyorum yoksa bir kadın istemeden ona dokunacak bir orospu çocuğu gibi mi?"

Ciddi ve katı olan yüzüm o an niyeyse utançla düştü. Ben öyle bir şey söylememiştim, ne alakaydı? Yine laflarım niye çekiştiriliyordu?

"Öyl-"

"Soruma cevap ver." Geldiğimizden beri ilk kez gerildiğini hissettim. "Lafı başka yere çekme soruma cevap ver."

Kendimi istemsizce, anlamsız bir koruma isteğiyle geriye doğru çektim. "Ben öyle bir şey söylemedim." diye kuracağım cümleyi değiştirmedim. İkisini de ona yakıştırdığım yoktu. Sadece aynı ev, aynı oda durumu geriyordu. Bir kadın olarak tüm hakkımla ona bu cümleyi kuruyordum. Yabancı bir erkekti, güvenemezdim kimseye. Sevgilim değildi, arkadaşım bile dehildi. Bir evi onunla paylaşmamıştım, bir odayı onunla paylaşacaktım. Senelerdir yanlış yaşıyordum ben, şimdi küçücük bir yerde bir yabancı olacaktı. 

"İma ettiğin şey ona çıkıyor. Anasını satayım böyle konuşup konuşup ben söylemedim diye sıyrılamazsın her seferinde. Bir şey varsa açık açık söyle, bırak şu yaptığın şeyi."

Eski konuşma üzerinden de bana aklınca laf çarparken kaç kez konuşacak gibi yükseldim ama ağzım sadece açıldığıyla kaldı. Cümleleri toparlayamadım bir türlü.

"Uzatıyorsun," diyebildim en son da. "Tamam deyip geçebilecekken uzatıp geriyorsun masayı. Fetih sana olduğu gibi gözüm kapalı, bu şartı önüne koyamayacak kadar güvenmemi bekleme. Tamam mı? Bekleyeceksen de içten içe bekle. Tanımadığım bir adamla aynı odayı paylaşacağım, şu an karşımda kim olursa olsun aynı şeyi isteyecektim. Sen ya da bir başkası. Senin karakterini düşünerek kurmuyorum bu cümleyi, içimi rahatlatmak için kuruyorum. Tamam mı? Üstüme gelme, kolay değil. Sana ne kural koyuyorsam aynısı bana da geçerli merak etme. Temas yok dedim, ne senden ne benden. Senin de istediğin bir şey varsa söyle. Yanlış anlamam, kişiselleştirme lütfen söylediklerimi. Duygusal baksaydım olaylara evliliğe tamam demezdim en başta. "

Fetih anlamıyordu. Ben çok küçük yaşta herkesten kötülük görebileceğimi anlamıştım. İnsanın çeşidi yoktu benim gözümde. İyisi kötüsü değil. Güvendiğim bir de tanımadığım vardı. Fetih'i tanımıyordum. Henüz güvenecek kadar tanımıyordum.

İnsanlar senelerce beraber olduğu insanlarla evlenince bambaşka insanlarla karşılaşıyordu. Senelerini verdikleri adamların içinden canavar çıkıyordu. Erkekler değişmiyordu, gerçek yüzlerini saklayabiliyorlardı. Benim karşımda kim vardı? Senelerimi geçirdiğim adam mı, sevdiğim adam mı? Hiçbiri. Aptal, saf, salak bir dizi karakteri değildim Bu ülkede dönen şeyleri de, bu ülke de yaşanan şeyleri de bizzat yakından görüyordum. Toz pembe bir hayatım yoktu, kimsenin yoktu. Delirmemiştim, aklım başımdaydı. 

İşaret parmağı çenesinde gezindi durdu. İstediği kadar sinirlenebilirdi. Bu benim haklı oluşuma engel değildi. Alınganlığın da sırası değildi. Ben Fetih Karadere'ye ilerideki karın için cümleleri altında bir dünya şey sıralamıştım. Şimdi de gerçek olmasa da onun karısı sıfatını alacaktım üzerime. Hakkımdı tüm bu korkularım. İleride karşısına çıkacak kadını düşünüyorken günün birinde yananın ben olduğumu nasıl akıl edebilirdim bilmiyordum.

Ben böyle kaderin yazılışını seveyim zaten.

Bir süre ses seda çıkmadı. Cevabı o verecekti. Ben bu konu için diyeceğimi demiştim. Kahvesinden koca bir yudum alıp bardağı hafifçe çarparak bıraktı ama görmezden gelmeyi tercih ettim.

"Aynı oda içinde olduğumuz sürece," derken bastıra bastıra, kazıya kazıya kurdu her kelimesini. "ne tenin tenime ne de tenim tenine. Sen istemediğin sürece aramızdaki mesafe bile üç adımın aşağısına inmez. Aklın kalmasın, şerefim de haysiyetim de yerli yerinde. Ağzım bozuk kanım değil."

Kırılmıştı.

"İyi," dedim.

"Amaa," diyerek işaret parmağını kaldırarak devam etti. "Sadece baş başa olduğumuzda bu kural geçerli. Ben sevmediğim, haz etmediğim insanlarla temas içinde olmam sadece. Bunu herkes bilir. Karımla yabancı gibi o bir köşede ben bir köşede olmaz. Ne annem ne de Zeliha. İkisi de anlar. Anında."

Yüzüm buruştu. Yapma dercesine ona baktım. "Fetih zaten insanların yüzden doksan dokuzundan haz etmiyorsun." deyiverdim. Masada ritim tuttuğu parmaklarını masaya vurdu hafifçe.

"İşte," dedi doğru noktaya parmak basmışım gibi. "Bir kadınla evlendiğime göre o kadın yüzde birin içinde. Bunu kabul ettin. İnsanlara birkaç ay boyunca her hareketimiz batacak. Geleceğin ev daima üç beş kişilik değil, misafiri olacak, akrabası olacak. Durmadan. Hep böyle. Buna mecburuz. Herkes inanacak Efsun. Bu işin başka oluru yok. İtiraz etmek için etme, mantıklı düşün."

Yanaklarımı şişirerek başımı eğdim masaya doğru. Pişman olacaktım, o eve girdiğim için pişman olacaktım. Düşmandan kaçıp düşman yerine giriyordum. Burada en çok o aileye inandırmaya çalışıyorduk bir şeyleri. Saçmalıktı. Tamam evlenmemiz de öyle gözüküyor olabilirdi. Çok şüpheliydi. Belki ailesi Fetih'in amacını bizzat tahmin edecekti ama yine de ikna olmalarının bu kadar zor olması beni şimdiden geriyordu... Ve bunu da biliyordum, beni korumaya muhtaç bir insan olarak görürlerse ezerlerdi. Ezme girişimlerini arttırırlardı. Bak bizim sayemizde yaşıyorsuna getirirlerdi olayı. Belki de Fetih'in asıl korktuğu bu olayı gizli tutmayacak olmalarıydı.

İçimden bir ses o ailenin benim ölümüme sevinecek olması yönündeydi...

Ve içimdeki o sesin haklı olduğuna da adım gibi emindim.

Uzlaşmacı, sorun çıkaran taraf olmamak adına orta yolu bulabildiğim kadar buluyordum. Tıpkı şu an olduğu gibi. "Tamam," derken sesimin dikliği kendini titrekliğe bırakmıştı. "Sonuçta," dedim sorar gibi. "Bir aile büyüğünün yanında ne kadar ileri gidebilir ki? Yani ne olabilir en fazla?"

En en en ileri derecesi belki yanağa ya da alna konulan basit bir dudak teması olabilirdi. Ya da saçlara. Gözüm kısa bir an Fetih'in dudaklarına kaydı ama gözlerimi kapatarak kafamı komple çevirmem çokta uzun sürmedi. Bütün tüylerim diken diken olurken yumruklarımı sıktım. Tanımadığım bir adam. Sıradan da olsa bazı dokunuşlar. Daha da kasıldım, şakaklarım vızıl vızıl sızladı. Elim nefes alamıyormuşum gibi boğazıma gitti. Üzerimdeki montun fermuarını indirdim biraz.

Oyuncular çok daha fazla ilerisine gidiyordu.

Ama onların ki bir yerde sanattı, meslekti.

Ama onlar kadar ileri gitmeyecekti zaten.

Bu da bir oyundu neticede. Bir sahne iki oyuncu. Tek hedefimiz izleyicilere duyguyu geçirebilmekti. Profesyonel mi bakıyordum olaya? Saçmalıktı. Her şey.

Dostça diyebilirdik, öyle düşünebilirdim. Sonuçta merhabalaştığımız birinin de ilk yanağından öpmez miydik? Öperdik. Bunu büyütmemeliydik gözümde. Evet daha büyük sorunlar vardı bunu büyütmemeliydim gözümde.

Öylece baktığım caddeden sonunda gözümü Fetih'e çevirdiğimde, onun yüzünde anlaşılırsa paragraflar yazılabilecek ;anlaşılmazca tek bir noktalama bile konulamayacak bir ifade vardı. Ben anlamayan taraf olmuştum. Eli kısa bir an boğazımdaki elime baktı sonra da ağır ağır yutkunup gözlerini kaçırdı.

Yanlış bir şey mi söylemiştim?

Çünkü iyiye yorulabilecek bir ifade değildi yüzündeki. Eli ensesine gitti, dudakları yanlışım yoksa kıvrılacak gibi oldu ama bu tebessüme çok uzaktı. Ya da bilmiyorum tamamen bana öyle geldi.

"Bu konuda da anlaştık." konuşmayacağını anladığım yerde ben devam ettim destek bekler gibi. Elini ensesinden çekip tekrar boşalmış olan bardağına indirdi. Bardağın kulpuyla uğraşırken başını salladı onaylar anlamda. Hiçte bir şey söylemedi devamında. Öylece sustuk yine. Masanın başına oturan sessizlik bir ona çevirdi başını bir bana. Ellerimi incelemeye başladım öylece.

Gözüm sık sık Fetih'e kayıyordu. Kafamın içinde beynimin kopyaladığı rüyanın sahneleri öylece bir Fetih'e bir ellerime bakarken Fetih ona baktığım saliselik anlardan birini yakaladı ve gözlerimizi birleştirdi aniden.

Dilediği özrün nedeni benim ölüşüm müydü?

"İki hafta içerisinde olacak düğün, daha fazla uzatmanın anlamı yok. Hatta hazırlıklar biterse daha da kısa."

Korku içimde bariz bir şekilde dolandı. Bu kadar çabuk muydu? Hafta dediğimiz neydi ki? Göz açıp kapayıncaya kadar biterdi. Çok erkendi, çok aceleydi.

"Çok," diyebildim kısık bir sesle. Omuzlarım çöktü, kalakaldım öylece. Ben ne yapacaktım bu kadar kısa sürede? Nefes alsam hemen bitecek kadar kısa geliyordu kulağıma. "Çok acele etmiyor muyuz?"

Kaşları havalandı "Efsun," dedi garipçe ve biraz zalimce. Evet cümlesi de aynı sesi gibiydi. "Aşık oldukta sana ettiğim evlenme teklifi için zaman istemiyorsun farkındasın değil mi?"

Bu cümle bir tokat misali çarptı yüzüme. Haklıydı ama acımasızca geldi o an bana bu. Ölümüne mantık insanı olsam da evliliğim aşk evliliği olacaktı. Çok sevecektim birini, öyle ki evlenecek kadar çok sevecektim. Öyle ki aile eksikliğimi kapatacak biri olacaktı, o kadar bir bütün olacaktım onunla evlenince. Hayatım da tek toz pembe tüylü kalemimle yazdığım hayalim buydu. Sadece bu konuda duygularıma bu kadar izin vermiştim. Çünkü evlilik tamamen benim kararımdı. Bunu hissetmeden evlenmezdim, bu şekilde günün birinde gerçek olurdu bu hayalim diye düşünmüştüm.

Kalemimi kırmışlardı. Farkındaydım. Bu da iki hafta gibi bir süre içinde soy adını taşıyacağım adamın dudaklarından çıkan cümleyle bariz belli olmuştu.

Demek ki hak ettiğim hayat buydu. Her şey bu kadar alınıyorsa elimden vardı bir sebebi. Vardı bir günah. Bu da kefaretiydi.

Başımı sallayabildim hafifçe. "Haklısın," dedim çatallanmış bir sesle. "Düğüne lüzum yok o halde. Zaman kaybı olmasın. Dümdüz bir nikah."

Cıkladı. "Olaydan çok uzaklaşıyorsun Efsun," dedi duygusuz bir sesle. "Tüm Urfa'nın kulağına gidecek bu düğün. Amacımız tam olarak bu. Sağır sultan demiştin, evet tam olarak öyle."

Gelinlik giyecektim o halde? Temiz bir of çekmemek için zar zor tuttum kendimi. Babam geldi aklıma. Kızıyor muydu? Kızmasındı. Yemin ederim çok direnmiştim. Bunu kabul etmemek için, böyle bir hayata düşmemek için çok direnmiştim.

Baba yemin ederim çok uğraştım. Yemin ederim.

"Hem sadece benim sülalem gelse, toplanacak insan sayısı bile yeterince fazla."

Ne kadar fazlaydı mesela? Yüz kişiyse tamam. İki yüzün de bir oluru da vardı. Ama üç yüzden fazlası kurtarmazdı. Ben ne yapardım tek başıma o kadar insan arasında? Eleye eleye çıkarırdık her halde birilerini. Herkesi çağıracak halimiz yoktu. Beş buçuk ay sonra bitecek şey için gereksiz masraf yapmaya bile gerek yoktu.

"Peki senin," derken gözüm ona kaydı. "Yani seninkiler? Onlara nasıl sö-"

Kurduğu kelimeler aniden bir taş olup masanın üzerinden üzerime doğru yuvarlandı. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki. Derim değil de içim haşlandı. "Benimkiler yok." diye böldüm onu. "Kaybettim anne babamı." Fetih'le ailem hakkında hiçbir şey konuşmamıştık şimdiye kadar. Sormamıştı hiç, konusu hiç açılmamıştı.

Gözlerindeki ifadeye diktim bakışlarımı. Ne düşünecek ilk ne tepki verecek diye bekledim. Herkeste olduğu gibi bu soruyu sorduğu için bir mahcupluk mu yoksa bazılarında olduğu gibi bir acıma mı? Yakalamaya çalıştım ama ikisi de geçmedi gözlerinden. Bir şaşkınlık yaşamamıştı. Sanki biliyormuş gibi...

Kısa bir an hafızamı yokladım. Zeliha'ya söylemiştim. Çok üstünkörü de olsa bahsetmiştim biraz. Muhtemeldi ki o söylemişti.

"Başın sağ olsun." dedi düz bir sesle. "Teyzen, amcan. Yani çağırmak istey-"

"Kimse yok Fetih." dedim bir an önce kapatmak ister gibi bu konuyu. "Gördüğün kadarım. Annem de babam da tek çocuktu. Yok çağıracağım kimse. Formaliteden iş arkadaşlarıma haber veririm ayıp olmasın diye, o kadar. Gelirse onlar gelir. Sorun mu senin ya da ailen için bu durum?"

Kaşları havalandı, garipçe gözlerime baktı.

"Olağan şeyler ne zamandan beri sorun oluyor insanlar için?"

Tam olarak bu olmasa da beklediğim cevap çok aykırı bir şey söylemediği sürece aynı tepkiyi verecektim. Tıpkı şu an ki gibi.

"İyi."

Sıkıntıyla sesli bir nefes alıp tekrar dışarıya baktım. Gerginlik değil ama nahoş bir hava dolaşıyordu masada. Hep istediğim mi olmuştu şimdi? Tek kalan Efsun çok kalabalık bir aileye gidiyordu. Bir de kalabalığın içinde yalnızlığı tatmak için. Bir de o aileyle aynı çatıya girip, o aileyi dışarıdan izleyebilmek için.

Dudaklarım kıvrıldı hafifçe, şu an ağlayamadığımdan değildi bu. Tek başına bir yerde de olsam yine gülerdim. İzahı olmayan şeyin mizahı nasıl oluyorsa; ilelebet var olacak eksikliğin de bir yerden sonra acısı değil kabullenişi olurdu. Hem neye bu kadar üzülüyordum ki? En baştan hataydı o pembe tüylü kalemi elime alışım. Benim için kına gecesinde ağlayacak bir annem mi vardı, yoksa ayrıldığım için gözyaşı dökeceğim bir evim mi? Daha çok gülümsedim. Evden çıkmadan önce benimle o evin kapısının bana daima açık olacağını söyleyen bir babam da olmayacaktı üstelik. Zaten o dönem nasıl ve kiminle olursa olsun, içten içe acılı geçecekti benim için?

Eğer o kalemi elime almasaydım, kırıldığı için şimdi üzülmezdim. Hatalıydım. Hayat daha ne yapsa anlayacaktım bunu? Anlamayan bendim, anlatamayan hayat değildi.

Tebessümüm daha da genişledi, akıp giden trafiği izledim öylece.

"Zeliha," dediğinde yutkunarak yüzümdeki tebessümü silerek ona döndüm. "Çok sevinecek." derken yüzümü inceledi yavaş yavaş. Şu an çok düzde olsa biraz önce yan profilimden belliydi tebessümüm.

Gülümsedim. Bu kez daha sıcak. Başımı sallarken hızlı hızlı "Onunla hiç ilgilenemiyordum," derken belki de bardaktaki tek su molekülünün altını çizdim. Pembe kalemle değil.

"Ya işim ya da şu yaşananlar yüzünden. Hem Aydan Hanım'da söyledi. İyi gelir, sınav sürecini beraber götürürüz. Kendi derdime düştüm onu unuttum. İçten içe darılıyordur şimdi bana. Hep yanımda olur, daha çabuk toparlar. Ben de daha iyi hissederim, aklım hep onda."

Nasıl ilk kez samimi bir gülümseme varsa bende aynısı belki de çok daha içlisi onun yüzünde oldu. "Değil mi?" dedi ufak bir çocuk heyecanı taşıyan bir seste. "Benimle de arasını toparlar, sen toparlarsın onu." sesinde yetim kalmışlık yoktu, yetim bıraktığı biri için onu geç bulan bir pişmanlık vardı. Fetih'in içinde ne fırtınalar kopuyor, kafasının içinde neler dönüyordu bilmiyorum ama tamamen içinde olup biten şeyler vardı. Öfkesini tamam fazlasıyla dışa vuruyordu ama tamamen öfkeden ibaret bir adam değildi.

Zeliha'ya bakarken acı çekiyordu. Kaç kez şahit olmuştum buna. Ben fark etmeden de yapsam kızıyordu ama kendisi de suçluyordu kendini. Her şeyi de Zeliha'nın ona uzaklığı tetikliyordu. Canından çok sevdiği biri vardı ortada ve zamanında onunla arasına öyle mesafeler koymuştu ki; o dönem aralarından olan kilometrelere rağmen bir telefonla ulaşacağı samimiyeti şimdi dizinin dibindeyken bile yakalayamıyordu.

Sesli bir gülüş düştü dudaklarımdan "Beni köprü olarak mı kullanıyorsun?" dedim şakaya vurur gibi. Tebessümü genişledi baş parmağını alt dudağının kenarına sürterken gözlerini kaçırdı. "Sen haber ver." dedim emin bir şekilde." Sana düşüyor, sonuçta abisi sensin. Senin sorumluluğun bu."

Ona yıkacağım sorumluluğun iyi hissettireceğini biliyordum ama bu kadarını tahmin etmiyordum. "Emin misin?" diye sordu saklamadığı bir heyecanla. "Eğer istersen se-"

"Senin haber vermeni istiyorum." diye bastırdım. "Böylesi daha doğru. Sen nasıl uygun görürsen o şekilde söyle. Biz onunla sonra yaparız durum değerlendirmesini."

Başını salladı hızlı hızlı. Tek güzel yerinin burası olduğunu ikimizde bilerken yüzümüzdeki tebessümle bir süre solmadı. Hiç beklemediğine emindim. Bu ihtimalin bile onu çok sevindireceğini de. Bu hikayedeki tek güzel şey Zeliha'ydı. Tek doğru tek temiz şey. Ve en güzel şey. İsterdim, bu kararı duyduğunda vereceği tepkiyi görmeyi. Ama bildiğim bir şey varsa o da Fetih'e değil en çok bana yöneleceğiydi. Fetih'e yönelseydi ya bir kez de olsa. Onunla sevinseydi, ona sevinseydi.

Gözlerim Fetih'in yüzünde dolaştı. Buna ihtiyacı vardı. Benden çoktu da sanki.

Derince bir nefes alıp başımı tepedeki ışıklandırmalara kaldırdım. Dudaklarımı ağır ağır ıslatırken bu gece yatağa başımı koyduğumda aklıma gelebilecek her şeyi şu an söyleyebilmek için düşünmeye çalıştım ve tam da o an gözlerimi irice açtıracak şey aklıma geldi. Başımı çok keskin, çok sert bir şekilde Fetih'e indirdiğimde o zaten beni izliyordu. Ki zaten bu bakışımla neye uğradığını şaşırdı.

İşaret parmağımı ona doğru salladım. "Evli bir adam gibi davranacaksın," dedim bir kanunu dile getirir gibi sert bir dille. Ve o kanun anayasanın ilk üç maddesi kadar netti. Kaşları havalandı ne söylemeye çalıştığımı anlamaya çalıştım.

"Vay efendim ben erkeğim, vay efendim ihtiyaçlarım var, vay efendim gözüm kayar. Yok öyle bir dünya. Ben hayatımı bu kadar değiştirirken keyif çatamazsın. Tüm özel hayatına beş buçuk ay boyunca ara veriyorsun. Her şeyinle. Hiçbir şekilde bir istisna yok. Bu teklifi benim önüme koyduğuna göre hayatında kimse yok zaten. Asla Fetih," derken temas yok kuralından sonra en net olduğum konuydu.

"İhtiyaçların beni ilgilendirmiyor. Nasıl idare edersen et. Biri senin soy adını taşırken boyunun ölçüsünü bileceksin. Başka birinin yanından gelip o odada yatamayız. İkimiz de. Anlaşma ayağına girmek de yok. Tamam kağıt üzerinde ama sadakat gerçek. İkimiz için de."

Şaşkınlıkla beni dinliyordu. Şaşkınlıkla. Böyle bir konuya değineceğimi hiç beklemiyordu. Sadakat her şeydi. Ve ben onun soyadını taşıyorsam, bir yerde o beni, başka bir yerde ben onu temsil ediyordum. Varsa öyle bir fikri şimdiden aklından çıkarmalıydı. Benim hayatımda da aklımda da kimse yoktu, beş ay boyunca da olmayacaktı ama Fetih'in kafasının içini bilmiyordum

"Dediğim gibi her söylediğim şey bana da geçerli zaten. Şüphen olmasın. Evli bir adam gibi davranacaksın, evli bir kadın gibi davranacağım. Ha gönlün birine kayar o beni zerre ilgilendirmez. Gözün bile değmesin yeter. Otur, tak kulaklığını aç şarkını çek acını. Maksimum bu. Onun dışında ihtiyaç ayağına sakın basma, hiç güzel şeyler olmaz. İzin vermem Fetih buna, aklını alırım senin. Ne olduğunu anlamazsın."

Dudakları U şeklini alırken yavaşça vayy dercesine aşağı doğru kıvrıldı. Şaşkınlıkla ve hayretle bakıyordu bana. "Oradan," dedi etkilenmiş bir sesle. "Ciddi ciddi orospu çocuğu gibi duruyorum galiba?" diye sorduğunda dikleştirdiğim omuzlarım düştü. Gözlerimi devirip hafifçe ofladım. Sakinliğimi inatla koruyup tane tane açıklamayı tercih ettim.

"Fetih," dedim insanca. "Beni rica ediyorum düzgün dinle. Her lafımı sağa sola geçiştirme. İnsan gibi söylüyorum. Erkeklerin önemli bir kısmı ihtiyaç meselesini çok güçlü bir koza dönüştürüyor. Doğum yapan eşini, kendi çocuklarının büyüme telaşına giren eşini bile bu bahaneyle aldatan erkek bile var. Ben ne alaka diyeceksin ama dediğim gibi kişisel konuşmuyor, her şey genel. Beni korkutan her şeyi dinlendiriyorum." Dudaklarımı yaladım yüzüne baktım. Yapmazdı. Değil mi? Yaşanırsa bu gerçek bir ilişkide başıma gelmiş gibi kötü hissederdim. "Hayır sana bir sır vereyim," derken masanın üzerinden ona doğru yaklaştım. İçimde kalmış gibi, denk gelmişken söylemek istedim.

Gerçekten gizli bir şey söyleyecekmişim gibi sesimi kıstım. "Şu ihtiyaç ihtiyaç diye zırvaladığınız şey var ya. Ha işte bu erkeklere özgü bir şey değil. Canlıya ait bir şey. Yani kadınlara da. Bunu bilmek için de doktor olmaya gerek yok. İki gram biyoloji, bak anatomi demiyorum, bilgin varsa bunu zaten bilmeniz gerekir. Yani bir salın artık o bahaneyi. Eğer o bir sebep olsaydı kadın da fazlasıyla aldatırdı. Karakter meselesi o yani. Biyolojik olarak bir anlamı yok."

Yüzümü dikkatle izlerken neye uğradığını şaşırmış gibiydi. Geriye çekildim hafifçe. "Ben o yüzden sadece uyarıyorum. Önlem alıyorum. Seninde önlem almak istediğin bir şey varsa çekinme söyle."

Tabi insan aşık olduğu, sevdiği adama evlenmeden önce böyle bir konuşma yapamazdı. Ama hazır bizim evliliğimiz için bir duygu söz konusu değilken ben rahat rahat uyarıyordum. Fetih'in böyle bir şey yapmayacağını az çok tahmin edebiliyordum ama yine de söylemekten zarar gelmezdi. Evlenip gününü gün etmeyi düşünüyorsa o fikri usulca bir köşeye koyması içindi.

"Sen kafayı yemişsin," dedi nutku tutulmuş gibi.

Gülümsedim sadece samimiyetsiz bir şekilde.

"Sen gerçekten kafayı yemişsin." diye devam etti. Omuz silktim. Söylediklerim de hiçbir abartı yoktu. Basitçe anlatmıştım işte. Neyi büyütüyordu?

Eli telefonuna gittiğinde "Kabul etmedin?" diye sordum. Ben nasıl o evin gelini gibi olmayı durumunu az çok sineye çektiysem söylediğim çok daha ufaktı onun yanında.

Telefona bakarak derin bir nefes aldı. Sonra da üstten bir bakış attı bana. "Evli bir adam gibi davranacağım, evli bir kadın gibi davranacaksın." dedi bastıra bastıra. Benim hayli hayli kabulümdü. Böyle bir karaktersizliği her şey başlı başına yalan da olsa yine yakıştırmazdım kendime.

"Söylemene gerek yok, bir kadının koynundan çıkıp karımın uyuduğu odaya girecek kadar pezevenk değilim zaten. Şüphen olmasın."

Kendine ucu dokunan küfrü umursamadan başımı salladım sadece. Neyi nasıl anlar, nasıl içerler ona kalmıştı. Onun problemiydi. Başını iki yana sallarken telefonu kulağına dayadı. Dişlerini birbirine bastırırken kıpırdayan çene kemiğine baktım düz bir ifadeyle.

Aradığı kişi yanıtlarken "Emir," dediğinde gözlerimi kaldırıp gözlerine baktım. "Meydan'daki Nihat Çamlıca'ya ulaş. Açsın mekanı, Fetih Karadere geliyor de."

Karşıdan ne duydu bilmiyorum ama gözlerini devirdi. "Adamın mekanında ne bok yaptığını ben de biliyorum Emir. Neyi sorguluyorsun oğlum?"

Sonra sıfır tahammülle karşısındaki dinledi. Dudaklarını ıslattı sinirle ağzının içinde bir küfür mırıldandı. "Mezar taşınla, kefenini altından yaptıracağım Emir, o yüzden. Var mı başka sorun aslanım?"

Başından beri ilk defa tatmin edici bir şey duydu galiba ve başını salladı ağır ağır. Sonra da bir şey demeden telefonu kapattı. Gözü bana değmeden ileriden birine el kaldırıp eliyle hesap diye işaret ettiğinde "Nereye gidiyorsun? Nereyi açtırmasını istedin Emir'e?" diye sorabildim sonunda.

"Gidiyoruz," dedi bana dönerken. Eli cebine gitti, hesabın geldiği yöne baktı. "Alalım yüzükleri. Bekletmenin bir anlamı yok."

Gözlerim açıldı anında. "Ne acelesi var? Bunun için gece gece insan mı rahatsız edilir?" dedim hızlı hızlı. Gelen kutuya bir miktar para sıkıştırırken "Üstü kalsın." derken garsonun yanımızdan gitmesini bekledi.

"Öyle gerekiyor Efsun." dedi itiraz etmemi istemezken. "Ayrıca," diyerek benim üsteleyişimi başka bir konuyla böldü. "Bundan sonra isminden daha çok yenge lafını duyacaksın. Kulağıma geliyor, sağa sola tırnak çıkarıyormuşsun o kelimeyi duyunca. Alışsan iyi edersin. İsmini unutacağın kadar, tahmin edeceğinden daha çok kişi sana yenge diyecek."

Kaşlarım çatıldı. "Sebep?" dedim ters ters. Benim adım vardı. Efsun demek varken niye araya akrabalık belirten bir ifade koyuyorlardı ki? Hiç sevmezdim. Neyin yengesiydi bu?

"Çünkü benim karım olacaksın. Ne desinler?"

"Efsun." diye anında yanıtladım. "İsmimle seslensinler. Efsun yani. Dümdüz Efsun."

Dudakları alayla kıvrıldı, yerinden beline dikkat ederek doğruldu ama ben kalkmadım. "Efsun," dedi söylediğim şeyi şaşkınlıkla tekrar ederken. "Af buyursunlar nerden geliyor o samimiyet?"

İsimle seslenmek ne zamandan beri samimiyete giriyordu Allah aşkına? İsimdi yahu bu. İlk kulağımıza fısıldanan şeylerden biri.

İtiraz edecek gibi aralandı dudaklarım ama engel oldu buna. "İtiraz etme Efsun," dedi sabırsız bir sesle. "Bari bunu uzun uzun konuşmayalım. Alışırsın. Bir bakacaksın isminden daha çok benimsedin hatta. Herkes olması gerektiği gibi sana yenge diyecek. O yüzden kavga eden kediler gibi mırlama sağa sola, pençelerini de geri çek. Büyütülecek bir şey söylemedim. Hatta o kadar iyi niyetliyim ki alışasın diye ilk Emir'den duyacaksın . Bol bol kullansın o, ondan sonra da herkes yavaş yavaş. Hadi kalk, gidiyoruz şimdi."

Ayaklarımı hırsla yere vurasım geldi ama yapmadım. Dişlerimi alt dudağımı geçirirken "Bekle," dedim hırçın bir sesle. "Lavaboya gitmem lazım önce."

Hiç afra tafra yapmadan başını sallayıp geri oturdu. Ve bu benim hiç hoşuma gitmedi. Seni mi bekleyeceğim triplerine girerek istemeye istemeye beklemesini isterdim ama hiç o zevki vermedi beni. "O önünü de iyice kapat gitmişken." diye masadan ayrılmadan konuştu bana.

Önüm kapalıydı sadece nefes alacağım kadar indirmiştim biraz. Tepkisizce lavabonun olduğunu düşündüğüm mekanın bir kuytusuna dönerken lavaboya kısa sürede ulaşıp içeriye girdim. Kapıyı da ardımdan kapatırken göz göze geldiğim yüz evden çıkarkenki Efsun'dan kat ve kat daha iyiydi. En azından bembeyaz değildim. Isınışımdan olacak, ten rengim tamamen düzelmişti. Gözlerim de kurumuştu. Elim çok fazla sıktığımdan artık canımı yakan saç tokama gitti.

Saçlarımı az zorlanarak da olsa tokadan kurtarırken saçlarım saniyesinde omuzlarımdan belime doğru döküldü. Onları gerimde bırakıp suya yönelip ellerimi yıkadım. Islak ellerimi kurutmadan yanaklarıma ve boynuma sürerken derince bir nefes alarak kendime bakmaya devam ettim.

"Geçecek." dedim kısık sesle. "Bu da bitecek." derken ellerim ufak ufak saçlarımda dolaşıyordu. Tamamen makyajsız olduğumdan çilerim tamamen ortadaydı ve yüzüm epey solgundu. Tabi bunda bu gece olanların da payı vardı biliyordum. Makyaj yüzümü bir tık olgunlaştırırdı. Şimdi de çocuksu durmuyordum ama çokça masum duruyordum.

Saçlarımı iyice düzeltirken ortadan değil de sol taraftan ayırdım. Sol tarafı rahatça kulağımın arkasına sıkıştırırken saç derim yavaş yavaş rahatlıyordu. Başımın ağrısı az da olsa bunun yüzündendi de. Üzerimdeki montun yakasını düzeltip altımdaki dizime kadar gelen beyaz çorapları biraz çekiştirdim. Yine donacaktım. Son kez kendime bakıp kapıya yönelirken acele etmeden Fetih'in yanına ilerledim.

Gözleri zaten benim çıkacağım yerdeyken anında göz göze geldik. Ama o bu bakışı gözlerimde sürdürmedi, saçlarımda sürdürdü. Üzerime saldığım saçlarıma bakarken aklıma önce o rüyada çekiştirdiğim saçlarımdan ellerimi kurtarışı geldi, sonra da bana bir süre önce kurduğu o cümle.

Saçlarını salma, çok kötü duruyor.

İçine düştüğüm kavram karmaşasıyla çenemi sıktım. Kafam gram yerinde değildi. Her şey başka bir şeyi tetikliyordu. Oturduğu yerden kalkarken kapıyı işaret etti. Adımlarımın yönünü değiştirip kapıya yönelirken ellerimi cebime koydum. Arkamda adımlarını da, bedenini de, nefesini de hissederken "Yüzük almaya gidiyoruz," dedi ters ters. Durmadan ilerledim. "Süslenmeni gerektirecek bir şey yoktu."

Adımlarım yavaşladı ama tamamen durmadı. "Süslenmedim zaten." diye aynı ses tonunda karşılık verdim. Onun arkadan olan etkisiyle açılan kapıdan ilk ben geçtim. "Saçlarımı saldım sadece."

Ardımdan onun da çıktığını kapının kapanan sesiyle anlamıştım. "Amacın süslenmekse geri topla," diye devam etti huysuz sesiyle. Gözlerim onu buldu ama o aracı önce açtı sonra da sürücü koltuğuna ilerledi. "Salık saç hakkında fikrim hala duruyor yerli yerinde."


















Aniden gözümün önünde şıklatılan parmaklarla irkilirken daldığım şeyin Fetih'in yüzü olduğunu anlamamla anında bakışlarımı çektim. Kafamda bir türlü durduramadığım o kasetin üzerinde bu gece yazıyordu. Tüm sahneleri de rüyadan ibaretti. Her boşlukta kaldığımda, her kafamın içini duyduğumda, her sessizlik oluştuğunda yine aynı duygular esir alıyordu dört bir yanımı.

Fetih'in yüzüne bakıp da hatırlamamak elde değildi zaten. Niye rüyamı girmişti? Ona her baktığımda bir süre de olsa hatırlayacağım şey belliydi.

"Kızım sen niye kısa devre yapıyorsun? Alo," diye kaba bir sesle bana konuşurken "Dalmışım." diye geçiştirdim. Gözüm geldiğimiz yere kaydı. "Bana bak, bana." dedi Fetih ama ben tam inmek için hamle yapacakken önce kolumdan yakalandım, sonra çenemden tutuldum. Fetih zorla gözlerimizi birleştirirken "Ne oluyor sana?" diye sordu daha sakin bir sesle.

"Bir şey olmuyor, dalmışım dedim ya." dedim bir türlü kurtulamadığım karmaşaya rağmen. Sesim bu söylediğime inanmış gibiydi.

"Beni mi kandırıyorsun?" diye sorarken çenemdeki parmaklarından kurtulmaya çalıştım ama izin vermedi. "Bir şey olmuş. Bir şey var. Durup dururken aniden kalktın geldin kapıma, tuhaf tuhaf suratıma bakıyorsun. Enayi miyim ben? Anlamayacak halim yok."

Şimdi mi sorguluyordu? Başımı geriye çekip huysuz bir sesle "Fetih bırak," derken huysuz bir sesle kalbime hançer gibi saplayacak bir kelime söyledi.

"Bırakmam," annemin yüzü yüzünün üzerinde gidip gelirken ne yapacağımı şaşırdım. Ne demek bırakmamdı? Bıraksaydı artık. Alt dudağımın altında baş parmağı varken baskısını arttırdı.

Nasıl bırakmamdı?

Bir an istemsizce öfkeyle doldum. Bırakmadığı için zaten o rüya kötüyken daha kötü olmuştu. Annen bırakma dedi Efsun.

Biliyordum. Allah kahretsin ki biliyordum. Gözlerinin içine bakarken gözlerini kıstı. "Bak," dedi kısık sesle. Yüzlerimiz ne uzak ne de yakındı. Ben onun parfümünü alabiliyordum, o benim parfümümü alabiliyordu. "Yine öyle bakıyorsun. Bir şey yapmışım gibi. Söyle ne oldu, ne bok yedim ben?"

O an titreyeceğim sandım. Bütün vücudumla hem de. Biraz daha öyle bakarsa gözlerime sanki kafamın içindekileri görecekti. Bakışları bir şahin kadar keskindi.

"Eğer ki bırakmazsan ben zor kullanmadan yüzükleri tek başına seçmek zorunda kalırsın. Ben de evime giderim. Bir ara getirirsin ben de takarım. Tamam mı Fetih?"

O parmağındaki baskıyı gevşetti ama bırakmadı. "Tehdit etme beni." dedi ters bir sesle. Kafamı hafifçe sağa yatırdım.

"O halde sen de bir şeyi bana elli kere tekrar ettirme." derken yumuşattığı temasından yararlanıp kafamı çektim ve direkt olarak kapıma yöneldim. Müdahale de etmedi. Direkt indim arabadan. Fetih'in açtırdığı yeri direkt seçebildim. Gerek içeride olan Emir'den gerekte bu saatte açık olan kuyumcu oluşundan. Emir beni görür görmez önünü ilikleyip oradan birine bir şey dediği gibi hızlıca yanımıza geldi. Kapının önünde de bir iki kişi vardı ama tanımıyordum. Fetih'lerin çalışanları mıydı bilmiyordum.

Diğer taraftan Fetih'te gelirken kısa zamanda yanıma, Emir'in gözü hemen onu buldu. "Verdin mi kefen ve mezar taşı siparişini?" diye sordu cins cins. Emir'e baktım. Bakışlarını kaçıracak gibi oldu ama engel olabildi.

"Senin seçmen daha doğru olur diye düşündüm abi." diye beni şoka uğratan bir açıklama yaptığında dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

NE?!

Bu nece bir sadakatti Allah aşkına? Ne vardı aralarında, bu nasıl neyin bağlılığıydı? Fetih Emir'e böbreğini vermiş olabilir miydi? Aklıma başka bir ihtimal gelmiyordu zira. Bu çok tuhaftı. Bu boyut çok tuhaftı. Normal bir ilişki, saygı değildi bu.

Fetih'e baktım yüzümdeki mimikleri bozmayıp. Ne cevap verecek diye. Ciddi bir ifadeyle ona bakıyordu. Hiç istifini bozmadan. "Aferin," dedi memnun olmuş bir sesle.

Aferin mi?!

"Şimdi," derken kısa bir an bana baktı ve başımın üzerinde bombayı patlattı. "Yol ver yengene, geçsin."

Kafama aniden bir tane vursa bu kadar sarsılmazdım sanırım. Geriye doğru sendeleyeceğim sandım. Bu birine ilk açıklayışımızdı. Evleneceğimizi söylemişti. Emir'e. Hem de bu şekilde. Nefesim boğazımdan geçmedi. Emir başta sanırsam anlamadı ve geri çekilip bana yol verecek gibi oldu ama bir tokat yemiş gibi bozguna uğradı birkaç saniyede.

"K-ki-kime?" arda arda kekeledi sonra bana baktı. Fetih'e dirseğimi geçirmemek için mantıklı bir neden var mıydı? Vardı. Belindeki dikişler.

Eliyle beni işaret etti. "Yenge?" diye sordu şaşkınlığının arasında gülümsedi. Sevindi. Emir bu habere sevindi. Resmen gözlerinin içi güldü. Niye, neye bu kadar mutlu oldu bilmiyorum ama çok mutluydu.

"Evleniyorsunuz?" derken gözü Fetih'i buldu. Sonra arkasını işaret etti. "Yüzük almaya geldiniz?" derken sesli bir şekilde güldü. Eli ağzına gitti sonra bana dönüp tekrar etti.

"Dümdüz yenge o zaman?"

Yüzümde samimiyetsiz bir gülümseme oluştu. Fetih'in uyarılarına rağmen "Efsun Hanım'la da devam edebiliriz." dedim istekli bir sesle. "Sonuçta ona alıştı ağzın. Hiç kasma yani kendini. Efsu"

"Yenge," diye böldü beni Fetih. Kafayı yiyeceğim, kafayı! "Dümdüz yenge."

Emir hızlı hızlı başını salladı "Tabi ki yenge." dedi sevinç dolu bir sesle. Yanlış anlamadı değil mi? Sen evleniyorsun demedi Fetih. Biz evleniyoruz dedi?

Fetih'e dönerken "Tebrik edeyim abi." diyerek bu ihtimali çürüttü tabi. Gözüm Fetih'e kaydı. İlk tebriğini de aldı. Emir hiç cevap beklemeden Fetih'e sarıldı. Fetih bir an karşılık vermese de sonra adamın ciğerini sökecek gibi omzuna vurarak geri sarıldı.

"Eyvallah." dedi soğuk soğuk. Yüzümü buruşturdum bu haline. Biraz daha sıcak olabilirdi. Sonra Emir, malını tanıdığından hemen geri çekildi. Sonra da bana döndü.

"Tebrik ederim yenge."

Emir'in adapte oluşuna hayretle baktım.

"Bana karşı ne kadar da samimisin öyle Emircim?" dedim iğneleyici bir sesle.

Eee hani bana sarılmak yok muydu?

Fetih kolumdan tuttu "Ölçüsünü biliyor diyelim biz ona." derken beni kuyumcuya yönlendirdiğinde Emir tek adımımızda çıktı görüş alanımızdan. O bahsettiğim iki kişi de Fetih'e başıyla selam verirken tamamen kapı önünden çekildiler. Kuyumcunun kapı eşiğine kadar geldiğimizde kasanın hemen arkasındaki bedenle adımlarım olduğum yere çakıldı.

Bizim bey de kuyumcuyu benim oğlana devredecek.

Kasanın ardında olan kişinin bakışları bize yöneleceği an tek ayağımın üzerinde arkamı döndüğümde Fetih'te durdu. "Ne oluyor?" diye sorduğunda yüz ifademi toparlamaya çalıştım hızlıca. Samimi olduğumu düşündüğüm bir halde "Yarın başka bir yerden alsak olur mu?" diye sordum kısık sesle.

Rümeysa'nın dediğine göre ben gittikten sonra fotoğrafım istenmişti. Hatta bizzat adam tarafından instagram hesabım. Başka yerden almalıydık. Yani daha doğru oludu. Yani bence.

"Sebep? diye sordu garipçe benim sırtımı döndüğüm yere bakarken. Yüzümü buruşturdum sesim duyulmasın diye hafifçe ona yaklaştırdım yüzümü. Ama bu kadarı da çok saçma bir denk gelişti ya! Yeter ya! Tamam evet meydan da olduğunu söylemişti kuyumcunun o teyze ama yani gerçekten...

"Negatif enerji," dedim ikna etmeye çalışır gibi. "İyi bir enerji alamadım. Gel biz yarın başka bir yerden alalım." derken hafifçe etrafa baktı. Koluna asıldım o an çekiştirmek için.

"Hayır," dedi hemen. "Buradan alacağız." derken beni çevirmeye çalıştı ama direndim.

"Fetih ne olacak başka yerden alsak?Lütfen,hadi." diye ısrar ettim inatla. Bu kez o benim kolumdan tuttu beni bir tık kendine çekti.

"Efsun," dedi sakin sakin. Bu yakınlıktan gözlerine bakmak bir an zor geldi. "Yarın da olsa buradan alacağız. Gecenin bir yarısı boşu boşuna açtırmadım burayı. Şu meydanı görüyor musun?" kısık sesle konuşuyordu. "Yarın herkesin kulağına gidecek benim gelip yüzük aldığım. Haberi en iyi yayacak yeri seçtim. Ama gündüz gelmek seni rahatsız eder, daha ilk günden düşme o karmaşaya diye şimdi uygun gördüm. Eğer ki yarın her esnafa selam vermeyi göze alıyorsan, herkes merakla baksın istiyorsan yarın gelelim. Hadi yap tercihini."

Önüme sunduğu iki seçeneğin de bir farkı yoktu. Yanaklarımı şişirdim. Yüzünü yokladım. Israr etsem diye. Ama hayır beni direkt sen bilirsin diye ya araca yönlendirip yarın getirirdi ya da direkt içeri iterdi. Hem belki tanımazdı adam beni? Sıfır makyajdım? Üstüm başım da berbattı. Yani nişanda her şeyimle çok özenliydim. Belki...

Saç renginle yine tanınırsın Efsun. Boş yapma.

"İyi," dedim isteksiz isteksiz. Ben dönmesem de o beni döndürdü kıvrak bir hareketle. O adamın olduğu yöne bakmadan ağır adımlarla mekana girdik. Hemen o bölgeden "Oooo hoş geldiniz Fetih Bey," genç bir ses değildi. Muhtemelen babasıydı o zaman o adamın? Amca gözünü seveyim ne hoşgeldini, bu saatte sıcak yatağından kalktın farkındasın değil mi?

"İyi akşamlar, hoş buldum." Fetih'in sesi oldukça keyifli çıkmıştı. O zaman bu da roldü. Daha fazla etrafa bakmayı sürdüremeyip nokta atışı yapıp yaşını almış ama hala dimdik olan adama baktım. Takım elbiseyle gelmişti.. Ben olsam pijamalarımla gelirdim mesela.

Önce Fetih'le el sıkıştıklarında yüzümde bir bakış hissediyordum ya da tamamen psikolojikti. O bedeni de görüş alanımdan dolayı görüyordum ama tam değil. En azından yüzü yoktu. Fetih önce o eli sıktı sonra bir el daha uzandı! Ay hayır! Hayır!

Sonra o ellerde birleşti. Gözüm ilk kez bahsettiğim adama bakarken adamın gözleri Fetih'te, gayet güler yüzlü bir ifadeyle karşılıyordu. Fetih'le elleri ayrılır ayrılmaz bam gözleri beni buldu! Çekemedim de!

Gülümsemesini bozmadı ama gözlerindeki ifadeden gayet bariz belliydi beni tanıdığını. Yutkundum ama gülümsedim. Kendimi o kadar çok kasmıştım ki mimik oynatmak çok zordu. Fazla mı geriliyordum?

"Siz de hoş geldiniz." dedi düz bir sesle. Gülümsemem daha samimi bir hale geldi. "Hoş buldum." derken kibarca kalbim adrenalinden hızlanmıştı ama sebebi yoktu. Korkmam gereken bir şey yoktu. Beni gerecek bir şey yoktu.

Fetih'in sesini duyduğumuzda ikimizin de bakışları ayrıldı. "Söz yüzüğü," diye lafa girdiğinde bütün bakışlar sanki bunu tahmin etmemiş gibi şaşkına uğradı. Kaşlarım havalandı ve anında müdahale ettim.

"Evlilik alyansı." derken o şaşıran gözler daha da bozguna uğrayıp bana döndü.

Ne söz yüzüğünden bahsediyordu? O zaman bunun nişan yüzüğü artı alyansı da olacaktı? Üç yüzük mü takacaktım? Daha neler. Tek bir tanesi yeterdi.

"Düğünümüz mü var?" diye sordu adam şaşkın bir ifadeyle Fetih'e bakıp. Amca lütfen şahıs eki kullanma, eşin çok farklı şeyler düşünüyordu üzerimde. Lütfen.

Hem Fetih onu seçtiğine göre demekti ki dedikoducuydu. En iyi o yayar demişti.

Fetih'in o ana kadar yarım adım da olsa arkasında duruyordum, ta ki beni belimden yakalayıp yanına çekene kadar. Ay her şey nasıl da bok gibi ilerliyordu öyle...

"Kulağınıza gelmedi mi daha?" diye sordu Fetih sahte bir şaşkınlıkla. Bu sahteliği bir tek ben anladım ama. Adam kafasını iki yana salladı hızlı hızlı.

"Eğer duyulsaydı ilk benim kulağıma gelirdi. Kimse bilmiyor Fetih Bey. Henüz çok yeni herhalde?" adam normalde baktığında tam bir esnaf profili çiziyor ve direkt olarak bir şive bekliyordunuz ama sadece gırtlaktan konuşuyordu. Onun dışında kelimeleri bizzat İstanbul Türkçesiyle kullanıyordu.

Fetih'in gözleri beni buldu munzur munzur gülümsedi. Ay ne oldu?

"Müstakbel eşim," dediğinde gözlerimi yummamak için zor tuttum kendimi. Yanaklarımın içini dişledim, belimdeki eli baskısını arttırdı. Bu arada düz taban olduğumdan Fetih'in yanında çok ama çok kısa duruyordum.

"Pek gösteriş istemedi, o yüzden sessiz sakin ilerliyor hazırlıklar. Duyulmadıysa o yüzdendir. Davetiyemiz gelir ama."

O an adamın oğluyla göz göze geldim bir an. Benimle konuşmak için çabalamıştı o gün... Epey. Şimdi ondan yüzük alıyordum. Hoş hissetmiyordum.

"Öyle mi?" derken adamın gözleri beni buldu. "Bu devirde böyle bir hanım bulmak kolay değil Fetih Bey. Neler neler görüyoruz bir bilseniz."

Neler neler gördüğünü hiç mi hiç merak etmiyordum.

"Ben de çok aradım zaten." diye Fetih cevabıyla beni şoka uğratırken ona döndüm. Çok aradı? Beni? Tanışma hikayemiz... Fetih... Bu adam beni tanımıyordu değil mi? Evet tanımıyordu. Çünkü o an o konakta gelin çıkarıldığı için sadece aileler vardı. Allah'tan...

Fetih ona baksam da bana bakmadı "Madem alyans diyor, o nasıl isterse." diyerek Fetih oradaki iki adamın da hareketlenmesini istedi. Adam "Elimde çok kıymetli tasarımlar var." diye açıklama yaptıktan sonra arkaya açılan bir yere ilerlediğinde nişandaki çocuğun sesini duydum öylece altınlara bakarken.

"Tebrik ederim." dediğinde ikimiz de ona baktık. Ben başımı sallamakla yetindim, Fetih'se eyvallah diyerek karşılık verdi. "Başka bir isteğiniz varsa ben yardımcı olabilirim ya da sizi şöyle alayım," diyerek arkamızdaki deri koltukları gösterdi. İçerisi çok lüks tasarlanmıştı. "Bir kahvemizi için." diyerek tamamladı cümlesini.

"Kahve başka zaman ama," diyerek Fetih benden ayrıldı ve takıların konulduğu yerlere iyice bakmaya başladı. "Sanırım düğün hediyesine bakabiliriz." diyerek bambaşka bir şeye kapı açtı. Ne hediyesi?

"Efsun," diyerek yerinde öylece duran beni işaret etti. "Sen bak istersen. Varsa beğendiğin." Düğün hediyesi mi?

Özel tasarım bile gereksizken ne hediyesiydi ki bu?

Ona vardığım gibi iyice yaklaştım, hatta sokuldum. Sesimin duyulmaması için. "Fetih," dedim sıkıntılı bir sesle. "Ne hediyesi?" derken sesim istemsizce sinirli çıkmıştı. "Alıp bir yüzük çıkalım. Ne düğün hediyesi?"

Ne kadar sinirlensem de o bakmaya devam ediyordu. "Örf ve adetler." dediğinde başımın geldiği yere kafa atmamak için zor tuttum kendimi.

"Evime gitmek istiyorum. Hem ne özel tasarımı? Teşekkür ederim ama gerek yok. Masraf da yapmayalım. Alalım düz simgesel bir şey."

Bakışları keskin bir ifadeyle beni buldu saniyesinde. "Biz daha biraz önce ne konuştuk?" dedi ters ters. "Efsun Karadere'lere gelin geliyorsun. Ne yapalım istiyorsun? Gerekli her şey istemesen de yapılmak zorunda. En az bu kadar oluyor. Uzlaşmacı ol artık." derken kaşlarım havalandı kendimi işaret ettim. Bunu Fetih söyledi. Karadere olanı hem de...

"Ben mi uzlaşmacı değilim?" diye sordum. Beş buçuk ay sonra bitecek şey için masrafa girmesini istemiyordum.  Kimse arkamdan bir de bunların muhabbetini yapmasındı. Yapılırdı, o değil ama başkası yapardı.

"Tamam ne yaparsan yap, ben sadece o alyansı takacağım. Haberin olsun." derken geri çekilip onu orada bıraktım. Kollarımı önümde bağlayıp öylece olduğum yerde dönerken bizi izleyen kişiyle göz göze geldim saniyesinde. Adını bilmediğim kişiyle. Yakalanmanın verdiği şeyle gözlerini kaçırdı. Ben de duvardaki tablolara bakmaya başladım.

Altının tarihçesini anlatan bir yazı vardı bir çerçevede. Birinde yapımını anlatan. Öylece anlamadan onları okurken sonunda arkaya giden adam çıktığında "Şu tasarımlar layık mı bilmem size ama bir bakalım." diyerek girdi söze.

Kaçan keyfimle adamın getirdiği şeylere bakarken Fetih'te oraya yöneldi. Adamın oğluna bakarken "Şimdilik düğün hediyesi kalsın, hanımlar düğün alışverişi için gelince karar verirler." dedi.

Hanımlar mı?

Hanımlar kim?

Ben ve Zeliha'dan bahsediyordu her halde.

Sonra da yüzüklere yöneldiğinde o an başından beri aklımın ucunda olan açıklamayı mekanın sahibine bakarak yaptım. "Kusura bakmayın, benim nöbetlerim oluyor da. Bu aralar sadece gece evdeyim o yüzden bu saatte rahatsız ettik sizi." sesim bariz mahcup çıkmıştı. Fetih'in bakışları bir duraksadı.

"Estağfurullah," dedi anında adam. "Bizi tercih etmeniz büyük şeref. Ne kusuru?"

İçine düştüğüm bu gereksiz saygı durumu beni iyice gerdi. 65 yaşında vardı adam.

Bir yüzüğü işaret ettiğinde "Nasıl?" diye sordu. Genelde bu tarz alışverişlerde kadınlar daha hevesli olurlardı ama biz de tam tersiydi. Ya da şöyle söylenebilirdi Fetih benden daha iyi oyuncuydu.

Gösterdiği modeli, başımı iki yana sallayarak reddettim. "Altın olmasa," diye sordum. "En azından sarı altın?"

Hiç sevmezdim. Hiçte hoşuma gitmezdi. Estetik olarak da beğenmezdim. Başını salladı anlayışla. "O zaman seç birini." diyerek tamamen kararı bana bıraktı. Fiyatları kaç aralığında olurdu acaba? Bir arkadaşım evlenirken almıştı, iki yüzük için sekiz bin gibi bir para ödemişti. O bile fazlaydı. Benim aylık maaşımdan daha çoktu.

Gözüme kestirdiğim bir tanesine bakarken elim Fetih'in eline gitti. Elini alttan kavrarken ilk kez ellerimizi bir arada görüyordum. Küçücük kalmıştı elim elinin yanında. Ki benim parmaklarım uzun sayılırdı. Bu görüntüye gülecek gibi oldum ama odaklanıp baktım parmağına. Nasıl durur diye aklımdaki yüzük.

Fetih'in elleri... Uzun uzun bakılasıydı. Herkes sessizce izlerken beni düşündüğüm görüntü beni tatmin etmiş olacak ki işaret parmağımla bahsettiğim yüzüğü işaret ettim. Erkeğe ait alyans sade düz, kadına ait modelde taşlar vardı önünde. Yüzükler biraz garip konmuştu ama uğraşmayı pek tercih etmedim. Sarı altın olmasın yeterdi.

"Şu nasıl?" diye sordum Fetih'e bakarken. Ellerimizden alıp gözlerini işaret ettiğim yüzüklere baktı. Yüzünde bir gülümseme oluştu, kaşları havalandı. "Emin misin?" diye sorduğunda tekrar yüzüğe bakmayı bile tenezzül etmedim. "Olabilir, sen de beğendiysen."

"Onu alıyoruz." dedi hiç uzatmadan. Adam bu kararımızdan epey mutlu olmuş olacak ki içi içine sığmayan bir sesle "Harika bir karar, hayırlı uğurlu olsun." dedi.

Dedi dedi ama inşallah fiyatından dolayı değildir bu sevinci...


















Elimde olsa başıma eşarp bağlardım ama Fetih'in aracında eşarp olmadığına emindim. "Daha fazla yas tutacak mısın? Oldu olacak ağıt yak?" dediğinde aracı tamamen park ettiği yerde durdurdu.

"O parayla," dedim içli içli. "Kaç öğrenciye burs verilirdi biliyor musun? Kaç yıl kaç hayvan doyurulur, kaç aç insana kaç öğün yemek verilirdi?"

Sabır diledi elini alnına vurup sıvazladı. Haklıydım. Aldığımız tektaş değildi. Tektaşların fahiş fiyatlara ulaştığını biliyordum. Deli fiyatları olduğunu. Belki verdiğimiz on katı kadar bir fiyatta da bulunabileceğini. Ama zaten biz de tektaş almamıştık. Alt tarafı alyanstı.

"Efsun," dedi sabır diler gibi. "Çok normal bir fiyata aldık. Artık daha fazla uzatmasan mı? Gerçekten sıkılmaya başladım."

"İsraf," dedim kınar gibi. "Ne kötü şey."

Güldü ama sinirden. Gözlerini bana çekti "Biliyor musun," dedi durgun bir sesle. "Adamın hasta bir kızı var." dediğinde sabahtan beri başıma giren ağrı duraksadı gözlerimi kıstım. "Tedavi masrafı da epey yüklü. İşleri de bu aralar sıkıntılı."

O an içimi o kadar hızlı bir hüzün kapladı ki dudaklarım aralandı ama konuşamadım ilk. "Yaaa," dedim titrek bir sesle. "Ciddi misin?" derken o düğün hediyesini almadığım için o kadar pişman oldum ki o kadar olur... Keşke alsaydık. Zaten Fetih'ler için öyle çok büyük bir kıymeti yok gibiydi bu tarz meblaların. Hatta kendi bütçemden de bileklik falan alabilirdim.

Yüz ifadesini anında değiştirdi "Yo," dedi. "değilim ciddi. Bak nasıl hemen vicdan yaptın. Pişman oldun değil mi başka şeyler de almadığımız için."

Hırsla koluna geçirirken "Geri zekalı." diye söylendim. "Çok komiksin, bak gül gül öldük."

Ben gülmedim ama o epey bir eğlendi. Şu an basit iki yüzük için gözden çıkarılan parayı falan unuttum. Müstahaktı Fetih'e. Hatta ben ay başı falan kaybedip gereksiz masrafa soksam onu yeriydi.

"Ben güldüm, gerisi senin problemin. Neyse," derken eli kaportaya yöneldi. Siyah Zen pırlantanın kutularını benzeyen, içinde yüzüklerimiz olduğu kutuyu çıkarırken bu kaçıncı duygu değişimimdi bilmiyorum ama kalbim hızlandı. Ne yani hemen takacak mıydık? Düğün günü takardık işte. Ne acelemiz vardı ki?

"Orada öylece takmamız doğru olmazdı." derken kutuyu yavaşça aralarken o an istemsizce geri çekildim. "Fetih," dedim içime kaçmış bir sesle. Gözlerini bana kaldırdı.

"Yani şimdi takmasak da olur. Düğünden önce şey ederiz."

Yarın değil de ertesi gün hastaneye gidecektim. Nasıl olacaktı ki? Nasıl bam diye açıklayacaktım? Kime ne söyleyecektim? Bir günde ne değişmiş olabilirdi?

"Saçmalama," diye anında kestirip attı. "Düğüne şunun şurasından hiçbir şey yok zaten. Madem söz, nişan yok o halde herkes bilsin karşısındakinin medeni halini. Tektaş istemedin," dedi bana sunup da reddettiğim teklifi öne sunarken. "Düğün de en fazla iki hafta sonra. O halde an itibariyle bekar sayılmayız. Hem anca alışırız yüzük takmaya. Senlik bir sorun olmaz da," derken yüzüklere baktı. "Ben alışamam bir süre parmağımda taşımaya."

İtiraz etmedim. Huzursuzluk çıkarmaya gerek yoktu. Sonra adım sorun çıkaran, orta yol bulmayan huysuz bir kadına çıkıyordu. Ha bir hafta sonra, ha şimdi. Ki benlikte sorundu. Benim en takmadığım takı yüzüktü. Taksam da çok nadir ve çoğunlukta işaret parmağımda olurdu. Ben de anca alışırdım. Evlendiğimi belli eden bir yüzüğe.

Açtığı yüzük kutusuna düştü gözlerim ve kuyumcu da seçtiğimin aksine gördüğüm yüzüklerle şaşkınlık gezindi gözlerimde. "Bunlar ne?" diye sordum garipçe.

"Seçtiğin yüzükler?" dedi üstten üstten bana bakarken.

Başımı hızlı hızlı iki yana sallayıp kutuyu aldım elime. "Hayır," dedim. "Ben bunları seçmedim."

Benim seçtiğim yüzük böyle değildi. Evet benim için olanın önünde böyle taş vardı, evet Fetih'in ki de böyle düzdü ama birbirini tamamlamıyordu. Yapboz parçası gibi değildi.

"Bunları seçtin Efsun." dedi kendinden emin bir sesle. Benim alacağım yüzüğün önü v şeklindeydi ve Fetih'in yüzüğünü tamamlıyordu.

"Orada bu şekilde gözükmüyordu, ben böyle olduğunu bilmiyordum."  Sipariş ettiğimle gelen arasında dağlar kadar fark vardı sanki.

"Orada koyuluşları bu kadar net değildi, daha inceydi. Biraz dikkatli baksaydın anlardın." derken sesi oldukça ukala çıkmıştı. O fark etmişti yani?

Denemeden almıştık. Evet ben istemiştim. Adam da zaten yılların kuyumcusu olduğu için direkt olarak parmaklarımıza oturacağından bahsetmişti.

Bu, bu çok anlamlı duruyordu. Fazlaydı. Hiç bize uygun değildi. Tamam güzeldi, hatta çok güzeldi ama bizim için olan bir güzellik değildi. Ben, kendinkine yönelecek sandım ama benim yüzüğüme yöneldi.

"Beğenmediysen değiştirebiliriz?"

Arabanın tavanına baktı ve sabır diledi. "Efsun on saniyen var, dur. Düşün ve saçma olduğunu farkına var. Gece gece ağzımı bozmayayım."

Ben kendim takmak için hamle yaptım ama izin vermedi. "Hayır," dedi düz bir sesle. "Bu kadarını yapalım en azından. Bizim için de alıştırma olur." derken sol elime uzandı.

O mu takacaktı? Ben takabilirdim.

Kalbim hızlandı, ritimleri bozuldu. Sıkıca yutkunurken ellerimize baktım. Kapımın önünde bir arabadaydık. Yanımda bir adam, eli elimde, elinde bir yüzük vardı. İlk bu niyetle yüzük takışımdı. Hiç bu anı hayal etmiş miydim? Hayır. Ama eğer ki etseydim, hiç böyle bir sahne canlanmazdı kafamda. Kırk bile sürse bu hayal.

Yanaklarımda kan kesecikleri patladı sanki. Böbrek üstü bezlerimin ürettiği fazla miktarda epinefrin bana savaş ya da kaç komutu verirken kaçmak istiyordum. Terlediğimi hissedebiliyordum.

Sol elimi sıkıca tutarken sanki kaçma isteğimi farkındaydı. İnce uzun parmağımdan ağır hareketlerle geçirdiğinde yüzüğü o an nedensizce "Fetih." dedim. Kalbim çarpıntı yapıyordu. Çok saçmaydı. Bu tepki çok saçmaydı. Hasta mı oluyordum?

Vücudumdaki kan iç organlarımdan ve derimden hızla kaslarıma gönderilirken, karaciğerimde ihtiyaç hali için biriktirdiğim glikojen glikozla değişti ve vücudum akıl almaz bir enerjiyle doldu. Şu an arabadan inip arabayla aştığımız bütün yolu koşarak bitirebilirdim.

Midemi olduğum gibi kusmak istiyordum. Evet koşarken.

Gözleri beni bulurken efendim der gibi başını salladığında yanaklarımı şişirdim hafifçe. "Yok bir şey." dedim. Gerçekten bir şey yoktu zaten. Sadece ismini söylemek istemiştim.

Yüzüğü taktı ama beni bırakmadı. Yani elimi. Gözlerim yüzükteyken elimi çeken ben oldum. Onunkini de ben mi takacaktım? Takmak istemiyordum. O neydi öyle gerçek çiftler gibi... Onun da benimkini takmasına gerek yoktu zaten. Hem zaten yüzüklerimiz yeterince canımı sıkıyordu. O neydi öyle gerçek çiftler gibi...

Zaten birkaç saat için bekarlığıma resmen veda etmiştim. Bir romanın içinde gibiydim. Ya da dizi setinde. Bir senaryoda. Yarın başıma ne geleceği belli değildi.

İkimizin de gözü Fetih'in yüzüğündeyken bir süre bekledik. Belki de Fetih benim bir hamle yapmamı bekledi bilmiyorum ama yapmadım. İçimden gelmedi.

Sonra aniden hiç beklemeden çıkardı yüzüğü ve çat diye taktı sol parmağına. Titrek bir nefes aldım, elimi elinin yanına uzattım. Şey galiba ikimizde inanmıyor gibiydik. Zira o da benim gibi aval aval bakıyordu ellerimize.

"Oldu galiba?" diye sordum sıkıntıyla. Bir bütünün bir parçası ben de diğer parçası ondaydı. Evet yüzükleri en iyi böyle anlatabilirdim. Üstelik bu benim tercihimdi. Gidip eve yanaklarıma buz kütleleri basacaktım. Yatağımı da balkona kuracaktım. Başka hal çaresi yoktu.

"Galiba." dedi Fetih elini geri çekmeden. "Bu yüzükler bu iş bitmeden ikimizin de parmağından çıkmıyor." derken uyarır nitelikteydi. Başımı salladım.

"Çıkmıyor." dedim onun gibi. Ama elini çeken olmadı. Çok farklı bir vakayı izler gibi ellerimizi izliyorduk. Kafayı yemiştik galiba. "Fetih," dedim garipçe tekrardan. "Çok saçma bir anın içindeyiz fark ediyor musun?"

Hala hipnoz olmuş gibi ellerimize bakıyordum. Ya sabır. "Farkındayım." dedi kısaca.

"Böyle devam edersek el sıkışıp kafa tokuşturarak geceye sonlandırabiliriz."

Bu cümlem ikimizdeki devam tuşuna basmış gibi ikimizde ellerimizi yumruk yapıp geri çekildim. Gözlerimi bir an yumup kafamı iki yana salladım serice. Ya sabır.

"Tamam, saçmalamadan biz in o zaman sen. Sonra konuşuruz. Düğün hazırlıkları için." diye geveledi bir şeyler. Başımı salladım hızlı hızlı.

"Görüşürüz o zaman, iyi geceler." diyerek arabanın kapısına yöneldim ayağımı da dışarı attım ama zaman geçmiyordu ki Fetih ben inmeye yeltendiğimde beni geri çekmesin arabaya. Araba kapısı da geri kapandı bu hamlesiyle. Beni daha sert çekip aramızdaki mesafeyi çok aza indirirken derin bir nefes aldığında kendimi refleks olarak geri çekmeye çalıştım ama izin vermedi.

"Fark etmedim sanma," diyerek benim hırçınlaşmamın önüne geçti ve bıraktı beni. "Sigara kokuyorsun. Hayırdır?" serbest bıraktığı bileğime gitti elim, kendimi iyice geriye çekip "İçtim çünkü." dedim sert bir sesle.

"Sebep, sen kullanmıyordun?" diye sorgulamaya devam etti.

"Adamın biri ," dedim boş boş ona bakarken. "Sigarasını çakmağını devamlı evimde bırakıyor."

Kim olduğunu saniyesinde anladı.

"Ne yapayım ben de içesim geldi. İçtim. Hep de aynı şeyi yapıyor üstelik."

Dudaklarını ıslattı sonra da kıvırdı. "Bak sen." dedi tok bir sesle. "Sen şimdi o adamın biriyle aynı evde kalınca hep bir sigara çakmak göreceksin. Ne yapacağız o işi?"

Dudaklarım bilmem dercesine büzüldü. "E onu da o zaman düşünürüz. İyi geceler."

Ben Efsun Zorlu, şimdi ilerlediğim  evden çıkarken ne için çıktığımı farkındaydım ama bu eve geri döndüğümde parmağımda bir yüzük olacağını hiç ama hiç düşünmemiştim.

Ben Efsun Zorlu; Zorlu olduğum son günler olduğu bilinciyle içimde patlayacak bir volkanı dizginlemeye çalışarak evime doğru adımlıyordum, ardımda benim içeri girmemi ve ne düşündüğünü bilmediğim adamı bırakarak.

İlahi bakış açısı (Yazardan)

Fetih Karadere ağır ağır adımladığı evin merdivenlerinde sona varmak üzereydi. Otuz  yaşındaydı. Otuz bire yol alıyordu ama şimdiye kadar içinin bu kadar rahat, ferah olduğu bir anı hatırlamıyordu. Ha bir de huzur. Bariz hissettiği şeylerden biri de buydu. Huzur.

Belli bir yaşa kadar doğduğu aileden kaynaklı, belli bir yaştan sonra en hızlı şekilde atıldığı iş hayatı ondan almıştı bu kadar rahat ve huzurlu olmayı. Ama bu da bir gerçekti ki onun gibi olmayan insanlar, onun gibi olan insanlardan çok daha azdı. Çünkü var olduğumuz hayatta daima bir şeyin telaşesinde olur, bir şeyler hep huzursuz ederdi insanoğlunu. Farkında olmasak da bu böyleydi.

Ama şu an olumsuz olan her şeye rağmen refah seviyesi çoğu insanın çok daha fazla üzerindeydi. Bu yüzünden bile okunuyordu. Elini siyah kabanından çıkardı. Bitirdiği merdivenlerin başında duraksadı kısa bir an.

Sonra eline baktı. Hayır eline değil, yüzük parmağına. Hayır yüzük parmağına da değil, sol elinin yüzük parmağına. Gün içinde sık sık gözü kaydığı gibi eli de kayıyordu. Ona günün birinde evlilik için bile olsa bu yüzüğü takacağını biri söylese savuracağı küfrü az çok tahmin edebilirdi herkes. Nefret ederdi. Saat hariç her türlü aksesuardan nefret ederdi. Evlenince bile takmayacağını biliyordu.

Hayır hayır...

Öyle zannediyordu.

Evleneceği kadınla içinde bulunduğu ilişki de baskınlığı kuracağını düşünürdü. Yüzüğü takmayacağını, bunu o kadın sorun etse de ikna edebileceğini ama onun takmamasının evleneceği kadına da bu hakkı doğurmayacağını...

Aklına gelen şeyle gözlerini kıstı. Şu an bu fikrini evleneceği kadın duysa olacakları düşünmeye yeltenemedi bile.

Efsun...

Efsun onu mahvederdi. Böyle bir şeyi düşündüğünü bile bilse, onun burnundan getirirdi bu düşünceyi. Kendi için değil, herhangi bir kadın için. Hayır tüm kadınlar için. Eli yüzükte dolaşmaya devam etti. Garip olan tahmin ettiği kadar kötü bir şey olmayışıydı bunun.

Belki de...

Belkidesi yoktu işte. O kadar rahatsız etmiyordu şimdi parmağındaki yüzük. Zamanında yanlış düşünmüştü. Olabilirdi. Yanlış düşünebilirdi. Sol elini çenesinde gezdirdi, biraz sonra ağzının içindeki bombayı bırakacağı odaya baktı. Tam da o sırada o odadan çıkan bir bedene takıldı gözü. Elindeki tepsiyle çıkarken oradan, kapıyı kapattıktan sonra konuştu.

"Hoş geldiniz Fetih Bey." çocukluğunu bildiği, neredeyse Zeliha'yla yaşıt olan ikinci annesi gibi gördüğü kadının kızı, işin aslı evin çalışanın kızıyla göz göze geldi. Başını salladı.

"Yemek mi yeniyor?" dedi çıktığı odayı gösterirken. Genç kız kafasını sallarken yoldan çekildi. "Sizin de servisiniz hazır." derken Fetih'in aslında çok uzundur süre gelen ama anca fark ettiği şeyle duraksaması bir oldu.

"Sen bana abi diyordun Fatma, ne ara bey oldum?"

On sekizinden sonra senede bir iki kez, bazen o da olmazdı, geldiği evinde her gelişinde bir şeyler değişiyordu. Bunu farkındaydı. İşin doğrusu çokta umursadığı söylenemezdi. Ama artık bu ev, uzun bir zamandan sonra her gece gelmesi gereken bir ev olacaktı.

Çünkü evli adamların her gece kapısının eşiğinden geçmesi gereken bir evleri olurdu. Değil mi? Bu bir sorumluluktu.

Fatma'nın beklemediği cümle onu duraksattı, ister istemez çekinerek ona baktı. Fetih Karadere onun daima hayran olduğu bir adamdı. Her şeyiyle daima uzun uzun izlediği, beğendiği ama bir taraftan bunun bir ağabeye duyulan hayranlığın ötesi olmadığını dile getiriyordu. Yaşı çok küçüktü. Bu duygu karmaşası çok normaldi. Ama belli bir yaştan sonra bu hayranlık duyduğu adamın eve giriş çıkışlarının bu denli azalması ve her geldiğinde çok daha ciddi, soğuk bir adama dönüşmesi onu abi kelimesinden koparıp resmileştirmiş, bey demeye itmişti.

Fetih kurduğu cümlenin onu utandırdığını fark ettiği an bu anı uzatmayıp "Fetih abi," diye konuyu kapattı. Zeliha'yla yaşları çok yakınken ve çocukluğunu bilirken üstünlüğünün abilik olması çok daha makuldü. Patronu değildi, bey diyecek yaşta değildi. Fatma hızlı hızlı başını salladı.

"Zeliha içeride mi?" diye sorduğunda tekrar aynı şekilde karşılık aldığında daha fazla durmadı orada ve kapalı kapıyı araladı. Büyük antika eşyaların oluşturduğu odada tam bir eski bir konak esintisi vardı.

Fetih Karadere uzunca bir aradan sonra mutlu bir halde girdi bu odaya. Bütün gözler saniyesinde kapıyı bulurken herkesin bakışları ve hareketleri duraksadı.

Hepsi gördüğü görüntüden emin olamadı bir an. Hepsi. Evet bu sofraya her gece bir servis daha açılırdı ama Fetih hiç gelmezdi. En son beraber aynı sofraya oturalı olmuştu bir yıldan fazla. Gözü ilk Zeliha'ya değdi Fetih'in.

Zeliha... İçinde günden güne bir büyüyen bir azalan bir yangının sahibi, hiç kapanmayacağını düşündüğü bir sürü yarası olan güzel Zeliha. O bu sofraya çoğunlukta otursa da tek amacı huzursuzluğun önüne geçmekti. Birkaç lokmadan hemen sonra kalkar, sonra da odasına çekilirdi. Belki Fetih abisi otursa çok daha güzel geçebilirdi bu dakikalar ama hayır. Öyle olmuyordu. Oturmuyordu. O istese otururdu ama onu hiçbir şeye zorlamak istemiyordu.

Fetih Karadere ona gülümsediğinde içindeki tüm ölü toprağına rağmen yüzünde güller açtı. Her şeye rağmen.

"Oğlum," Zühre Karadere'nin özlem ve heyecanlı sesi titrek çıkmıştı. O ısrar etmemiş, o reddedilmemiş oğlu kendi isteğiyle gelmişti sofraya. İçinde en derinde bir şeyler titredi. "Hoş geldin." derken aynı heyecandan muzdarip ama daha dik, daha soğuk durabilen babasından, Osman Karadere'den başka bir ses duyuldu.

"Zeliha," diye kızına seslendi. Bir kör gibi, bir vicdansız gibi kendi elleriyle cehenneme ittikleri kızlarına. Pişmanlık boştu. Bu iki yaşlı insanın başlarını yastıklarına koyduklarında düşündükleri bir şey vardı.

Nasıl can verecekleri..

"Kızım abinin tabağını doldur."

Zeliha hızla başını sallayıp doğrulacağı vakit Fetih eliyle durdurdu. "Ben hallederim, otur sen Zeliha." derken gözü bir an ergenliğin zirvelerinde dolaşan erkek kardeşine kaydı. Gözü kısa bir abisine kaysa da sofrada en umursamazca yemeğine devam eden oydu. Fetih bir an gülecek gibi oldu ama ifadesini bozmadı.

Fetih Karadere üzerindeki kabanı çıkarırken sandalyenin arkasına astı. Tam da o sıra düşen telefonuna kaydı gözü. Fütursuzca eğilecek gibi oldu. Belindeki dikişleri umursamadan. Ama o an gözünün önünde olan yüz sanki mümkünmüş gibi ona seslendi. Durdu. Yere yavaşça diz çöktü öyle aldı telefonu.

İşin ehli böyle olsun isterdi.

İşin ehlini dinlemek lazımdı.

Doğrulduğu yerde oturmadan ve sol elini kullanmadan kardeşine yöneldi. Onu oturduğu yerden kendine çekerken önce şakağına sonra yanağından öperken onu iyice sinesine çekti.

Ona her dokunduğu an gibi, onu her öptüğü an gibi, ona her baktığı an gibi kalbinin üzerine binen yükle öleceğini sandı ama yine ölmedi. Binlerce kez olduğu gibi yine yaşadı. Ölmedi.

"İyi misin güzelim?" derken hala temas halindeydi. Zeliha başını salladı. Çok zaman sonra yine bu sayıda bu sofaya oturmak... İyi hissetmemesi mümkün müydü? Fetih saçlarına üstten bir öpücük kondururken onu izleyenler arasında olan Kürşat'a göz kırptı.

"Hayırdır," derken tek eli kardeşinin saçlarına ulaştı. Sinirleneceğini bile bile karıştırdı. "Sesin soluğun çıkmıyor soytarı?"

Kürşat öfkeyle abisinin temasından kurtulurken "Yapma şunu abi ya!" diyerek çıkıştığında Fetin hafifçe yanağına vurdu. "Çok konuşma." diye tersleyerek.

Kürşat bu denli hormonların tavan yaptığı atarlı giderli bir dönemde Efsun'u sever miydi? Yengesini? Severdi.

Fetih'in aklından geçen tek soru bu olmuştu. Kardeşleriyle olan bağını koparıp boş olan sandalyeye babasının karşısına otururken derin bir nefes aldı. Zeliha her şeye rağmen tabağına bir şeyle koyarken Fetih eline aldığı çatalla hep yaptığı gibi Zeliha'nın tabağına yöneldi. Onun tabağından aldığı et parçasını ağzını tıkıştırırken Zeliha "Abiiii," diye sızlandı.

Bu sahnenin Zühre ve Osman Karadere tarafından gülümsenerek izlendiğini kimse bilmedi. Bu sahne, bu sahnenin katilleri tarafından yürekleri yana yana izlendi. Öyle ki göz göze geldikleri kısa bir an gözleri arasında uzun bir roman yazıldı.

Fetih'i on iki yıl önce onlardan ayıran geçmişleriydi, Fetih'i şu zamanda onlardan ayıran şimdileriydi. Hatalar yoktu, yanlışlar vardı. Ve o yanlışlar çocuklarına sebep oluyordu. Tıpkı otuz küsur yıl önceki gibi, tıpkı şimdilerde ki gibi.

Ve tabi Efsun. Zühre Karadere'nin içi nefretle doldu. Tıpkı kocası gibi. Hayır kocasından çok daha fazla. O kadın... Ah o kadın. Onlardan gitmiş Fetih'i, onlardan sökmüştü. Oğlunu ondan sökmüştü. Tek düşüncesi buydu.

Kızı değildi hala buradaki asıl mevzu. Kızı alışırdı. Kızı severdi. Kızı zamanla severdi evleneceği kişiyi. Senelerce önce verilmiş bir sözdü onların ki. Zeliha doğduğu gün verilmiş bir sözdü. Aile meselesiydi. O kadın girmeseydi, aile içinde kapanırdı. Zeliha affederdi anne babasını, alışırdı hayatına. Fetih onlardan tamamen kopmazdı.

Ah o kadın... Efsun... Adı gibiydi. Lanetti. Bu topraklarda lanetti. Büyüydü.

"Ne?" dedi Fetih cins cins. "Bir itirazın mı var?" diye diklenirken bir hamle de Kürşat'tan geldi. Kıvrak bir hareketle Fetih'in tabağına yöneldi ve ne gelirse çatalına aldı.

"Ne?" dedi sonra tıpkı abisi gibi. "Bir itirazın mı var?"

Zeliha ve Kürşat arasında soğuk rüzgarlar olsa da Fetih'le böyle bir durum yoktu. Olamazdı da.

Fetih tehditvari bir şekilde kafasını salladı sonra da geriye yasladı. Tamam bu kadar yeterdi. Şimdi asıl mevzuya gelme zamanı gelmişti. Oldukça rahat bir şekilde insanları süzdü. Sonra baş parmağıyla yüzüğünü yokladı. Gözünün önüne bir sima geldi. Tıpkı şu an o simanın gözünün önünde kendisinin olması gibi.

Kim düğün arifesinde başka bir şeyi düşünürdü ki?

Derince rahat bir nefes aldı; hiç durmadı, düşünmedi, uzatmadı ve konuştu.

"Evleniyorum."

Bombayı patlatmadı hayır. Sadece pimini çekti. Onu bir zaman önce evlendirmek için deli olan, bir sürü aday belirleyen, oğluna oldukça ısrar eden ama başarısız olan annesi, artık soyunun devam etmesi için sabırsızlanan, toruna özellikle içten içe erkek toruna -ama Allah biliyordu ya kız olsa da keseceği kurbanlar doyuracağı kişiler aynıydı- babası, resmen bu haberle ensesine vurulan Kürşat ve Zeliha...

Nutku tutulan Zeliha...

Evlenmek mi?

Abisi onu bırakıyor muydu?

Yine mi?

Başka bir kadın mı?

Nefes alamadı.

Herkes durdu. Yüzünde uğradıkları bozgunla Fetih'e bakıyordu. Her an biri kalp krizi geçirebilirdi. Olsun gelinleri doktordu zaten... Evet Fetih birebir bunu düşündü ve tüm gerginliğe rağmen yine gülecek gibi oldu. Çok rahattı, hiç bu kadar rahat olmamıştı. Hem de hiç.

Kimse tek kelime etmedi, kalp krizi de geçirmedi. Sonrasında ilk tepkiyi verebilen babası olmuştu. Zeliha'nın gözleri dolmuştu bile.

"Tövbe haşa," dedi adam tutulan nutkunu açamazken. "Kiminle oğlum?"

Sonrası... Fetih Karadere bu haberden sonra görmek istediği tek bir kişiye çevirdi gözlerini. Bu habere sevinecek tek kişiye. Yüzünden kaçırmak istemediği ifadeyi görebilmek için Zeliha'ya. Titreyerek abisine bakan Zeliha'ya. Dudakları hafifçe kıvrıldı ve kardeşine bakarak babasına cevap verdi.

"Efsun'la."

Hayır hayır... Ona giydiği onca şey arasında en çok yakışan şeyi temsil eden önlüğü başına iliştirmesi herkes için daha açıklayıcı olabilirdi.

"Doktor Efsun'la."

Fetih ve Efsun'un yüzüklerini de şuraya iliştireyim...

Son kısmı atıp atmamak konusunda fazlaca kararsız olsam da Zeliha'dan kuru kuruya dinlemenizdense okumanızı tercih ettim. 'Keşke atmasaydım' durumuna girersem kaldıracağım, zira kurguyu etkileyen bir şey yok. 

Eğer ki Wattpad'in ses özelliği olsaydı buraya 'DÜ ĞÜ NÜ MÜZ VAR' naralarımı atmak isterdim.

Yıldıza basmadıysak mutlaka basalım olur mu?

Ve Serçeyi Öldürmek şarkı listesinden paylaşmaya devam. 

Cem Karaca - Ay Karanlık 

Kendinize iyi bakın, #evdekal'ın 🌸

#SerçeyiÖldürmek 🕊

Continue Reading

You'll Also Like

Son Tehdit By Kadriye

Mystery / Thriller

205K 2K 5
Büyük bir yangınla son buldu fakat şimdi dalga dalga geri dönüyor. Unutulan her şey bir kıvılcımla yeniden alevlenir. Damla, Savaş, Beyza, Metin, Ard...
COMMİSSAR By Daisy

General Fiction

65.6K 4.8K 31
{TAMAMLANDI} ❁ Eşcinselliğin ve Ageplay'in normal karşılandığı bir evrende. ❁ Ageplay kitabıdır. ❁ BxBxbxb içerir. ❁ Baba ve bebekler arasında aşk y...
8.2K 2.2K 200
acı çekmek, savt, ses sada Ne şiir tadında, Ne söz tadında, Ne söyleşi tadında, Nede yazı tadında. Ortaya karışık... :)
4.3K 504 13
Ve gökyüzünde kuşlar özgür kaldı,benim kalbimde esir... Yılların acısı bir günde gider miydi? Her baktığında içinin acıyla yandığı kişi, ruhuna su se...