KARANLIĞIN ŞEHRİ

By sulisindunyasi

23.6M 1.4M 2.8M

Doğum gününden sonra, kardeşiyle eğlenmek için konsere giden bir genç kız... Fırtına yüzünden iptal olan kons... More

Bölüm Bir - Kayıp
Bölüm İki - Karanlıkla Tanışma
Bölüm Üç - Şeker Mi Şaka Mı?
Bölüm Dört - İnfaz
Bölüm Beş - Bataklık
Bölüm Altı - Dirayet
Bölüm Yedi - Kurban
Bölüm Sekiz - Nefes
Bölüm Dokuz - Arayış
Bölüm On - Cesur
Bölüm On Bir - Kedi ve Fare
Bölüm On İki - Temash Uçurumu
Bölüm On Üç - Tehlike
Bölüm On Dört - Soğuk|Sıcak
Bölüm On Beş - Bozuk Kalp Ritmi
Bölüm On Altı - Davet
Bölüm On Yedi - Karar
Bölüm On Sekiz - Cesur ve Güzel
Bölüm On Dokuz - Kurtarıcı
Bölüm Yirmi - Daha Güvende
Bölüm Yirmi Bir - Kabus Çınlaması
Bölüm Yirmi İki - Kırmızı İrisler
Bölüm Yirmi Üç - Sevgi ve Çıkar
Bölüm Yirmi Dört - Kül
Bölüm Yirmi Beş - Kadmos
Bölüm Yirmi Altı - Ateş
Bölüm Yirmi Yedi - Efsun
Bölüm Yirmi Sekiz - Anlaşma
Bölüm Yirmi Dokuz - Sembol
Bölüm Otuz - Hafıza
Bölüm Otuz Bir - Bağ
Bölüm Otuz İki - Kapan
Bölüm Otuz Üç - Radar
Bölüm Otuz Dört - Kanla Çevrili Zindan
Bölüm Otuz Beş - Zehir
Bölüm Otuz Altı - İz
Bölüm Otuz Yedi - Yabancı
Bölüm Otuz Sekiz - Suçüstü
Bölüm Otuz Dokuz - "Aklından Çıkarma."
Bölüm Kırk - Bant
Bölüm Kırk Bir - Zarf
Bölüm Kırk İki - Aitlik
Bölüm Kırk Üç - Kadmos Krallığı
Bölüm Kırk Dört - Zihin Kalkanı (Kısım 1)
Bölüm Kırk Dört - Zihin Kalkanı (Kısım 2)
Bölüm Kırk Beş - Korku ve Aşk
Bölüm Kırk Altı - Maskeler ve Hisler
Bölüm Kırk Yedi - Çınara Aşık Yaprak ve Fırtına
Bölüm Kırk Dokuz - Sanrılardan Doğan Çığlıklar
Bölüm Elli - Yeni Başlangıçlar Ya Da Başlayamamalar
Bölüm Elli Bir - Fırtına ve Enkaz
Bölüm Elli İki - Resurgam | Sezon Finali
ÖZEL BÖLÜM | ( Alaz Şahzade'den)
Bölüm Elli Üç - Can Kırıkları (2. Sezon)
Bölüm Elli Dört - Taç Giyme Töreni
Bölüm Elli Beş - Alışılmadık Alışılmışlar
Bölüm Elli Altı - Zehir ve Tuzak
Bölüm Elli Yedi - Büyük Oklar Derin Yaralar
Bölüm Elli Sekiz - Tuzla Buz
ÖZEL BÖLÜM | İlk Karşılaşma
Bölüm Elli Dokuz - Vuslatın Güneşi
Bölüm Altmış - Ruh Kapanı
Bölüm Altmış Bir - Dökülen Yapraklar ve Dik Duran Dallar
Bölüm Altmış İki - Piyonlar ve Şahlar
Karanlığın Şehri Kitap Oluyor!
Soru-Cevap | Kitaplaşma süreciyle ilgili merak ettikleriniz.
KARANLIĞIN ŞEHRİ KİTAP KAPAĞIMIZ
Karanlığın Şehri Ön Sipariş
Karanlığın Şehri 2 Kitap Kapağı
Bölüm Altmış Üç - Tanıdık Bir Yabancı
Bölüm Altmış Dört - Gizler ve Esrarengizler
Bölüm Altmış Beş - Maşuk ve Maktul
Bölüm Altmış Altı - Vezirin Oyunu
Bölüm Altmış Yedi - Hatıralardan Damlayan Kan
Bölüm Altmış Sekiz - Yıkıntılar ve Zedelenen Umutlar
Bölüm Altmış Dokuz 🌙 Sadakat, İhanet, Sevgi
Karanlığın Şehri 3, Kitap Kapağı🖤

Bölüm Kırk Sekiz - Güller ve Dikenler

268K 20.1K 75.8K
By sulisindunyasi

Herkese merhabalar!

Bu bölüm, bugüne kadar yazdığım bölümlerin arasında hikayenin içine en çok girebildiğim bölüm oldu. Kırk Sekiz herkeste bir iz bırakacak, bunu biliyorum.

Yorumlarınızı okumayı en heyecanla beklediğim bölüm bu olabilir, şu an saat 18:18 öyle heyecanlıyım ki vakit geçmiyor.

Sesinizi duymak istiyorum, beni sessiz bırakmayın.

Her paragrafta yorumlarınızı görmek istiyorum. Yeni bir yorum rekoru kırmalıyız. 48, bu rekor için gayet uygun bir bölüm. Okuyunca anlayacaksınız.

Bölüm sonunda #karanlığınşehri hashtagiyle atacağınız tweetleri de merakla bekliyorum.

Okumaya başlamadan önce yıldıza dokunmayı unutmayın.

İnstagram: suleavlamaz

Twitter: sulisindunyasi

Sizi seviyorum, keyifli okumalar.

Bölüm şarkıları:

Linkin Park - Castle of Glass

Nightwish – Nemo

İlke - Deli Sanıyor

Pinhani – Bana El Salla

Hayko Cepkin & Nilüfer – Aşk Kitabı

Pinhani – Aşk Bir Mevsim

Umut Kaya – Gül Güzeli

(Spotify ve YouTube'da Karanlığın Şehri adlı playlistlerde mevcut tüm şarkılar.)

Bölümde göreceğiniz sembolün görünüşünün fikir anası sinematakli e çok teşekkürler.🖤

BÖLÜM KIRK SEKİZ – Güller ve Dikenler

Koşuyordum.

Bacaklarımı öyle geniş açarak ilerliyordum ki ormanın içinde, dizlerimin her kıvrılışında kemiklerimde beliren acıyı hissediyordum. Ayağım sağanak yağmurla birlikte ıslanan, yer yer gölcüklerin oluştuğu çamurdan zemine her değişinde bedenim koca koca şırıngalar batırılıyormuş gibi sızlıyordu. Yağmurun ıslattığı kıyafetlerim sırılsıklam olmuştu, gözlerime bulaşan damlalar görüşümü bulanıklaştırıyor bu nedenle göz kapaklarımı birkaç saniyede bir kapatıp açmam gerekiyordu. Peşimde bir ruhun dolandığını bilerek koşmak durmamı engelliyordu; ne arkama bakabiliyor ne de takıldığım engellerin beni duraksatmasına fırsat tanıyordum.

Ne kadar olmuştu bilmiyordum ama bana bir ömür gibi gelmişti tüm bu geçirdiğim zaman. Bay Lefter'in odasındaki o korkunç odanın içinde bir ruhla baş başa kaldığımda, yapacağım en doğru şeyin gözüme kestirdiğim ikinci kapıdan arkama bakmadan çıkmak olduğunu düşünmüştüm, öyle de yapmıştım. O kapının karanlık ormana açılacağını ummuyordum elbette ama geri dönemedim. Çıkmıştım bir kere ve koşup uzaklaşmak, en azından kendi gücümü toplayana kadar zaman kazanmak istemiştim.

Ve soluksuz kaçış maceram tam o an başlamıştı.

Ardıma bakmadan hızla ilerliyor, öte yandan koşarken karşılaşabileceğim her türlü tehlikeye karşılık güçlerimi anında ortaya çıkarabilmek adına bilekliğimin kilidini açmayı deniyordum. Gücümün yayılmaması gerektiğini biliyordum fakat bileklik takılıyken de kendimi koruyamazdım. O engelden kurtulmam gerekiyordu.

Korkmuyordum.

Korku denen aciz his, beni geriletmekten başka bir işe yaramayacaktı biliyordum. Güçsüz birisi değildim, kendi kendime sorunlarımla başa çıkabilir kapasitedeydim ve beni buradan çekip çıkaracak bir kurtarıcıya ihtiyacım yoktu. Başımın çaresine bakacaktım, bunu yapmalıydım ve bu durumda güçlerimi gizli tutmanın bir manası yoktu.

Omuzumun üzerinden arkamı kontrol ettiğimde peşimde beni takip eden kimseyi görmedim ve anlık bir rahatlama yaşadım ancak durmadım. Yolun nereye gittiğini bilmiyordum lakin şu an kaçmaktan başka mantıklı bir çözümüm olmadığının bilincindeydim.

Nefes nefese bir halde önüme döndüm tekrar, hızımı biraz olsun düşürmeden bilekliğimin kilidini açtım. Elime alacaktım ama bunu beceremedim, bileklik avuçlarımdan kayıp yere düştü ve çoktan birkaç adım arkamda kaldı. Kısa bir an geri dönüp almayı düşündüm ancak kaybettiğim bir saniye bile benim için değerliydi, zamanım yoktu. Geride kalan bilekliğimi biraz daha izledikten sonra sık nefesler alarak yeniden başımı önüme çevirdim, tüm hızımla koşmaya devam ettim. Başım dönüyordu, kasvetli gökyüzü koştuğumdan dolayı çizgi çizgi duran ağaçların üzerine bir cam misali kırılıp düşecekmiş gibi hissediyordum.

Dümdüz ilerlemeye devam ettiğim sıra, birdenbire yüzüme çarpan bir hava bulutuyla başımı geriye doğru atmak zorunda kaldım. Önce sıradan bir rüzgâr sandım fakat kısa bir sürenin ardından o görünmez sis bulutu gitmek istediğim yöne hayalî bir kalkan oluşturdu, bedenim bir cama çarpmışım gibi sertçe durmak zorunda kaldı ve rüzgar basıncı beni birkaç adım geriye doğru itti. Neler olduğunu kavrayamadan gözlerimi kapatıp açtım, başımı salladım ve etrafıma bakındım. Yağmur nedeniyle dalları ıslanan yapraklarından akan sularla dik duran ağaçlar, yapraklar, yere düşen kuru dallar haricinde hiçbir şey görünmüyordu. Kuş bile yoktu.

Bu kalkan hissinin bilekliği çıkarmamla birlikte kendi kendime oluşturduğum bir şey olduğunu düşünerek hazır durmuşken sakince soluklandım, hızla atan kalbimin dinlemek için yalvarıyor olmasına aldırış etmeden yutkundum ve yeniden koştum.

Hayır, koşamadım.

İki adım sonra aynı engele takıldım, bunun bir tuzak olduğunuysa çok geçmeden kavradım. Sadece önüm değil, etrafım tamamıyla o büyüyle çevrilmişti. Telaş tüm ruhumu kaplarken gözlerimle etrafı taramayı sürdürüyordum. İçimdeki gücü çıkarmaya niyetlenerek ellerimi havaya kaldırdım, gözlerimi kapatıp gücümün parmaklarıma doluşmasını bekledim. Lakin yersiz bir telaşa kapılmıştım, heyecan ve endişe bunu gerçekleştirmeme imkan vermiyordu.

Zor da olsa parmak uçlarımda hissettiğim küçücük kıvılcım beni heyecanlandırdı, önümdeki dokusu havayı andıran kalkana uzattım ellerimi ve avuçlarımı boşluğa bastırdım. Gözlerimi sıkıca yumup açmayı düşündüm. Saniyeler sonra elektrik çarpması gibi bir hisle tıslayarak ellerimi geri çektim ve konsantre olmadan önce gözlerimi açtım.

Bu sefer kapatamadım.

Birkaç metre ötemde, bana doğru gelenleri gördüm ağaçların arasından. Üç kişiydiler, üçü de siyah giyinmişti. Ellerimi kaldırıp yağmur sularının ıslatmaya devam ettiği gözlerimi sildim ve tanıdık olup olmadıklarını çözmek amacıyla daha iyi incelemek istedim. Biraz daha yaklaştıklarında tanıdıkla uzaktan yakından alakalarının olmadığını anladım, üzerlerine geçirmiş oldukları pelerini seçtiğimde gittikçe daha da yakınlaşan bedenlerin, Bay Lefter'in odasında gördüğüm ruhun birer kopyası olduğunu gördüm.

İrkildim, içinde bulunduğum görünmez parmaklıklarla çevrili daracık alanda kaçmak için arkamı döndüm ve aralarında birbirine karışan bembeyaz saç sakallarıyla ruhlupusların da bulunduğu aynı giysili kişilerin de o taraftan geldiğini fark ettim. Soluma döndüğümde manzara değişmemiş, aksine kişi sayısı çoğalmıştı. Sağ tarafımınsa ondan hiçbir farkı yoktu.

Anladım ki, kapana sıkışmıştım. Ruh, beni serbest bırakmamış, kaçmama izin vermemişti. Peşimden dolanmıyordu çünkü tuzaklarına düşeceğimi biliyordu.

Midem telaşla kasıldı.

Gök gürledi, şiddetli bir rüzgâr esti. Öyle ki tepemde topuz yaptığım tokam saçlarımı eskisi kadar dirençle taşıyamayıp biraz aşağı düştü. Titriyordum, lakin titreyişimin sebebi üşümem değil, buradan nasıl çıkabileceğimi bilemememdi. Gücümü hissedemiyordum, evet bilekliği çıkarmıştım fakat o sıcaklığı bulamıyordum. Dün içtiğim iksirden, ya da yorulduğumdan kaynaklı olabilirdi, neyse neydi önemli değildi, bir şekilde ona ulaşmam lazımdı.

Alaz'ın beni sokmaya çalıştığı simülasyonlardan kaçışım aklıma geldiğinde kendime küfretmek istedim. Bu kadar zorlanıyorsam tek sebebi doğru düzgün pratik yapmamamdı. Ama hayır, hemen umutsuzluğa kapılıp pes etmeyecektim. Kendimi kurtarmam gerekiyordu.

Kendim için, Alaz için.

Hayır, bizim sonumuz Ferman ve Çisem gibi olmayacaktı. Böyle bir anda ayrılmayacaktım hayatından, ondan... Duyduğum son ses Alaz'ınki olacaktı, son nefesimi verdiğimde Alaz'ın kollarında olacaktım.

Direnmeliydim.

Tekrar karşıma bakarken tüm korkularımı elimin tersiyle bir kenara atarak dik durdum, çenemi kaldırdım ve başımı biraz daha havada tuttum. Diğerlerinden daha heybetli duran üç adama bakarken ağzımı sıkıca kapattım, ellerimi yumruk yaptım ve konuşmak için karşıma kadar gelmelerini bekledim.

"Kimsiniz?" diye sordum göremedeğim yüzlerinden dolayı olabilecek en mantıklı soru bu gibi gelmişti. Sesimse ufacık bile titrememişti. Kendimle gurur duyarak, aradaki mesafe iyice azaldığında yeniden açtım ağzımı. "Ne istiyorsunuz benden?"

Her yanım, siyah pelerinli adamlarla çevrilmişti ve bu koca ormanda oksijen sağlayacak tüm alanım yok olmuş gibi düşünmeme sebebiyet veriyordu.

Üç pelerinli, birkaç adım ötemde durduğunda ancak görebilmiştim kapüşonlarının izin verdiği kadarıyla yüzlerini. Ortadakinin elinde yılan başlı kocaman bir asa vardı, asanın ucundaki cansız yılanın kırmızı gözleri bana bakıyordu ve yapay dili sanki birazdan canlanacakmış da şahdamarıma değecekmiş gibi duruyordu. Asayı tutan adamda lider havası vardı, yüzünü göremiyordum ama uzun tırnakları olan simsiyah eli görüş alanıma girdiğinde teninin tamamının Bay Lefter'in odasındaki ruh gibi kapkara olduğundan şüphe duymadım.

Adamın sağındaki de kendi gibi simsiyahtı, sol tarafındakiyse normal bir ten rengine sahipti, soluk beyaz, bir cesedin elini andıran porselen bir ten. Başı yere eğik olduğundan yüzünü göremiyordum.

Asalı olan adam, eski bir radyodan çıkıyormuş gibi kısık ve pürüzlü sesiyle "Kız bu mu?" diye sorduğunda solundaki soluk benizli, "Evet efendim," diye yanıtladı.

Duraksadım.

Aradan günler geçmiş olsa da bu sesi çok net hatırlıyordum, beynim bu hatırayla kavrulurken bedenim donuk bir hal aldı. Bay Lefter'in odasından kaçtığım andan beri ilk kez tam olarak ürperdiğimi hissettim, ilk kez o an gerçekten korktum ve hayret taşan ifademle "Merih," dedim sorarcasına.

Sıraç'ın abisi olan Merih.

Kadmos'ta, kitabı bulduğumuzda bizi yakalayan, sırf o yüzden kitabın tekrar yer değiştirmesine sebep olan ve dolaylı olarak Ferman'ın ölümüne neden olan adam. Bana kara büyü yapan ve boynumdaki yarık nedeniyle günlerce yatmama sebep olan, hayatımdan günler çalan psikopat.

O an düğümler çözüldü, taşlar yerine oturdu. Merih'in karanlık ruhlarla çalıştığını, onlara itaat ettiğini ve onlar sayesinde liderliğe geçebilmek için her şeyi yapabileceğini söylemesini hatırladım. Elbette çok geçmeden bu adamlara karanlık ruh dememin bir benzetmeden öte, gerçek olduğunu anladım. İkinci bir endişe dalgası savruldu bana doğru, ne yapacağımı düşünüyordum, bu kadar adamla tek başıma baş edebilir miydim?

Hiçbir fikrim yoktu.

Merih, sanki adını söylememle birlikte keyiflenmiş gibi kaldırdı başını ve o ölüm kadar soğuk duran buz mavisi gözlerini benimkilere odakladı. Suratında mimik oynamadı. Ortadaki asalı adam, asasını bana doğru hareketlendirdiğinde ürpererek koruma iç güdüsüyle bir adım geriledim.

Merih, adamın yaptığı işareti başıyla onaylayıp sağ elini kaldırarak bana doğru savurduğunda daha kendimi savunmaya fırsat bulamadan geriye doğru sırt üstü düştüm. Bedenim çamurlu toprağa sertçe yapıştığında dudaklarımdan boğuk bir inilti yükseldi göğe doğru. Düşüşüm öyle şiddetli olmuştu ki birkaç saniye ağaç dallarının rengini gölgelediği göğe bakarken yaşadığım tüm bu şeylerin bir sanrıdan ibaret olduğunu düşündüm.

Yüzüme düşen koyu gölgeler bir kabus gibi girdiler görüş alanıma, başımın tam yanında duran, pelerin nedeniyle göremediğim ayağın sahibine çıkardığımda gözlerimi elinde asasıyla dikilen adamı gördüm. Siyah bir silüeti andıran yüzündeki beyazı olmayan kapkara gözleri benim harelerime ilişti, yüzümü dikkatle inceliyordu, baştan ayağa ürperdim. Kirpiksiz göz kapakları birbirine yaklaştı, sonrasında kaldırdı başını ve bakışlarını benden ayırıp solumda duran Merih'e, "Kızın, üstünü çıkar," diye emretti insanî olmayan yankılı sesiyle.

İşittiğim sözler, düşüşümle birlikte duyduğum tüm acıyı bir kenara itmeme vesile oldu, kötü gerçek beni derinden sarstığında eğilen Merih'i gördüm ve "Sakın," dedim dişlerimin arasından. "Sakın, bana dokunmaya kalkma. Bu sefer kurtulamazsın."

Merih bana bir yanıt verme zahmetine girmeden, ifadesiz suratında mimik oynatmadan dizlerinin üzerinde çöktü, ardından hiç beklemeden işaret parmağını bir kanca gibi üzerimdeki boğazlı kazağın yakasına taktı. Parmağını geri çekip kazağımı tek hareketle iki parçaya ayırdığında dudaklarımdan kulakları sağır edecek bir çığlık yükseldi. Ancak ağzıma dolan çığlığım saniyeler içinde sessiz bir fısıltıya dönüştü, sesim içimde kaldı, dudaklarım arasına bir güçlü bir yapıştırıcı değmiş gibi yapıştı birbirine. Ne çırpınıyor ne de birinin bana yardım etmesi için avazım çıktığı kadar bağırabiliyordum. Hareket ettirebildiğim tek organım gözlerimdi ve onları kullanarak başımdaki ruha benzer asalı yaratığın bana doğru eğildiğini fark ettim.

Titriyordum, göğsüm saniyede bir yükselip alçalıyordu. Deja vu yaşıyordum sanki, Karan'ın bana ilk sahip olmaya çalıştığı günkü kadar çaresizdim; ne kıpırdayabiliyor ne de sesimi çıkarabiliyordum. Gücümü çıkarmam gerekiyordu, ona bir şekilde ulaşmalıydım. Bu defa maglo kızın beni kurtardığı gün olduğu gibi çaresiz kalmayacaktım, bir şekilde kendimi toplayacaktım, biliyordum. Doğrusu, umut ediyordum.

Yaşıyordum ve umudum benimleydi.

Asalı adam başımın sağ tarafında dizlerinin üzerine çöktüğünde onu çatık kaşlarımla, izledim. Burnumdan kızgın bir boğayı andıran sert nefesler yayılıyordu, dişlerimi sıkı sıkıya birbirine geçirmiştim ve konsantre olmak adına gözlerimi kapatmamak için kendimi zor tutuyordum. Elini kaldırıp avucunu sağ yanağıma bastırdığında kaşlarım daha fazla çatıldı. Rengine rağmen insan dokusunu andıran teni çok soğuktu, öyle ki üzerime yağmaya devam eden yağmurun ıslattığı yüzüme rağmen etkisini hissedebilmiştim. Başparmağı yanağımı okşadığında, "Seni, değerli kız," dedi.

Gücümü bulamıyordum, onu geri savurmak için toplamam gereken kuvvete ulaşamıyordum. Öfkeyle nefeslendim, içten içe çığlıklar atıyordum ama bunların hiçbirini dışa vuramamak beni yaralıyordu.

Yüzümdeki eli ağır ağır aşağıya indiğinde irislerim onu takip etmeyi sürdürdü. Uzun işaret parmağı göğsüme değdiğinde yeniden bağırıp haykırmak, onu sertçe üzerimden itmek istedim. Bilincimi zorluyordum bana yardımcı olması için, hareketsiz kalan bedenimin aksine ruhum mahkum olduğu vücudun içinde dönüp duruyor, deli gibi çırpınıyordu.

Ruhun, gövdemdeki tek parça olan siyah sutyeni çıkaracağını düşünerek, yeni bir tecavüz riskiyle kıvrandım. Dışarı çıkarmak için zorladığım çığlıklarım boğazımı tahriş ediyordu. Ağlamak istiyordum, fakat her çaresiz kalışımda ağlayamazdım. Biçarelik ne beterdi, biliyordum ki kurtulabilirdim lakin devâma ulaşamıyordum. 

Adamın parmağı göğsümde gezinirken, "İzin nerede?" diye sordu harelerini sol göğsümden ayırmadan soğuk nefesini yüzüme yayarak. Bahsettiği şey hakkında en ufak bir fikrim yoktu, gözlerimle elini izlemeye devam ettim. İşaret parmağı küçük, yuvarlak benimin hemen altında durduğunda "İşte, bir leke," dedi. Ve söyledikleri biter bitmez, parmağının iç yüzeyini acımasızca bastırdı benimin üstüne.

Bu öyle acı vericiydi ki, tenime değen bir parmak değil de bıçakmış gibi hissettim. Biri, kalbimin orta yerine sivri uçlu, kesin koca bir bıçağı sonuna kadar saplamıştı sanki. Yüreğim ortadan ikiye yarılmış gibi acıdı, duyduğum sızı nefesimi kesti, tenime değen o gaddar parmak bir alev topuydu sanki tüm bedenimi yaktı ve içime dolan o amansız acıyla sıktığım dişlerim kırılacak sandım. Delicesine çığlık atmak, yeri göğü inletmek istiyordum.

O ben, açık bir yara gibiydi ve üzerine değen parmak tuz görevi görmüştü. Baştan ayağa yara olan vücudum tuz gölüne atılmış misali sızlandım. Terledim, tenimin bir yılda atması gereken sıvıyı bir anda kaybettim. Öldürülüyordum, bunun başka bir açıklaması olamazdı. Gözlerim irice açılmış, birbirine yapışan dudaklarım aralanmıştı fakat hiçbir şey göremiyordum, acı gözlerimi kör etmişti.

Ağlıyordum, hayır bu duygusal bir ağlayış değildi, canımın yanışı ağzımdan bir feryat olarak çıkamadığı için yaş akıtmıştı yetisini kaybeden gözlerim. Biraz daha bastırıldı parmak aynı noktaya, bu vesileyle can havliyle kıvranan bedenime dayanamayan boğazımda dolan canhıraş çığlıklar büyüyü aşarak dışarıya savruldu. Öyle güçlü bağırmıştım ki sesim kesildiğinde kulaklarıma doldu yankılarım.

Biraz daha bastırdı parmağını, yine çığırdım.

Defalarca çığlık attım ancak başımda üşüşenlerden başka olmadı sesimi duyanım.

Saniyeler geçti, çığlıklarım boynu kesilen birinden çıkan hırıltılara dönüştü, can çekişmeye başladım. Bedenim sara hastalarından hallice bir titreme krizine tabii tutulmuştu, vücudum dehşet içinde sallanıyordu bir aşağı bir yukarı. Başım defalarca topraktan yükselip tekrar toprağa çarptı. Ancak hiçbir acı göğsüme uygulanan baskıdan daha fazla yaralamadı beni.

Ben titremeye devam ederken, bakışlarımın odağı olan gök bir perde görevi gördü. Kulaklarımda bir bebek ağlayışı belirdi, bir bebek boğazı yırtılırcasına ağlıyordu. Sesi öyle tırmalıyordu ki kulağımı bir an çektiğim acının değil o yüksek sesli ağlayışın beni öldüreceğini düşündüm. Biraz sonra sesle birlikte soluk bir görüntü de belirdi gözlerimin perde arkasında, acılarım yok oldu.

Bir kadın görüyordum. Metrelerce uzağımdaki geniş, beyaz bir yatağın üzerine uzanmıştı, kucağında kundağa sarılmış bir bebeği tutuyordu, ağır hareketlerle sallıyordu bebeği bir sağa bir sola. Kulağına eğilmişti dudakları, bir ninni fısıldıyordu. Hayır, sadece ninni söylemiyor aynı zamanda ağlıyordu da. Göz yaşları küçücük bebeğin bembeyaz kundağına düşüyor minik, yuvarlak şeffaf lekeler bırakıyordu. İlerlemek istedim, onları biraz daha yakından görmek istedim ancak olduğum yerden bir adım bile uzaklaşamıyordum.

Biraz dikkat kesildiğimde, kadının söylediği ninniyi biraz olsun duyabildim.

"Bana el salla gittiğim gün, sakın ağlama

Senden ayrı geçmesin bir günüm, her gün gel bana."

Titreyen elleri küçük bebeğin görünen seyrek saçlarını okşadı, dudaklarını yaklaştırdı ve saçlarının üzerine dudaklarını bastırdı. Kokladı yavrusunu, yumuşacık tenine bir öpücük daha kondurdu. Doğrulurken burnunu çekti ve devam etti.

"Bir dünya kurduk senin için, gönlünce yaşa, gönlünce yaşa...

Melekler yolunda yürüsün, sen bana el salla

Hayal dünyan her gün büyüsün, sen bana el salla..."

Gözyaşları yanaklarından çenesine doğru hiç durmadan süzülmeye devam ediyor, geçtiği her yerde beyaz tenine bir iz bırakamadan yeni damlayla ıslanıyordu. Bebeğin minik saçlarını okşadı nazikçe.

"Bana el salla sen her gece yattığın yerden

Saçının her telinde ben varım, ellerin benden

Her gece gel otur dizime kimse görmeden, kimse görmeden."

Art arda iç çekti, kendi yaşlarıyla ıslanan dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini kapattı. Yutkundu, boğazındaki çıkıntı hareketlendi. Gözlerini yeniden açtığında tekrar bebeği buldu bakışları, uzun ince parmaklarıyla saçlarını okşarken eşsiz sesiyle ninniyi sonlandırdı.

"Melekler yolunda yürüsün, sen bana el salla

Hayal dünyan her gün büyüsün, sen bana el salla."

Boşta kalan elini ağzına kapayıp tam üç kere üst üste öksürdü. Oldukça bitkin duruyordu, bebek kucağındayken yığılıp kalacaktı sanki arkası üstü. Bir kapı açılma sesi duyduğumda refleks olarak başımı sağıma çevirdim. İki üç adım ötemdeki açılan ahşap kapıyı o an fark etmiştim, içeriye giren kişiye baktığımda çok az ürperdim. Teni buruş buruş olan yaşlı bir kadındı gelen. Siyah bir pelerin vardı üstünde, üzerinde çeşitli büyülü taşlarla dizili bilekliklerin, yüzüklerin olduğu kırışık elinin kavradığı, boyundan büyük ahşap asa sayesinde ayakta duruyordu. Giyindiği siyah pelerin yere kadar uzanıyordu, başına örttüğü kapüşonu alnının yarısını kapatıyordu. Kalçasına kadar uzun beyaz saçları belinden aşağıya salınmıştı. Omuzları düşük, sırtı kambur, yürüyüşü ise yavaştı.

Attığı her adımda dudaklarından bitkin iniltiler dökülüyordu.

"Bilge Âzîn..." dedi bebeği tutan kadın. Elinin tersiyle gözlerini sildi. "Ona veda etmek istemiyorum. Ben ona doyamadım ki..." Art arda iç çekti. Dudaklarını birbirine bastırıp yutkundu.

Yaşlı kadın, konuşmadan önce yanına ulaşmayı bekledi. Yatağın kenarına geldiğinde önce anneye, ardından bebeğe baktı. "Ölüm bir veda değildir, Efruz," dedi yatıştıran sesiyle. "Bu güzel bebek senin rahminde döllendiği günden itibaren senin tek yaşama gayen, onu yaşatmaktı. Şimdi sen gidiyorsun, ama o güvende olacak."

"Büyüdüğünü görmek isterdim, şimdi bu çakmak gözleriyle bana bakışlarını, her yaşında görmek isterdim. O bir lanet olamaz Bilge Âzîn, şuna bak..." Söz dinlemez gözyaşları yeniden akmaya başladı. Bu sırada yaşlı kadın da gözleri kapalı olmasına rağmen yönünü bebeğe döndü. "Bu minik, güzel bebek... Nasıl bir felaket olabilir?"

"Her an fark edilebiliriz. Vakit daralıyor Efruz, bebeği almalıyım."

Efruz denilen genç kadın, başıyla onayladı Bilge Âzîn'i. Dudaklarını son kez bastırdı bebeğin pürüzsüz yanağına, kokusunu son kez içine çekti. "Hoşça kal bebeğim, güzel kızım, hoşça kal. Hoşça kal miniğim, hediyem, hayat izim hoşça kal. Hoşça kal nefesim, ona iyi bak, hoşça kal."

Yeni bir öksürük krizine tutulduğunda bitkin haliyle uzattı bebeğini Bilge Âzîn'in kollarına ve yığıldı yatağına sırt üstü. Dehşet içinde öksürüyordu, başını daha fazla dik tutamadı, soluna yatırdı, aralık kalan ağzından beyaz yastığına koyu kanlar akmaya başladı. Hüzünle dolan Bilge Âzîn son kez kucağındaki bebekle sırtını döndü kadına. Bebeğin yakasını açtı, yabancı cümleler dökülürken dudaklarından işaret parmağını bebeğin göğsünün üzerine bastırdı ve o an bebek çığlıklar atarak ağlamaya başladı.

O bebeğin çığlıkları, benim ağzımdan dökülen bağırışlara karıştı, avazım çıktığı kadar bağırdım duyduğum acıyla. Kulaklarımı kanattı kendi sesim, göğsüm yarılmıştı da açıkta kalan kalbime sayısız hançer darbeleri indiriliyordu sanki. Titremeye devam ediyordum, bir sanrının içinde olmak adına yalvarıyordum içten içe, bir el dokunsa bedenime ve uyansam olduğum andan, koparılsam bu dehşetli sızıdan. Canım öyle yanıyordu ki burada ölüp kalacağımı düşündüm, hafızam anılarımla dolup taştı. Küçüklüğümden bu yaşıma kadar biriktirdiğim tüm hatıralar oynadı beynimde, Zeyhan, annem, babam, Efser... Oyunlarımız, geçirdiğim hastalıklar, düşüşlerim, kalkışlarım, ağlayışlarım, gülüşlerim. Yirmi Altı Ağustos, orada geçirdiğim son doğum günüm. Yirmi birinci yaşım, pastayı üfleyişim. Anne ve babama son sarılışım. Konser biletleri, evden kaçışımız. Şeker satan mavi gözlü adam, fırtına, dönüşümüz...

Karanlık...

Otobüsten inişim ve Efser'i kaybettiğim o an.

Nephan...

Karanlık orman, ağlayışlarım.

Mehsa, Barın.

Siyah ev.

Kaslan.

Alaz.

Kalbim.

Göğsümdeki parmak son sert dokunuşunu yaptığında, son güçlü çığlığım döküldü ardından yorgun nefesim dudaklarımdan firar etti, titreyişlerim daha durağan bir hal aldı. Baygın gözlerim, parmağını geri çeken siyah pelerinli adama yöneldiğinde adamın beyazı olmayan kapkara gözlerinde yanan kıvılcımları gördüm. "Buradasın, nihayet."

Gözlerimi eğerek yarıldığını düşündüğüm göğsüme baktığımda önceden benin olduğu yerde şimdi dövmeye benzer bir şekil olduğunu gördüm. Küçük bir üçken vardı artık o benin bulunduğu yerde, üçgenin içinde kare, karenin içinde biri ters çevrilmiş diğeri normal iki Z harfi vardı. Kaşlarımı çattım, bunun ne demek olduğunu bilmiyordum, oraya nasıl geldiği konusunda hiçbir fikrim yoktu.

"Mühür doğru. Efendimiz buna çok sevinecek..." dedi pelerinli kendi kendine, hemen sonrasında arkamdakilere bakıp komut verdi. "Onu bulduk. Götürüyoruz."

"Götürmek" kelimesi zihnimde birkaç kez yayıldı.

Beni, bir yere götüremeyeceklerdi.

Ben, Efsan Erez'dim.

Tek başıma, bileklerimden kanlar akarken koca bir soyun kralını alt etmiştim. Küçük bir sarayda deprem oluşturmuş, yıkmış, yangın çıkarmıştım.

Üstelik şimdi, gücümü engelleyen hiçbir şey yoktu.

Yine yapardım.

İzi, adamın söylediklerini bir kenara attım hemen. Çektiğim acıları, tahriş olan boğazımı ve sızlayan göğsümü düşündüm. Bedenim son nefesini vermek üzere olan bir yaralı gibi titrerken gözlerimi kıstım. Art arda nefes alıp veriyordum, göğsüm saniyede bir yükselip alçalıyordu. Hırsım içimde büyüyor, kalbimden yayılan tehlikeli ateş vücudumun diğer tüm köşelerini benzin dökülmüş gibi bir hızla takip ediyordu. Gözlerimin renk değiştirdiğini düşündüm, kırmızı bakıyordum şimdi etrafıma, yakmaya hazır gibi. Az önceki halsiz tavrım bana elveda demişti çoktan; demin güçsüzlükle titreyen bedenimi şimdi içine dolan güç sarsıyordu. Parmak uçlarım karıncalanırken korkudan ve acıdan açık kalan ağzımı kapattım, çenemi yukarı kaldırdım. Şimdi tırsak bir kız yerine kendinden emin ve korkusuz bir kraliçeydim.

Merih'in bana yaklaşmasını bekledim konuşmadan hemen önce, gözlerimiz birbiriyle buluştuğunda o mavi irislerine tiksinç parıltısı yayılan isli gülümsemesi canlandı suratında. Elini uzattı ve kolumu tutmak için hareketlendi.

İşte o an kopardı vücudum üzerine dolanan demirden zincirleri, saniyelik bir refleksle atıldım ve beni tutmak için uzattığı elini tutup, insan üstü bir güçle çevirerek bedenini sertçe yere çarptım. Bedenini iki dizimin arasına alarak dizlerimi toprağa bastırdım ve iki elimi boynuna dolayıp uzun tırnaklarımı boğazına bastırdım, yardığı boynumu hatırlayarak daha sıkı bastırdım altımda acıyla kıvranırken "İkinci kez sana yenileceğimi mi düşündün!" diye haykırdım büyük bir hırsla. Boynundan akan kanlar parmaklarımı ıslattı ancak tiksinmedim, ürpermedim, korkmadım. Daha fazla sıktım ve Merih'in ellerimde can çekişmesini izledim.

O sıra, omuzuma bir el daha dokunduğunda haykırarak sol elimi kaldırdım ve arkamı dönmeden beni engellemeye çalışan ikinci kişiyi uzaklara savurdum. Merih'in göz kapakları kapanırken, benim gözüm çoktan dönmüştü. Sıktığım boynundan yüzüme doğru fışkırdı kanı, fakat ben kana susamış bir vampir gibiydim, geri çekilmek yerine büyük bir hazla daha fazlasını yapmayı amaçlıyordum.

Altımda titreyen Merih'in irisleri yukarı çıktı ve sadece gözünün beyazı kaldı, saniyeler içinde gözleri kapandı. Onu bitirdiğimi düşünerek başımı sağa sola çevirip boynumu kıtlattım. Bir el daha elimden tutmak için hareketlendiğinde, o eli kavrayarak artık bitik bir halde olan Merih'in üzerinden kalktım ve tuttuğum elin sahibini havaya kaldırıp kurtulmak istediğim bir pislik gibi yere çarptım. Bildiğim dövüş teknikleriyle gücüm birbirine karışmış ve büyük bir uyum sağlamışlardı.

Sol tarafımdan bana doğru gelen görünmez kuvveti hissettiğimde, elimi büyünün geldiği yöne doğru kaldırdım ve kendime görünmez bir kalkan oluşturdum, sarsıcı büyünün elime çarptığını hissettim fakat irkilmedim bile. Bu sefer sağdan geldi aynı güç, bununla birlikte sağ elimi kaldırıp avucumu büyüye doğru tuttum, yeniden geri püskürtmeyi başardım.

"Ne duruyorsunuz!" diye bağırdı o zaman arkamdaki asalı olan ruh. "Yakalayın şunu!"

Sağımdan ve solumdan gelen efsunlara karşılık kollarımı iki yanıma açtım ve içimde biriken gücü bu sefer sağıma ve soluma aynı anda savurdum. Karşımdaki pelerinli gözlerini kısıp elini bana doğru kaldırdığında güçle karşılık vermem için çok geçti, bu sebeple içimdeki dürtülere uyarak iki ayağımla yukarı atladım. Bedenimi o an mavi bir kalkan çevirdi, ayaklarım yerden birkaç metre yükseldi, içimde fokurdayan ateşe uyan dudaklarımdan güçlü bir feryat döküldü, bir ateş fırtınası avuçlarımdan aşağıda beni kendilerine çekmek için bekleyen yaratıkların üzerine doğru kurşun kadar delici bir hamleyle savruldu. Tam üç ruhun ateşten bir çembere hapsolduklarını gördüm, kulakları sağır eden çığlıkları kulaklarımı tırmalıyordu.

Acımıyordum.

Burnumdan içeri derin bir nefes aldım, tam hamlelerime devam etmeyi düşünürken arkamdan, kalkanımı delerek sırtıma isabet eden darbeyi hissederek inledim, dengemi kaybederek yüzüstü sertçe yere yapıştım. Avuçlarım sızlasa da pes etmemem gerektiğini biliyordum, evet canım acımıştı ancak bu beni bitirmeye yetmezdi. Hâlâ yeterince canlı hissediyordum.

Sol tarafımdan bana doğru gelen ruhla birlikte gözüme bu defa karşımdaki ağacı kestirdim, elimi ağaca doğru uzattım ve onu kendime çektim. Kökünden ayrılan ağaç bir hışımla solumdaki ruhun bedenine çarptı, onu metrelerce öteye sürükledi.

Gök gürlüyor, yağmur kavrulan bedenimi söndürmek istercesine bardaktan boşalırcasına yağmaya devam ediyordu. Her nefes alışımda burnumdan içeri damlacıklar giriyor ancak içimdeki ateş sönmüyordu, nasıl duracağım konusunda bir fikrim yoktu hoş; durmak gibi bir niyetim de yoktu. Dilimi dudaklarımda gezdirip üzerindeki damlaları ağzıma aldım, bana güç veren bir iksirmişçesine yutkundum.

Yeniden ayaklanacağım sıra karşımdan bir yeni darbe aldım, yüzüm tokat yemişim gibi sızlarken bedenim sağıma doğru savruldu fakat son anda sol elimde çamurlu yerden destek alıp çevik bir hareketle yere yapışmaktan kurtuldum.  Karşımdaki siyah pelerinli bana karşı ikinci hamlesini yapamadan elimi ona doğru uzattım ama bu sefer farklı bir şey olmuştu, ruh da bol pelerinin altında kalan kolunu havalandırmış ve ona yollamak istediğim gücü tutmuştu.

Bilek güreşi yapıyorduk sanki, ikimizin avuçları da birbirine dönüktü ve çevirip birbirimizi alt etmeye çalışıyorduk. Yalnızca sağ elimdeki güçle bunu başaramayacağımı düşündüğümde hırlayarak sol elimi de kaldırdım, ruh güzel bir refleksle benimle aynı anda elini kaldırdığında ikinci alt etme hamlem yerle bir oldu. Hepsiyle tek başına başa çıkmak beni yorsa da pes etmemeye niyetliydim. Buradan kendi başımla kurtulacaktım.

Ruhu çevirip savurmak istedim lakin o benden önce davrandı, güçlerimizin sağladığı bağı koparmadan bedenimi bir tüy gibi savurdu sola doğru, ardından beni kontrol edemediğim bir hızla kendine çekti, elleri ben daha ne olduğunu anlamadan boğazıma yerleşti, tek eliyle boğazımı beni nefessiz bırakacak kadar sert sıkarken vücudumu bir kupa gibi yukarı kaldırdı. Parmakları soluk boruma baskı yapıp nefeslerimin ciğerlerime ulaşmasına soyut bir barikat yerleştirirken yerden yükselen ayaklarım can havliyle sallanıyordu.

İçimde delicesine çırpınan gücümün yeniden dışa vurması bana bir ömür gibi gelen birkaç saniyenin ardından oldu ve kudretim bu sefer ayağımdan bir tekme olarak yükseldi. Ruhu metrelerce uzağıma savurdum tek hareketimle, sırtı bir ağacın gövdesine çarptı, ikinci ağacı da bu vesileyle düşürdüm. Ateş çemberine hapsoldu.

Hiç oyalanmadan, dakikalar önce bana çektirdiği acıların öcünü almak adına bu defa esas elebaşına, sağ çaprazımda duran eli asalı ruha doğru adeta uçtum. Asasını bana doğru sallamasına fırsat tanımadan tuttum yılan başlı sopayı. İkimiz de sıkıca asayı tuttuğumuzdan aramızda bir arbede yaşandı, asa altından değerli bir kupaydı sanki ve biz onu kazanmak için cebelleşen iki rakip takımın oyuncusuyduk. Bir sağa bir sola hareketlenen sopa sinirlerimi daha fazla bozunca dişlerimin arasından derin bir nefes alıp heybetli sesimle haykırarak onu kendimden epeyce uzak bir alana ittim. Asasını bir ağaca çarpıp parçalanmasını sağladıktan sonra kalkmasına fırsat tanımadan kendimden beklemediğim bir hızla adeta üzerine uçtum, dizlerimi şimdi etkisiz hâlde olan Merih'e yaptığım gibi bedeninin iki yanından yere bastırdım ve ellerimle pelerinin sardığı boğazını kavradım. Parmaklarımın ucunda biriken ateş boynunu çevrelerken dudaklarından can çekiştiğini belli eden kıkırtılar dökülmeye başladı.

Gözümün döndüğü o anlarda, zaferime ulaşacağımı düşündüğüm sıra nasıl oldu bilmiyorum ama altımdaki ruh birden kaldırdı elini ve hiç yapmaması gereken şeyi yaptı.

İşaret parmağını yeniden izimin bulunduğu bölgeye bastırdı.

Ağzımdan acı dolu bir çığlık yükseldi, büyük bir refleksle geri çekildim, ancak bu sefer yenilmedim. Bu, kanıma dokunan son damla oldu, ellerimi iki yana açtım ve ortadan ikiye yarılmış misali sızlayan yüreğimdeki acıyla çileden çıkmışçasına haykırdım. Tüm gücüm vücudumdan tazyikli bir su gibi fışkırdı, ağzım, elim, gövdem, bacaklarım içimde biriken tüm öfkem etrafa öldürücü bir hamle olarak yayıldı, bedenim şiddetle titredi, hiçbir ses yoktu şimdi. Kulaklarımdan çıkan dumanlarla birlikte yer yerinden oynadı, gök birkaç defa üst üste gürültüyle kükredi, yüzümü mor şimşekler aydınlattı, benden fışkıran ateşin sıcaklığı bedenimi yaktı.

Gücümü son zerresine varıncaya kadar çıkardım dışarıya, zamanla titreyişlerim durdu. Artık o yırtık kazağın da üstümde olmadığı zayıf bedenim daha fazla beni taşıyamadı. Tüm düşmanları alt etmiş, fakat bunu yaparken kendimi de bitirmiştim. Sırtım sertçe toprağa yapıştığında, kendimi tüm ormanla tek başına başa çıkan aslan gibi hissediyordum, gözlerim dönüp duran gökyüzünü izlerken hızlanan yağmur yüzümü ıslatmaya devam ediyor ağzıma giren damlalar beni boğacak diye ürküyordum. Yutkundum, ya da yutkunmayı denedim. Artık kalkmak için ne arzum ne de takatim vardı, tükenmiştim. Göz kapaklarım irislerimi örtmek için hareketlendiğinde onlara karşı koymadım.

Saniyeler içinde gri gökyüzü, karanlık bir boşluğa dönüştü.

*

Beynim sızım sızım sızlıyordu, ağrılar dalgalanıyordu başımın her köşesinde. Zaman soyuttu, bilgiler sıfırlanmıştı. Boğazımda beliren öksürük isteğiyle hafifçe aksırdım, ağrıyan omuzlarım sallandı, kemiklerim yerinden çıkıyormuşçasına acıdı. Kirpiklerim ağır ağır açılırken gözümü alan yoğun ışık bunu başarısız kıldı. Gözlerimi sıkıca yumdum, nefes aldım, vücuduma batan soyut dikenlerle sızlandım. Hantallaşan kolumu yukarı kaldırdım, ağrıyan elimi gözlerime güneşlik amaçlı tuttum ve yeniden açtım gözlerimi. Kirpiklerim birkaç kez kırpıştıktan sonra ışığa alıştığımı düşünerek elimi indirdim. Gözlerim kısılsa da kapanmadı bu defa.

Baktığım, üzeri boyalı antik resimlerle işlenmiş tavanda kristal taşlı kocaman bir sarkıt avize asılıydı; avizenin içindeki onlarca ampulün hepsi yanıyor ve sapsarı bir ışık sunuyordu odaya. Elimi ağrıyan başım nedeniyle şakaklarıma koydum ve başımı hafifçe soluma çevirdim. Bulanık bakışlarım ancak birkaç saniye sonra odaklayabildi heykelden kolonlarla muhafaza edilen kitaplıklardan oluşan duvarları. Odanın her duvarı, etrafım devasa kitaplıklarla çevriliydi. Daha önce hiç içine girmediğim, yabancısı olduğum bir kütüphanenin ortasındaydım. Altın yaldızların işlemelerde kullanılıp avangart kütüphaneyi daha da zengin gösterdiği bu mekâna daha önce gelmemiştim, ancak lüks bir yer olduğu ve döşeme tarzından dolayı bir sarayın içinde olduğumu düşündüm.

Sorun, benim buraya nasıl geldiğimdi.

Vücudumu hareket ettiremiyordum. Sol göğsümde, bir dövmeyi andıran o izin bulunduğu yerde hâlâ beter bir acı mevcuttu. Kesik kesik anılarım zihnimde varlığını sürdürüyordu, ormanda yaşadıklarım, etrafımı saran yaratıkları parça parça anımsadım. Korku dolu dakikaların sonunda kendimi kaybettiğimde, gözlerimi böyle bir alanda açmayı beklemiyordum.

Kurtulmuş olabilir miydim?

Varilok'ta mıydım?

Alaz mı bulmuştu beni?

Cevabının bende olmadığı sorularım zihnimin boş alanlarında yankılandı. Kafamı eğip üzerime baktığımda, kendimi kirli bulmayı beklemiyordum. Tüm gövdem kesiklerle, yanık ve çamurlarla kaplıydı, temizlenmemiştim; üzerimde hâlâ siyah sutyenim vardı, parçalanan kazağımın birkaç ip parçası sutyenin bazı kısımlarına yapışık kalmıştı. Hareket ettirdiğimde sızlayan bacaklarıma geçirdiğim kot pantolonum bir hippininki gibi çeşitli yerlerinden yırtılmıştı, çamur onu da kirletmişti. Nemliydim.

Neden koca bir kütüphanenin ortasına, bir paçavra misali yere bırakılmıştım böyle? Kimse benimle ilgilenmeyecek miydi?

"Kimse yok mu?" diye sordum, fakat duyduğum tek şey sesimin yansıması oldu. Sağ koluma baktığımda, çıkardığım bilekliğimin yerine gümüş metalden bir bilezik takıldığını gördüm. Bunun yine beni dizginlemek için yapılan bir şey olduğunu hemen anladım fakat onu çıkarmakla uğraşmadım, buna takatim yoktu.

Uykuyla uyanıklık arasındaki o hallerimde süresini bilmediğim dakikalarca yerde kalmaya devam ettim. Kendi soluklarımdan başka hiçbir şey duymadığım o geçen saniyelerin ardından kulağıma dolan ayak sesleriyle uyku isteğimi tamamen bir kenara attım. Sızlanmalarıma aldırmadan hafifçe doğruldum, kalbim korku ve merakla atmaya başlamıştı. Beni kontrol etmeye gelen birisi olabilir miydi?

Alaz gelmiş olabilir miydi?

Belki de yeni gelmiştim buraya, ondan henüz kıyafetlerim değişmemiş benimle ilgilenilmemişti.

Alaz'ı istiyordum, onu görmek, kollarına atılmak ve huzur bulduğum odunsu kokusunu doya doya içime çekmek istiyordum. İşte o zaman, şifacıyı görmeme bile ihtiyacım kalmazdı.

Adım sesleri yaklaştıkça daha net duyulmaya başladı. Nihayetinde birkaç metre ötemdeki kapıdan bir tıkırtı duyuldu ardından kapı gıcırdayarak benim tarafıma doğru açıldı. İçeriye giren kişinin ilk olarak parlak zemine yansıyan gölgesini gördüm, hemen sonrasında bedeni tüm heybetiyle gözler önüne serildi.

İçimdeki korku büyümek yerine yerini rahatlama ve heyecana bürüdü, kalbim dörtnala koşan bir atınki kadar hızlı atarken rahat bir soluk aldım. Tüm ağrılarımı elimin tersiyle bir kenara itip, "Alaz," diye bağırdım.

İçeriye girmiş olan Alaz'ın, kapıyı kapatır kapatmaz buldu gözleri beni. Siyah kaşları aynı renk gözlerinin üzerine indi hemen, suratında şaşkın bir ifade yer aldı, çenesi sağ omuzuna doğru kalkarken, "Efsun," dedi.

Açık kalan dudaklarımın arasından çıkan nefeslerle birlikte, gücümü yeniden bulmuş gibi hemen ayağa kalktım. Ağrıyan eklemlerimi umursamadan bir çırpıda bana yürüyen Alaz'ın ulaşmasını beklemeden hemen ona doğru koştum ve kollarımı ona dolayarak heybetli gövdesine sığındım. "Bulmuşsun," dedim ağlarcasına. "Beni bulmuşsun! Buradasın! Yeniden!"

Beni sarmasını bekliyordum ancak Alaz bunu yapmıyordu. Onun yerine kollarımı tuttu, beni göğsünden ayırdı, bunu yaptığında dudaklarımdan bir inilti döküldü. Beni, karşısına aldığında, "Ne..." dedi, tamamlayamadı cümlesini. "Ne oldu sana?" diye ekledi, simsiyah irislerini endişe ele geçirdi.

Yarı çıplak gövdemi incelerken gözlerini sol göğsümün üzerinde taşıdığım ize taşıdı ve ifadesinde çözemediğim bir değişim oldu. Dudakları aralık kalırken sağ elini benden ayırdı, kendi sol göğsünün üzerine koydu. Eli, tam orada yumruk şeklini aldı, dudakları titredi.

Ben, sorduğu soruyu çözmeyi denediğim sıra, arkasındaki kapı yeniden açıldı. Alaz bana bakmayı sürdürürken benim bakışlarım kapıdan içeriye giren kişinin üzerine ilişti. Karan'ı görmek, onun bakmaya dayanamadığım koyu kahverengi hareleriyle göz göze gelmek midemin ağzına gelmesine sebep oldu. Tüm vücudum korkuyla ürperirken Alaz bana bakmayı sürdürüyordu fakat gördüğü şey ben değildim sanki, aklını birden çok soru meşgul ediyor gibiydi.

Karan, bize doğru adımlar atarken dolgun dudakları mide bulandırıcı, korkunç bir gülümsemeyle şekillendi. "Gel zaman git zaman," dedi ağır ağır bize doğru adımlarken. "Hayat bizi yine Alkandros'ta karşılaştırdı, görüyor musunuz?"

Alaz dişlerini sıkıca birbirine bastırdı, çene kemikleri bu vesileyle belirginleşti. Benimse Karan'ın söyledikleriyle aklımdaki tüm düşünceler yerle bir oldu. Alaz'ın beni gördüğüne şaşırmasının sebebini o an anladım. Ben Varilok'ta değil, Alkandros'taydım. Beni Alaz değil, Karan bulmuş olacaktı.

Peki neden kütüphanesindeydim? Alaz neden buradaydı?

"Bak, aradığın kitapla birlikte geldim, Alaz Şahzade."

Karan'ın kurduğu yeni cümleyle birlikte gözlerimi biraz aşağı indirdim ve ancak o zaman fark ettim iki eliyle sıkı sıkıya tuttuğu kitabı. Bu, benim dönüşümün içinde yazdığı, Alaz'ın aradığı, Merih'in uğruna beni büyülediği kitaptı ve şimdi, hiç olmaması gereken kişinin ellerinin arasındaydı.

Alaz başını ağır ağır Karan'a çevirdiğinde Karan tek eliyle kitabı kaldırıp salladı. "Artık sürekli yer değiştirmekten yorulmuş, Alkandros'u sevdiğini söylüyor." Derin nefes aldı, sağımızda durduğunda omuzlarını kaldırıp indirdi. "İçinde neler yazdığını bir bilseniz..." Başını olumsuz anlamda salladı. "Ah Alaz, sen zaten biliyorsun..." Koyu kahverengi hareleri beni bulduğunda gülümsemesi bir anda silindi. "Benim masum meleğim... Öğrenmen gereken o kadar çok şey var ki..."

Alaz'ın beni tutan eli kolumu biraz sıktı, Karan'ın söylediklerinin onu gerdiğini hissettim. Burnundan içeri derin bir nefes aldı, "Kes sesini," dedi dişlerinin arasından.

Karan'ın bakışları tekrar Alaz'ı bulduğunda gülümsemesi de yeniden canlanmıştı. "Bugün yayılan güçle birlikte tüm krallıklar onun kim olduğunu öğrendi, ben susarsam duymayacağını mı sanıyorsun? Onun beynini biraz daha yıkayıp buradan çıkararak ölüme götürmeyi mi planlıyorsun?"

Söylenilenlerden bir anlam çıkarmamı sağlaması amacıyla Alaz'a baktım ancak o susuyordu, bu defa Karan'a susmasını söylememişti. Hiçbir şey söylememişti, bana bakamıyordu, tek kelime etmiyordu. Sadece yavaşça nefesleniyordu. Kaşlarımı çattım. Karan'la ilgilenmiyordum, benim tek gerçeğim kollarımı tutan adamın iki dudağı arasındaydı. Bu nedenle Alaz'a bakarak, "Neler oluyor?" diye sordum.  

Alaz başını tekrar bana çevirdi, gözlerinde hafif bir titreşim sezdim. Sanki bakmayı başaramıyormuş gibi geri çekildi hareleri tekrar, koluma baktı, bileklerimi inceledi. "Bilekliğin nerede?" diye sordu belli belirsiz.

Bana bakmayışı canımı yakarken, sorunu anlamayı deniyordum. "Bay Lefter'in odasından kaçtığımda düşürdüm, ormanda. Alaz, Bay Lefter ölmüş, o kilitli odada duran şey onun cesediydi!"

"Karanlık ruhlar bedenini ele geçirmiş," diye düzeltti Karan beni. "Zavallı adam, onlarla fazla uğraşmaması gerektiğini bilmeliydi. Ama baksana, ne güzel. Bu olay seni yeniden bana getirdi."

Alaz yine sessiz kaldı. Dudakları hareketlendi, öyle kısık sesli bir şey mırıldandı ki ne duyabildim ne okuyabildim ne de anlayabildim. Yutkundu, âdemelması aşağı yukarı hareketlendi. 

"Nerede kalmıştık..." derken iç çekti Karan. Derince soluklandı, esner gibi "Aah," diyerek omuzlarını indirdi ve elindeki kitabı bana doğru salladı. "Bu kitap yüzlerce romana taş çıkarır doğrusu. İçinde yazan her şeyin gerçek olması da ayrı bir çekici. Bir gecede bitirdim tüm yazıp çizilenleri." Alaz'ın başı hâlâ önüne eğikti, Karan'ı durdurmadı bu defa, Karan'sa aynı şekilde devam etti. "Sevgili Efsan, daha önce sadece bir büyücü değil de maglo olduğun söylenmiş miydi sana?"

Gözlerim kısıldı, çenem hafifçe sağ omuzuma doğru hareketlenirken, "Ne saçmalıyorsun sen?" dedim.

Alaz, susmaya devam ediyordu.

"En baştan başlayalım, bilmediğin çok şey var gibi..."

"Aklımı bulandırmaya çalışmaktan bıkmadın mı?" diye çıkıştım. "Söylediğin hiçbir şeye inanmıyorum, inanmayacağım!"

"İnan bana, söylediğim hiçbir şey yalan değildi, en başından beri. Sen söyle Alaz, yalan mı?"

Alaz, Karan'a yalnızca bir bakış fırlattı. Öfke dolu bir bakış, lakin yine cevap vermedi.

Karan'sa tekrar beni buldu. "O söylemiyor, iş başa düştü. Ben sana olayları anlattıktan sonra, kitaptan hepsini tekrar kontrol edebilirsin." Bulanmaya hazırlanan aklım durmuştu sanki, bir cevap veremedim. "Bundan yüzyıllar önce, sevgili Efsan, insanlarla dünyamız birdi, birlikte yaşardık. Fakat ne biz insanlara karışırdık ne insanlar bize. İlişki yaşanması kesinlikle yasaktı, insanların kaderlerine müdahale edemez, onları büyüyle yönetemez, onlarla dostluk harici hiçbir iletişimde bulunamazdık."

Buraya kadarını biliyordum, Bayan Enisa'nın derslerinde sürekli bahsettiği mevzulardı bunlar... "Fakat günün birinde, hiç beklenmedik bir olay oldu. Karanlık ruhların lideri Lukifer İdmon, insan kadınlarıyla zorla ilişkiye girdi ve kadınların rahmi beklenmedik bir şekilde döllendi. Hamile kadınlar çocuk doğurdu fakat çocuklar sıradan bir insan değildi, yeni bir tür olarak doğdu. Karanlık ruhların soyundan gelen bir tür olarak, bir maglo olarak."

"Bu olay fark edildiğinde, doğacak çocuklar öldürülmek istendi ancak bu başarılamadı. Çünkü insan kadının rahmine bebek düştüğünde yeni bir lanet, yeni bir kehanet ortaya çıkmıştı; karanlık ruhun evrenin sonunu getirip tüm dünyayı kendi hakimiyeti altına almak için uğraştığı, tüm krallıkların sonunu getirecek bir lanet. Maglolar öldürülemezdi, onları öldürmek için gerekli olan odak nokta doğana kadar onları yok etmek imkansız olacaktı. Karanlık ruhlar ve insan ilişkileri, doğan çocuklar fark edildiğinde tüm krallıkların konseyi bir araya toplandı ve ortak alınan bir kararla insanlarla olan dünyamız ayrıldı, insanların zihninden tüm yaşanılanlar silindi. Maglolar için yeni bir köy oluşturuldu, çocukların ergenlik çağına gelip büyümeleri beklendi, ergin yaşa erenler evlendirildi ve ilişkiye girdirildi. Yeni doğan her çocuğun göğsündeki iz kontrol edildi..." derken gözleri beni buldu, bakışları sol göğsümdeki anlamını bilmediğim, bugün beliren izin üzerinde durduğunda, bir şeyleri çözmeye başlayan aklımla birlikte tüylerim diken diken oldu.

"İz şu olacaktı: ateşin sembolü olan üçgen, yuvanın sembolü olan kare; denklik, mükemmel çiftin sembolü olan Z ve yansıması..."

Anlattığı, bendeki izin birebir aynısıydı. Göğsüm sıkışmaya başlamıştı, konuyu nereye bağlayacağını merak ediyordum.

"Lanet, işleri öyle zorlaştırmıştı ki, ülkeye belli aralıklarla insanlar düşmeye başlamıştı. Kehanete göre, ülkenin sonunu getirecek lanetli maglo buraya dışarıdan gelen insanlardan birisi de olabilirdi. İzler kontrol ediliyor, mühür yoksa insanlar öldürülüyordu."

Tüm bu zaman boyunca bir kişiyi bulmak için öldürülen insanlar aklımda belirdiğinde, midem çalkalandı. Bir lanetin parçası mıydım? Ben bu şehrin sonunu getirecek o kişi miydim? Öldürülmek istenen melez ben miydim? Karan böyle kusursuz bir hikâye oluşturabilir miydi, ağzından her dökülen son derece ciddi ifadesiyle yayılıyordu kulaklarımıza ve suratında en ufak bir yalan belirtisi yoktu.

"Yüz yıllar geçti, ama lanetli bir türlü bulunamadı. Ta ki bugüne dek. Hoş, kitabın içinde senin şehre 'yeniden' ayak bastığın tarih 26 Ağustos 2017 olarak görünüyor." Gözleri tekrar Alaz'ı buldu. "Alaz Şahzade, seni henüz bilmediğimiz bir nedenden dolayı iyi saklamış..." Boğazını temizledi. "Düzeltiyorum Efsan... Mührünün eşine sahip olan, eşlik bağını taşıdığından ötürü seni öldürebilecek tek kişi olan Alaz'ın, seni gizlemek için tek bir nedeni vardı: seni bana karşı koz olarak kullanmak. Önce seni bir koz olarak kullanarak beni ikna edip topraklarına geçmemi sağlayacak, ardından işi bittiğinde seni kehanetin sakladığı büyülü okla herkesin önünde infaz edecekti. Kusursuz bir plan. Eğer kitabı ben bulmasaydım tabii..."

Alaz'ın benimkiyle aynı yerde olan ben'i geldi aklıma, gözlerim istemsizce ulaştı şimdi siyah bir tişörtün sardığı sol göğsüne. Alaz'ınki de mühre dönüşmüş müydü? Yani, o benim eşim miydi?

Öldürülmek...

Alaz tarafından...

Her şey bir oyun muydu?

Aklım almıyordu.

Ne kadar ona inanmayacağımı söylesem de ağzından çıkanlar bir nebze de olsa yüreğime dokunmuştu. Hangisine şaşırmam gerektiğini bile seçemiyordum, kehanete mi, lanete mi, Alaz'la aynı izi taşıyor olmamıza mı, eşliğe mi, yoksa beni öldürecek olmasına mı?

Gözlerim tekrar Alaz'ın hayranı olduğum pürüzsüz yüzüne tırmandığında bakışlarımız birbiriyle buluştu. Yalanlamasını bekledim, Karan'ı susturmasını ve onu dinlememem gerektiğini söylemesini... Fakat susmayı sürdürüyordu. Bir pişmanlık belirtisi aradım kara irislerinde sonra, yalanlayan bir şeyler. Ama yoktu, ifadesini okuyamıyordum. "Alaz..." dedim nefes nefese çıkan sesimle. "Bu anlatılanlar... Doğru değil, değil mi?"

Alaz dudaklarını araladı ancak konuşan Karan oldu. "Harfi harfine doğru. Ne büyük ihanet, ne hazin bir son ama..." Alaz'la bakışmayı sürdüyordum. Benim doğrularım yalnızca ondaydı, elini kaldırıp Karan'ı bu söyledikleri yüzünden yerle bir etmesini bekliyordum. Bana "ona inanma" demesini bekliyordum.

Alaz beni yeniden yanıtsız bırakınca Karan başını kınarcasına salladı. "Fakat bugün, Alaz'ın planladığı sonda ufak bir değişiklik olacak..."

Ben daha ne olduğunu anlayamadan Karan ayağını sertçe yere vurdu, çıkan gürültülü sesle birlikte bir anda toplu halde çıkan savaş nidalarıyla birlikte, birden fazla ayak sesi duyuldu.

Alaz'sa karşılık olarak kızgın bir boğa gibi burnundan soluyup, işaret parmağıyla başparmağını birbirine sürttü ve tek eliyle beni odanın onlardan uzak bir ucuna fırlatırken beklemeden Karan'ın üzerine çullandı. Sırtım işlemeli gül pencerenin bulunduğu duvara çarptığında ağrıyan uzuvlarım sebebiyle acıyla inledim, bedenim çok geçmeden ucuz bir paçavra misali yere düştü.

Ben oturduğum yerden kalkamadan karşıma baktığımda, içeriye bir grup adamın girdiğini gördüm. 

Alaz, Karan'la mücadele ederken içeriye girenler onu etkisiz hale getirmek için sırtlarında asılı duran kılıçlarını kabzalarından çıkardıklarında korkuyla bir nefes çektim içime, yerimden kalkamadan açıldı bir kez daha kütüphanenin kapısı ve Alaz'ın arkasında canını almak için can atan Karan'ın askerlerine karşı en önünde Bars'ın bulunduğu bir tabur asker daha girdi. Bars'ın elinde duran koca kılıç, metal kısmından yayılan ışıkla birlikte Alaz'ın arkasındaki askerin başını tek hamlede kesti.  

Yere düşen kafa ve fışkıran kanlarla birlikte ağzıma gelen midemdekileri çıkarmamak için ellerimle ağzımı kapattım, aynı anda gözlerimi de sıkı sıkıya yumdum. Sonra, metaller birbirine çarptığında çıkan o şıkırtılar duyuldu daha çok, güçlü kükreyişler yankılandı kütüphanenin her bir yanında, raflar yıkıldı, talan oldu. Arada bir gözümü açıp baktığımda, bazen kılıçlarla bazense büyüyle hamleler yapıldığını görüyordum. Çok değişikti, çok hızlı hareket ediyorlardı, kılıçların özelliği insanların kullandığı gibi sıradan değildi, bunu anlamak zor olmadı. Metaller her birbirine değişinde feci bir ışık patlaması görülüyordu, akan kanın haddi hesabı yoktu. Rafların çoğu parçalanmış, yerle bir olmuştu.

Ben mi?

Kimsenin umurunda değildim ya da herkesin umurundaydım.

Bana kimse yaklaşamıyordu, buna izin verilmiyordu.

Kalabalığın içinden Alaz'ı seçtiğimde, eline ne zaman aldığını bilmediğim devasa kılıcıyla, önüne her çıkanı çevik hareketlerle etkisiz hale getirdiğini gördüm. Kimseyi affetmiyordu, kiminin yüzüne saplıyordu kesici silahını, kimini belinden deliyor, dönüyor ve kiminiyse boynundan öldürüyordu.

Arkasında sapsarı saçları kana bulanmış bir adam belirdiğinde yüreğim korkuyla kasıldı, lakin ben daha bağırıp onu uyaramadan Alaz dönmeye bile gerek duymadan kılıcını tek eliyle arkasına savurdu, adamın tam kalbine sapladı. İki eli de boş kaldığında, karşısında ellerinde koruyucu zırhları olan üç savaşçıya avucunu tuttu ve içeriğini bilmediğim bir büyü savurdu. Adamlar büyünün etkisiyle kurşun yemiş gibi arkaya doğru hafifçe eğildikler, Alaz yerdeki boş bir kılıcı eline alıp doğrulurken üç adamdan en öndeki kılıcıyla birlikte kükreyerek üzerine geldi. Alaz hemen ayaklandı, önce kılıcına bir darbe savurdu, ardından adamı duvarla kendisi arasına sıkıştırdı ve kılıcı boğazına sapladı. Hiç vakit kaybetmeden ikinci adama döndü, adamın Alaz'a vurmak için uzattığı kolunu sıkıca tuttu, çevirdi ve askeri odanın bir ucuna savurdu.

Alaz'ı izlemeyi sürdürürken tam yanıma, sağ tarafıma fırlayan kolla birlikte yerimde sıçradım. Hemen tekrar gözlerimi kapattım, yüzümü göğsüme çektiğim dizlerime bastırdım ve içimden, bu anın bir an evvel bitmesini diledim.

Tükenen gücüm nedeniyle kimseye bir fayda sağlayamadan oturduğum yerde dakikalarca bekledim. Keskin metalik kan kokusuna, gürültülü kılıç seslerine ve haykırışlara karşı bağışıklık kazanmıştım. Bir yandan Karan'ın anlattıkları beynimde oynuyor, öte yandan çalkalanan midem bana zor zamanlar yaşatıyordu. Hayatımın en yoğun, en tüketici günüydü.

Kendimden geçtiğim dakikaların, bana bir ömür gibi gelen zamanın arasında artık azalmaya başlayan seslerle birlikte yüzüme düşen gölgeyi hissederek gözlerimi açtım, başımı kaldırdım. Alaz, tepemde dikiliyordu. Tek eliyle kitabı tutuyorken, boşta kalan kanlı elini bana uzatmıştı. Siyah tişörtü yer yer öldürdüğü adamların kanlarıyla lekelenmişti, koyu kırmızı kanlar sakalsız yanağına, alnına da bulaşmıştı. Ben hâlâ ona bakıyorken Alaz yutkundu ve ürkek bir ceylanı andıran halimi yatıştırma gereksinimi duymadan, "Buradan gitmemiz gerekiyor," dedi tok sesiyle.

Alaz'dan farkı olmayan Bars, yarılmış kolunu önemsemeden yanımızda belirdiğinde, "Acele edin," dedi. "Bir bölük daha geliyor, geçit kapanmadan çıkın."

"Hadi Efsan," dedi Alaz, aklım öyle karışmıştı ki, o el bana neden uzatılmıştı, ben neden buradaydım ve ne yapmam gerekiyordu karara varamıyordum. Beynimde bana ait olmayan sesler yankılanıyor, hepsi ayrı ayrı şeyler söylüyorlardı.

Nihayetinde attığım her hamlede Alaz'a sığınmam gerektiğini bildiğimden tüm sesleri bir kenara ittim ve elini tuttum. Ayak sesleri daha yakından geliyordu. Alaz beni kaldırdığı gibi arkasını döndü, şimdi tüm kitapları yerde olan kütüphanenin sol ucuna doğru koşmamızı sağladı. Attığım her adımda bedenim içimde bir deprem oluyormuş gibi sarsılıyor, tüm eklemlerim ağrıyordu ama dayanmam gerektiğinin bilincindeydim.

Bir kapının önüne geldiğimizde Alaz elini kapıya koyup açılmasını sağladı. O sıra kütüphanenin kapısı da açıldı, "Durun!" diye bağırdı bir adam lakin Alaz adama fırsat tanımadan tek hamlede bizi kapıdan içeri soktu. Kapı kapandı ve karanlık bizi içine hapsetti.

İçeride göz gözü görmüyordu. "Bana sıkıca tutun," dedi Alaz, öyle yaptım. Kollarımı ona doladım ve ellerimi sırtında birleştirdim. İçinde bulunduğumuz karanlık oda hızla sallanmaya başladı o an, zelzele oluyor sandım, ürktüm. Alaz'ı tutmasaydım eğer, bir yere savrulacaktım kuvvetle muhtemel.

Kendimi son hızda dönen bir dönme dolaptaymışım gibi hissediyordum, gözlerimi kapattım, midemdekileri daha fazla taşıyabileceğimi sanmıyordum ama direndim. Birlikte bir boşlukta savruluyorduk sanki, çığlık atmamak için kendimi zor tutuyordum. Bir fırtına esti, gök gürledi kulaklarımın yamacında. Bir hortum aldı bizi içine, savurdu tüm kuvvetiyle.

Bir anda durdu.

Yüksek bir yerden aşağı atladığımızı düşünerek açtım gözlerimi ve ormanın kenarında bir yola ışınlandığımızı gördüm. Akşamdı, serin bir rüzgar uğulduyordu, sabahtan beri yağan yağmur nedeniyle çamurlaşan toprak havaya güzel bir koku yaymıştı.  Alaz beni yavaşça yere bıraktığında, "Alkandros'tan kurtulduk mu?" diye sordum.

Beni başıyla onayladı. Hemen sonra, ben sıcak göğsünde biraz daha sığınmayı, korkularımı yatıştırmayı düşünürken Alaz'ın kolları beni bıraktı ve aramızda birkaç adım boşluk oluşturdu. Tutunacak bir şeyimin olmayışıyla halsiz bedenim düşecek gibi sarsıldı, lakin kendimi ayakta tutmayı başardım. Alaz beni tutmadı, düşecek olmam onda en ufak bir panik duygusu bile oluşturmadı.

Soğuk duruyordu, öfkeli gibiydi.

Tüm bunların sebebini başımı bir kez daha belaya sokmama bağladım. Bilekliğimi çıkarıp güç kullanmamı onaylamamıştı hiçbir zaman ve ben bugün işleri iyice karman çorman bir hâle getirmiştim. Zihnimin kendine gelmesini beklediğim birkaç saniyenin ardından, "Ben bir şey yapmadım," dedim sessizce. Gözleri yerden yükselip bana değdiğinde, "Yemin ederim benim suçum değildi Alaz," diye ekledim. "Tuzağa düşürüldüm. Bay Lefter'in odasında karanlık ruhlar tarafından kıstırıldım. Kendimi kurtarmak için çıkardım bilekliğimi, gücümü kullanmazsam ele geçirilecektim. Merih de oradaydı..."

"Bir önemi yok," dedi dümdüz bir ses tonuyla benim hararetle olanları anlatışımı bölerek. Anlattığım hiçbir şey dokunmamıştı ona, yaşadıklarımı duydukça öfkesi yükselir sanıyordum ama o ifadesizce beni izlemeyi sürdürüyordu. "Önünde sonunda gerçekleşecekti, sadece zamanlaması yanlış oldu. Bunu benim ortaya çıkarmam gerekiyordu."

Tepkisizliği beni hayrete uğrattı. Kaşlarım hafiften gözlerimin üzerine inerken çenem sol omuzuma doğru kalktı. "Ne demek istiyorsun?"

Başkalarının kanıyla lekelenen suratında dalga geçer gibi bir gülümsemeyle açılırken dudakları iki yana, omuzları hafifçe sarsıldı. "Karan'ın söylediklerini hatırlamıyor musun?"

Hatırlamak değil, kelimesi kelimesine zihnimde taşıyordum. Fakat benden buna inanmamı mı bekliyordu? Bir safsatadan ibaret görüyordum. "Karan bunu en başından beri yapıyordu. Bana ilk günden beri söylediği şeyler hemen hemen aynıydı. Ona inanmıyorum elbette."

Gülümsemesi genişledi. "Çok yanlış kişiye inandın."

Boş boş ona bakmaya devam ederken, "Ne demek istiyorsun Alaz?" dedim, sesim titremişti. "Bak, sabahtan beri olmadık şeyler yaşıyorum. Beynim o kadar doldu ki, hiçbir şeyi anlayamıyorum. Karan'ın söylediği safsatalar..."

"Hiçbiri safsata değildi," diyerek kelimelerimi bir balta etkisiyle ortadan ikiye yardı. Ben, donmuş ifademle ona bakarken, "Hepsi doğruydu, söylediği tek kelime bile yalan değildi," dedi gözlerimin içine baka baka, beni öldürmek ister gibi. Şimdi o samimiyetsiz gülümsemesi de yoktu dudaklarında, bana her baktığında gözlerinde beliren o parlaklığın zerresi bile bulunmuyordu geceden daha kara olan harelerinde.

Cevap vermeden önce, öylece durdum. Gerçeğin içinde miydim yoksa bir kabusun ortasında mı duruyordum anlamaya çalıştım. Tenime değen ve beni üşüten rüzgâr gerçekti, içimde yaşadığım acı gerçekti lakin Alaz'ın söyledikleri... Onların gerçek olmasının hiçbir mantıklı açıklaması yoktu. Dudaklarımı birbirine bastırdım, bir şey söylemek için araladım ancak öyle zordu ki anlamlı bir cümle kurmak, ilkinde başarısız oldum. Kelimelerimi toplamayı başardığımda nihayet konuştum. "Beni öldürmek için yanında tuttuğunu söyledi... Başından beri."

Yalanlamasını umdum.

Aksine, kafasını "evet" dercesine ağır ağır salladı. "Ormanda seni gördüğüm ilk gün, lanetli insan olduğunu anlamıştım. Ve o günden beri tek bir emelim vardı, seni öldürmek, magloları yok etmek ve laneti temizleyerek krallığımı bu evrenin tek gücü yapmak."

Darbe.

Her cümlesi, yüzüme sert bir darbe gibi çarptı.

Konuşmalarıyla yüreğime her daim gül tohumları serpen adam bu defa dilinde bir bahçe makası saklıyordu sanki, kendi ektiği tüm gülleri kesmeye hazırlanıyordu.

Tek amacının beni öldürmek olduğunu söylüyordu, başından beri...

Bana, "Efsun" deyişinin sebebini ilk karşılaştığımız andan itibaren onu büyülemiş olmama bağlayan adam, şimdi "seni o gün öldürecektim" diyordu. Rüyalarında gördüğü kızı, odasının çizimleriyle dolu olduğu Efsun'unu, öldürmek için yanında tuttuğunu söylüyordu. Krallığına aşık olduğunu ima ediyordu, o güç yüzünden benden vazgeçeceğini söylüyordu.

Ortada aylarca süren bir yaşanmışlık, söylenen sözler, birbirine eş atan kalpler vardı. Hiç usta bir yalan değildi bu, asla gerçek olamazdı.

Bu sefer soğuk bir tavırla gülümseyen ben oldum. "Yalan," dedim sessizce. "Buna inanmamı bekleyemezsin Alaz, yalan söylüyorsun."

Gözlerimin içine baktı biraz daha. İrislerimiz bu kadar yakından izlerken birbirini, dökebilir miydi sahiden dilleri bu yaralayıcı sözlerini? Görmüyor muydu, sürdürdükçe bu saçma oyunu, eziliyordum karşısında. Nasıl yaraladığının farkında değil miydi? Ceza mı veriyordu başına açtığım bunca dert için? Öyleyse başarmıştı, idamı istenmiş bir suçludan daha fazla acıyordu canım.

Ağzı hareketlendiğinde, hüznümü anlayarak beni kolumdan tutacak ve tüm bu saçmalıkları bir kenara iterek sarıp sarmalayacağını düşündüm. Ancak Alaz, "Hayır Efsan," diyerek bir hançer daha fırlattı yüreğime. "Yalanlarla büyütüp kazandığım kalbine karşı ilk kez gerçekleri söylüyorum."

Makasın keskin metalini hissettim.

Baş başaydık.

Yalnızdık ve bana "Efsan" diyordu.

Adımı söylerken gözleri parlamıyordu.

Karşısında eridiğimi görüyor, beni ferahlatmaya çalışmıyordu.

Baş başaydık, bana bir yabancı gibi "Efsan" diye seslenerek saplamıştı ilk önce o makası, yüreğimdeki gül bahçesine. Bedenim baştan ayağa titredi. "Sekiz ay oldu..." dedim sessizce. "Sekiz aydır yanındayım, beni istediğin zaman öldürebilirdin. Neden bekledin bu zamana kadar?"

"Güçlerini görmem gerekiyordu," dedi. Yalanlamak istiyordum ama söyleyeceklerini düşünmüyordu bile, hiç bu kadar kusursuz çıkar mıydı yalanlar dudaklardan? Bu kadar hızlı kurulabilir miydi yalanlar? İnsan sevdiğinin gözüne baka baka nasıl sıralardı bu acımasız cümleleri? "Neler yapabildiğini öğrenmeliydim. Seni öldürmeden önce kendi krallığım için güçlü bir silah olarak kullanabilirdim, kullanacaktım. Karan'a karşı koz olarak kullanacaktım. Tüm faydalanma işlemi bittikten sonraysa, hiçbir işim kalmadığımda eğer benden istenilirse seni öldürecektim. Planım buydu."

Hayır, inanmıyordum.

İnanmam için bir gerekçe yoktu.

Bu masal böyle sonlanamazdı, bu masalın kötü karakteri Alaz değildi, hayır.

Düşününcelerime sığınarak, "Sen bana kıyamazsın," derken başımı hiddetle salladım. "Bu konuşan sen değilsin Alaz, eğer sensen doğru değil hiçbiri. İnanmamı bekleme. Sen, beni öldürmek yerine ölmeyi tercih edersin... Ettin de."

"Aşk görme kusurudur Efsan," dedi mırıltı gibi çıkan sesiyle. "Ve bana duyacağın bu aşk benim en büyük kozumdu. Bak, sana gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatıyorum ama benden duyduğun halde inanmıyorsun."

Üzerine bastığım toprak kayıyor, dünya daha hızlı dönüyordu sanki.

Gözlerim acıyla sızlarken, "Saçmalık," dedim. "Bunlara inanmamı nasıl beklersin?" diye sordum. "Seni öldüreceğim diyorsun, daha önce defalarca senin için ölürüm demişken, şimdi beni öldüreceğini söylüyorsun. Daha önce tek gerçeğimin sen olduğunu demişken şimdi koca bir yalandan ibaret olduğunu söylüyorsun..." İç çektim. "Alaz, ben bunlara nasıl inanırım. Söyle bana, sen inanır mıydın?"

"İnanman gerekiyor."

Hâlâ acımıyordu. Hâlâ hissizdi. Karşımda duran beden Alaz'dı ama ruh ona ait değildi sanki, kalbimin prensi değildi acımasızca konuşan bu adam. Olamazdı.

"Sen ne söylediğinin farkında mısın?" diye bağırdım nihayetinde kendime hakim olamadan. Ona doğru bir adım attım. "Alaz sen kendinde misin? Bana mı atıyorsun bu soğuk bakışları? Efsun'una mı? Ne oldu ya ne? Ne değişti bir gecede?"

"Sana gerçekleri haykırıyorum!" diye bağırdı o da bana doğru bir adım atıp. "Değişen bir şey yok benim içimde, her şey ilk günkü gibi! Olduğu gibi! Oynadığım gibi!" "Oynadığım gibi" yankılandı kulaklarımda defalarca. Sadece konuşmuyor, sözleri ağzından çıkar çıkmaz dönüşüm geçirip kalbime keskin uçlu hançerler olarak saplıyordu. "Daha fazla konuşup dokunma vicdanıma, git! Evine git. Geçidin açıldı, sana kurtulma imkanı veriyorum, eğer gidersen peşine düşmem."

Yaşla dolup taşan gözlerim kısıldı. "Ne geçidi?" diye sorarken kekeledim.

Kafasını kaldırdı ve çenesinin ucuyla arkamı işaret etti. Başımı ağır ağır çevirdim arkama ve nerede olduğumuzu inceledim.

Ormanın herhangi bir yerinde değildik.

Nephan'a ilk düştüğüm yerdeydik. Kendimi tek başıma burada bulduğum anı çok net hatırlıyordum. Yol kenarını süsleyen ağaçlar, yağmur sularının gölcükler oluşturduğu asfalt yol, ormana çıkan çamurlu yol. O yoldan içeri girip bağıra bağıra Efser'i arayışım dün gibi aklımdaydı.

Dikkatimi çeken esas şey ise birkaç adım solumdaki, yolu ikiye bölen şeffaf mavi kalkan oldu.

Geçit.

Alaz, beni buraya getirmişti.

Evime dönmemi istiyordu.

Daha önce defalarca gitmememi söyleyen adam, şimdi kendi elleriyle ondan ayrılacağım yere getirmişti beni ve gitmemi söylüyordu.

Şimdi tüm taşlar yerine oturdu.

Yutkundum.

Yavaşça önüme döndüm ve "Şimdi anlıyorum..." diye mırıldandım. Burnumu çektim ve içime dolan hevesle "Gideyim diye yapıyorsun, değil mi?" diye sordum. "Fark edildim, yakalanacağım ve sonum son değil... Gitmem gerekiyor. Senden soğuyayım diye söylüyorsun bunları, gideyim diye..." Kafamı olumsuz anlamda salladım. "Hayır Alaz, yapamam. Ayrılamam, kopamam ben senden. Yapma bunu, bırak üstesinden gelsin aşkımız her zorluğun."

Ona sarılmak için bir adım attım fakat aynı anda geriledi ve ellerimi havada bıraktı. İnanamıyormuş gibi güldü. "Kendini kandırmaya devam ediyorsun," dedi bu aciz halimden tiksinir gibi. Dokunuşumu püskürtmesi biraz daha yaraladı beni. Yeniden ciddileşti. "Git Efsan, sana son bir şans veriyorum. Yaşaman için. Yaşamak istiyorsan, git."

Buruk bir ifadeyle tebessüm ettim. "Beni öldürmen gerekiyordu, başından beri bunu planlıyordun. Ama şimdi bana hiçbir şey yapmadan gitmemi istiyorsun. Bu mantıklı mı?"

Duraksadı.

"Değil," dedi nefeslenir gibi, omuzları düştü. "Ama ne olursa olsun sen benim eşimsin ve ben eşimi öldürmek için can atmıyorum. Sana yaşaman için bir şans veriyorum, evine dönebilirsin."

Eş...

Alaz benim eşimdi.

Göğsümde izini taşıdığımdı.

Göğsünde izimi taşıyanımdı.

Aşık olduğum adamdı.

Ve şimdi, yaşadığımız, bana yaşattığı her şeyin yalan olduğunu söylüyordu. Üstelik bunları yüzünde zerre mimik oynamadan söylüyordu.

Nasıl inanırdım? Onca yaşanmışlığı silip atarak, tüm bu söylenenlere inanıp nasıl terk ederdim onu arkama bakmadan? Hayır, olmazdı. Ben Alaz'a inanıyordum, Alaz'ın ruhuna, Alaz'ın aşkına, Alaz'ın bende bıraktığı anılara... Şimdi ağzından dökülenlere değil.

"Gitmeyeceğim," dedim huysuz bir çocuk gibi. Gözleri büyüdü. "Böyle pes etmeyeceğim. Hayır, böyle bitmesine izin veremem." Ağlamamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Seğiren dudaklarımı yeniden araladım. "Alaz, ben buna dayanamam. Sen de dayanamazsın. Yaşayabileceğimizi mi sanıyorsun birbirimizden uzakken? Benim iyi olacağımı mı düşünüyorsun gidersem? Bunu nasıl düşünürsün!"

Başını soluna çevirdi, elini ensesine attı. Derin bir nefes aldı ve bu defa daha belirgin bir öfkeyle bana dönüp, "Ölmek mi istiyorsun?" diye haykırdı. İşaret parmağını bana doğru salladı. "Eğer öyleyse bunu sana bir tek ben yapabilirim, öğrendin işte. Canını alabilirim, tam burada kalbini yerinden sökebilirim! Sana şans veriyorum, yaşaman için. Git, ya da kal. İki türlü de dahil olamayacaksın hayatıma artık!"

Gözlerime dolan yaşlarla "Öldür beni!" diye haykırdım. Sesim ormanın içinde birkaç kez tekrarlandı. "Al canımı!" Elimi sol göğsümün üzerine koydum. "Bak burada izim, yap hamleni, bitir bu işkenceyi, hadi!"

Sessiz kaldı.

Dişlerini sıktı, köşeli çenesi belirginleşti. Göğsü hızla inip kalkerken burun kanatları genişledi.

Onun yaydığı sükut benim yeniden konuşmama neden oldu. "Ne konuştuğumuza bir bak... Sen mi beni öldüreceksin Alaz? Boynunda benim verdiğim kolye takılıyken mi?" Nihayetinde yaşlı gözlerimden ilk damla süzüldü. "Alaz... Sen bana kıyamazsın. Alaz sen bana kıyamazsın. Yalan bunlar... Karan'ın uydurmaları hepsi... Öyle, değil mi? Sen beni korudun her şeyden Alaz... Bana 'canım' dedin. Sen bana aşıksın Alaz, insan aşık olduğu kişiyi öldürür mü?"

Cevap vermedi.

"Yalan işte..." dedin ağlayışlarımın arasında. "İnkar edemiyorsun. Yalan değil mi?"

"Yalan..." diye tekrar ettim.

Susması asabımı bozdu, ona doğru iki adım attım ve yumruk yaptığım ellerimi göğsüne vurdum. "Söylesene! Neden susuyorsun? Susma!"

Bu sefer yutkunan o oldu, ancak gözlerinde hâlâ okuyamıyordum bir pişmanlık. Bir özür... Hiçbir şey görünmüyordu kara harelerinde. "Özür dilerim," diye fısıldadı.

"Özür mü?" Sesim fısıltıdan farksızdı. "Ne özrü Alaz? Bana gerçekleri söyle, kırdığın kalbimi toplayacak bir şey söyle. Tek cümlenle yeniden inşa edersin sen onu, en kusursuz haliye! Yap bunu!"

"Seni bir kez daha kandıramam."

"Kandırmak," kelimesi beni derinden sarstı. Ağzından başka hiçbir şey dökülmüyordu. Titredim, dişlerim birbirine çarptı. "Bana güven dedin," diye mırıldandım. "Ben hayatımda kimseye sana güvendiğim kadar güvenmedim."

"Her söylediğime inanmamanı da söyledim."

Ağzımdan hayret dolu bir nefes döküldü. Alaz'dı benim sığındığım liman, güvendiğim dağ, başımı soktuğum güvenli yuva. Şimdi limanı sel basmıştı, dağa kar yağmıştı, evi deprem yıkmıştı. Ama ben istemiyordum ki, ne limanımı kaybetmeyi, ne dağa bir daha ulaşamamayı ne de o evi bir daha görememeyi. Nasıl kabullenirdim bunu? Nasıl dayanırdım?

Keşke bir rüya olsaydı bugün, tüm yaşadıklarım.

Gözümü kapatsam, açsam ve kendimi Alaz'ın evinde bulsam. Rüyamı bana kötü bir getirisi olmasın diye suya anlatsam, bir daha da hiç hatırlamasam...

Güçlüymüşüm.

Eğer gerçekten güçlüysem, keşke şu gün yaşanılanları silebilsem. Zamanı geriye alsam, çok değil, düne ışınlansam. Yine kapatsam gözlerimi Alaz'ın yanında, kokusuyla uyansam.

Güçlü değilim.

Söz konusu Alaz'sa, hiç güçlü değilim.

Kabullenemiyorum, kim sorgusuz sualsiz alır bu söylenilenleri? Hatıralarımız hâlâ tazeyken, tüm anılarımız zihnimde diriyken nasıl inanırım bu söylediklerine?

İnanamam.

İnanmam.

Art arda iç çektim. Göz pınarlarımdan tenimi yaka yaka inip kuruyan dudaklarımın üzerinde yakıcı bir etki bırakan gözyaşımı yutkundum. Tam karşısında durmaya devam ettim,  göğsünün üzerinde duran ellerimi uzatıp sakalsız yüzüne bastırmayı düşündüm avuçlarımı. Beni sarmasını istedim ama aramıza kalın buzdan bir duvar örülüydü şimdi, dokunuşum beni yaralayacaktı sanki, yapamadım. Ağlamama dayanamadığını biliyordum, şimdi korkusuzca bakıyordu güya gözlerime ama içten içe, beni susturmak istediğini düşünüyordum. Fakat bakışmamızdan o sevdiğim elektriği alamıyordum.

Yeniden yutkundum ve titreyen dudaklarımı açtım. "Tüm yalanlarını affedebilirim Alaz, yemin ederim hepsini geride bırakırım. Bana doğru olan tek şeyi söyle. Aşkını..."

Aramızda yeni bir ölüm sessizliği doğdu. İkimizin de göğsü aynı anda yükselip alçalıyordu, bakışlarımız birbirine odaklıydı, inat etmiş gibi ayırmıyorduk gözlerimizi. Bir yanım cevap vermesini istiyor, diğer yanımsa bunu duymaya cesaret edemiyordu. Ağzından çıkacak kelime olumlu olursa, düzelecektik besbelli, ancak yüzüme baka baka aşkını yalanlarsa, geri dönüşü olmazdı. Bunu kaldırabilir miydim?

Zaman donsa, dursak ömür boyu burada bu şekilde olmaz mıydı?

Olmazdı.

Alaz'ın keskin kıvrımlara sahip dolgun dudakları aralandığında yüreğim sivri tırnaklara sahip eller tarafından sıkıldı. Acıyı hissettim, söyleyeceği şeyin hoşuma gitmeyeceğini düşündüm ve bir anda, hiç beklemeyeceği bir şeyi yaptım.

Son hamlemi.

Alaz'ı tişörtünün yakasından tutarak kendime çektim, parmak uçlarımda yükseldim ve geri çekilmesine fırsat vermeden dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Bu, onu ilk öpüşümmüş gibi bir etki oluşturdu kalbimde, onlarca havaî fişek patladı içimde, gecem kısa bir an içinde olsa aydınlandı.

Bu, Alaz'ı eşim olduğunu bilerek ilk öpüşümdü.

Karşılık vermesini beklerken kasıldım, dudaklarımız hareketlenmiyor, öylece duruyordu. Bu tepkisizlik karşısında Alaz'ın geri çekileceğini, beni sertçe bir kenara savuracağını düşündüm bir an korkuyla. Zaman geçtikçe umudum köreldi, tutkusunun da aşkı gibi yok olup söndüğünü düşündüm. Belki de o da söylediği gibi hiç var olmamıştı. Ağladım, gözyaşlarım bu defa ikimizin dudakları arasına sızdı. Daha fazla çiğnemeyi düşünmediğim gururuma yenik düşerek geri çekilmeyi düşündüğüm an aralandı Alaz'ın dudakları, yere düşürdüğü kitabı umursamadan yerleşti iki eli incecik bel oyuntuma ve gövdemi gövdesine bastırdı. Dudakları vahşi tavrıyla benimkilerin üzerinde harekete geçtiğinde gözlerim kapandı, gözyaşlarım hızını artırdı. Ellerimi ensesine yerleştirdiğimde put gibi durmayı bırakarak arasında gözyaşımın tadı olan dudaklarım Alaz'a eşlik etmek için kıpırdandı.

Onu öpüyordum, hıçkıra hıçkıra ağlayarak öpüyordum. Ellerim ensesinde geziniyordu ve ben ağlıyordum çünkü bu ona son dokunuşumdu biliyordum.

Bu göz yaşıyla yoğrulan bir veda öpücüğüydü, hissediyordum.

Alaz kafasını sol omuzuna doğru eğdi hafifçe ve tek elini belimden yukarı kaldırarak başımın arkasına ulaştırdı, uzun, kemikli parmakları son kez karıştı saçlarımın arasına ve yüzümü biraz daha kendime bastırarak beni daha derinden öpmeye başladı. Belki de bu bir şifa öpücüğüydü. Açtığı tüm yaralarıma tek ilacın kendisi olacağını biliyordu elbet, zehrim oydu ve insaflı zehir taşıyanım bana panzehrimi de aşılıyordu.

Gözlerimi daha sıkı yumdum. Vedayı unuttum, söylediklerini unuttum, kanayan yüreğimi unuttum. Ve sadece Alaz'ı öpmeye odaklandım.

Şimdi her şey ölü, sadece öpüşü diriydi. Dudaklarımın her köşesine kalıcı fakat soyut izler bıraktı. Nefes almıyor, bunun ihtiyacını çekmiyorduk. Gök gürledi, saniyesinde sağanak yağmur yanıp kavrulan bedenlerimize bir ilk yardım çağrısı almış gibi yetişti. Birbirimizi öperken, geriye doğru bir adım attık.

Kollarım, ensesine biraz daha sıkı dolandı. Ona dokunmaya doyamayan parmaklarım ürkek bir tavırla titriyordu.

Birbirimizden ayrılmadan geriye doğru ikinci adımızı attığımızda gözlerimi daha sıkı yumdum, bu bir rüyaysa uyanmak istemiyordum. Eğer bu bir kabussa tam bu noktada takılı kalsın istiyordum.

Ben ilk defa, bir kabustan sıyrılmayı istemiyordum.

Nefes almak için çıldırıyordum ancak esas nefessizliği dudaklarımız ayrıldığında çekecektim, biliyordum.

Üçüncü adımı attık. Son saniyelerimizdi. Vedanın sesi, kulaklarımıza artık bir uğultudan daha belirgin doluyordu.

Hareretli öpücüğü zamanla yavaşladı, ben de ona ayak uydurdum. İki gözümden de aralıksız damlalar süzülüyordu. Sanki o da hiç sonunun gelmesini istemiyormuş gibi ağır ağır bitirdi öpüşünü, dudaklarımız büyük bir yavaşlıkla ayrıldı birbirinden ve alınlarımız birbirine değdi hemen. Geçidin önündeydik, mavi ışığın yansımalarını hissedebiliyordum.

Sık nefesler alıp veriyorduk, birbirine yapışık gövdelerimiz aynı anda hareketleniyordu. Alaz'ın belimde duran eli yüzüme çıktığında tüm bedenim ürperdi. Avucu sağ yanağıma yerleştiğinde yüzümün alev aldığını düşündüm, baş parmağı yanağımı okşarken içim hazla kavruldu. "Efsun..." diye fısıldadı, benim izlerimi taşıyan sıcacık nefesi alnıma, saçlarımın arasına süzüldü. Efsan demedi, Efsun dedi ve bu sessiz ağlayışlarımı daha da arttırdı. Aciz sesler çıkarmamak için sıkı sıkıya birbirine bastırdım dişlerimi. "Yaşattığım her şey için... Beni affet."

Başımı yanıma çevirip yanağımın üzerine konan avucunu öpmek istiyordum. Fakat yapamadım.

"Bu veda busesini, bir özür kabul et."

Veda busesi.

Alaz Şahzade'nin bana sunduğu bir teselli ikramiyesi.

Dur ey sulu gözlerim, akıtma daha fazla yaşını; bu yolun geri dönüşü yok. Çırpınma deli gönlüm, senlik bir mevzu değil bu, tek başına gelemezsin bunların üstesinden. Sen tek değil yarımsın ve yarın seni istemezse başa çıkamazsın.

Suçlu biz değiliz.

Sesimi toparlamak amacıyla yutkundum. "Ölü birinden af dileyemezsin Alaz," dedim ve gözlerimi açtım. İlk karşılaştığım şey Alaz'ın alnıma yasladığı alnının altında kalan simsiyah gözleri oldu. "Sen bugün beni öldürdün, gözünün önünde çırpındığımı göre göre öldürdün. Belki oku saplamadın mührümüzün üstüne ama mührün altındakini paramparça ettin."

Kaşlarının ucunun yukarıya kalkışını izledim. 

Burnumdan içeri derin bir nefes aldım. "Bu beni son öpüşündü. Bugünü aklından çıkarmayacaksın. Ben de unutmayacağım. Sana aşığım. Ve seni affetmeyeceğim Alaz Şahzade."

Geçide doğru bir adım attım arkamı dönmeden, Alaz'ın gözlerinin içine baka baka. Kolumdan tutup beni çekmesini bekledim.

Yapmadı.

Gök gürledi, şimşek çaktı. Nephan'ın mor yıldırımları son kez aydınlattı bizi birlikteyken. Yüzlerimizi o bir iki saniye daha net gördük. Başımı kaldırdım, simsiyah göğe baktım. Çok değil, birkaç dakika sonra başımı kaldırdığımda baktığım gök değişecekti.

Boğazıma koca bir yumru yerleşti.

Bakışlarımı indirdim, hızlanan yağmurun sırılsıklam ettiği sevdiğim adamın yüzüne baktım. Son defa seyrettim alnına yapışan simsiyah saçlarından güzel yüzüne yol alan damlaları. Ağlamaya devam ediyordum lakin bana dost olan yağmur yaşlarımı kamufle ediyordu.

İçim, "durdur beni"  diye yalvarırken tepkisiz kalan ifadesine karşılık iki yanımda duran ellerimi yumruk yaptım.

Vakit, gitme vaktiydi.

Kalbim, göğsüme sığmayacak derecede hızlı atarken tekrar yutkundum.

Ve artık yüreğinde yerimin olmadığı adama "hoşça kal," dedim içimden. Geldiğim bu yabancı evreni, Varilok'u, Kadmos'u, Alkandros'u, Nephan'ı; arkadaşlarımı, tüm hatıralarımı, Nephan'ı, bugün öğrendiğim gerçekleri, esas kimliğimi, zor ama... Alaz'ı... Geride bırakacak son adımımı attım.

Bedenim sırt üstü geçide düşerken gözlerimi kapattım ve tüm yaşanmışlıklarıma veda ettim.

Bir boşlukta savruldum saniyelerce, bedenimde ve ruhumda bariz bir dalgalanma hissettim. Kulaklarımda kendi sesimin yankılarını duydum ve o tanıdık hikayeyi kendi sesimle dinledim.

"Fırtınaya dayanamayan yaprak, veda ederken çınarına

Bırakıvermiş kendini aniden yerlere

Yapacak bir şey yokmuş artık,

Düşmüş yavaş yavaş, döne döne...

Düşerken şöyle bir seyretmiş,

Seyretmiş hüzünle son kez çınarını

Geride bıraktığı o güzelim anıları.

Tek bir tesellisi varmış ama

Bir gül dalının altına düşecek olması...

En azından, kokusunu içine çekerek,

endamını seyrederim diye düşünmüş.

Ama sonra aklına rüzgâr gelivermiş,

Derken yeni bir fırtına çıkagelmiş ansızın

Alıp savuruvermiş onu ta uzaklara

Çınar, yaprağının hasretiyle yanıp tüterken

Yaprak çoktan başlamış çürümeye.

Hiçbir şey artık eskisi gibi değilmiş.

Fırtına ve zaman,

Koparmış onları birbirinden.

Kavuşmak mahşere kalmış

Ve dalları yapraklansa da çınar ağaçları, o günden sonra hiç çiçek açmamış..."

Sırt üstü sert bir zemine yapıştığımda hissettiğim acı parçalara ayrılan yüreğimin sızılarını gölgeleyememişti. Gözlerim, hâlâ Nephan'da olmayı dilercesine açıldığında asfalt bir yolun ortasında sırt üstü uzandığımı gördüm. Başımı biraz kaldırıp yarı baygın gözlerimle etrafa baktığımda gözüme ilk çarpan eski püskü, demirleri paslanmış durak oldu.

Gözlerimi kıstım ve durağın üzerindeki fırtına nedeniyle sallanıp "tak-tak" ses çıkaran tabelanın üzerinde yazan yazıyı okudum.

Zeyhan Konutları

Evimin olduğu sokaktaki durak.

Her şeyin başladığı yer.

Her şey bittiğinde döndüğüm yer.

Kalbime onlarca elden peykanı sivri demirden oklar atıldı, başım yeniden yere düştü. Kapanmaya hazırlanan gözlerim üzerime yağmur çiseleyen simsiyah gökyüzünü seyre dalarken akan yaşlarım durmak bilmedi. Yüzüme far ışığı yansıdı, kulaklarımın derininde yüksek korna sesi yankılandı, bir araba aniden fren yaptı. Aracın kapısı açıldı, kapandı. Bir adam "Hanımefendi," dedi telaşla. "Hanımefendi iyi misiniz?" diye sordu.

Değildim.

Ölü biri, ne kadar iyi olabilirdi?

Yerden kaldırıldım, iznim alınmadan arabanın içine taşındım.

Şoför koltuğuna oturan adam telefonuyla polisi aradı, durumum hakkında bilgi verdi. Bana bir şeyler sormayı denedi, lakin hiçbirinde yanıt alamadı. Araba sürüldü, yattığım yerde sallanıyordum. Yarı baygın gözlerim siyah filtreli camın ardından kapkara gökyüzünü izlerken yakın geçmişten bir anı zihnimde oynadı.

"Biz, ayrılacağız. Ben gideceğim," diye hatırlattım Alaz'a. Bunu söylemek kalbime bir mızrağı sapladı, bana da acı vermesini beklemiyordum lakin bu düşünce beni de yaralıyordu. Bulanık gözlerimi gece mavisi bulutlu gökyüzüne kaldırdım. "İşte o zaman, başımızı kaldırdığımızda baktığımız gökyüzü bile aynı olmayacak."

Biz ayrıldık.

Ve şimdi gökyüzünün hiçbir önemi kalmadı.

Bölümün esas şarkılarından biri, Pera – Veda Busesi'ydi ama adı bile o kadar spoiler içeriyordu ki ismini yazamadım. Bu şarkıyı Alaz ve Efsan'a ithaf ediyorum.

Biliyorum üzgünsünüz, belki gözleriniz yaşlı, belki bana kızgınsınız... Ama bilin ki bunları yazmak benim için de kolay olmadı. Siz ağladıysanız bilin ki ben daha çok ağladım. Ama olması gerekiyordu bunların ve olacak daha çok şey var.

Sezon finali tadında bir bölüm olacağını söylemiştim, bu bölümü çok kolay sezon finali yapabilirdim ama bu size reva değildi, olmazdı. Sezon finaline yaklaşık 3 bölümümüz kaldı... O zamana kadar ben burada aynı aktifliğimle bölüm paylaşmaya devam edeceğim.

Peki nasıl buldunuz bölümü?

Bu bölüm... En sevdiğiniz olay ne oldu?

Gelecek bölüm neler olacak dersiniz?

Hisleriniz neler, nasıl hissediyorsunuz?

Yorumlarınızı delicesine merak ediyorum. Aynı şekilde Twitter'daki tweetlerinizi de. #karanlığınşehri eklemeyi unutmayın.

İnstagram hesabımdan yeni bölüm kesidi paylaşacağım vakti gelince. Bilmeyenler için kullanıcı adım: suleavlamaz

Twitter: sulisindunyasi

Sizi gerçekten ama gerçekten çook seviyorum.

Mutlu günlerimiz olsun.

Siyah kalp. 🖤

Continue Reading

You'll Also Like

29.4K 141 1
Sırlarla örülü bir aşkın, karmaşık ilişkilerin ve karanlık entrikaların içine sürükleyen Kırık Maskeler, sıradan bir yaşamın ötesinde derin bir yolcu...
7.5M 343K 65
Fantastik #1 Siz hiç bir ruha aşık oldunuz mu? Gülüşünden bihaberken ya da öfkelendiginde nasıl baktığı bilemeden sonsuz bir melankoninin içine düştü...
2.2M 217K 31
"Hoşuma gidiyorsun ama seni öldürürüm."
13.1K 166 33
MERHABAA ARKADAŞLARR NETFLİX ÖNERİLERİME HOŞGELDİNİZ... NETFLİX HESABINIZ OLMASA BİLE GOOGLE EMMİDEN BULABİLİRSİNİZ :) NE İZLESEM DİYE DÜŞÜNMEYE G...