SERÇEYİ ÖLDÜRMEK

By bosverdilan

6.4M 434K 407K

Efsun Zorlu; atandığı Urfa'da mecburi hizmetini yapan tıp fakültesinden yeni mezun, çiçeği burnunda bir hekim... More

II- "Düğünlerden Kalkan Cenazeler"
III- "Kalabalık Kabristanın Sahipleri"
IV- "Sırtı Dönük Namlular"
V- "Vedalar ve Kalanlar"
VI- "Üstü Açık Mezarlar"
VII- "Labirentte Kaybolmuş Anılar"
VIII- "Korkunun Gölgesindeki İtiraflar"
IX- "Kelime Oyunları"
X- "İçerlenmiş Cümleler"
XI- "Kadınlar ve Gemiler"
XII- "Gözden Düşen Cesetler"
XIII- "İnat ve Sabır"
XIV- "Yılanlar ve Kararlar"
XV- "Geleceğin Yanık Mürekkebi"
XVI- "Seçimler ve Vazgeçişler"
XVII- "Yol ve Yoldaş"
XVIII- "Bekârlığa Veda"
XIX- "Şafak Yüz Altmış Bir"
XX- "Körler ve Yaralar"
XXI- "Kediler ve Raconlar"
XXII- "Geçmişin Enkazındaki Gerçekler"
XXIII- "Zeliha Karadere"
XXIV- "Çav Bella!"
XXV- "Dilden Akan Zehir"
XXVI- "Mucize"
XXVII- "Mermi ve Çiçek"
XXVIII- "Şafak Yüz Otuz"
11 MAYIS 2017|ÖZEL BÖLÜM
XXIX- "Laçka Olmuş Gönül Telleri"
XXX/PART I "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXX/PART II "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXXI- "Kaybedilmeyen Alışkanlıklar"
26 EKİM 1995|ÖZEL BÖLÜM
XXXII- "SENSEMEK"
XXXIII- "EN GÜZELİ"
XXXIV- "ZİHNİN SAVAŞI"
XXXV- "KELEPÇE"
XXXVI- "Pandora'nın Kutusu"
18 ŞUBAT 1990|ÖZEL BÖLÜM
XXXVII- "ALATURKA"
XXXVIII- "YOLLAR VE DURAKLAR"
XXXIX- "EFSUN GİBİ"
XL- "Hurafeler ve İnançlar"
XLI- "İlaçlar ve Dozları" PART/1
XLI- "İlaçlar ve Dozları" Part/2
XLII- "MANİFESTO"
XLIII- "Yargıçlar ve Cezalar"
XLIV- "MİLAT"
XLV- "KORKULAR"
XLVI- "TEHDİT-İ İADE"
XLVII- "İNCE KEFEN"
XLVIII- "SERÇEYİ ÖLDÜRMEK"
XLIX- "ETKİSİZ ELEMAN"
L- "TEK CAN"
LI - "Ölümsüzlüğün İksiri"
VEBALI RUHLAR|ÖZEL BÖLÜM
ANAYASA ve MADDELERİ|ÖZEL BÖLÜM
LII- "AHDE VEFA"
LIII- "Haberci Kuşlar"
LIV- "Geçmişin Geçmeyenleri"
LV- "DÜĞÜM"
LVI- "Aflar Teşekkürler ve Pişmanlıklar"
LVII- "Son Bir Direniş"
LVIII- "kabak çiçeği dolması ve az şekerli kurşun kek"
LIX- "siyah gül ve beyaz gül"
LX- "olmayan kızgınlıklar ve bitmemiş kırgınlıklar"
LXI- "yüzleşmeler ve kavuşmalar"
LXII- "ördekli fırın eldiveni"
LXIII- "mutsuzluktan kurtulmuş kalpler"
LXIV- eşsiz kıpırtılar
LXV- yaban mersini
LXVI- "yediler ve yedi kadarlar"
LXVII- "yok olan canavarlar ve son yükler"
LXVIII- isteklere dönüşen dualar
LXIX - sözünü tutan adam
Dilan Durmaz'dan;
LXX-engellenemeyen kader
LXXI-eve varmak

I- "Geçmişin Pençe İzi"

274K 7.7K 6.3K
By bosverdilan

Spanchın üzerine döktüğüm antiseptik solisyonu, dikiş attığım bölgeye dairesel hareketlerle sürerken "Hemşirelerin görevli doktor kontrolünde ve izninde dikiş atma yetkisi vardır." demekten alıkoyamadım kendimi.

"Hatta buradaki hemşirelerin çoğunun eli benden çok daha aşina sütur atmaya. Sağlıkta bilgiden daha önemli bir şey varsa o da tecrübedir."

Yaranın iyice temizlendiğine emin olduktan sonra temiz spanchları, atladığım yoksa eğer üçüncü kez dikiş attığım bölgeye özenle koydum.

"Peki benim amacım bir hemşireye dikiş attırmaksa neden revire gitmek yerine buraya geleyim?"

Giydiği üniformayla fazlasıyla karizmatik duran ama üçtür gözümde inatla dikişlerini patlatan bir hastanın önüne geçemeyen adama çevirdim gözlerimi kısa bir an.

"Yavuz Bey yani biraz lakayt olsam bir astsubaya dikişlerini kasten patlattığıyla ilgili bir imada bulunacağım." derken çarpık bir gülüş kondurdu yüzüne. Pansumanını yaptığım yarayı plasterle sabitlerken yeterince, son kez bir sıkıntı var mı diye kontrol ettikten sonra geri çekildim. Kullandığım malzemeleri sağ tarafa doğru yürüyüp kırmızı renkli kutuya atarken eldivenlerimi de çıkarmıştım.

"Alışabildiniz mi Urfa'ya?" diye sordu söylediğimi umursamayıp. Yabancılık çekmeyeyim diyeydi herhalde bir haftada üç kez buraya gelmesinin nedeni.

"Tahmin ettiğimden çok daha çabuk." derken kendisine yaklaşıp yarayı gösterdim. "Biliyorum malum üçüncü olunca ezberlediniz ama yine de söylemek zorundayım; dikişleriniz yine ve yine," sesimde bariz bir ima vardı. "Patlamazsa ve ben yine dikiş atmak zorunda kalmazsam beş gün sonra alınacak. Söylediğiniz gibi revire gidebilirsiniz ya da herhangi bir sağlık ocağına. Buraya kadar kendinizi yormanıza gerek yok. Suya temas etmiyorsunuz ve lütfen dikkat edin. Kalıcı bir iz ya da enfeksiyon riski artıyor. Diktiğim yer bir kumaş değil sizin deriniz. Ve bir kez daha geldiğinizde muhtemelen biraz önce sinirlendirdiğiniz hemşireyi yönlendireceğim size. Eli ağırdır." derken tam elimi beyaz önlüğüme koyup ilerleyecekken kolumdan yakaladı. Bulunduğumuz yerin perdesi kapalıydı ama rahatsız oluşumun önüne geçememiştim.

Eline baktığımı fark edince geri çekildi ve doğruldu. "Sizi burada rahatsız eden kimse yok değil mi?" diye sorduğunda garipçe ona baktım.

"Urfa'dayım, düşman yerinde değil. Niye öyle söylediniz?"

Baş parmağını alt dudağına sürttü. "Sizin gibi güzel bir kadın İzmir'den buralara kadar geldiyse bunu sormak en az vatan görevim kadar esas." Silik tebessümünün ötesi çapkın bir gülümsmeydi seçebiliyordum bunu. "Bu tarafların insanları bira-"

O an bu tavrına yüzümü buruşturmamak için zor tuttum kendimi. "Yavuz Bey," diye böldüm tereddüt etmeden. Beni burada kendisi rahatsız ederken Urfa insanına mı laf edecekti?

Daha neler.

"Güzel bir şehirde mecburi hizmetimi yapıyorum. Ötekileştirdiğiniz insanlar da iyi ki bu şehirdeyim dedirtiyor. Yeni başlayan bir doktora kendi kardeşi ve çocuğu gibi davranıyorlar. Bütün yaratılan algıları yıktılar ama görüyorum ki sizinkiler duruyor." gerçekten üzülmüş gibi baktım ona. "Üzüldüm, bu şehrin tadını çıkaramadan görev yapmak büyük kayıp." Sesim bir tık kısıldı ve bir sır verecekmişim gibi ona yaklaştım. "Bana kalırsa şu saçma dizileri izlemeyi bırakın, gerçek çok farklı çünkü. Zamanınıza yazık bir kere.Hayatı kaçırıyorsunuz." dediğimde tam elim perdeye gitmişti ki tekrar yakaladı kolumdan.

Seslice nefes verip sahici olmayan bir gülümsemeyle ona döndüm. Sabrım usul usul sınanıyordu.

"Dinliyorum?"

Diğer eliyle önlüğümün cebine bir şey sıkıştırdı. "Yanlış anlaşılmak istemem." Dedi munzurluğundan kurtulmayıp.  "Numaram sizde kalsın. Ne olur ne olmaz. Her sıkıntıda arayabilirsiniz. İkimizde buraya ülkeye hizmet için geldik. Aynı yolun yolcusuyuz." dedikten hemen sonra kendisi açtı perdeyi ve sarı alandan seri adımlarla çıktığında elim önlüğümün cebine gitti.

Beyaz kağıda yazdığı numaraya göz ucuyla bakıp cebime geri sıkıştırırken fazlalık bir şey bırakmadığıma emin olduğum yerden çıktım.

"Efsun!" adımı duyuşumla arkama dönerken benden yedi ay önce göreve başlamış iş arkadaşım Zafer'in yüzüne baktım. "Molaya mı?" dediğinde elindeki kahveye baktım.

"Kahveni vereceksen, evet."

Güldü ve bana uzattı. "Ben de sigara içecektim zaten. Rahatsız olur musun?" diye sorarken başımı hayır der gibi salladım. Sıra bekleyen hastaların arasından çıkarken hastanenin çıkış kapısına vardık ve çıktığımız gibi ciğerlerim çok uzun süredir nefessiz kalmış gibi derince bir nefes aldım. Anlamsız şekilde içim daralıyordu.

Sağ taraftaki bankı gösterirken bana, konuşmadan oraya ilerledik. Artık etkisini kaybettiğini hissettiğim ama içmekten vazgeçmediğim kahveden bir yudum alırken aynı bankta yan yana oturduk. Gözüm karşıda sabah kediler yesin diye döktüğüm mama bölgesindeydi. Eğer kalmadıysa hazır moladayken biraz daha dökebilirdim ama henüz yarısı duruyordu.

Sigara paketini bana uzatırken başımı iki yana salladım. "Kullanmıyordun doğru." derken tek bacağımı tamamen banka koyup ona döndüm. "Bırakmıştım. Kedilerin rızkını sigaraya yatırdığımı fark edince dedim ki Efsun ne yapıyorsun sen! Bence sen de böyle mantıklı ve yeterli bir sebep bul."

Güldü. "Baba zengin kızım benim! Yetmez bana böyle sebepler."

Uykusuzluktan batan gözlerimi ovuştururken kıkırdadım. "Kaçta çıkacaksın? Nasıl geçti dün geceki nöbet?"

Sorularıyla bütün dikkatimi ona yönlendirirken bileğimdeki saate baktım.

"Blok nöbetteyim. Ev taşımayla uğraşıyorum hala, o yüzden ardı ardına iki boş günüm olsun diye arkadaşlardan biriyle nöbet değiştirdik. Yarın çıkacağım hastaneden. Dünkü nöbet," derken bir an duraksadım aklıma gelen görüntülerle başımı iki yana salladım. "Patladı senin deyişinle.  Dolu dolu geçti. Hatta zaman zaman komik bile desem yeridir."

Ve o beni şu an bile güldürebilecek cümlelerden biri geldi aklıma.

'Bacım bak hele, sen yetkili birine benziyorsun sanki.'

Her şeye rağmen yanan ayak tabanlarım emin misin der gibi sızladı. Eğlence anlayışım ne kadar da çabuk değişmişti öyle...

"Neyi eğlenceliydi tam olarak manyak?" diye sordu her şeyden bir haber şekilde. Beyaz çabuk renk değiştiren bir teni, ela gözleri vardı. İlk gördüğümde direkt dikkatimi çeken ve burnun estetik mi diye sormama sebep olacak kadar düzgün bir buruna sahipti. Saçlarını bir haftadır gördüğüm gibi fazlaca dağınık bırakıyordu. Bu daima kötü durmasa da bazen o kadar garip şekillere giriyordu ki dayanamayıp gülüyordum.

"Saat bir gibi ortam sessizleşti. Yani dedik tamam bu saatten sonra sakin geçer. Ya da bilmiyorum bir tek ben demişimdir belki. Dedim gideyim iki saat kıvrılıp uyuyayım. Bir sorun olursa uyandırırlar beni. Başımı koydum odadaki koltuğa bam Sevda hemşire! Doktor Hanım otobüsle hasta geliyor dedi. Kaza falan oldu sandım. Neyse biz üç dört kişi kapının önündeyiz. Ciddi ciddi dolmuş gibi bir şey geldi. Sonra içeriden resmen sürü çıktı. Kadınlar, kadınların kucağında bebek bir taraftan eteklerine tutunmuş çocuklar. Ödüm koptu. Yara falan da yok. Hepsi yataktan alınıp gelinmiş gibi. Böyle fark etmeden geri geri giderken hemşireler yakaladı kolumdan. Meğerse bir köyün çocuklarının tamamı hasta olmuş. Köy küçük bir yer, çocuklarda aynı yerden yiyip içiyorlar. O ona, bu buna derken zaten küçük yer hepsi hasta olmuş. Bir sürü hasta baktık. Anneleri sadece çocukları düşünse de onlara da bulaşmış. Üst solunum yolu enfeksiyonu mu dersin, faranjit mi dersin, grip mi dersin. Hepsi nasıl öksürüp ağlıyor bebeklerin. Köyün muhtarı da fark edince durumu ayarlamış bir araç gece hepsini uyandırıp getirmiş. Aşırı ironik anlar yaşandı ama bir ara boş bulunup gülmeye başladım. Sinirler falan bile gerildi. Sabaha doğru hepsi yavaştan taburcu oldu. Aşırı yorucuydu. Başım patlıyor ama hallettik yani. Kontrolü sağladım. Hoşuma gitti."

Dudaklarını vay dercesine sarkıttı. "Kızım sen bitmişsin ya," dedi gülerek.
"Anan ağlamış gelmiş burada eğlenceliydi diyorsun. Ama bak ilk haftalar genelde ağlanarak geçer. İntörnken tamam yine tutuyorsun nöbet ama içtiğin süt burnundan gelmiyor bu kadar. Alışıyorsun, daha on gün oldu geleli başlayalı mesleğe ama yok senin ağlamaların, üstelik şehre de alıştın.  Ama bence ben TUS çalışacağım diyerek istifa edeceksin yakında. İzmir güzeli sana gelmez böyle yerler."

Bozulmuş bir ifadeyle ona baktım. Kızıl saçlarımı geriye doğru atarken "Ayıp ediyorsunuz ama herkes aynı şeyi söylüyor," diye direkt serzenişe geçtim.

Bu cümleyi kaçıncı duyuşumdu?

"Mecburi bitmeden TUS düşünmüyorum. Bilgim kadar pratiğimde olsun. Sonra Tus olur. Hem ben çok sevdim Urfa'yı."

Bir hafta da Urfa Gençlik Kolları başkanı mı olmuştum ben, sağa sola Urfa savunuculuğu yapıyordum resmen?!

"Şu dizilerde o kadar berbat gösteriyorlar ki buraları. İnsanın gelmeden önce gözü korkuyor. Halbuki insanları harika. Gerçekten herkeste ciddi bir saygı var. Tamam ülkede genel olarak beyaz önlüğe kısmi bir saygı var ama Doğu ve Güneydoğu'da bu daha fazla. Ben ikna oldum buna. Çocuğuna bakıyorum diye anne baba bin kere Allah razı olsun diyor. Bir de çok tatlılar hepsi karnımın aç olduğunu düşünüyor, akşam yemeğine çağırıyor. İki kere baktığım hastanın yemek getirdiği bile var. Bir de başka şehirden geldiğimi öğrenince daha fazla emanet gözüyle bakıyorlar. Yemekleri ayrı kendisi apayrı güzel. Daha tam gezemedim ama olsun. Gerçekten diziler şaka gibi." Evet ben Urfa'ya atandıktan sonraki bir hafta boyunca Urfa'yı o dizilerde izleyip kendimi depresyona sokmuştum. Evet yapmıştım bunu.

"Urfa'lı olsam komedi diye izlerdim hepsini. Kadına verilen değer falan çok farklı. Ben de şey sanıyordum, herkes kız çocuğunu dövüp zorla evlendiriyor. Ne kadar korktum biliyor musun onları izlediğimde? Ama işler farklı. Karadeniz'e atanan arkadaşlarım var onlar şikayetçi asıl. Havasına alışamadık diye, Urfa çok iyi. Vallahi şanslıyız."

Geldiğimden beri arayıp soran arkadaşlarıma anlattıklarımı bir tur da Zafer'e geçtim. Hatta böyle her bir tarafa yazasım vardı. Kendi ülkemizde kendi kültürümüzün parçasına, insanına yaptığımız büyük haksızlıktı.

Dikkatle beni dinlerken sigarasını yarılamıştı. Dumanı benim tarafıma üflememeye dikkat ediyordu. "Diziler tabi ki abartı. Benim de anne tarafı Karadeniz'li. Şive falan yok şu televizyondakiler gibi mesela. Televizyona ne bakıyorsun? Biri on yapıp eskiyi de hala var gibi anlatıyorlar. Ama yine de şu töredir aşirettir var o tarz kavramlar hala." İstemediğim cümle dibimde bitti. "Sadece eskisi kadar değil. Bak gözün korksun diye söylemiyorum ama kaç kez silahlı olay oldu burada. Şu mafyatik tipler falan. Çok aksiyon dolu dakikalar yaşadığımız var, başta korkuyor insan ama sonra alışıyorsun. Sonra sağda solda hava basıyorsun aşiret ağasına baktım diye. Hatta bir kere biri şey göndermişti taburcu edildikten sonra; bir tepsi kadayıf! İyi adamlar ya pisine gelmezsen. Kaç sezon mafya dizisi izledim yine o kadar onurlanıp yükselmedim. Düşünsene Efsun, aşiret ağası sana kadayıf gönderiyor."

O kadar gururluydu ki... O kadar olurdu en fazla.
Söylediği şeye kıkırdarken onu dinlemeye devam ettim. Dakikalar da aktı gitti. Kahvenin kısa sürede dibini görürken yüzümü elime yasladım. Gözlerim ağrıyordu. Uykum vardı ama nasıl bir yerden sonra fazla açlık hissedilmemeye başlıyorsa bu da öyleydi. Şu an uykumun geldiğini hissedemiyordum.

Kısa bir an spontane şekilde aramızda sessizlik oluştu. İnsanların koşuşturması, çocukların ağlayışı, annelerin isyanını Zafer'in yüzüne bakıp dinlerken o karşıya bakıp sigarasını içiyordu. Tek nefeslik ömrü kalan sigarayı tereddütsüzce bir izmarite dönüştürdü ve yerinden tamamen kalkmadan yan taraftaki çöpe attı.

Bana döndüğünde tam ağzını açmıştı ki acil kapısından içeri siyah bir araç öyle kulak gıcırdayan bir ses ve hızla daldı ki herkesin bakışları bir domino taşı misali oraya döndü. İkimizde dikleştik.

Sürücü koltuğundan inen adam "Doktor!" diye bağırırken istemsizce bir telaş sardı bedenimi. İkimizde aynı anda ayaklanırken hızla oraya doğru koştuk. Siyah takım elbiseli adam arka kapıyı açarken gözüm bir kadının kucağında bileğinden tabiri caizse oluk oluk kan akan genç bir kıza takıldı. Yüzü kireç gibi olmuş bana bir an yaşadığını sorgulatmıştı. Sesimi duyurmak için var gücümle hastane kapısına doğru bağırdım.

"SEDYE GETİRİN!"

Zafer hastaya doğru eğilirken kalabalığın dikkatini daha çok çekmiş insanlar tüm algısını buraya vermişti.

⏳⌛⏳

Serdar hocaya bakarken elimdeki dosyanın sağ üst köşesinde kaldı gözüm.

"On sekizine daha dün girmiş." dedim düz bir seste soluk bir tenle yatan genç kıza bakarken. İçimi kaplayan bir ton kara bulut vardı. Gün belki güneşli doğmamıştı benim için ama yine de sabah gökyüzü aydınlıktı. Dünya üzerinde bu kadar genç bir yaşın hayattan nefes alacak kadar nefret etmesi çoğu vicdana karabasan gibi çökmeye yeterdi. Dönüp dönüp o doğum tarihine bakıp duruyordum. İntihar etme fikrinden daha ağırdı, doğum gününden bir gün sonra bunu yapması.

Dün dilek hakkını ölmekten yana mı kullanmıştı? Bu soru istemsizce dolaştı kafamda. İntihar bir günde alınan bir karar değildi ya.

Gerçi dün pasta kesmiş miydi o bile muammaydı.

"Dün doğum gününü kutlamış olması gerekiyor. Neden bugün bu halde burada aklım almıyor."

O benden çok daha soğuk kanlı bir halde tepkisiz dururken "Bilemeyiz." demekle yetindi. Bu alışmışlık bir gün benim de damarlarıma sızacaktı. Bu ihtimal birkaç saniye duraksattı beni.

"Polikliniğe sevk işlemlerini başlatayım mı? Psikiyatri servisini arayacağım birazdan, bir de sanırım hastane polisine haber vereceğiz." Başını iki yana sallayarak bana baktı. "Ben gerekli şeyleri yaptım. Senin yapman gereken bir şey yok. Hasta sevk edilmeyecek."

Kaşlarım havalanırken "Neden?" diye sordum bilinçsizce. "Biz gerekli müdahaleyi yaptık ama acilde işi bitti. Ailesiyle konuştunuz en son. Ne dediler, polis ne zaman gelecek ifade için? Hasta adli olguya giriyor."

Çıkış kapısına ilerledi yüzüme bakmadan. "Sorgulaman gereken bir şey söylemedim. Ben prosedür neyse uyguladım. Aileyle de konuştum. Sen görevli olduğun alana gidebilirsin." dediğinde ben bir şey diyemeden beni gerisinde bırakıp yanımdan ayrılmıştı. Müdahale anında da geri çekilmemi istemiş, ayaklarım bir türlü gerisin geri gitmemişti. Çok gençti. Çok küçüktü hatta.

Hasta kapısının önünde öylece dururken Serdar Hocanın gidişini izledim garipçe. Bir intihar vakası vardı. Normal olan onun yaptığı mıydı? Biraz daha üzerine düşülmesi gerekmiyor muydu?

Boş koridorda duyduğum adım seslerinin sahibi kızı getiren kişilere ait olduğunu fark edince kapının önünden ayrılmadım. Bana yaklaştıklarında gözüm ikisi arasında gidip gelirken yaşça büyük olan, kızın annesi diye tahmin ettiğim, kişiye doğru konuştum.

"Kızınızın durumu iyi," diye başlayabildim ne diyeceğimi şaşırırken. "Henüz uyanmadı, yediği narkozun etkisinde. Basit bir kesik değildi. Sinirleri ve damarlarına kadar zarar görmüş. Bunun için kullandığı aleti derine saplaması gerekiyor. Psikiyatriden gelen arkadaşlarımız kendisiyle konuşacak ama sizin bildiğiniz bir sorun var mıydı bu tarz bir şeye sebep olabilecek?"

Henüz daha taze olduğum meslekte ilk kez karşılaştığım bu vaka, bana ne yapmam gerektiğini sorgulatırken gözlerim muhtemelen kızın ağabeyi olan adama kaydı. İkisi de sessizdi. Ta ki beni çileden çıkaran şu soruya kadar.

"Ne zaman çıkabiliriz hastaneden?" esmer çehrenin dudaklarından dökülen bu ifadeyle bakışlarıma sinir dokundu.

Ne zaman çıkarabiliriz mi?

"Ben sana kardeşin kendini öldürmek istemiş diyorum. Senin merak ettiğin bu mu? Babası nerede bu kızın?" derken sesim az öncenin aksine daha sertti, annesine döndüm. "Eşin nerede?"

Kadın gözlerini oğluna çevirdi kısa bir an. "Ben annesi değilim." dediğinde kaşlarım tamamen havalandı.

"Ne demek annesi değilim? Annesi babası nerede bu kızın? Siz kimsiniz?" art arda sorduğum sorularla yüzünde bir telaş dolaştı kadının. Tehlike çanları beklenmedik anda çaldı. Ne oluyordu burada?

Oğluna, ki oğlu mu bilmiyorum, baktı. Adam ters bakışlarıyla beni süzerken "Doktor," dedi tuhaf bir sesle. Sonra ekledi. "Hanım. Biz evin çalışanlarıyız. Ailesi şehir dışında. Ailesi yokken yapmış ne yapacaksa nerden bilelim niye yaptı. Annesi babası yolda."

Olay gittikçe garipleşti, şüphe gittikçe arttı. Kesilen bilek olmasaydı bu ikili gözümde şüpheli bir konuma bile düşerdi. Aklıma gelen tek şey Serdar hocaya gitmekti. Normal olmayan bir şeyler vardı. Bir şeyler dönüyordu.

"Hastayı yormayın. Uyandırmaya çalışmayın. Ara ara hemşire ya da ben kontrole geleceğiz. Çıkış için de bu kadar acele etmeyin. Daha psikiyatriden görülmedi. Ayrıca polisin sizinle ve kızın ailesiyle konuşacakları olacaktır." bir süre boş boş bakıştık, nedensizce bir tepki bekledim.

Daha fazla yanlarında durmayıp seri adımlarla uzaklaşırken koridorun sonunda danışmanın önünde durdum "Serdar hocanın nereye gittiğini gördün mü?" dediğimde ileriyi gösterdi.

"Kırmızı bölgede, çıktıysa görmedim ama." diye yanıt verirken gülümseyip başımı salladım. Acile gelen en ağır vakaların olduğu alana girerken gözümle etrafı tarıyordum.

Bir hastanın başında durmuş, benim gibi pratisyen hekimin yaptığı müdahaleyi izliyordu. Acil bu saatlerde sakindi. En azından kırmızı alan sakindi. Çünkü genelde kazaların geldiği yerin yoğunluğu gece geç saatlerde olurdu.

"Hocam," diyerek ileriye doğru seslendiğimde birkaç bakış bana yöneldi. Serdar hoca, Doktor Hüseyin'e başını sallarken "Bu şekilde devam et. Ben gelmeden hasta taburcu edilmesin." diyerek aldığı onaydan sonra bana doğru ilerlemeye başladı. Bana varmadan "Hocam Zeliha Karadere, intihar vakas-"o an kolumdan öyle büyük bir hızla tuttu ki aniden irkilerek geri çekilmeye çalıştım. Ani temas beraberinde öfkeli de olunca ne söylediğimi, yanlış bir şey mi söylediğimi düşünmemek elde değildi. Öyle bir üstüme gelindi ki sanki  ortak bir cinayetimiz vardı da açık ediyordum.

Boğazını temizleyerek ileriyi gösterdi. Kırmızı bölgeden çıkıp hastaların olduğu yerden az da olsa uzaklaştıktan sonra "Efsun," dedi sert bir şekilde. "Biraz daha yüksek sesle konuşmaya devam edecek misin?" derken bir haftadır ilk defa bu kadar gergin davranıyordu.

Serdar hoca acilden sorumlu uzman doktordu. Genel olarak bütün acilin kontrolü onda, son sözün daima sahibiydi. Ama çok daha kritik anlarda bile böyle bir çıkış görmemiştim.

"Pardon hocam," dedim gerginliğini görmezden gelip. Üstünde durmam gereken nokta bu değildi.
"Zeliha Karadere'yi getirenler ailesi değil. Ailesinin çalışanları. Kızı ne zaman hastaneden çıkaracaklarının peşindeler. Bu işte bir gariplik yok mu? Kız ailesi yokken intihar ediyor, ailesinin haberi var ve yoldalar sözde. Saçma sapan tavırda kızı getirenler. Bakın size de ailesi diye tanıtmışlar kendilerini. Ba-"

"Ef sun," sesindeki tahammülsüzlük ve sertlik yüzümü garip bir şekle sokarken gözlerimi kıstım. Adımı resmen hecelemişti.

"Ben kızın ailesini tanıyorum. Hatta biraz daha yüksek sesle konuşup soy adlarını telaffuz edersen buradaki çoğu kişinin de haberi olacak sayende. Kızın bizzat ailesiyle konuştum. Gereken neyse yaptım. Kurcalama dediysem bitmiştir. Nasıl bir maceranın peşindesin?"

Ellerimi iki yana kaldırdım şaşkınca. "Macera mı?" Gerçekten böyle mi duruyordum dışarıdan? "On sekiz yaşında bir kızın kendini öldürmek istemesini bu kadar rahat karşılamamam mı macera? Kim ailesi siyasetçi mi? Nereden tanınıyorlar? Hem ne yani şimdi sırf ailesi tanınmış diye öylece bırakacak mıyız? Birinci de başarılı olamadı ikinciyi denemeyeceğini nereden bilebiliriz?"

Sabırla nefes alıp etrafa baktı kısa bir an. Elini şafaklarda bastırdıve sanki istediği elini ağzıma bastırıp beni susturmaktı. Konuşmam o kadar sinirlerine dokunuyordu."Senin karşında kim var farkında mısın? Benim doktorluğumu mu sorguluyorsun?"

Gözlerim şaşkınlıkla aralandı. "Tabi ki hayır," dedim hayretle. Laflarım başka yöne çekiliyordu. Ve sanki kasten. Bilmiyorum ya da ben yanlış anlıyordum. "Ne haddime? Ben sade-"

"Sen sadece işini yap. Kurcalama. Eğer devam edersen bir hafta boyunca değil hastaya bakmak bu hastanenin bütün dosya işlerine bakarsın. Geldiğin yerde nasıldı bilmiyorum ama burada üstüne saygı duymayı, sus dediğinde susmayı öğreneceksin. Çok toysun, şimdi kalbini kırmak istemiyorum. İşinin başına dön. Soy isim ve vakayı da her yerde telaffuz etme. Başına dert alacaksın."

İtiraz etmek için aralanan dudaklarıma fırsat vermeyip son bir bakış atarak uzaklaştı hemen yanımdan. Arkasından şaşkınca bakarken dımdızlak kalmıştım ortada.

⏳⏳⏳

Çıplak olan kolumu diğer elimle sıvazlarken "Peki baş ağrın aniden mi oldu yoksa yavaş yavaş mı arttı?" diye sordum. Yan tarafımda oturan Zafer hastanın bilgilerini ekranda gerekli yerlere girerken orta yaşlarında olan genç adama baktım.

"Sabah kalktığımdan beri." derken yüzünde geldiğinden beri olan buruşuklukla bana bakıyordu. Önümde intörnlerin yazdığı notlara bakarken "Tansiyonu normal. Ateş ve bulantısı yok." dedim sandalyemde hafifçe geriye gittim.

"Kusma olmadı değil mi?" diye sordum tekrardan. Başını iki yana salladı. Sağ tarafımızda kalan beyaz hasta yatağını gösterirken "Yatağa alayım seni." derken ayaklandım.

Zafer geri çekilip başını sallayarak geçmemi bekledi ve ardımdan ayaklandı. Elimdeki ışıklı kalemi hazır hale getirirken hastaya yaklaştım. "Şimdi gözlerini kapatma." diyerek hastanın önce sağ sonra sol gözüne tutarak pupillerinde ışığa tepki vererek küçülme olup olmadığına baktım. O sırada Zafer konuşmasında ve hafızasında sorun olup olmadığını anlamak için hastaya sorular sormaya başladı.

"Adın soyadın neydi?"

"Ahmet Çıkmaz."

"Şimdi ışığı takip et başını oynatmadan. Sadece gözlerinle." derken yavaş hareketlerle sağa ve sola doğru elimdeki kalemi oynatmaya başladım. "Ahmet hangi aydayız ve ayın kaçı?"

Işığı takip eden pupilleri arasında aynı oranda açıklık olduğuna emin olduktan sonra ışığı kapatıp geri çekildim.

"Otuz ekim." diye cevap verdi ışığa maruz kalmış gözlerini ovuştururken.

"Kaşlarını sıkıca yum. Yapabildiğin kadar." dediğimi yaptı. "Aynı şekilde kaldır kaldırabildiğin kadar." Dediklerimi sorunsuzca yaparken "Dişlerini de sıkarak gösterir misin?"

Başımı sallarken "Tamam." diyerek yapmasını söylediğim şeyi sonlandırdım. "Kollarını dua eder gibi öne doğru açarak uzat, gözlerini de kapat." dediğimde yer açılsın diye bir adım geriye gittim. "Ben tamam demeyene kadar dur öyle."

Herhangi bir kolunun dirençsizlik gösterip daha önce düşmesi kaslarında dengesizliğe işaretti. On saniye boyunca sorunsuzca kollarını havada tutabilirken "Tamamdır çok güzel." diyerek kollarını indirerek gözlerini açmasını sağladım.

"Şimdi ayakkabılarını çıkarıp sırt üstü yatar mısın?"

Ağır hareketlerle dediğimi yaparken "Daha önce bu tarz bir ağrı yaşadın mı?" diye sordu Zafer arkamdan. Hasta kafasını sallarken "Bir iki kere daha olmuştu." dediğinde bana baktı. Hastanın dizlerini kırarak havalandırdığımda "İndir demeyene kadar dur." diyerek Zafer'e döndüm.

"SAK ve menenjit ihtimali yok o zaman?" dedim bir taraftan içimden ona kadar sayarken. Başını salladı. Dediğim hastalıkların iki kere yaşanma olasılığı yoktu. Tabi hasta yanılmıyorsa. Ki bu da küçük bir ihtimaldi.

Hastanın herhangi bir tarafı güçsüzlük yaşamadan sabit dururken "Tamam Ahmet indirebilirsin." dedim daha fazla zorlamadan.

Elime taktığım eldivenle ayak tabanına bastırırken elimi "Gaza basar gibi elimi iter misin?" diye sordum. Bunu her iki ayağına da yapıp herhangi bir güç farkı olmadığına emin olduktan sonra hastanın başına doğru yaklaştım.

"Kafanı tamamen sal. Ben hareket ettireceğim." dedikten sonra başını sağa sola yatırırken "Hayır," diyerek duraksadım. "Bana destek olma. Başını rahat bırak. Ben yönlendireceğim."

Başını hafifçe sallarken kaldığım harekete devam ettim. Herhangi bir sorun gözükmüyordu. Sağa sola yatırırken zorlanma yoktu. Son olarak hala serbest tuttuğu başını çenesinin göğüs kısmına rahatça temas ettirilip ettirilmeyeceğine baktıktan sonra geri çekildim.

"Ense sertliği yok." derken Zafer'e ithafen, hastaya bakarak "Doğrulabilirsin." dediğimde ayakkabılarını giymeden ellerini uzatmasını söyledim. Uzattığı ellerine iki parmağımı koyarken "Parmaklarımı var gücünle sık şimdi." dediğimde baya kıracak şekilde sıktı.

"Tamam," dedim kısa sürede tatmin olurken. "Tamam süpersin." diyerek parmaklarını bırakmasını sağladım. Elimdeki eldiveni çıkarıp çöpe atıp kalktığımız yere geri otururken hasta ayakkabılarını giymeye başladı. "Her şey yolunda. Nörolojik muayenende hiçbir sorun yok. Şimdi ağrı kesici yazıyorum. İçip dinlen, sıcak bir duş iyi gelebilir. Eğer ağrın dayanılamayacak raddeye gelirse, ağrı kesici bir işe yaramazsa tekrardan gel. Başka bir problem var mı?"

Doldurduğum reçetenin üstüne barkodunu yapıştırırken altına kaşemi bastım. Öğrenciyken bu kaşe basma işine ne meraklıydım. "Yok ablacım, sağ olasın." dedi elimdeki kağıdı alan muhtemelen benden birkaç yaş büyük olan adam.

"Geçmiş olsun." diyerek başımı sallarken "Kolay gelsin." dedi ve muayene sırasında Zafer'in kapattığı kapıyı açıp çıktı. O kapıyı kapatmadan hemşirelerden biri içeriye başını uzattı. "Efsun Hanım bana haber ver dediğiniz hasta uyandı." derken doğruldum anında. Gözüm bu haber için uzun süredir kapıdaydı.

"Zafer ben geliyorum." dediğimde başını salladı, içeriye giren hastaya bakarken. Haber veren hemşire bana bakarken odadan çıktığımda kapıyı örttüm. "Serdar hocaya haber verme ben söyleyeceğim," etrafı kolaçan ettim kısa bir an.

"Eğer beni sorarsa da sakın o hastanın yanında olduğumu söyleme. Bir şekilde idare et."

Yüzü garip bir ifade aldı. Başını ardından serice salladı. "Ama doktor ha-"

Zaman kaybetmeden ona yaklaşıp kolunu sıvazladım "Benim makyajımı çok beğeniyordun değil mi?" diye sordum yapmamam gereken ve gram etik olmayan şeyi yaparken. Henüz daha hemen hemen yeni mezun olan, en azından ilk görev yerinde olan hemşireye bakarken. Anlamsızca başını salladı.

"Yakında nişanın var. Söz makyajını ben yapacağım." dedim açık açık rüşvet teklif ederken, gözleri ışıldadı. Tıp okumasam her halde Danla Bilic'in yan çarı olurdum. İlgim çok fazla vardı ve elim çok yatkındı. Bunu hemşirelerin de olduğu bir ortamda konuşmuştuk. Bu, nöbete kalacağım gün bile makyaj sürüp geldiğimden dikkatlerini çekmiş olacak ki dile getirmişlerdi.

Bir de Urfa'da bir hastaneye göre fazla süslü kalıyordum. Bunu da farkındaydım. Ama çok vazgeçebildiğim söylenemezdi.

"Yalan söylemene gerek yok. Zaten fark etmeden geleceğim. Hadi etti diyelim bilmiyorum de, yalan söylemeni istemiyorum senden." Kararsızca bana baktı. "Nöbetim de olsa makyaj malzemelerini alıp geleceğim. Söz. Hatta istersen saçınla da ilgilenirim." Elimdeki son kozu da ortaya koyarken daha fazla direnemedi ve başını salladı.

"Ama çabuk gelin."

Rahatlamış bir ifadeyle gülümserken başımı salladım. Yarı koşar adım bulunduğum alandan çıkarken hastanın bulunduğu yere doğru ilerledim. Zaten böyle bir vakanın hastanenin en ücra odalarına verilmesi, acile bağlı tutulup sevkinin yapılmaması ama acil içinde bulunan bir yatakta tutulmamasından anlamalıydım. En başından beri bir şeyler dönüyordu.

Koridoru kısa sürede aşıp hasta odasının içine girerken gözüm direkt olarak başta annesi olarak tahmin ettiğim kadında takıldı. Adam yoktu. Bir şey söylüyordu muhtemelen ama kapı açıldığı gibi susmuştu. Zeliha'ya bakarken içimde tuhaf bir telaşla, bomboş bir şekilde tavanı izlediğine şahit oldum. Yanında konuşan kişiyi değil de beyninin içinde konuşan kişiyi dinliyordu sanki.

"Ne zaman uyandı?" diye sordum kadına bakarken. Tam olarak büyük evlere kalfalık yapacak bir insana benziyordu. O ilk gördüğümdeki anne profili şimdi yoktu. Annesi olsa böyle dik olabilir miydi? Canından can giderdi.

"Hemşire buradayken." diye cevap verdi. Hastaya doğru yaklaşırken gözlerim sargılı olan bileklerine kaydı kısaca. O dikişler atılırken ben de oradaydım ama ilk kez görmüş gibi içim yandı o an. Tırnaklarını ara ara bilinçsizce yatağa bastırıyordu.

"Zeliha," dedim yumuşak bir sesle. Onu adıyla seslenmek bir an gülümsetecek gibi oldu beni. Zeliha.

Su perisi...

"Nasıl hissediyorsun?" dedim o an ne söyleyeceğimi bilemezken. Tavanı izlemeye devam etti. Serumunun akış hızını kontrol ederken "Ağrın varsa ağrı kesici verebilirim." diye devam ettim ama mimiklerinde herhangi bir değişiklik olmadı. Beni duymadığından bile şüphe edebilirdim. Kafasının içi bu kadar mı gürültülüydü?

Yanımızda olan kadın ona doğru bir adım attığı sıra irkildiğini fark ettim. Kendisine bir zarar vereceklermiş gibi. Bu geldiğimden beri verdiği ilk tepkiydi. Kadının bakışları yaptığı bu hareketle bana dönerken sesimi olabildiğince düz tutup "Sizi birkaç dakikalığına dışarı alabilir miyim?" diye sordum.

Sürem kısıtlıydı. Serdar hoca her an gelebilirdi. İşin doğrusu basabilirdi. "Niye, kızım sayılır Zeliha?" dediğinde benimle birlikte Zeliha'nın da bakışları ilk kez bu kadar net onu buldu. Kızı sayılsa böyle mi olurdu insan? Olmazdı biliyordum. Yalan söylüyordu. Ve bu en çok da Zeliha'ya yalan geldi.

"Annesi olsaydınız da bir şey değişmeyecekti. Muayene etmem gerek. Hasta mahremiyeti, uzun sürmez. Dışarıda bekleyebilirsiniz."

Sesim itiraz istemeyen bir tonda çıkmış, bakışlarım kapıyı işaret etmişti. Kafasını salladı. "Bir şeye ihtiyaç olursa kapının önündeyim."

Olmaz... Bir şeye ihtiyaç olmaz.

Boş bir ifadeyle çıkışını beklerken yavaş adımlarla çıktı odadan. Kapanan kapıyla gözlerim Zeliha'yı bulurken o tekrar beyaz tavana bakmaya başlamıştı.

Ona biraz daha yaklaşırken güzel yüzüne baktım. İçimden tekrar ettim. Zeliha.

Su perisi.

Acaba adının ona ne kadar çok yakıştığını biliyor muydu? Annesi ya da babası muhakkak onu bu sıfatla seviyordu. Bir an bu geldi aklıma.

"Konuşmak ister misin?" sesim kısık, onu korkutmamak için sakindi. Bir doktordan çok bir abla gibiydi.

Cevap vermedi. Bir süre sessizce kaldık. "Çok güzel bir ismin var. Anlamını biliyor musun?"

Aptallığıma ilk ben güldüm. Bu da soru muydu?

"İsmimi seviyorum aslında ama seninki çok daha güzelmiş. Zeliha." Diye tekrar ettim. Bana cevap vermiyordu ama beni dinlemiyor da olabilirdi. Bir an sessizleştik, ben konuşmasam o asla konuşmaz gibiydi.

"Benim adım da Efsun." Bu bir tanışma cümlesi değildi, ismimi tanıtma cümlesiydi. "Büyülü demek bir yerde. Aslında biraz andırıyor anlamları. Aynı kapıya çıkıyor gibi. Ne dersin?" Ondan minicik bile bir mimik görsem içim bayram yeri gibi olacaktı sanki. Ama yok beni durmuyordu bile galiba.

"İkimizin de isminin güzelliği yüzüne yansımış bence."

Su perisi...

Belki bende herkes hemfikir olmazdı ama onda aksi mümkün değil gibi geldi gözüme. Bu haline rağmen yüzü adının anlamından başka bir şeyi hatırlamıyordu bana.

Normal bir an da belki buna gülerdik ama ortada sadece benim sesimin samimiyeti vardı. Devam edecektim ben kendi kendime sohbet etmeye ama bir farkındalık aniden geldi beni buldu.

Ben neyden bahsediyordum? Ben intihar etmiş birine neyden bahsediyordum?

Sesim aniden kesildi dudaklarımı birbirine bastırdım. Sessizliğimde tıpkı konuşkanlığım gibi onda bir tepkiye neden olmadı. Beni dinlemiyor değil duymuyordu. Konuşmamın yönü olması gereken yere doğru daha fazla sapmadan kaydı.

"Dün," Dedim tereddütle. Ama bunun için zamanım yoktu, belki de en baştan kurmam gereken cümle buydu.  Karşımda kapalı bir kutu vardı ve zaman çok azdı. "on sekiz olmuşsun. On sekiz. Belki de o yaşa gelene kadar en çok beklenilen ya-" hiç konuşmaz dediğim, kapalı kutu olarak nitelendirdiğim genç kız bir cümle kurdu. Bu cümle bir kabristanı ayağa kaldırabilir, bir yenidoğan servisini kabristana çevirebilirdi. Kapalı bir kutu değildi, yanılıyordum. Bitik bir ruhtu.

"Niye kurtardın beni?"

Sorduğu soru bir tokat gibi yüzüme çarparken yüzüm başka bir yöne savrulmadı belki ama kalakaldım. Asla beklemediğim bu sorgulayışla bir adım geriye gideceğimi sandım. İntihara kalkışmış birinden güllük gülistanlık bir cümle beklemek ahmaklıktı ama yaşamın o tatlı varlığı kurtulduğu an önüne gelmemiş miydi? Hala ölmek mi istiyordu?!

Yutkunmaya çalıştım ama sorduğu sorunun ağırlığı mı yoksa o sorudan çıkan acımasız anlam mı bilmem boğazıma sayısız düğüm atmıştı. Kendisinden bir anlık gafletle esirgediği nefesi şimdi boğazından akarken 'Yaşamak! Her şeye rağmen!" Diyemiyor muydu?

"İşim bu." dedim omuzlarım öne doğru düşerken. "Ama bu olmasaydı da on sekizine yeni girmiş bir kızı yine kurtarmak için elimden geleni yapardım."

Ne zaman dolduğundan bir haber olduğum gözlerinden akan gözyaşı yastığına damladı hızla. Bu tek bir damlayla kalmadı, o kadar çok aktı ki nasıl bu kadar biriktirdi anlayamadım bile. Hıçkırmıyordu. Ama kan ağlıyordu.

"Niye izin vermedin ölmeme?" diye devam etti sanki verdiğim cevabı hiç duymamış gibi. Minnete alışmış kulaklarıma bu öfke çok ağır geldi. Çok taze, capcanlı bir kızgınlık vardı. Şu an dünya üstünde en çok banaydı sanki öfkesi. Ona öyle büyük bir kötülük yapmıştım ki sanki bunu yerli yerine bile koyamıyordu.

"Zeliha," dedim ona daha fazla yaklaşırken. "Ölmene izin vermem için en az elli sene daha yaşamalıydın ve benim yapabileceğim hiçbir şeyin kalmaması gerekiyordu." Karşısında onu öldüren biriymişim gibi kalmak bir an olduğum yerde ezdi beni. "Neden yaptın bunu kendine?" Bu soru için erkendi belki ama tutamadım kendimi. "Daha çok küçüksün, daha çok güzel zamanlar var önünde. Neyi kendi canının önünde tuttun?"

Belki bu söylediklerimi bir psikolog duysa beni bu odadan çabucak çıkarır sağlam bir fırça atardı. Belki bir intihar vakasına yaklaşım bu olmamalıydı. Belki çok daha berbat ediyordum her şeyi. Belki öfkesi daha da büyüyordu.  Bilmiyordum ama engel de olamıyordum.

Kafasını iki yana salladı gözyaşları daha hızlı akmaya başlarken. "Niye izin vermediniz?" Avuç içlerini gözlerine bastırdı. Bilekleri ağrıyordu, biliyordum. Ama niye hissetmiyordu? "Halledecektim her şeyi. Halletmiştim. Olacaktı. Niye öldürdünüz beni?" dedi daha çaresiz bir sesle. O an kurduğu cümledeki anlamı yorumlayamadım. Tekme tokat dayak yesem onun attığı tekmeler kadar bir ağrı hissetmezdim. Sözleri direkt kalbimi hedefliyor. Onu yaşatmamıza, ölmek gözüyle baktığını idrak edemedim.

Hışımla kolundaki damar yoluna yönelirken telaşla engel oldum. "Sakin ol, dikişlerine zarar vereceksin." desem de daha da hırçınlaştı.

"Bırak!" dedi öfkeyle. Gözüm arkadaki alarm düğmesine kaydı. Bunu yapmadan önce son bir şans omuzlarından tuttum sıkıca. Zaten çok kuvvetsizdi.

"Zeliha sakinleşmezsen uyutmak zorunda kalacağım. Lütfen dur. Dikişlerine zarar vereceksin. Hadi güzelim."

Bileklerini ben zarar vermeden tutmaya çalışırken duyduğu cümlelerle ya da zaten takati olmadığı için bilmiyorum tüm çırpınışlarını kolu kanadı kırılmış gibi durdurdu. O an gözyaşlarına küçük küçük hıçkırıkları dahil oldu. Çok kısa bir an göz göze kaldık. Kilometrelerce koşmuş gibi nefes nefese yüzüme bakarken yutkundum.

İrislerini çevreleyen beyazda; sözde onun kendine çok gördüğü, işin aslı ona çok görülen bir hayatın soğumaya yüz tutmuş cesedine ait parçalar vardı. Bu aslında o kadar netti ki fark ettikten sonra aslında görmemek için kör olmanız gerektiğini anlıyordunuz.

Sanki bunu fark ettiğimi anlamış gibi gözlerini kaçırdı benden. Ağır ağır yutkunurken tam hafifte olsa geri çekilecekken ben, fazla yakın temasımızdan olacak gözüm boynuna takıldı.

Gözlerim kısıldı, gördüğüm şeyin ışık yanılması mı olduğunu ayırt edemezken biraz önce çırpınışından önüne düşen saçlarını geri çektim. Saçlarından kurtardığım boynuna dehşetle baktım. Saniyeler yüklü çuvallara dönüşüp sırtıma binerken yıkılmamak için direnirken buldum kendimi. Kan akışım yavaşladı, nefesim artık hissedilir şekilde değildi.

Boynunda birden fazla emme ve ısırıkla meydana gelmiş morluklara çürüklere bakarken ellerimin buz kesildiğini hissettim.

Sararmaya yüz tutmuş izlere baktım dehşetle.

Tahmin ettiğim şey olmayabilirdi.

Tahmin ettiğim şey olmayabilirdi.

Sakin olmalıydım tahmin ettiğim şey olmayabilirdi.

Onu telaşa sokmamak için daralan nefesime rağmen geri çekildiğim sıra avuç içlerimi gri kotuma bastırdım tüm gücümle. "Zeliha, biraz doğrulabilir misin?" diye sordum az da olsa titreyen sesimle. İç çekişleriyle başını iki yana salladı. Algılarım durmuştu. Şimdi dünyanın en önemli insanı gelse buraya yine de ağlayarak Zeliha'nın bedenine bakmak isteyecektim. Kalbime asıl tekme şimdi atılmıştı. Derince soluklanırken dudaklarımı ıslattım ağır ağır.

Sakin olmalıydım. Tahmin ettiğim şey olmayabilirdi.

"Lütfen," dedim yalvarırcasına. Tepkilerimi kontrol edemiyordum. Ağlamak istiyordum. Odadan kaçıp ağlamak istiyordum. "Sadece basit bir muayene. Sonra seni rahat bırakacağım. Lütfen. Canını yakmayacağım. Hadi Zeliha," derken ağlamaya devam etti hareket etmeden. Aldığım nefesler sıklaşırken ona yaklaşıp yavaşça doğrulmasını sağladım. Engel olmadı. Şu an ne yapsam engel olmayacak gibiydi. Kim çektiyse bu kızın bedeninden tüm gücünü kalbini yerinden sökmek istedim o an ilkel bir istekle.

Sırtını hasta yatağına yaslarken göz göze geldik. Baktığım yaşlı gözlerde kaldım birkaç saniye. Gülümsemek istedim ama dudaklarım hareket dahi etmedi. Sanki biri iki dudağımı birbirine dikmiş tek bir hareketimde o dikişler patlayacaktı.

Belki gülümseyemedim ama ellerim yüzüne gitti. Yavaşça gözyaşlarını silmekti amacım ama korkuyla geri çekildiğinde o an geriye doğru çekilip yere çökeceğime sandım. Dudaklarımı diken iğne iplik kalbime saplanan mızrağın açtığı yarığa doğru ilerledi. Temastan korkuyordu.

Bu ihtimal her bir tarafımı ateşe verdi.

Temastan korkuyordu.

Elim havada asılı kaldı. Yüzüne bakacak kuvveti kendimde bulamadım, bakışlarımı kaçırdım.

Gözlerim kollarına kayarken çürümeye başlayan izlere baktım. Bedenine varla yok arasında temas eden ellerim zangır zangır titriyordu.Dişlerimi birbirine bastırırken saçlarını sağ tarafında toplayıp bir tarafını tamamen açtığımda elim yavaşça hastane elbisesine gitti. Ama orada duraksadı. Göreceğim şey beni o kadar korkutuyordu her hareketimin sonu durmaya çıkıyordu.

Boynunda olan izler daha net gözüktüğünde dudaklarımı birbirine bastırdım. Buz tutan elimi hastane elbisesine uzattığımda ilk temasımda elim elektrik akımını iletiyormuşçasına irkildi.

"Tamam," dedim onu sakinleştirmek ister gibi. "Tamam şimdi bitiyor." derken hafifçe açtığım kıyafetten gözüken; iki göğsünün arasındaki o iz bütün iplerin bende kopmasına sebep oldu. Göğüs oluğunda söndürülmüş sigara yanığı beni büyük bir darbeyle geri savururken kendimi ondan uzaklaştırmamak için çok zor tuttum.

Kafamın içinde aniden cirit atmaya başlayan düşüncelerin adım sesleri yankı yaptı uzuvlarımda. İçim ya da vücudum titredi bu kargaşayla. Birbirleriyle çarpışan onlarca düşünceden güçlü kalamayıp devrilenler diğerlerinin altında eziliyordu. Kafamın içi yalnızca birkaç saniyede savaş meydanına dönüştü. Kendimi bu kadar sıkmasam dudaklarımdan dökülen hıçkırık sesli olacaktı. Hafifçe açtığım elbisesini zorlukla kapatırken arkamı dönerek geri çekildim.

Elimi ağzıma örterken dolan gözlerime engel olamadım. Ağzıma uyguladığım baskı dişlerimi bile hissettiriyordu. Bir köşeye çekilip hıçkıra hıçkıra ağlamak isterken vücudumdaki tüm güç tek bir hamleyle çekilmiş gibiydi. Ayağımı yere vurdum hafifçe kafamı iki yana sallarken. Kalbimde hissettiğim ağrı büyüdü, büyüdü beni kıvrandıracak bir hale geldi. Ağlayarak kusmak istiyordum.

Benden senelerdir durmadan akan ama bir yerden sonra alıştığım yaradan sızan kan, miktarını arttırdı. Gördüğüm izler; seneler önce duvarların arkasına zorlukla ve vücudumda izler bırakması pahasına kilitlediğim o canavarları gün yüzüne çıkarmış, o yarayı elleriyle deşmelerine sebep olmuştu.

Geçmiş görmemek için bir yorganın arasına sıkıştırdığım eski bir fotoğraf gibiydi. Tam da şimdi aniden çevremi saran zemheriyle iliklerime kadar donduğumu hissettim. Sobamda yakacak odunum yoktu ve o yorgana muhtaçtım.

Geçmişimi sıkıştırdığım yorgana.

Midem bulanıyor, kusmak istiyordum.

Nasıl bir cesaretle bilmem ona döndüm seri bir hareketle. Bana bakma ihtimali aklımın kıyısına bile yaklaşmamıştı. Biraz önce sadece onun gözleri dolu doluyken şimdi ben de ağlamak üzereydim.

"Erkek arkadaşın mı?" diye sordum karakışın ortasında kalakalmış bir sesle. Zaten bana şüpheyle bakan gözlerindeki o ifade tuzla buz oldu. Koca bir apartmanı parmağımın ucuyla yıkmış gibiydim.

Düştüğü kuyunun dibinde attığı sessiz çığlıkların duyulduğunu fark etmişti. O çığlıklar duyulsun diye atılmayalı çok oluyordu. O yüzdendi canına kıymak isteyişi. Koca dünya bir kadına sağır olmuştu.

Koca dünya en çok kadınlara sağırdı zaten.

Kafasını iki yana salladı hızla. Elinin tersini yüzüyle buluştururken derisini yırtmak ister gibi sildi. "Hayır," dedi keskin bir sesle. "Hayır değil sevgilim. O sevgilim değil, değil sevgilim!" Kafasını delirmiş gibi iki yana sallıyordu. "Yemin ederim ben tanımıyorum bile, yemin ederim ben tanım-"

Titreyen vücuduna yaklaşırken başımı salladım çaresizce. "Tamam," dedim telaşla. "tamam değil sevgilin." sesim sakinleştirmek ister gibiydi ama ben de soğukkanlı değildim ki. Onu onaylamasam günlerce bunu tekrar edecek kalmış son bir avuç canını da bunun için kullanacaktı. "Tamam Zeliha. Tanımıyorsun." diye tekrar ettim. Parmak uçlarını dudaklarıma bastırdığında gözyaşımın damladığını hissettim. Bu bana ilk temasıydı, canımın nasıl yandığını ben bile kestiremiyordum.

Parmak uçlarında sonlandırmak istediği hayatın son kırıntıları, gözlerinde çaresizlik vardı. Sesimi kesmek değildi amacı, söyleyeceklerimi duymak istemiyordu.

Daima susturulan insanlar onlar için atılan çığlıklardan bile korkarlardı.

Bunu o kadar iyi biliyordum ki şimdi karşımda duran bu bedeni benden daha iyi anlayamaz gibi geldi o an.

"Kimseye söyleme." dedi korkuyla. "Kimseye söyleme. Hiçbir şey yapamadı. Engel oldum. Hiçbir şey yapamadı. Korudum, yemin ederim korudum. Yemin ederim. Kimseye söyleme. Ne olur kimseye söyleme."

Elimi parmaklarına örterken, tek tek öptüm parmak uçlarından. Parmak uçları bile acıyordu biliyordum. Titreyen kirpikleri, saçları. Canı o kadar çok yanıyordu ki, yaşamak onun için neden ölmekle yer değiştirmişti artık daha netti. "Tamam," dedim, sesimde kanadı kırık bir şefkat vardı. Uçamıyordu ama hala yürümek için direniyordu. Benim sadece canım ve geçmişim yanıyordu. Onun yanmayan tek bir zaman dilimi, hücresi yoktu.

Bu cümleler kulağıma o kadar tanıdık geldi ki kalbimdeki yarık daha da büyüdü. Kan değil geçmiş akmaya başladı. Şimdi değil iplik; halat bile getirilse açılan yer kapanmayacaktı kolayca. Ben bunu o an fark edemedim.

Yaram büyümemişti, yarama ortak çıkmıştı.

"Sakin ol," derken sesimden tek umduğum güven vermesiydi. Dolu gözlerimle yaşlı gözlerine baktım. "Sen istemediğin sürece kimsenin haberi olmayacak. Yanındayım ben. Tamam mı? Buradayım, korkma. Yanındayım. "

Gözlerinde bir güven belirtisi görmedim ama bunu beklemedim de zaten. Diğer elim yüzüne giderken ıslanan yanaklarını sildim. Soğukkanlı ol Efsun. Soğukkanlı ol. Başka çaren yok, dik dur.

"Seninle gelenlerin haberi var mı? Tanıyorlar mı onlar?" derken gözüm kısa bir an kapıya kaydı. Yüzü ellerimin arasındayken cevap vermedi.

"Zeliha ailen nerede? Onlara ulaşabilirim. Haberleri var mı? Anneni çağıralım hemen."

Tam telefonumu çıkarmak için geri çekileceğim sıra ikinci kez bana temas etti, bu kez parmak uçlarıyla değil elleriyle. Her teması bir öncekinden daha çok yakıyordu canımı. Hareketimi durdurdu. Ellerimi tuttuğunda kısa bir an gözlerim ellerimizde kaldı. Anında sıkı sıkıya tuttum ellerinden. Ona doğru eğilirken gözlerinin içine baktım. İkimizde nefes nefeseydik.

"Verme haber. Bilmesinler bildiğini. Ben söyledim sanır. Ne olur. Kimseye söyleme. Yalvarırım."

Art arda kurduğu bu cümleler takip edildiğini hisseden birinin; duraksadığı yerde, gölgesinin üstüne binen ikinci gölge gibi ürkütücü geldi o an.

Ailesi biliyor muydu?

Bütün dengem, mimiklerim, hislerim değişti. Gözlerim kapanacak gibi oldu.

Birkaç kez konuşmaya çalıştım ama dilimin üzerinde bir zehir çatlamış gibi uyuşmuş hissediyordum.

"A- ai..." nefesime bıçak saplanmış gibi duraksadım. "Ailen biliyor mu?" sesim içime kaçmış gibi kısık çıkarken ellerini benden kopup gidecekmiş gibi sıkı sıkıya tutuyordum. Başım dönüyor midem çalkalanıyordu. Beynimin duvarlarını biri tırnaklıyordu sanki.

Cevap vermedi, gözleri daha da yoğun doldu. Sadece gözyaşlarını konuşturduğu birkaç saniyelik sessizlik beni ateşle dolu bir sobaya atmış; geçen dört beş saniyeyi saatlerce hissetmeme sebep olmuştu. İnsanoğlu çok tuhaftı. Parmağının ucundaki yanığa günlerce sızlanırda, ruhunun tamamının yanmasına gıkını çıkaramazdı. Gıkımı çıkaramıyordum çıldıracaktım gıkımı çıkaramıyordum.

Elim gözyaşlarının yokuşlu yollar çizdiği yanağına gidecekken bu kez o sıktı elimi. Bırakmak istemiyordu. Bırakmamı istemiyordu. Bırakacağımı sanıyordu. Elimde olan elini dudaklarıma yaklaştırıp öptüm. Bana temas eden her bir noktasını öpmek istiyordum. Canı yanıyordu. Canı çok yanıyordu.

"Zeliha," dedim ses tellerimin üzerinde tepinen acıyla. "Sana ne yaptılar?" diye sorduğumda o an ikinci kez gittikçe ritmini arttırarak hıçkırmaya başladı. Çektiği acı koca bir beden olup aramıza geçerken onu aşıp ulaşamayacağımı sandım bir an. Canı çok yanıyordu. Daha küçük geldi gözüme o an. Daha minik. Su perisinin adı akıttığı gözyaşlarından geliyordu artık.Çok güzeldi, o kadar güzeldi ki... Saatlerce onu izlemek isterdim gülerken. Gülmeyi unutturmuşlardı ama.

Gözlerinde yazdığı roman zorla yarım bıraktırılmış bir yazarın eksik cümleleri vardı. Elinden zorla çekilen kalemin yarım bıraktığı kelimeler... Ve Zeliha kalemi elinden zorla koparılan bir yazarın tırnaklarıyla kazıyarak devam etmesi gerektiğini bilmeyecek kadar küçüktü. Ya da bilip de uygulayamayacağı kadar yalnız. Bu yüzdendi pes edişi.

Cevap vermeyip kafasını eğerken onu istemsizce kendime çektim. Başı göğsüme denk gelirken üzerimdeki gömlekteki ıslaklığı hissetmem çok kısa sürdü.

Elim saçlarındayken "Tamam," dedim kısık sesle. Oturup onunla ağlamaya ne hakkım ne de şansım vardı. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Kimse bir şey yapmıyorsa benim herkesin yapması gerekeni tek başıma yapmam gerekiyordu. Başka şansım yoktu. Can veriyordu önümde. Kimse engel olmuyordu. Küçücüktü fazla geliyordu bu dünyaya.

"Tamam," diye tekrar ettim. "Her şey düzelecek. Bana bak," derken ondan ayrılıp aslı şu an asla bende olmayan ama sahtesiyle de olsa yüzümde tuttuğum bir güçle, yüzünü avuçlarımın içine hapsettim.

"Yalnız değilsin. Her şey hallolacak. Yanına kalmayacak kimsenin. Ben buradayım. Bak ben seninleyim." Ne kadar silersem sileyim yenisi aksadı hiç silmekten vazgeçmedim. "Ölmesi gereken de utanması gereken de sen değilsin. Hiçbir şey kimsenin yanına kalmayacak. Bak ben yanındayım." Başını iki yana salladı. O inkar gözyaşlarını değil de ateş damlalarını siliyormuş gibi hissettiriyordu.

"Her şey bitti," dedi çatallaşmış bir sesle. Yaşadığını sandığı hali bile elimin altında sadece nefes alıyordu. Yaşamak bu değildi, bunu bile unutmuştu.

"İzin verecektin. Ölmeme izin verecektin. Yapmadın. Niye yapmadın?"

Bir adamın varoluşu; bir kadının yumurta kanalında başlıyor, rahminde devam ediyordu. O adamı yine o kadın besliyor, o kadın büyütüyordu. Hatta belki bir kadın eğitim veriyor yetiştiriyordu. Yine başka bir kadın tıpkı annesi gibi seviyordu. Bir kadının içinde var olan birinin başka bir kadına zarar vermesini kabullenemiyordum. Bir insanın başka bir insana verdiği zarardan bahsetmiyordum.

Çoğu şeyini bir kadına borçlu olup, birçok şeyini yine bir kadına borçlu olacak adamın, bir kadına verdiği zarardan bahsediyordum.

Sesim bir öncekilere oranla daha sert çıkmıştı. "Hiçbir şey bitmedi," dedim daha dik bir sesle. Yıkılmış birinin yanında yıkılamazdınız. Pes etmiş birinin yanında pes edemezdiniz. Yazılı olmayan kurallardı bunlar. "Bin kere yapsan bunu seni bin kere bıkmadan kurtarmak için çabalarım. Bin kere izin vermem ölmene. Yapmayacaksın bunu kendine Zeliha." Elim saçlarını buldu, bir annenin şefkati parmak uçlarıma kadar uzandı. O da zamanında benim hissettiğim o sıcaklığı birkaç saniye de olsa hissetsin istedim.

"Bunu yapan yaşarken sen mi çok gördün nefes almayı kendine? Yanındayım ben, korkma." gözlerini kafasını iki yana sallayarak benden kaçırdığında "Bana bak," diye yumuşak bir sesle bakışlarını yine kendime çektim. Hala ve hala nefes nefeseydik. Yetişmeye çalışıyorduk. Belki Zeliha'yı terkeden yaşam sevincine, belki umuduna. Ama yetişmeye çalışıyorduk.

"Her şeyi konuşacağız. Herkesi seferber edeceğim. Kim suçluysa, kim ne yaptıysa bedelini ödeyecek. Zeliha yaşamak zorundasın. Ölüp gidersen senden sonrakilere de katil olursun. Elimden ne geliyorsa yapacağım. Gerekirse önce bu hastaneyi, sonra bu şehri ayağa kaldırırım. Tek değilsin, bak yanındayım. Sana yemin ederim tek değilsin."

Burnunu çekerken acıyla bana baktı. Dudakları ve çenesi bir bebek gibi titredi. "Yapamazsın abla," dediğinde burnumun direğinin sızladığını hissettim. "Ne yapanlar izin verirler ne de beni susmaya mecbur bırakanlar. Yapamazsın. Şimdi çıksan kime konuşsan sesini keserler. Yapamazsın."

Serdar hocanın söyledikleri usulca fısıldandı. Soyisim ve vakayı da her yerde telaffuz etme. Başına dert alacaksın.

Bir an bakışlarım boşluğa düşecek gibi oldu ama izin vermedim. Başımı hızla iki yana salladım. "Kimse sesimi kesemez." dedim kendimden emin bir sesle. O an aklıma öylece bırakılan kaç tane kadın davası geldi sayamadım. Adaletin önüne geçen güçler vardı bu ülkede biliyordum. Ama şu an bunu düşünmek baştan kaybetmekti. Ben umutsuzluğa kapılırsam Zeliha zaten elimi bırakmaya yer arıyordu.

"Zeliha daha on sekiz yaşındasın. Bunu sana yapmalarına nasıl izin vereyim? Bugün sen izin verirsen yarın başkasına yaparlar. Sen ölüp gittiğinde her şey düzelecek mi sanıyorsun? Bu ülkede polis var, avukat var, adalet var. Kimse onlardan daha güçlü değil. Susmanı isteyenlerde değil, sana bunu yapan o şerefsizler de güçlü değil. Zeliha izin vermeyeceğim, bunu kendine yapamazsın." Sesimin titremesini bile nasıl oldu bilmem engelledim. Takılmadan ama ezberden gazel okumadan konuştum.

O an gözlerinde bir şey gördüm. Belki bir acaba'ydı belki de başka bir ihtimalin varlığını kavrayan ufak bir ışık. Belki sesim sebep olmuştu, belki de cümlelerim.

"Senin taburcu edilişinin önüne geçmemiz lazım." derken dilim damağım kupkuru olmuştu. Telaşlı da olsam harekete geçmek zorundaydım. "Gerekli kanıtları almadan hastaneden çıkarsan elim kolum bağlanır. Her şeyi dinlemem lazım senden. Bak ben tek bir an bile yanından ayrılmayacağım. Sana söz veriyorum kim engel olursa olsun durmayacağım. Sana yardım etmeme izin ver. Bu can senin," dedim gözlerim yeniden dolarken. "Bu ten, bu hayat senin. O kadar güzel zamanların var ki önünde Zeliha. O kadar güzelsin ki. Yalvarıyorum. Yapma bunu kendine."

Ağzından çıkacak olan tek bir onay cümlesini beklerken her şeye rağmen aynı yerde takılı kaldı. "Annem duya-"

Kafasındaki düşüncenin önüne geçtim. "Reşitsin," dedim anında. "Reşitsin. Bir şeyleri ailene bildirmeme, gizli tutma hakkımız var bir yere kadar. Engel olacakları her şeyden haberleri olmayacak. İzin ver bana, sen istemeyene kadar her şey gizli tutulacak. Ailen arkanda olmasa bile senin arkanda olacak onlarca insan var." Biliyordum vardı. Adalet sekteye de uğrasa, yüzümüze kapılar da kapansa vardı. "Karşı taraf isterse bu ülkeye sahip olsun hiçbir şey bizim kanıtlarımızdan büyük değil ama o kanıtlar yok olmadan elimizi çabuk tutmamız lazım. İzin ver, ver elini bana çıkarayım seni çektikleri cehennemden. Hadi izin ver bana. Hadi güzelim." Ona zor kullanmak, onu en kötü etkileyecek şeydi biliyordum. Minicik bir onay bile bana güvendiğinin kanıtıydı.

Şüpheyle bana baktı, titrek bir nefes alırken "Tutuklanacak mı?" diye sordu ümitsiz ama yine de o ihtimali düşünür gibi. O ihtimali düşünmek. Sanki o bile birkaç saat yaşatabilirdi onu.

"Yiyebileceği en büyük cezayı yiyene kadar çırpınacağım. En kısa zamanda elini kolunu sallayarak dolaşmayı bırakacak. En kötü ne olursa onun için her şeyi yapacağım. Sana yemin ederim canımın son damlasına kadar en kötüsü olsun diye ona hiç durmayacağım."

Gözleri yeniden dolarken gözlerimin içine içine baktı. Cümlelerimi değil beni ölçüp tartıyordu. Sonra aniden titreyerek başını salladı. Tuttuğum nefes kilolarca yükmüş gibi kalktı üzerimden. O an ilk kez dudaklarım samimi bir şekilde kıvrılırken yukarı, ellerimle yanaklarını iyicene sildim.

"Şimdi gidip nöbetimi zamanımı ayarlamam sonra da gerekli yerlerden yardım istemem lazım. Taburcu edilmemen için de bir şeyler bulacağız. Dışarıdakilerin haberi olmayacak. Muayene için gerekli izinleri çıkarmamız lazım. Hiç kimseye hiçbir şey söyleme. Ve ağlama," dedim elimin altında olan yanaklarından öperken. Dudaklarım her tenine değdiğinde yanıyordu. Yanan dudaklarım değildi onun teniydi halbuki.

"Sen yeterince ağladın. Bu saatten sonra hiç kimse hiçbir şey yapamaz sana." başını sallarken bu kez biraz daha emin bir şekilde tam ondan ayrılacağım vakit ellerimden tuttu. Ve o beni parça pinçik eden soruyu sordu.

"Geleceksin değil mi?"

Bu çaresizliğiyle içimde bir kasırga koptu sanki. Tüm pes edişine rağmen hala o muhtaçlığı ve bir yerlerden beklediği yardım eli bin vicdana ateş düşürür, o ateşle bu ülkenin ciğerlerini yakardı. Her an akmaya yüz tutmuş yaşlarına baktım içimde vicdanımın telleri titrerken.

Gözleri bir bulut olsa bu koca şehri ıslatacak kadar dolu, hiçbir pisliği temizlemeyecek kadar yorgundu. Henüz on sekizinde güneşli günler görmek için umutla dolu olması gereken ruhu; bulut olsa temizleyemeyeceği pislikler tarafından dibine kadar sıyrılmıştı.

"Gitmiyorum hiçbir yere. Bırakmıyorum seni. Buradayım. Her yarattığım boşlukta yanında olacağım. Dışarıdakileri de senden uzaklaştırmak için elimden geleni yapacağım. Ağlama, sadece ağlama. Her şey düzelecek, söz veriyorum her şey düzelecek."

Birbirimize baktık öylece. Bir köprünün inşası vardı gözlerimizin arasında gırebiliyordum. Başını salladı çaresizce sonra. Onu da yanımda götürme şansım olsa gerimde bırakmazdım ama mecburdum. Zorlukla ondan ayrılırken bir kez de o sildi yanaklarını, yatağında geriye yaslanırken son kez ona gülümseyip kapıya yöneldim. Karşı tarafta oturan kadın beni gördüğü gibi ayaklanırken dişlerimi sıktım. Herkesin suratına tükürmek istiyordum. Herkesin mahvetmek istiyordum.

"Ağrısı var, hastayı zorlamayın. Birkaç tahlil isteyeceğim. Onları görmeden taburcu olmasını istemiyorum. Ailesi daha gelmedi mi?"

Gözlerini kaçırıp başını iki yana salladı. "Yok doktor hanım. Gelmedi daha."

O an yüzümden tiksinir bir ifade geçmesinin önüne geçemedim. Bu kadının da çocuğu yok muydu?

Başımı sallamakla yetinip yanından ayrılırken yönüm başhekimin odasıydı. Her şey şimdi başlıyordu.

⏳⌛⏳

"Mahkeme kararı değil ama cumhuriyet başsavcılığından en erken izni çıkarabiliriz. Mahkemeye kalırsa  gecikir. Başsavcılıktan da en geç yirmi dört saat içinde karar çıkar. Bu süre zarfında hastanın anamnezini kayıt altına al. Taburcu edilmeden önce Başsavcılıktan gerekli izin gelir hasta muayene edilir. Ailesi yanında değil mi dedin?" Önündeki telefona uzandı bir taraftan.

Bana uzattığı kağıtları alırken "Ailenin şehir dışında olduğu söyleniyor. İnandırıcı gelmedi bana. Hastayla henüz tam konuşamadım. Kızı getirenler de uzaklaşmıyor yanından ama kendisinin dediğine göre ailenin kulağına giderse engel olunur. O yüzden kimse bilmesin istiyor. Kimler neler bilmiyorum hocam. Nasıl bir hiyerarşi onu da bilmiyorum. En azından bir süre gizli tutalım. Sorumluluğu her şeyiyle üstüme almaya hazırim."

Hala karıştırdığı kağıtlardan başını çekti ve bana baktı. Telefondan birini aramak için benim çıkmamı bekliyordu galiba. "Hastanın adı ne dedin?"

"Zeliha Karadere."

Başını salladı yaşını almış, kırlaşmış saçlarıyla bana bakan başhekim. "Gerekli mecralardan izin alıyorum. Haber veriyorum gerekli yerlere.  Hastanın taburcu olmaması ne gerekiyorsa onu yap. Aile zorluk çıkarırsa bana haber ver.  Hasta gizlilik istediği ve bu tarz vakalarda erkek olan herkesten çekindikleri için ben olayı onun görmediği kadar takip edeceğim." Kaşlarım bir an havalandı. Böyle bir cümle bir an garip gelse de durmadım üstünde. Doğrusu buysa buydu.

Başımı hızla sallayıp gülümsedim. "Çok teşekkür ederim. Sizi her şeyden haberdar edeceğim. Savcılık izni için kulağım sizde."

Başını sallayıp kapıyı gösterirken derince bir nefes alıp odadan çıktım. Sırtımı kapıya yaslarken şimdi kusursuz bir plan yapmam gerekiyordu. Zeliha'yı sorun çıkarmadan odadan çıkarmam çokta kolay olmayacaktı.

⏳⌛⏳

Dilek Hanım kafasını çaresizce iki yana sallayıp ayrılırken yanımızdan Zeliha'yla karşılıklı olarak kaldık hasta odasında.

"Dilek Hanım'ın burada kalması senin için daha iyi olmaz mıydı?" diye sordum bana bakan gözlere bakıp. Başını iki yana salladı. "İstemiyorum. Lütfen,"

Anlayışla başımı sallamaktan başka çarem yoktu. "Sen nasıl istersen. Şimdi ne zaman istersen başlayabiliriz. Kendini ne zaman hazır hissedersen. Ben arada tutanakta boşluk kalmasın diye seni bölüp bazı sorular soracağım. Kendini iyi hissetmediğinde söyle ara verelim. Rahat ol, telaş yapma. Seni getiren kadın şu an bir hasta odasında uyuyor, adamsa hastane kurallarından dolayı ya kapı önünde ya da tamamen gitti. Rahat ol, herhangi bir hareketlilikte bana haber verilecek."

Biraz da olsa üzerindeki stresi alabilmek için uğraşırken ben, o ellerini soyuyordu. Kayıt cihazını hazır hale getirip köşeye koydum. Bunu yapmam yasal değildi, Zeliha'ya da söylememiştim ama önlemimi almak zorundaydım. Bu kızı susturanlar gücünü hastane üzerinde de kullanmak isteyebilirdi. Garantiye oynamak zorundaydım.

"Babamları herkes tanır burada," diye girdiğinde söze bana bakmıyordu ama ben pür dikkat ondaydım. "Urfa'nın önde gelen ailesinin kızıyım ben. Karadere'ler, kime sorulsa elbet bir yerden biliyordur. Hatta yaşı büyük insanlar hala aşiret bile der."

Maşallah dediğim üç gün yaşar, inşallah dediğim bir ömür olmazdı. Zafer'le konuşurken benim karşıma çıkmasın da demiştim. Tabi ki başıma gelecekti.

"Büyük bir aileyiz ama ben hep bir adım gerideydim." durakladı güldü. "Bir adım değil çok adım. Annnemin babamın gözünde hep böyleydi. Bunu hep farkındaydım,"

Oturduğum yerden geriye yaslanırken söylediklerini not alıyordum. "Onlar, evimize hep girip çıkarlardı ama ben odamdan hiç çıkmazdım eve misafir geldiğinde. Eski dostluk. İki büyük aile, büyüklerden gelen bir samimeyet. Bir tane oğullarının olduğunu biliyordum ama görmedim. Baksam bile görmedim. Denk gelmedik mi geldik ama bilmiyorum hiç o gözle bakmadım." gözlerini ilk defa bana çevirdi ve dudaklarını birbirine bastırdı. Loş olan ışıkta parlayan gözleri değildi gözyaşlarıydı.

"Yemin ederim gözlerine bile bakmadım şimdiye kadar. Bir kere bile gülümsemedim. Konuşmadım. Adını bile sorsan bilmem oğlunun, yemin ederim abla tanımıyorum ben."

Kağıdı kalemi bırakıp ona doğru yaklaştım hafifçe. "Yemin etmene gerek yok. Ağzından ne çıkıyorsa doğru olduğunu farkındayım. İnanmış gibi yapmıyorum, inanıyorum ben sana."

Ağır ağır yutkunurken tekrar gözlerini kaçırdı. "Sonra bizim eve geldikleri bir gün yine ben odamdayken aniden girdi içeriye." duraksadı nefesi hızlandı. Müdahale edip etmemek arasında gidip gelirken devam etti. "Ben yanlış girdi sandım. Tuvaletin yerini bulamadı sandım. Mutfağa gidecek sandım. O da beni tanımıyor sandım ben. Ben onu bilmiyorsam o beni nereden bilsin değil mi?" sonlara doğru kısılan sesiyle başını komple eğip iki yana salladı. Nefes alışverişleri hızlanmıştı.

"Ara verelim ister misin?" derken ayaklanıp hava serin olmasına rağmen camı açtım.

Onunkinin yanında hiçbir şeydi belki ama içim bulanıyordu. Gece yarısını az da olsa bir zaman geçmişti. Başımın ağrısının uykusuzlukla bir alakası olmadığını farkındaydım. Yanıma getirdiğim şalı kendi omuzlarımdan alıp onun omuzlarına üşümesin diye örtmeyi düşündüm ama yaptığım şeyin düşüncesizlik olduğunu anlayamadım. Korkmuştu. Epey de irkilmişti.

"Benim," dedim omuzlarından sıvazlarken. "Korkma benim. Üşüme, ört şunu iyice." derken kafasını salladı hızlıca. Korku o kadar nüfuz etmişti ki bedenine, korktuğu şeyler korkmayacağı şeyleri geçeli çok oluyordu.

Şalı iyice ona sararken karşısındaki yere geri oturdu. "Ara verelim biraz." dediğimde başını iki yana salladı.

"Hayır, konuşalım bitsin artık."

Derince bir nefes alıp sessizce bekledim onun devam etmesini.

"İlk kez o gece belli etti niyetini. Benimle evleneceğini söyledi, karısı olacağımı. Ben ihtimal vermedim. Ailemin böyle bir şeye tamam diyeceğine ihtimal vermedim. Çünkü daha aylar önce kuzenim gitti üniversiteye. Daha o gün başka bir kuzenim mezun oldu. Onlar nasıl okuyorsa sıra bana geldiğinde bende okuyacaktım. Ailem buna izin verir, beni bu yaşta evlendirmeyi düşünmez sandım. Ben kendim evlenmek istiyorum desem bile olay çıkar diye sanıyordum. O gece sadece odadan çıkarabildim onu. Ardından da kapıyı kilitledim. Ben ilk defa kapımı kilitledim."

Yeniden duraksadı, yanağından yolunu çizen gözyaşını sildi. İnce parmakları titriyordu. İkimizin arasına oturmuş geçmiş, geçmediğini farkında olarak bizi izliyordu. Açık pencereden rüzgar esiyor, tek üşümeyen geçmişin kendisi oluyordu.

"Ailene bu olaydan bahsettin mi?" diye sordum ilk kez.

Başını iki yana salladı. "İnanmazlardı bana. Suçu bende ararlardı annem. Nasıl elin adamı odana giriyor derlerdi. Ortalığı ayağa kaldırırlardı. Ben söyleyemezdim. Yoktu abla böyle bir şansım. Bana o güveni hiçbir zaman vermediler onlar. Eğer ki birinin benim arkamda olacağını bilsem konuşurdum ama olmazlardı. Olmadılar da zaten."

Gözlerindeki yetimliğin yanına öksüzlük de ilişti. Öksüz ve yetim kalmak için anne babanın hayatta olmaması şartını ayağının altında tek çırpıda eziyordu bakışları. İnsanın anne ve babası o evlat için kalbi durduğunda değil ona inanamadığında ölürdü.

Ara ara spontene şekilde gelişen sessizliğin girdabına düştük tekrardan. Kader çizgilerinde yarım kalmış romanı yazıyormuş gibi gözleri daima oradaydı.

"İlk evlilikten bahsettiklerinde bizimkiler ne yapacağımı bilemedim. Hiç konusu açılmamıştı şimdiye kadar. Ben bilemezdim benim on sekiz oluşumu beklediklerini. Bu yeni bir konu değilmiş. Daha küçükken bu evlilik için konuşulmuş, söz o zamandan verilmiş. Araya akrabalık katacaklarmış." gözyaşları ardı ardına akarken bu söyledikleri şeylere kısa bir an gülümsedi. "Hazırlıklar bile konuşulmuş. Ben odamda onlar gitsin de çıkabileyim diye dakika sayarken onlar benim geleceğimi yazıyorlarmış."

Acı, öfke, kırgınlık doluştu kıvrılan dudaklarının oluşturduğu boşluklara. Çok şey anlattı ama hiçbir şey söylemedi.

"Çok isyan ettim, çok karşı çıktım. Her şeyi yaptım. Çırpındım, yalvardım. Olmadı ama, bir kere söz vermişler. Bu olay duyulmaya bile başlanmış. Herkes benim haberimin olmadığı düğünden bahsetmeye başlamıştı. Tek engel on sekiz olmamıştım daha."

Şalın bacaklarına düşen kısımlarını avuçlarının içine alıp sıktı. "Ama içten içe kabullenmedim. Bir şey olacak iptal olacak dedim. Olmayacak yani. Olur mu hiç? Ben on sekiz yıldır düşünmedim ki bunu, ben başka şeyler düşündüm bunu değil. Ben düşünmediysem onlar da düşünmemiştir dedim. Sonra o gece,"

Sesi aniden kesildi, titreyen çenesiyle gözlerini yumdu. Omuzları hafifçe sarsıldı, burnunu çekti. Şimdiye kadar içinde tuttuğu şeyleri şimdi anlatırken kendinden söke söke konuştuğunu farkındaydım. Çünkü çaresiz insanlar, çaresizliklerini bir yerden sonra o kadar kabullenip benimserlerdi ki üzerlerine hiç yakışmasa bile en mahrem noktalarına acı çeke çeke dikerlerdi.

Ki çaresizlik çoğu insanda giyecek başka kıyafeti olmayan bir çocuğun elbisesindeki farklı renk kumaş gibi dururdu. Annesi yırtılan yeri yokluktan başka renk kumaşla kapatmaya nasıl mecbursa, o insanın içindeki bulunduğu an da öyle mecbur bırakıyordu.

"Annem ve babam zorla götürdü beni yemeğe. Onların evine. Zorla gittik. Çok yalvardım gelmemek için ama işe yaramadı. Sürükleyerek de olsa, dolabımdaki en güzel kıyafeti giydirip götürdüler beni,"

Konuşmanın en zor kısmına geldiğimizi anlamıştım. Eli ensesine, yüzüne gidiyordu. Ara ara biri boğazını sıkıyormuş gibi duraksıyor, aldığı nefesler ağırlaşıyordu.

"Nasıl oldu bilmiyorum ama o gece bir şekilde kısa bir süre yalnız kaldık. Nereye gittiler bilmiyorum, nasıl göremedim yalnız kaldığımı bilmiyorum. Ben farkına varsaydım ilk ben çıkardım. Zamanı kısaydı. Onun için kısaydı ama benim için bir ömür gibiydi. O kadar iğrençti ki bakışları o an eve gidince göreceğim zulüme rağmen çıkıp gitmek istedim. Midem bulanıyordu,"

Yüzümü buruşturduğunda derince bir nefes aldı.

"İyi misin?" diye sordum gözlerimi kısarken. Masadaki suyu ona uzatırken "Hadi bir yudum al," dediğimde eli bardağa uzandı ama dökecek kadar titrediğini fark ettiğimde geri çekilip ayaklandım. Ona vardığımda bu denli terlediğini anca anlamıştım. Bu kesinlikle sıcaktan değildi, çünkü pencereden esen rüzgar epey bir serindi. Ona birkaç yudum içirirken elimin altında bir kuş misali titremesi içimi dağladı.

Saçlarını özenle geriye doğru çekerken "Terlemişsin, camı kapatalım. Hasta olacaksın." diyerek cama ulaşacağım vakit ellerimden yakaladı.

"Kapatmayalım, midem bulanıyor." diyerek durdurdu beni. Öylece baktım ona. Ne tepki vereceğimi o kadar bilmiyordum ki. Olayı buraya kadar getirmişken ara vermemiz kötü olurdu. Devam ettiğimizde bunları sıfırdan yaşayacaktı.

Yaşlı gözleriyle bana bakarken gücüm olsa onu alıp tüm bu yapılan pisliklere rağmen göğüs kafesimin içine saklardım.

Kelebeklerin bir gününün onlar için kırk yıl gibi geçtiğini düşünürdüm hep. Bu tıpkı şu birkaç saniyenin benim için birkaç güne bedel olması gibiydi. İzafiyet Teorisi tüm gerçekliğiyle ensemdeydi

"Tamam," dedim yumuşak bir sesle. "Kapatmayalım." derken o an içimdeki şefkat arttı ve istemsizce dudaklarımı alnına bastırdım. Geri çekilirken saçlarını okşuyordum. "İstediğin zaman devam edelim." derken şalı ona daha düzgün bir şekilde örtüp kalktığım yere geri geldim.

Ben bir süre bekleriz sandım ama o devam etti. Bir an önce kurtulmak istiyordu bu andan. Elimde olsa yarasına bir ömür elimi el basardım ama bunun kalıcı bir tedavi olmadığını da farkındaydım. İnsanlar kötüydü, utanmadan açtıkları yaranın iyileşmesini istemeyecek kadar kötüydü. O elimi yerinden sökecek kadar kötüydü.

"O sigara içişi, bana bakışı her şey o kadar iğrençti ki bir an önce gitmek istedim. Annem ve babam isterlerse birkaç dakika içinde orada olsun umurumda bile değildi. Biraz daha orada kalsam kusacaktım. Hiçbir şey söylemeden orada uzaklaşmaya kalkıştım ama engel oldu." derken arkamda bir noktaya sabitledi gözlerini. Yaşları gözlerini kırpmadan düşerken gözlerinden yüzü kasıldı.

"O gece o elbiseyi isteyerek giymemiştim ben," dedi sanki bir şeylere bir kılıf arıyormuş gibi. "Yüzümde hiçbir şey yoktu. Saçlarımda hiçbir şey yoktu. Çok sıradandım. Hiçbir şey beni isteyeceği gibi değildi."

"Zeliha," diye böldüm onu dayanamayarak. "Hiçbir şey buna sebep değil. Sen çok güzel de giyinebilirdin, çok bakımlıda olabilirdin. Hiçbir şey ona sebep çıkaramazdı, Zeliha suçlu olan sen değilsin. Tek suçlu olmayan sensin."

Arkamda sabitlediği gözleri ağır ağır bana döndü. "O zaman neden çıkıp gitmeme izin vermedi abla?" diye sorarken bu sorgulayış kalbime ucu ateşe basılmış bir mızrağı sapladı sanki.

Sesi, dudakları, çenesi titrerken o devam etti bu sorgulayışına.

"Neden ben o salondan çıkmayı başarabilmişken peşimden gelip beni o odaya sürükledi?"

Dayanamayıp gözlerini kaçıran ben olmuştum. Belki şu an konuşmam gerekiyordu ama lal olan dilimle birlikte üzerindeki kelimelerde cümleleşmeden haşlanmıştı. Kaynar suyla değil kapı gibi bir acıyla.

"Neden kilitledi kapıyı?"

Gözlerimin dolduğunu bulanıklaşan görüş alanımdan anladım. Bu bir sorgulayış değildi bu bir isyandı. "Ben o kadar çırpınıp yalvarırken neden dokunmaya devam etti bana? Ben sesim kısılana kadar Sedat yapma dedim o gece, neden durmadı?"

Kulaklarımı avuçlarımla kapatmamak için zor tuttum kendimi. O anlar hiç görmemiş ve görmeyecek olmama rağmen gözlerimin önünde canlandığında hissettiğim acı dudaklarımdan dökülmesin diye dudaklarımı var gücümle bastırdım birbirine.

"O elbisem neden yırtıldı peki?"

"Zeliha," dedim tamam demek ister gibi.

"Bak bu izlere!" dedi bütün öfkesiyle boynunu gösterirken. "Ya o içtiği sigara nasıl söndü tam şuramda?" derken o izin üzerine öyle bir vurdu ki başımı iki yana salladım yüzüm tamamen ağlamaklı bir hal alırken.

"Ben neye engel olabildim? Son noktaya kadar her şeyi yaptı zaten! Bütün vücuduma dokunmadı mı sanıyorsun? Hala yaşayabileceğimi mi söylüyorsun? Niye kurtardın beni? Ben o gece o evden bin kere düşerek kaçarken yaşamak için mi kaçtım? Kaç kere düştüm ben?" derken yara bere olan dizlerini gösterdi.

Ne gözyaşlarıma engel olabildim ne de titreyişime. "Annem görmedi mi sanıyorsun bu izleri?" diye sorduğunda etrafta dolaşan yaşlı gözlerim onu buldu.

"Senin tek seferde fark ettiğin izleri bir anne nasıl görmez?! Benim bu konu hakkında konuşmama bile izin vermedi. Zaten evlenecektik değil mi? Ne olduysa olmuştu. Susmam yetti herkese! Ben ölecektim!" diye sesini yükselttiğinde olduğum yere çakılı kaldım.

"Sen eğer ki izin verseydin ben ölecektim. Dün on sekiz oldum. Onların eksiği tamamlandı. Anlıyor musun? Sen de destek oldun. Sen de onların yaptığına destek oldun! Anlıyor musun? Hiçbir şey düzelmeyecek! Tek bir şey bile düzelmeyecek. Ben yine o eve gideceğim. Annem nerede sanıyorsun?! Şehir dışında mı? Onlar hala o düğün hazırlıklarını yapıyorlar! Bu hastaneyi ilk defa gördüm. Niye?" nefesi bir an kesildi ama durmadı devam etti.

"Çünkü kimsenin Karadere'lerin kızını tanımadığı bir yer lazımdı. Onlar tanınırdı ama ben tanınmazdım. Gelmedi annem, evde benim gelmemi bekliyor. Babamın desen onun da haber oldu ama hani nerede? Şimdi herkes cezasını çekecek mi diyorsun? Olan bana oldu. Ben düzeltecektim sen engel oldun. Her şey kaldığı yerden devam ediyor görüyor musun?"

Zaten başından beri bir orman yangının ortasındayken bu cümlelerle çember iyice daraldı. Zeliha ona uzattığım yardım eline bakıyordu ama o eli tutmuyordu. O yangında öleceğini kabullenmişti. Sönmesini beklemiyordu, ya da kaçmaya çalışmıyordu. Daha erken ölmek için o alevlere doğru yürüyordu. Ruhunu teslim edeli çok olmuştu sanki. Bedenini de korumak için yakmaya çalışıyordu.

"Hayır," dedim titreyen sesimle. "Hayır. Hiçbir şey kaldığı yerden devam etmiyor. Kim seni neye inandırdıysa her şeyi değiştireceğim. Zeliha yemin ederim düzelecek. Geçecek. Herkes cezasını çekecek. Yemin ederim." diye ardı ardına dışımdan ettiğimden daha fazla içimden ediyordum o yeminleri.

Yemin ederim Zeliha.

Herkes itmiş seni ama ben bırakmayacağım uzattığın eli.

Yemin ederim.

Bataklığın ortasındaydık ve ben elimdeki beyaz gül fidanıyla ona bakıyordum. O gülü o bataklığa rağmen ekeceğimizi ve büyüteceğimizi söylüyordum. İnanamıyordu.

Hakkıydı.

Ben de zamanında inanmamıştım. Ve hayatımdaki en güzel yanılgım olmuştu.

Başını ağır ağır iki yana sallayıp eğdi. İçinde zaten taze olan acı dile getirdikleriyle dirilip bütün bedenine sarıldı. Aramızdaki geçmiş ilk defa sahibinden alıp bana yöneltti gözlerini. Zeliha titreyip sarsılmaya başladığında telaşla yerimden kalktım.

Ardı ardına cıklayıp onu kendime çekerken ağlayışı daha da şiddetlendi. Ona ağlama diyemedim, ağlama demeye en çok ağlayanların hakkı yoktu zira.

O göğsümde ağlarken son kez sert bir rüzgar esti. Geçmiş görevini yerine getirmiş olacak ki uzaklaştı yanımızdan. Gittiği yerde acıların saçlarını örecek, onları bir anne şefkatiyle sevecekti. Bir türlü geçmeyişi de bu sadakatindendi zaten.

Herkese merhaba. Bayramınızı ilk kutlayan ben olmak istedim. Kurban bayramınız mübarek olsun, iyi bayramlar şimdiden.

Eğer ki eski okursanız 'yav şimdi ne alaka' moodunda olduğunuzu tahmin edebiliyorum konu gereği. Ben de bilmiyorum inanın:/ Size bu kurgudan büyük bir heyecanla ilk bahsettiğim de yazımının beni bu kadar zorlayacağını zannetmiyordum. Zira ben özellikle son dönemde sosyal medya ve televizyondan uzak durup gerçeklerden kaçan biri olmayı tercih ediyordum. Bir anda kaçtığım gerçekleri kurguyu yazabilmek için araştırmak, bu durumu yaşayan insanların şimdiye kadar geçtiğim videolarını tek tek izlemek çok sancılı oldu.

Durup defalarca kendime 'başına yine dert çıkarıyorsun, yazma' dediğim çok oldu. Lakin Efsun, Zeliha'nın anemnezini aldığı sahneyi yazdığım gün Pınar'ın haberini aldık. O an ikna oldum devam etmeye. Çünkü beni daima şu çok dibe çekerdi; üzülüp geçiyoruz ve elimizden hiçbir şey gelmiyor. Belki yazdığım bu hikaye bir kadının hayatını kurtarmayacak. Belki çok büyük şeyler başarmayacak ama ben artık üzülüp geçmeyeceğim. Sadece bir kadın öldüğünde hatırlamayacağım onlarca kadını, her bilgisayarın başına geçtiğimde bu yola çıkışımın nasıl ve neden olduğu gelecek gözümün önüne. Ve bu hikayeyi okuyanlara da her bildirim gittiğinde belki hafta da bir kez de olsa bir şeyleri hatırlatacağım. Bir yola girdim, yanımdaysanız biraz engebemiz var. Ama hayatın gerçeğinin de bu olduğunu herkes gibi biliyorum.

İşin kısası başlıyoruz ve ben çok heyecanlıyım.

İlk bölümün iki kere kısaltılmış hali bu, sizi çok sıkmak istemedim. İkinci, ya da üçüncü de denebilir, baş rolümüz yetişmedi buraya. Bu kafamdaki ilk bölümün sadece giriş kısmı.

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, çok iyi bakın kendinize💚

#SerçeyiÖldürmek 🕊

Continue Reading

You'll Also Like

1M 66.1K 48
Annesinin tekrar evlenmesi üzerine üvey babasıyla anlaşamayan Mira Bars kendini bir anda beş yıldır görüşmediği babasının yanında İstanbul'da bulur...
4.4K 324 23
SAGOPA KAJMER VE KOLERANIN SEVİLEN PARÇALARINDAN SEVİLEN KESİTLERİ PAYLAŞMAK AMACIYLA OLUŞTURMUŞ OLDUĞUM BİR HİKAYEDİR
4.3K 504 13
Ve gökyüzünde kuşlar özgür kaldı,benim kalbimde esir... Yılların acısı bir günde gider miydi? Her baktığında içinin acıyla yandığı kişi, ruhuna su se...
SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

346K 33K 4
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...