İSYAN ÇİÇEĞİ

By karakalem82

3.7M 199K 139K

Fırat bencildi, İsyan Çiçeği asiydi, lakin kaderleri bir yazılmıştı. İkisi birbirine aitti, ayrılık ölüm geti... More

Merhaba
1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14.Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21.Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm
35. Bölüm
36. Bölüm
37. Bölüm
38. Bölüm
39. Bölüm
40. Bölüm
41. Bölüm
42. Bölüm
43. Bölüm
44. Bölüm
45. Bölüm
46. Bölüm
47. Bölüm
48. Bölüm
49. Bölüm
50. Bölüm
51. Bölüm
DUYURU
52. Bölüm
53. Bölüm
54. Bölüm
56. Bölüm
57. Bölüm
58. Bölüm
59. Bölüm
60. Bölüm
61. Bölüm
62. Bölüm
63. Bölüm
64. Bölüm
65. Bölüm
66. Bölüm
67. Bölüm
68. Bölüm
69. Bölüm
70. Bölüm
71. Bölüm
72. Bölüm
73. Bölüm
74. Bölüm
75. Bölüm
76. Bölüm
77. Bölüm
78. Bölüm
79. Bölüm
80. Bölüm
81. Bölüm
82. Bölüm
83. Bölüm
84. Bölüm
85. Bölüm
86. Bölüm
87. Bölüm
88. Bölüm
89. Bölüm
90. Bölüm
91. Bölüm
92. Bölüm
93. Bölüm
94. Bölüm
95. Bölüm

55. Bölüm

40.6K 1.9K 2.1K
By karakalem82





Eylem

Fırat çenemi parmaklarımın arasına alıp kendime gelmem hususunda kati bir uyarıda bulunurken etrafımızdaki tüm gözler bize çevrilmişti. Ben Arda'yı tokatlarken de çevrilmiş olabilirdi, çok emin değildim.

"Manyak mısın kızım sen?" dedi Arda şerefsizi "Belanı mı arıyorsun gece gece?"

Fırat'ın elinden kurtuldum fakat bedenini aşıp da Arda'ya ulaşamıyordum. "Evet manyağım!" diye bağırdım omzunun üstünden ileri doğru atılmaya çalışırken "Belamı arıyorum gece gece, hadi gel bekliyorum! Gelsene ne duruyorsun?!! Yedirir miyim lan ben sana o kızı?!!!"

"Arda!!!" diye kükredi Fırat. Bir taraftan da beni zapt etmeye çalışıyordu. Ayağım yanlışlıkla bacağına çarptığında ellerini belimin iki yanına yerleştirerek çivi gibi yere çaktı bedenimi "Sikecem şimdi belanı Eylem! Rahat dur!!!"

Dişlerinin arasından kulağımın içine zerk ettiği küfür durmam için yeterli olmuştu. Çok sinirliydi. Öfkesi buram buram esmişti beynime doğru.

"Türkish Delight değil mi o?" diye bir ses yükseldi bitişik locadan. Herkes ayaklanmıştı tabii kavga çıkınca.

"Vallahi o" dedi bir diğeri "fıstıklı lokum!"

"Kasasından tanıdım Abi, kesin o!" dedi geri zekalı olan bir başkası.

"Hazırlayın acı biber..." demeye çalışan en geri zekalısı cümlesini tamamlayamadı.

"Ağzını topla lan yavşak!!" diye bağırarak üzerine atlayan Arda'nın yumruğu daha fazla konuşmasına izin vermemişti.

"Oğuz!" dedi Fırat sakin bir şekilde. Bakışlarıyla beni gösterdi sonra. Oğuz söylenerek yanıma geldi. "Bi' bitmediniz abi ya! Bi' bitmediniz!!!"

Fırat Arda'yı kolundan tutarak kenara çekti. Acı biber fantezisi yapmaya çalışan delikanlıyı yakasından tuttu sonra. Kol kasları gerilmişti. Yüzü ifadesiz, bakışları ölümcül, ince, uzun, kemikli parmakları gözalıcıydı.

"Duyamadım?" dedi adamın üzerine doğru eğilirken "Bir daha söyle bakalım, ne dedin sen?!!!"

Diğer geri zekalılar topuklamaya çalışsa da başarılı olamamış, Mustafa ve diğer iki koruma tarafından zorla alıkonulmuştu.

Zavallı adam maruz kaldığı şiddet karşısında konuşma cesareti gösteremeyince Fırat iyice öfkelendi ve "Söylesene!!!" diye bağırarak yumruğunu adamın sağ gözüne geçirdi.

Bu kadar fevri davranması hiç hoş değildi.

"Bi-birden görünce heyecanlandık abi" dedi adam kekeleyerek "kusura bakma. Kaç gündür bekliyoruz da..."

Yumruk nedeniyle beyin sarsıntısı geçiriyordu sanırım.

"Neyi bekliyorsunuz lan?!!!" diye kükredi Fırat. Aynı yere bir yumruk daha geçirdi sonra. Kesin kör olmuştu adam.

Ayaklarım kendiliğinden geriye doğru adımlamaya başlamıştı. Zira aynı şiddete birazdan ben maruz kalacaktım.

Üçüncü adımda sırtım sert bir cisme çarptı. Oğuz kişisine. 'Çekilsene' gibisinden gözlerine baktığımda "Aklından bile geçirme!" dedi kaşlarını yukarı doğru kaldırarak.

Tekrar Fırat'a döndüm mecburen. Günlerdir yolumu gözleyen tayfa dört kişiden oluşuyordu. Dördünü de iyice döverse siniri geçerdi belki.

İçime içime ofladım.

"Abi özür dilerim..." diye çırpınıyordu adam. Herkes bize bakıyordu. Oğuz orkestraya dönüp müziğe devam etmelerini işaret etti. Hayrünnisa "Fırat!" diye bağırarak öne doğru atıldı o sırada. Fırat beni kasamdan tanıyan diğer adamın kafasını masaya çarptı öfkeyle "Edebinizi, adabınızı siktirtmeyin lan bana!!!" diye bağırdı. Delirmiş gibiydi.

Arda Hayrinnisa'yı kolundan tutarak durdurdu. 'Sana mı kaldı abimi durdurmak? Sen kim köpek?' bakışı atmayı da ihmal etmemişti.

Canım Arda.

Fırat adamın kafasını ikinci kez masaya vurduğunda Alex girdi görüş alanıma. Oturup ağlayacaktım sinirimden. O nasıl bakmaktı? Avuçlarını çenesinin altında birleştirmişti farkında olmadan. Gözlerinden kalpler fışkırıyordu. Asla abartmıyordum. Bilinçaltımın ya da kıskançlık dürtülerimin oyunu da değildi. Ağzının suyu akıyordu işte.

Akmayacak gibi de değildi ki.

Yalvarırcasına Oğuz'a baktım. Ancak o durdurabilirdi Fırat'ı.

"Hiç bakma bana!" dedi bıkkınlıkla "Ne geliyorsun kızım sen buraya? Dört gecedir izdiham var kapıda. Tüm abazalar kuyruğa girmiş 'lokum' diye sayıklıyor. Başlayacağım aşkınıza da kavganıza da! Sefasını paşam çekiyor, cefasını Oğuz. Ne güzel memleket anasını satayım!"

Gözlerimi kısıp "Benimle sefa mı sürmek istiyorsun?" dedim kınarcasına. Başımı iki yana sallayarak cıkcıkladım sonra "Hiç yakıştıramadım! Tipine bakan da..." tipine bakıp başımı aşağı yukarı salladım sonra "anlar aslında..."

O da benim tipime baktı ve "Sefa süreceksem..." dedi burun kıvırarak "tercihim kesinlikle Fırat aşkımdan yana olurdu."

Rezil.

Kaşlarımı çatıp "Sevgilimden uzak dur!" dediğimde o da kaşlarını çattı "Sen de azıcık rahat dur!"

Tekrar Fırat'a döndüm mecburen. Adamlardan ikisini dövmüş olmasına rağmen hala çok öfkeli görünüyordu. Üçüncüyü boğazlıyordu şu an. Boğumları kan içinde kalan ellerindeki kemikler iyice belirginleşmiş, boynundaki damarlar isyan edercesine dışarı fırlamıştı. Şakağında atan damar ise ağzından dökülen küfürlere eşlik ediyordu.

Yüzümü karartıp Arda'ya yanaştım mecburen. Kolunu dürterek "Ne bakıyorsun? Durdursana!" dedim bir de üstüne "Elleri kanıyor görmüyor musun?"

Sol tarafımda kalan Hayrünnisa'nın ağzının içinde homurdanmasına aldırmadım. Beklenti içinde Arda'ya bakıyordum. "Canıma susamadım!" dedi ters bir şekilde.

Har içinde biten gonca güle minnet eyleyecek değildim. Kendi işimi kendim görürdüm.

Fırat sırayı karıştırmış olmalı ki, tekrar ilk adama dönmüştü. Bu kadar sinirlenmesi çok saçmaydı. Adamlar beğenmişti demek ki. Ne vardı bu kadar büyütecek?

Mustafa niyetimi anlayınca ikinci adımımda önüme geçti. Oğuz da kolumdan yakalamıştı. Kolumu savurup "Çekil Mustafa!" diye bağırdım. Özellikle Fırat'ın duymasını istemiştim. Bu kadar yeterdi. Alex deli, ben katil çıkacaktım.

Mustafa istifini bozmadı. "Fırat yeter!" diye bağırdım bu defa. Bir taraftan da Mustafa'yı ittiriyordum. Fırat adamı sert bir şekilde yere fırlattıktan sonra göğsünü şişiren bir nefes verdi. Ellerindeki kanları tişörtüne sildi sonra. Parmaklarını saçlarının arasından geçirirken bir nefes daha verdi. Sakinleşemiyordu belli ki. Gözlerini kapatıp burun kemerini sıktı uzun bir süre.

Büyük Menderes "Hadi abicim hadi" dedi elini Fırat'ın omzuna yavaşça vururken "yeter bu kadar. Git bir sigara yak, ben burayı hallederim."

"Bıraksana Mustafa!!!" diye bağırarak öne doğru atıldım. Bence de yeterdi. "Bırak!" dedi Fırat Mustafa'ya. Nihayet çekildi öküz önümden.

Korumalar dört adamı yaka paça dışarı çıkarırken Fırat'a yaklaştım. Ellerini kemerinin üzerine yerleştirmiş, 'Mutlu musun?' der gibi yüzüme bakıyordu.

Sorun şu ki mutluydum.

Allah da beni kahretsindi.

Daha önce çok kez kavga etmiş, dayak yiyen ya da dayak atan insan görmüştüm fakat Fırat başkaydı. Dehşetti, vahşetti, afetti, felaketti. Akıllara zarardı.

Arsız duygularım beden dilime nasıl sirayet ettiyse artık Fırat 'Gerçekten mi?' dercesine gözlerini kıstı. Gerçektendi.

Hemen ardından 'Sakın!' dercesine başını iki yana salladı. Elini enseme yerleştirerek yüzümü göğsüne bastırdı sonra. Sevgiden ya da şefkatten değildi bu sahiplenici tavrı. 'Kendine gel yoksa ağzını burnunu kırarım' havasındaydı daha çok.

Sorun şu ki ikinci seçenek daha çok heyecanlandırıyordu beni.

Genzime dolan kokusu daha da çok.

Ne kadar çok sorun vardı.

Ellerimi kollarına yerleştirdim çekinerek. Gergin kol kasları ve hızla alıp verdiği nefesi öfkesinin henüz dinmediğinin kanıtı gibiydi. Başımı kaldırıp gözlerine baktım sessizce. Küfür kıyametti kara gözleri.

"Ben ne yaptım ki?" dedim en masum sesimle "Görmüşler, beğenmişler... ben mi dedim izleyin diye? Ben mi çağırdım? Sen neden sinirlendin ki hem o kadar? İlla dövülecektiyse de Mustafa döverdi, sana mı kaldı?" Ellerini avuçlarıma alıp sitemle gözlerine baktım "Ellerine yazık."

Her cümlemde daha çok çatılmıştı kaşları. Öyle bir bakıyordu ki, kendimden şüpheye düşüyordum. Saçmalıyordum sanırım.

Alt dudağımı dişlerimin arasına aldım tedirgin bir şekilde. Kardeşini de tokatlamıştım malum.

"Abi sen götür Eylem'i bir an önce" dedi Oğuz sinsisi "Daha çok adam döversin yoksa!"

Fırat Arda'ya başıyla bir işaret yaptıktan sonra elini belime atıp yürümeye başladı. Ben de yürüdüm mecburen. Alt kata indiğimizde kalabalık nedeniyle yürümek imkansız hale gelmiş ve Fırat sırtımı göğsüne yaslayarak kollarını iki yanıma siper etmişti. Dans eden genç bir adam aniden önümüze çıktığında adamı omzundan ittirerek hırsla yere fırlattı. Delirmişti. Son kararımdı.

Kısa bir süre sonra Arda önde, biz arkada Oğuz'un odasına girdik. Fırat kapıyı tüm gücüyle çarptıktan sonra masanın kenarına oturup bir sigara yaktı. İlk dumanı içine çektikten sonra bakışlarını ikimiz arasında gezdirdi ve "Anlatın çabuk, derdiniz ne?" diye sordu çatık kaşlarının altından. Sabrının son demlerindeydi.

Arda'yla birlikte müdürün odasına çağrılmış ortaokul çocukları gibi dikiliyorduk.

"Ben bir şey yapmadım abi" dedi Arda tüm masumiyetiyle "sen de gördün birden saldırdı."

"Daha ne yapacaksın be?!!!" dedim elimi yüzüne doğru savurup.

"Eylem!!!" diye bağırdı Fırat.

Fırat neyse de Sinem beni kıtır kıtır kesecekti. Ona karşı cazibemi de kullanamazdım.

Fırat "Bir daha sormayacağım!" diye devam ettiğinde bakışlarımı yere çevirdim "Söyleyemem."

"Ya sabır!" diye isyan etti.

Kapı açıldı aynı anda. Önce Hayrünnisa, hemen arkasından da Oğuz ve Alex teşrif etti. Hayrünnisa yılanı telaş içinde Fırat'a doğru ilerlerken Fırat'ın bakışları durması için yeterli olmuştu. Camdan bir duvara toslamışçasına sarsılan Hayrünnisa'ya bakarken o duvara ne kadar aşina olduğumu düşündüm. Selim'e koşarken kaç kez toslamıştım o duvara, kaç kez yerle bir olmuştum? O kadar iyi anlıyordum ki onu.

Neden anlamayacaktım ki çünkü? Sevgilimin eski sevgilisiyle empati yapmam eksikti bir. O da olsundu ki kafayı tamamen sıyırabileyim.

Hayrünnisa'ya üzülmeyi bir kenara bıraktım. Oğuz'a yaklaşıp "Bunu niye getirdin?" dedim Alex'i göstererek.

"Ben getirmedim, peşime takıldı" dedi umursamaz bir tavırla "Türkçe bilmiyor zaten, didişin siz rahat rahat, sıkıntı yok."

Gözlerimi devirirken Arda kolumdan tuttu. "Sinem mi bir şey söyledi?" diye sordu sonra "Yedirmem sana o kızı falan, bir şeyler zırvalıyordun."

Oğuz "Saranlı'nın metresi gelmiş, Arzu. Seninle görüşmek istiyormuş" diyerek Fırat'ın dikkatini çektiğinde Arda'yı kolundan tutarak odanın köşesine doğru çekiştirdim. Merak dolu bir ifade yerleşmişti gözlerine. "Nasıl yaparsın bunu ya?" diye başladım sabırsızca "Nasıl oynarsın o kızın duygularıyla? Kendine hakim olamayacaktın madem, ne diye kızın aklını çeliyorsun? Hiç mi akıl, izan yok sende? Dağ gibi kızı ne hale getirmişsin! Hiç mi utanma..."

Gözleri keyifle ışıldarken "Ne hale getirmişim ki?" dedi arsız.

Hırsla kolunu çimdikledim "Yemin ederim paralarım seni Arda! O kızdan uzak dur yoksa parça pinçik ederim seni!!!"

Kolunu tutarak yüzünü buruşturdu "Çürüttün, çürüttün, yavaş!"

"Arda bak çok ciddiyim uzak dur Sinem'den! Senin tanıdığın kızlara benzemez o. Kaldıramaz senin şerefsizliklerini. Karıştırma aklını lütfen... lütfen!!!"

"Hayır yani ne yapmışım?" diye savundu cibilliyetsizliğini "Hatırlamıyorum bile!"

"Arda!!!" dedim dişlerimin arasından "Uzak duracaksın dedim, çok fena olur yoksa!"

"Dururum ya da durmam, sana ne Eylem!" dedi öfkeyle "Sana ne oluyor?"

Verecek bir cevabım olmadığı için yumruğumu hırsla koluna geçirdim. Sinem benim kardeşimdi, elbette karışacaktım.

Kolunu ovuştururken "Abi..." diye seslendi omzumun üzerinden "al şunu başımdan, bak elimde kalacak!"

"Sen bir daha o kızı ağlat da gör bakalım kim kimin elinde kalıyor?!" diyerek kolunu çimdikledim tekrar.

"Hay .... elinin ayarını!" dedi inlercesine.

Bileğimden tutularak geriye doğru çekildim. Fırat tarafından. "Sen çık Arda!" dedi buyurgan bir tonda "Kaybolma bir yere, konuşacağız."

"Küfür ediyor duymuyor musun?" dedim kolumu çekiştirip. Bırakmadı. Masanın kenarına oturdu tekrar. Beni de yanına çekti. "Doğru dur!" dedi gözlerini gözlerime dikip.

Kaşları düz bir çizgi şeklini almış, saçları alnına dökülmüş, çene kemikleri belirginleşmişti. Oflayarak bedenine yaslandım. Ters bir laf edecekti şimdi, ben de kalbini kıracaktım, hiç gerek yoktu.

Mustafa odaya girdi o esnada. Arzu'yla birlikte. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Hayrünnisa'nın dudaklarından "Aman Allah'ım!" diye bir nida döküldü. Alex 'Ben nereye düştüm böyle?' dercesine etrafa bakıyordu. Haklıydı.

Arzu'nun yüzü tanınmayacak haldeydi. Gözünün altı morarmış, dudağı ve kaşı patlamıştı. Refleksif olarak ileri doğru atıldığımda Fırat bileğimden tuttu. Durmamı emreden ifadesiz bakışları, Arzu'nun içler acısı halinden hiç etkilenmediğini net bir şekilde ortaya seriyordu.

Oğuz'a başıyla bir işaret yaptıktan sonra bakışlarını Mustafa'ya çevirdi. "Temiz" dedi Mustafa. Hamile bir kadının öldüresiye dövülmüş olmasını bu kadar sakin karşılamaları içimi acıtıyordu.

Arzu gözyaşları içinde "Yardım edin n'olur" diyerek Fırat'a yaklaştı.

Bakışlarını Arzu'dan çekmeden "Oğuz" dedi Fırat. Oğuz, Hayrünnisa ve Alex'e "Biz çıkalım hanımlar" diyerek kapıya yöneldi fakat Hayrünnisa'nın çıkmaya niyeti yoktu. "Neler oluyor Fırat?" dedi hesap sorarcasına "Kim bu kadın? O adamlar kimdi? Bu şiddetin, bu tahammülsüzlüğün nedeni ne?" Hızını alamayıp sesini bir ton yükseltti "Nasıl bir adama dönüştün sen? Ne oldu sana böyle?"

Öncesine vakıf olmadığım için Fırat'a ne olduğunu da bilmiyordum maalesef. Fakat belli ki Hayrünnisa Hanım'ın konu hakkında bir teorisi vardı. Tüm bu kötülüklerin sorumlusu bendim.

Nankör.

Bir de üzülüyorum çiyana.

Aptal kafam.

"Çık dışarı Nisa!" diye sessizce uyardı Fırat. Sessiz fakat tehlikeli bir uyarıydı bu. 'Çıkmazsan kalbini kıracağım' diyordu alt metinde.

Hayrünnisa'nın yaşanmışlıklarla dolu, gücenmiş bakışları gözlerimi buldu. Fırat'la ayrılmalarının sorumlusu olarak da beni görüyordu sanırım. Paranoyaktı zannımca.

"Nisa!" diye tekrar uyardı Fırat "Seni ilgilendiren bir durum yok. Çık dışarı!"

Bakışları ikimiz arasında gidip geldi. Hazmedemiyordu. Kabullenemiyordu. "Hadi Nisa" diyerek kolundan tuttu Oğuz. Hayrünnisa bekledi. İçindeki yangını söndürecek tek bir kelime, bir bakış bekledi Fırat'tan. Gözlerim doldu sebepsiz. Ne çok seviyordu.

Aşk zehirli bir duyguydu. Panzehiri aşık olduğunuz kişinin dudaklarında olan öldürücü bir zehir. O kişi başkasına aitse eğer, nefes aldığınız her an can çekişiyordunuz. İşin kötüsü öldürmüyor, süründürüyordu.

Ben yıllarca Selim'den medet ummuştum. O da bana aşık olursa eğer, içimdeki boşluğun dolacağını, dünyanın en mutlu insanı olacağımı düşünmüştüm nedensizce. Olmamıştı. Kabullenmiştim ben de. Kimse kimseyi zorla sevemezdi.

Şimdi Fırat'a aşıktım. Öyle böyle değil aklımı çıldırıyordum hem de. Sorun şu ki, o da bana aşıktı ve ben bu defa sevilmenin tadını almıştım. Selim beni hiç sevmemişti fakat Fırat sevmişti. Çok da güzel sevmişti üstelik.

Şu saatten sonra Fırat gözlerimin önünde bir başkasına aşık olsa ölürdüm. Ölmekle kalmaz öldürürdüm de belki; o konuda hiç güvenmiyordum kendime. Hayrünnisa az bile yapıyordu.

Ona hak veriyor oluşum, saçını başını yolma isteğime engel değildi tabii. Ben de böyle bir dengesizdim işte. Söz konusu sevdiklerim olduğunda içimdeki şeytan baskın geliyordu çoğu zaman.

Hayrünnisa acı gerçekleri yanına alarak dışarı çıktı. Oğuz da Alex'le birlikte arkasından gitti. Son çıkan Arda'ydı.

"Kadir mi yaptı?" diye sordu Fırat beklemeden. Bunun retorik bir soru olduğunun hepimiz farkındaydık fakat Arzu yine de başını sallayarak onayladı. Gözyaşları durmaksızın akıyordu.

"Sebep?" dedi Fırat ifadesiz bir tonda.

Tükenmişçesine koltuğa çöktü Arzu. Başını ellerinin arasına alarak bakışlarını yerde bir noktaya sabitledi sonra. "Bebeği aldırmak istemedim" dedi pürüzlü sesiyle "o da ikimizi birden ortadan kaldırmak istedi."

Aciz bir kabulleniş vardı ses tonunda. Kazanma ihtimali olmayanların yorgun çaresizliği.

"Nasıl kurtuldun?" diye devam etti Fırat. Bir duvardan farksızdı ifadesi.

"Bebeği aldıracağımı söyledim. En güvendiği adamlarıyla hastaneye gönderdi. Doktoru ikna ettim bir şekilde, kurtardım bebeğimi ama Kadir bilmiyor. Öğrenirse öldürür beni..."

Fırat aniden ayağa kalkarak Arzu'nun çenesini parmaklarının arasına aldı ve başını yukarı doğru kaldırdı. "Çocuk mu kandırıyorsunuz lan siz?!!!" diye bağırdığında ben de Arzu gibi yerimden sıçradım. İfadesiz bakışları şimdi nefret kusuyordu.

Arzu başını iki yana sallamakla yetindi. Gözyaşları daha da şiddetlenmişti.

"Fırat!" diyerek öne doğru atıldım. Kolundan tutup çekiştirdim sonra tüm gücümle "Fırat dur ne olur! Yalvarırım sakin ol."

Duymuyordu. "Bebeği aldırdım dedin, o da paşa paşa kaçmana izin verdi öyle mi?" dedi histerik bir gülüş eşliğinde "Sen de koşa koşa benden yardım istemeye geldin." Arzu'yu serbest bırakıp öfke dolu bir nefes verdi "İyi numara!"

"Yemin ederim haberi yok" diye ağlamaya devam etti Arzu "öğrenirse öldürür beni."

"Ölmek istemiyorsan yalan söylediğin kişiye dikkat edeceksin!" dedi Fırat ölümcül bir tınıda "Hemen şimdi çevirdiğiniz dolapları anlatmazsan yaşatmam seni!"

Arzu'nun üzerine doğru hamle yaptığında önüne geçtim ve ellerimi göğsüne yerleştirdim panik içinde. "Fırat yalvarırım sakin ol, görmüyor musun ne halde?!"

Tahammülsüz bakışları gözlerimi buldu. "Lütfen" dedim ellerimi yüzüne yerleştirip. Zifiri karanlık bakışları uçsuz bucaksız bir nefret bulutunun gölgesindeydi.

Dişlerini sıkarak birkaç adım geriye gitti. Minibara doğru ilerleyip boş kadehe doldurduğu viskiyi kafasına dikti sonra. Huzursuzluğu dalga dalga yayılıyordu odaya.

"Sizin yüzünüzden!" diye haykırdı Arzu "Bebeğim ölürse eğer, katili sizsiniz!"

Fırat biraz daha yükselirse biri ölecekti bu gece fakat kimin başına patlayacağı muammaydı.

"Götür şunu Mustafa!" diye bağırdı Fırat "Kapatın bir yere, gözüm görmesin!!!"

Mustafa Arzu'yu hızlı bir şekilde dışarı çıkardı.

Arzu da gittiğine göre kabak benim başıma patlayacaktı, belli olmuştu. Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey varsa, bu hikayede yanan hep ben olacaktım.

Ne yapacağımı bilmez bir halde odanın ortasında dikiliyordum. Fırat'ın öfkesinin nedeni ben olduğumda bir şekilde işin içinden sıyrılıyordum fakat başkaları söz konusu olduğunda o iş öyle olmuyordu. Bana olan zaafını kullanamıyordum çünkü.

Bu gece işler daha da karışıktı zira üçlü kombo olmuştu. Alev topuna dönmüştü Fırat. El mahkum, çekecektim mecbur. Sevgili olmanın da böyle bir zorluğu vardı maalesef; iyi günde kötü günde birbirimize destek olmak zorundaydık. Bana kalsa şu an arkama bile bakmadan kaçardım fakat o iş de öyle olmuyordu ne yazık ki.

"Gidiyoruz, hadi" dedi kapıya doğru ilerlerken. Bu adamın bu ters tarafı da çekilecek çile değildi.

Peşi sıra koşmaya başladım. Huyuna gidecektim artık sakinleşene kadar. Doğrudan çıkış kapısına yöneldiğinde "Fırat çantamı almadım" diye seslendim arkasından "alıp geliyorum hemen."

Ne hali varsa görsündü valla, hiç çekemeyecektim.

Cevap vermesini beklemeden üst kata çıktım. Merdivenin son basamağında Oğuz'la karşılaştık. "Ne oldu?" dedi tedirgin bakışlarıyla.

"Ne olacak, delirdi!" diye ofladım. 'Çekeceksin mecbur' dercesine kafasını salladı o da.

"Bu gece sende kalsa olur mu?" dedim tüm iyi niyetimle "Hak geçmesin şimdi, hep bende hep bende. Sana da yazık yani sonuçta."

Keyifli bir kahkaha attı. Elini omzuma yerleştirdi sonra dostane bir tavırla. "Fırat benim kardeşim gibidir" dedi sevgi dolu bir tınıda "kardeşten ötedir hatta. Öl dese ölürüm hani, o derece." Derin bir nefes alıp devam etti "Belli etmez ama o da benim için ölür, biliyorum..."

"Gıcık mı veriyorsun?" dedim kıskanç bir tavırla. Kimse benim kadar sevemezdi Fırat'ı.

"Maalesef" diye hayıflandı "veremiyorum. Onca yıl kahrını çektim, bir kez bile sana baktığı gibi bakmadı bana..."

Çok pis bir yere gidiyordu bu konuşmanın sonu.

"Sussan mı keşke?" dedim yüzümü buruşturup "Devamını duymak istediğimden çok emin değilim."

Bir kahkaha daha attı "Ona gerçekten iyi geliyorsun" dedi sonra alışkın olmadığım bir ciddiyetle "ne yapıyorsun bilmiyorum ama aynı şekilde devam et, doğru yoldasın."

"Nasıl yani?" dedim şaşkınlıkla.

"Huysuz prensin yüzünü güldürmeyi başarabilen tek kişisin" dedi memnuniyetle "sana bakarken bile dudağının kenarında gizli bir tebessüm beliriyor." Omzumu hafifçe sıkıp devam etti "Ben aradan çekiliyorum, size mutluluklar. İyi bak kardeşime."

Koluna girdim hızlı bir şekilde. Yanımızdan geçen insanlar ve sürekli değişen müziğin sesi dikkatimi dağıtıyordu.

"Ben pek anlamadım, biraz açar mısın?" dedim locaya doğru ilerlerken "Nasıl bir tebessüm mesela? Nasıl bakıyor bana? Böyle çok seviyor gibi mi yani? Aşkından ölüyor gibi falan mı?"

Oğuz'u koltuğa oturtup sabırsız bir şekilde gözlerine baktım.

"Fırat'tan bahsediyoruz Eylem" dedi 'yok artık' dercesine "mantık adamıdır Fırat. Öyle aşkından ölecek tiplerden olmadı hiçbir zaman. Fakat söz konusu sen olduğunda normalin bir tık üstünde tepkiler veriyor."

"Bu mu yani?" dedim hayal kırıklığıyla "Normalin bir tık üstünde tepkiler vermesi mi olayımız?" Yıkık bir nefes verdim "İlişkimizi tekrar gözden geçirsem iyi olacak sanırım."

"Adam yüz yılın çapkını Eylem" dedi hevesimi kursağıma doğru ittirerek "çok zorlama istersen."

Geri zekalı.

"Eylem ne yapıyorsun?!" diye bağıran sesle yerimden sıçradım "Bir saattir seni bekliyorum!"

Bir an boş bulunup "Ne bağırıyorsun be?!" diye bağırdım. Ateş çıkıyordu gözlerinden. "Tamam tamam, geldim, çantamı aldım şimdi, geldim, geliyorum, hemen geliyorum..." dedim sonra.

Ne olmuş sanki iki dakika geciktiysem? Deli manyak.

Öldürücü bakışlarının gölgesinde, çantamı ve deri ceketimi aldım. O kadarına bile tahammülü kalmamış olmalı ki "Hadi Eylem!" diye uyardı tekrar.

Ya sabır çekercesine ofladığımda Oğuz "Ben konuşurum Arzu'yla" diyerek araya girdi "Takma kafana, hallederiz."

Herhangi bir tepki vermedi. Kolumdan tutarak hızlı adımlarla merdivene yöneldi. Sessizce ayak uydurdum adımlarına. Kara bir bulut çökmüştü sanki üzerine. Üzerimize. Gündemimiz Kadir Saranlı olduğunda o bulutun ağırlığı altında eziliyorduk her defasında.

Yaklaşık yarım saat sonra evde değil, Ölüdeniz'de kaldığımız yatın güvertesindeydik. İki araba ve bir minibüs eskortluğunda geçen yolculuğun ardından yoğun güvenlik önlemleri altında denize açılmış, yıldızlı bir kış gecesinin soğuk sessizliğine demir atmıştık.

Fırat üst güverteye çıktıktan sonra denize bakan U şeklindeki koltuğun köşesine oturarak ayaklarını koltuğa doğru uzattı. Tişörtünün üzerine ince, siyah bir hırka giymişti sadece. Hava çok soğuktu, üşümüyor muydu?

Bir sigara yaktıktan sonra paketi koltuğun ortasındaki masaya fırlattı. Arzu meselesinin onu neden bu kadar öfkelendirdiğini bilmiyordum fakat öfkelendiği zamanlarda ona ulaşmanın ne denli zor olduğunu biliyordum artık.

Geceden daha karanlık gözlerini karşı kıyıdaki ışıklara diktiğinde "Burada mı kalacağız?" dedim çekingen bir tavırla "Eğer öyleyse ben yatayım. Geç oldu."

Lütfedip bakışlarını gözlerime çevirdi. Koltuğun diğer ucunda emanet bir şekilde duruyordum. "Arda'yla derdin ne?" dedi içine çektiği dumanı geceye bırakırken. Bu saatte, bu şartlar altında konuşmak istediğim bir konu değildi ne yazık ki Sinem meselesi.

"Önemli bir şey değil" diye geçiştirdim.

"Önemli olmayan bir şey yüzünden mi Arda'ya saldırdın?" diye sordu sert bir tavırla. Ses tonundan davranışımı onaylamadığı belli oluyordu.

"Hak etmişti" diye mırıldandım. Bu gecenin acısı benden çıkacaktı, anlaşılmıştı.

"Arda kardeşim olduğu için değil, gerçekten merak ettiğim için soruyorum Eylem..." dedi onaylamaz bakışlarıyla "ne yapmaya çalışıyorsun? Kaostan mı besleniyorsun, dikkat çekmeye mi çalışıyorsun, bipolar mısın, psikopat mısın, neden sürekli olay çıkarıyorsun?"

Bu da farklı bir bakış açısıydı tabii. İnsanların gözünde çizdiğim imaj tam olarak buydu çünkü. Fırat'ın da o insanlara dahil olması kırıcıydı tabii ama haksız olduğunu söyleyemezdim.

"Dikkat çekmeye çalışıyorum sanırım" dedim umursamaz bir tavırla "ilgi manyağıyım malum. Biraz böyle başım falan okşanınca şımarıyorum, ne yapacağımı şaşırıyorum. İlgi benim üzerimde olmayınca da sağa sola saldırıyorum, elimde değil. Çocukluğuma falan inmek lazımdır belki, sen daha iyi bilirsin. Bipolar olma ihtimalim de yüksek ama, üzerinde biraz düşün sen bunun. Teşhis koyunca haber verirsin."

Genzim yanıyordu.

Ayaklarını yere indirip doğrudan gözlerimin içine baktı ve "Kes saçmalamayı!" dedi kati bir tonda "Sabrımı zorlama!"

Ellerimi iki yana açarak "Özür dilerim" dedim yapay bir mahcubiyetle "kardeşinin pamuk kalbini kırdım, çok özür dilerim."

Elindeki sigarayı yere fırlattıktan sonra hırsla ayağa kalkıp tam karşımda durdu. "Mevzunun Arda ya da bir başkası olmadığını çok iyi biliyorsun Eylem!" dedi tahammülsüz bir tonda "Konuyu saptırma!"

"Pardon ben pek anlayamadım, mevzumuz ne tam olarak?" dedim alaycı bir tavırla "Senin benden sıkılmış olman olabilir mi?"

"Saçma sapan konuşma!!!" diye kükredi "Aş artık şu kompleksini, benim senden sıkıldığım falan yok! Karşına çıkan her problemi insanlara saldırarak çözemezsin! Kendine gel artık, yeter!"

"Sen de her öfkelendiğinde hırsını benden çıkaramazsın!" diye bağırdım. Histerik bir gülüş döküldü sonra dudaklarımdan "Ama tabii günlük şefkat kotanı eski sevgilinle tüketince benim payıma da bu düşüyor, safi öfke!"

Gözleri hayretle açılırken gülüşümün yansıması dudaklarına düştü "Yemin ederim hastasın!" dedi amansız bir öfkeyle "Sikerim eski sevgilisini de şefkatini de! Her arkamı döndüğümde başına ne tür bir bela açacaksın diye aklım çıkıyor geri zekalı!"

Ellerimi göğsüme yerleştirip tüm gücümle ittirdim "Sensin geri zekalı!!!" Dudaklarımdan kelimeler değil alevler çıkıyordu "Sana mı kaldı beni korumak kuş beyinli?!! Bugüne kadar başımın çaresine baktım, bundan sonra da bakarım! Kimsenin kanatlarının altına girip de gelmedim ben bu yaşıma, işine bak sen!!!"

Ellerini bir sunum gerçekleştirir gibi ileri doğru uzatarak "Nasıl geldiğin ortada!" dedi küçümser bir tavırla.

Yutkunamadım.

Kalbime bir kıymık battı. Dudaklarım titredi. Gözlerime yaşlar hücum etti. Tükenerek gelmiştim ben bu yaşıma. Elimden tutan olmamıştı hiç. Düşe kalka ancak bu kadar tutunabilmiştim hayata. Hepi topu bu kadardım.

Ağzından çıkanın idrakıyla hızlı bir nefes koyverip bir adım öne çıktığında "Zorla tutan yok!" dedim geri çekilip "Beğenmiyorsan siktir olur gidersin!"

Sert bir şekilde kolumu tutarak "Düzgün konuş!" dedi dişlerinin arasından "Düzgün konuş, benim sabrımı taşırma!"

Sabrının sonu hep benim yaralarıma denk geliyordu nedense.

Gözyaşlarım, gururuma inat akın akın yükselirken hayal kırıklığıyla gözlerine baktım. Bir sis bulutunun ardındaki kapkara gözlerine. Öfkesinin kör ettiği, yıldızların kör karanlıklarda kaybolduğu gece karası gözlerine.

"Ben senin stres topun değilim!" değilim son bir gayretle "Her canın yandığında beni tekmelemekten vazgeç artık!" Sesim gururumu hiçe sayarcasına titrerken dudaklarımdan dökülen son kelime gözyaşlarımla ıslandı "Dayanamıyorum."

Koluma dolanan parmakları baskısını azalttı. Gözlerindeki bulutlar dağıldı. Pişmanlıkla acıma arası bir farkındalık çöreklendi bakışlarına. Hiç sevmediğim, en sevmediğim, ölesiye nefret ettiğim bir duyguyla karşı karşışaydım; merhamet.

"Yapma Eylem..." dedi başını iki yana sallayarak "bana bunu yapma... her çıkmaza girdiğinde korkularına yenilip kendinden vazgeçme. Seni koruyamamaktan ölesiyle korkuyorum, yapma..." parmakları omzundan yukarı doğru tırmanıp boynuma yerleşti usulca "Yanında olamadığım her an, aldığım nefes haram oluyor, yapma... beni kendime düşman etme!"

"Beni korumak zorunda değilsin" dedim elini ittirip "Sürekli yanımda olmak gibi bir mecburiyetin de yok. Kendince böyle bir misyon yüklenip, altından kalkamadığında acısını benden çıkaramazsın!"

Eli tekrar boynuma uzandığında geri çekildim "Bu yaşıma kadar kimse pamuklara sarmadı beni. Şu saatten sonra da kimsenin pamuğuna ihtiyacım yok! Öyle bir niyetin varsa şayet, hiç heveslenme, geri bas! Ben senin evcil hayvanın değilim. Olamam da, kusura bakma!"

Karanlık bakışlarında gizli bir tebessüm peyda oldu. Psikopat olan kesinlikle ben değildim.

Tebessümü anbean yüzüne yayılırken öfkemin hırçın bir deniz gibi kabardığını hissediyordum. Ağzının orta yerine yumruğu çakıp geri dönüşü olmayan yollara girmemek adına omzunu ittirerek yanından geçtim.

Geri zekalı.

"Gel buraya..." dedi kolumdan tutarak "nereye gidiyorsun?"

"Mümkünse senin olmadığın bir yere!" dedim kolumu savurup. Bırakmadı. Bedenimi kendine doğru çekerek kulağıma doğru yaklaştı. "Gidemezsin" dedi keyifli bir tınıda "Kestin raconunu bitti. Şimdi beni dinleyeceksin!"

"Boşa yorma o güzel ağzını..." dedim gözlerine bakıp "Anlamıyorum ben. IQ seviyem senin üst düzey beyin fonksiyonların karşısında yetersiz kalıyor maalesef. Geri zekalıyım ya ben!"

Çarpık bir gülüş yerleşti dudağının kenarına. Elini enseme yerleştirip yüzümü yüzüne yasladı sonra "Tane tane anlatırım, sıkıntı yok!"

Ellerimi göğsüne yerleştirerek tüm gücümle ittirdim fakat ben ittirdikçe daha çok yakınlaşıyorduk. "Bırak beni Allah'ın cezası!" diye bağırdım "Sensin geri zekalı! Senin gibi sırça köşklerde büyümedim ben! Sana ne hem?! İster kavga ederim ister dayak yerim, sana ne?! Sen bana hesap soramazsın!!!"

Kollarını bedenime sımsıkı sardığında çırpınmayı bırakmak zorunda kaldım. Sarılmadım ama. Kalbim kırıktı hâlâ. Çok hassas yerden kırılmıştı hem de. O kadar çok kırılmıştı ki aynı yerden, aldığı en ufak darbede elimde kalıyordu.

Yüzüm Fırat'ın boynunda olduğu için kokusu doğrudan içime işliyordu fakat direnmeyi sürdürdüm. Saçlarımdan öptü. "Çok yoruyorsun Eylem..." dedi yorgun bir sesle. Parmakları saçlarımda dolandı. Sesli bir nefes verdi "...dur artık."

Her türlü hakareti işiten bendim fakat kendini haklı görmekten zerre gocunmuyordu.

"Bırak, tamam" dedim kollarından kurtulmaya çalışırken "uykum geldi benim, bırak."

"Tamam uyursun" dedi koltuğa doğru ilerleyip "önce konuşalım biraz." Beni de yanına çekerek koltuğa oturdu. Yüzüne bakmadan kollarımı göğsümde birleştirdim. Bir kolunu arkama diğerini masaya yerleştirerek yan döndü. Bakmadım yine. "Nisa'nın babası babaannemin kardeşi" dedi uzlaşmacı bir tonda "aynı zamanda holdingin ortağı. Hastaneye gitmemin Nisa'yla bir ilgisi yok yani. Geçmiş olsun dileklerimi bildirdim ve çıktım. Görmedim bile Nisa'yı."

'Bana ne' dercesine omuz silktiğimde devam etti. "Kulübe gelmesi de beklemediğim bir durumdu. Ben abimle görüşmek için gittim kulübe. Seninle konuştuktan sonra geldi Nisa. Oğuz'la birlikte."

Umurumda olmadığını belirtircesine boğazın karanlık sularına çevirdim bakışlarımı. Hayrünnisa'yı kıskanacak değildim.

"Nisa konusunda huzursuz olmanı istemiyorum Eylem" dedi saçlarımı omzumun üzerinden arkaya sürüklerken "Tesadüfi karşılaşmalar dışında görüşmüyoruz da zaten. Görüşüp görüşmemiz benim için hiçbir şey ifade etmiyor fakat sen rahatsız olma diye azami gayret gösteriyorum."

"Hiç de rahatsız olmuyorum" diyerek omuz silktim yine "beni ilgilendirmez. Ben istiyorum diye aranıza mesafe koymana da gerek yok. Benim ne olduğum ortada sonuçta!"

"Yine aynı şeyi yapıyorsun" dedi uyarı dolu bir tonda.

Sitem dolu bakışlarımı gözlerine çevirdim "Ne yapıyormuşum?"

"Kuruyorsun" dedi hafiften yüksek çıkan sesiyle "sürekli kafanda kuruyorsun ve olmadık zamanlarda saçma sapan tepkiler veriyorsun. Kırgınlıklarını itiraf edemediğini ve incindiğin zamanlarda öfkenin ardına sığındığını görüyorum Eylem. Fakat benim sabrımın da bir sınırı var. O sınırı geçtiğinde ağzımdan çıkan öylesine bir laf yüzünden bana hesap soramazsın!"

Öylesine bir laf değildi ağzından çıkan. Öfkelendiği için kontrolünü kaybetmiş ve hakkımdaki düşüncelerini açığa vurmuştu. Doğruydu da tespiti. Nasıl geldiğim ortadaydı.

Köprünün ışıklarına çevirdim bakışlarımı. Konuşmak istemiyordum.

Elini yanağıma yerleştirip "Yüzüme bak" dedi. Bakmak zorunda kaldım. Huzursuz bakışları yüzümde gezindi. "Yarın sabah Amerika'ya gidiyorum" dedi küfür eder gibi.

Bu gece saldıracak yer aramasının nedeni belli olmuştu.

Dumur olmuş bir halde gözlerine baktım. Gidip gelmesi en az bir gün sürüyordu. Kim bilir kaç gün kalacaktı?

"New York'taki ofiste yolunda gitmeyen şeyler var" dedi temkinli bir sakinlikle "uzun zamandır ertelediğim bir seyahatti fakat son günlerde beklenmedik gelişmeler oldu. Ötelenebilir tarafı kalmadı artık. Normal şartlar altında ayda en az bir kez gidip gelişmeleri yakinen takip ediyordum fakat son dört aydır..."

Cümlesini bitirmesine izin vermeden "Git bana ne!" dedim titreyen sesimle "Sıkıldım zaten senden, git bir an önce."

Bakışlarımı masanın üzerindeki sigara paketine sabitledim. Kollarım göğsümdeki yerini koruyordu. Yarın sabah dünyanın öteki ucuna gideceğini söylüyor ve gerekçelerini izah etmeye çalışıyordu. Gitsindi, umurumda bile değildi.

Parmaklarını saçlarımın arasından geçirerek şakağımdan öptü. Alnını şakağıma yaslayıp "Çocukluk yapma..." dedi sonra "gerçekten gitmem gerekiyor."

"Git tamam" dedim küskün bir tavırla "ben de keyfime bakarım ne güzel. Çok samimi olduk malum, bunaldım."

"Şimdiden özledim" dedi saçlarımın kokusunu içine hapsederken. Burnumun direği sızladı.

"Gitmişken kal biraz" dedim inadına "yol paranın hakkını ver ki, aklın kalmasın sonra. Özleriz hem birbirimizi, heyecanlı olur."

"Seni özlemek istemiyorum" diye mırıldandı. Yüzünü boynuma gizleyerek derin bir nefes aldı sonra. Can çekişiyormuş gibi. Almasa ölecekmiş gibi.

"Ben özlemem hiç" dedim boğazımdaki yumruyu yok sayıp "İstediğim yere gider, istediğim kişiyle kavga ederim ne güzel. Çoraplarımla yatarım mis gibi. Kimse çıkaramaz ben uyurken. Kombiyi de açarım sonuna kadar, değme keyfime."

Boynumdan uzaklaşıp hasretle gölgelenen bakışlarını gözlerime dikti. Boynumdaki nöbetini eli devralmıştı. Başparmağı yanağımda usul usul gezinirken "Aklım sende kalacak..." dedi sıkıntılı bir tonda "aklımı kaybetmeme izin verme Eylem. Yeterince zor zaten, daha fazla zorlaştırma. Uslu dur!"

"Çocuk değilim ben" diye terslenerek hızla ayağa kalktım "aklını kendine sakla, hiç çekemem senin paranoyalarını."

Fırat'ın karmaşık bakışlarına aldırmadan yatak odası olarak kullandığımız kamaraya gittim. Kim bilir kaç gün kalacaktı? Söylememişti. İlk kez aramıza mesafeler girecekti ve ben bununla nasıl baş edeceğimi bilmiyordum.

Rahatlayabilmek adına derin bir nefes aldım. Yapışık ikiz değildik sonuçta, bu tür ayrılıklar kaçınılmazdı. Banyoya girdim hızlı bir şekilde. Saçlarımı topladım. Yüzüme birkaç kez su çarptım. Çok mutsuz hissediyordum.

Odaya geri döndüğümde Fırat da gelmişti. Yüzüne bakmadan montumu ve botlarımı çıkardım. Devasa büyüklükteki odanın bir duvarı boydan boya gardırop olarak dizayn edilmişti fakat o dolabın içinde bana ait bir kıyafet olması ihtimali sıfırdı.

Kalın bir kemerle süslediğim mini, triko bir elbise vardı üzerimde. Ve dizlerime kadar çektiğim çizgili çoraplarım. Kemerimi çıkardıktan sonra yatağa girdim ve yorganı kafama kadar çektim. Gündemimiz o kadar hızlı değişiyordu ki, tam olarak neye üzüldüğümü bile bilmiyordum. Tek bildiğim Fırat'ın gitmesini istemediğimdi.

Yatağa oturduğunu fark ettiğimde gözlerimi kapattım. Karşı koymama aldırmadan yorganı yüzümden çekti. "Sevgilim" dedi 'yapma' der gibi. Parmakları saçlarımda geziniyordu.

Gözlerimi açıp "Uyumak istiyorum Fırat!" dedim gereksiz bir çıkışla "Yeter artık, gelme üzerime!"

Bıkkınlıkla ofladı. "Bana sökmüyor bu numaralar, anla artık" dedi tahammülsüz bir tonda "kalk üstünü değiştireceğiz! Sonra istediğin kadar ağlarsın göğsümde, söz."

Hayretler içinde doğrulup yüzümü yüzüne yaklaştırdım "Ne ağlayacağım be?! Onca lafı yiyip bir de üstüne senin için gözyaşı mı dökeceğim? Defol git nereye gidiyorsan! Şeytan görsün yüzünü!"

Ilık bir meltem esti gözlerinde. Elini yanağıma yerleştirip başparmağını göz çukurumda gezdirdi. Boğazımdan genzime doğru bir yanma hissettim. "Bakışların öyle söylemiyor ama..." dedi içime işleyen bir tebessümle "Yağmur bulutları çökmüş yine kirpiklerine... yeşiller gölgelenmiş... yağdı yağacak..." gözlerimden öptü usulca "izin ver sileyim gözyaşlarını..." dudakları dudaklarımı buldu "dökme içine."

Dudaklarının dudaklarımdaki dansı yağmur damlalarıyla ıslandı. Gurbet kokan dokunuşları usul usul sızdı benliğime. Bulutlar dağıldı. Yalancı bir güneş açtı kış ortasında. Bedenimi ezber eden dudaklarından dökülen her bir nefesi tenime hapsettim. Kapımıza dayanan mesafelerden intikam alırcasına karıştık sonra birbirimize. İsmini sayıkladım bilinçsizce. İsmimi sayıkladı ölürcesine. Zaman durdu. Dünya durdu. İkimiz kaldık geriye. Hoyratça tükettik nefeslerimizi. Sessiz soluklarımız kaldı bizden geriye.

Ayrılık zordu. Ayrılık şimdi daha da zordu. Biz hiç ayrı sabahlara uyanmamıştık, bundandı belki zorluğu. Fırat kalbimi ateşe verdiği günden bu yana, elimi her uzattığımda ulaşabilmiştim eline. Bir nefes uzağımdaydı nefesi. Gitmesini istemiyordum.

Gitti.

Sabaha karşı sessizce kalktı yataktan. Aynı sessizlikle hazırlandı. Saçlarımı okşadı belli belirsiz. Çıplak omzuma minik bir öpücük bıraktı. Boynuma vuran nefesinin ardından uzun bir soluk aldı. Uyuduğum için fazla sokulamamıştı. Aldığı doz ancak birkaç saat idare ederdi, işi zordu.

Usulca kapanan kapının sesiyle birlikte gözlerimi açtım. Vedalaşmak istememiştim. Ansızın çekip gitmelere alışkındım ben, nasıl veda edilir bilmiyordum. Kaç gün kalacağını sorma cesaretini gösteremediğim gibi gidişini izleyecek gücü de bulamamıştım kendimde. İçine düştüğüm melankoli gerçek olamayacak kadar komik, bir o kadar gerçekti. Çok eksik hissediyordum.

Bir türlü uykuya dalamadığım iki saatin sonunda yataktan kalktım ve hızlı bir şekilde hazırlanarak şirkete gitmek üzere yola çıktım. Hava buz gibiydi. Yeni yıla sayılı günler kalmıştı ve kış kendini iyiden iyiye hissettiriyordu.

Şirkette ilk durağım Yasemin'in masası olmuştu. Hal hatır sormakla başlayan sohbetimiz kahvelerimizin gelmesiyle derinlere doğru yol almış ve konu dönüp dolaşıp Levent Bey'de kilitlenmişti. Her gün olmamakla birlikte, şirkete sadece birkaç saatliğine uğradığını ve şirkette bulunduğu süre boyunca çalışanlara kök söktürdüğünü duyunca şaşırmıştım haliyle. Daha dün bana sitemkar serzenişlerde bulunan sevgili ortağım çabuk sıkılmıştı anlaşılan.

"Neyse boşver" dedim Yasemin'e "biz işimize bakalım. Yıl sonu raporlarını gönder sen bana, Haldun Bey'e de söyle odama gelsin. Bir bakalım ne durumdayız."

Alt dudağını ısırdı Yasemin. Ve pimi çekilmiş bombayı elime tutuşturdu; Haldun Bey'in işine son vermişti Levent Bey.

Çıldıracaktım. Haldun Amca, şirketimizin emektar finans müdürüydü. Bunun da ötesinde babamın en güvendiği çalışanı ve hatta dostuydu. Barış konusunda öfkemi güç de olsa bastırabilmiştim fakat bu kadarı çok fazlaydı. Sakin kalmam imkansızdı.

Benim talebim neticesinde Levent Bey yarım saat içinde şirkete gelmişti. Yasemin odasında olduğunu söylediğinde kapıyı bile çalmadan içeri girdim ve açtığım kapıyı sert bir şekilde kapattım. Şaşkınlıkla açılan gözlerinde soru işaretleri kol geziyordu. Masasına doğru ilerleyip "Haldun Bey'i ve Barış'ı tekrar işe alıyoruz!" dedim kati bir tonda "En kısa zamanda görevlerinin başına dönecekler ve bu şirkette benden habersiz tek bir kişi dahi işten çıkarılmayacak! Babanızın çiftliği değil burası, kendinize gelin!"

Koltuğunu geriye doğru sürükleyip ayağa kalktı. Yanıma geldi sonra. Yüzünde garip bir ifade vardı. Çıkışımdan rahatsız olmadığı açıktı. Aksine, memnun olmuş gibiydi bakışları.

"Siz nasıl isterseniz Eylem Hanım" dedi son derece nazik bir tonda "şirketimizin yararına olduğunu düşünerek aldığım bir karardı. Rahatsız olacağınızı düşünmemiştim, özür dilerim."

Dalga geçmiyordu. Son derece ciddiydi.

"Kafanıza göre kararlar alıp yine kafanıza göre insanları kapının önüne koyamazsınız!" dedim daha sakin bir tavırla "İş ahlakı denen kavramdan bihabersiniz sanırım."

Rahat bir şekilde masaya yaslanıp "Yönetim kurulu toplantısında aldığımız bir karardı" dedi "hani şu, ısrarla çağrılmanıza rağmen mazeret bildirmeksizin katılmadığınız toplantı."

"Neyse ne!" dedim sinir bozucu rahatlığına karşılık "Bir daha olmasın lütfen."

Güldü. "Emredersiniz" dedi bir de üstüne. Ellerini teslim olurcasına havaya kaldırmıştı.

Bu erkeklerin hepsi mi dengesizdi?

"Şimdi bir kahve içebiliriz sanırım" dedi uzlaşmacı bir tonda "aldığımız diğer kararları bizzat bildirmek isterim zat-ı alinize. Sizin için de uygunsa tabii."

Başımı aşağı yukarı sallarken gülümsedim. Fırat'ın yokluğunda, katılamadığım toplantıların kritiğini yapabilirdik. Benim için uygundu.

Saatler süren değerlendirmelerimiz sonunda epey yol kat etmiş ve önümüzdeki hafta için sıkı bir çalışma planı oluşturmuştuk. Yıl sonu olması sebebiyle çok fazla gündem maddesi vardı ve benim iş dışında düşünmek istediğim hiçbir şey yoktu. Böylesi çok daha kolay olacaktı.

Mesai saati bittiğinde Yasemin odaya girip bir isteğimiz olup olmadığını sordu. İzin istiyordu usulünce.

"Sen çıkabilirsin" dedi Levent Bey. Biz çıkmıyorduk sanırım.

"Çalışmaya devam edecekseniz kalabilirim" dedi Yasemin.

Levent Bey tekrar çıkabileceğini söyledi. Yasemin gitti. İkimiz kaldık. Gece uyumadığım için epey yorgun hissediyordum fakat eve gitmek istemiyordum. Koca bir hafta sonu vardı önümde ve ben mümkünse şirkette yatmak istiyordum.

"Hazır sizi yakalamışken bırakmak niyetinde değilim pek" dedi Levent Bey "başka bir planınız yoktur umarım?"

Fazla uysaldı bugün nedense.

"Yok ama bugünlük bu kadar yeter bence " dedim saçlarımı karıştırıp "beynimden dumanlar çıkıyor artık."

Yanyana oturduğumuz toplantı masasının üzerindeki dosyayı kapatıp "Pekala" dedi memnuniyetle "bugün siz ne diyorsanız o. Kötü bir başlangıç yaptığımızı düşünsem de, bundan sonrası için uyum içinde çalışmak niyetindeyim."

'Sen hayırdır?' dercesine kafamı salladığımda "Ve iyi niyetimin göstergesi olarak sizi yemeğe davet ediyorum" diye devam etti "umarım beni kırmazsınız."

Şirkette olmasak dümdüz yürüyor diyecektim de, şirketteydik. Ve iş dünyasında bu tür davetler son derece normaldi. Adam ortağımdı nihayetinde. Evliydi üstelik. Yine de samimi gelmiyordu tavırları. Bu adamda beni rahatsız eden bir şey vardı. Davetini reddedecek olmamın herhangi başka birisiyle ilgisi yoktu yani.

"Çok teşekkür ederim nazik davetiniz için fakat şirket sınırları içinde uyumlu olmamız kafi bence" dedim ayağa kalkarken "Fazlasına gerek olduğunu düşünmüyorum. İyi akşamlar."

Bozguna uğradığını gizleyemeyen öfkeli bakışlarına aldırmadan odadan çıktım. İnsanlarla arama sınır koyma hususunda fazlasıyla tecrübeli ve çekincesizdim. Kabalıktı belki yaptığım fakat şimdiye kadar kendimi korumak için başvurduğum en başarılı yöntemdi. İnsanlardan ne kadar uzak durursam o kadar az inciniyordum. Değer vermediğim insanların hakkımda ne düşündüğüyle ilgilenmiyordum çünkü. Değer verdiğimde ise işler çığırından çıkıyor, hem deliriyor hem de delirtiyordum.

Amaçsızca şirketten çıktım. Mustafa'nın yönlendirmesiyle, beni bekleyen araca bindim. Eve gitmek istemiyordum. Gitmedim de. XS'in açılışı için hazırlıklar son hız devam ediyordu ve mekanın sahibi olarak benim de olaya dahil olmamın tam zamanıydı.

Öncesinde oto galeri olarak kullanılan üç katlı mekandan içeri girdiğimde Oğuz ve Alex karşıladı beni. İçeride hummalı bir çalışma vardı, ortalık toz dumandı.

"Selam" dedim bakışlarımı dört duvardan ibaret kalan boşlukta gezdirirken. Oğuz "Hoş geldin ortak" derken Alex muhteşem gülümsemesiyle karşılık verdi selamıma.

"Boşuna geldin o kadar yolu, biz de çıkıyorduk" dedi Oğuz "şimdilik iş mimarda, bizlik bir şey yok."

"Sen böyle iş yapıyorsan vay halimize" dedim teessüf edercesine "bu ustalara laf anlatmak deveye hendek atlatmaktan zordur. Dönüp dolaşıp kendi bildiklerini okurlar." Montumu çıkarırken güven verircesine göz kırptım "Sana kalsa iki günde pavyona çevirirler burayı ama neyse ki ben varım. Kimsenin hayallerime gölge düşürmesine izin vermeyeceğim, rahat ol."

"Adam ödüllü mimar Eylem!" dedi azarlar gibi "Bırak yapsın işini, sen neden yoruyorsun kendini? Hadi gel yemeğe gidiyoruz, oradan da kulübe geçeriz."

"Yok yok, siz takılın" dedim bakışlarımı Alex'e çevirip. Tatlı gülümsemesiyle Oğuz'a bakıyordu. Fırat'a bakar gibi değildi bakışları ama bakıyordu sonuçta. Oğuz da bir Fırat değildi şimdi. Fırat'ın bana baktığı gibi olmasa da o da Alex'e bakıyordu ama. Saadet Hanım'a geçmiş olsundu, bunlar bildiğin elektriklenmişti. Çok yoğun değildi fakat bir akım vardı. Var olması gerekiyordu. İnşallah olurdu.

Fırat kimlere bakıyordu acaba?

Çok özlemiştim. Ellerim, kollarım, boynum, dudaklarım, gözlerim, saçlarım tutuşuyordu özlemden. Şimdiden.

Telefonumun sesini duymamla birlikte bir heyecan bastı içimi. Oğuz'a 'Size güle güle' hareketi yapıp açtım telefonu. Dümdüz bir sesle "Efendim" dediğimde "Sevgilim" dedi uzak diyarlardan.

Nefesini boynumda hissettim.

"Efendim" dedim küskün bir tonda. "Çok özledim" dedi yoksunluk krizi geçiriyormuşçasına. Okyanus ötesinden verdiği özlem yüklü nefesin, dayanma eşiğimi alaşağı ettiğinin farkında bile değildi muhtemelen.

"Nasıl geçti yolculuğun?" diye sordum. Öylesine sorar gibi. Sesini duymak istediğimden de çok emin değildim aslında. Yokluğunu hatırlatıyordu.

"İyi" dedi yorgun sesiyle "ofisteyim şimdi. Gece yarısına kadar da çıkamam gibi görünüyor. Aralıksız altı toplantıya gireceğim ve yarın sabah New Jersey'deki fabrikada olmam gerekiyor. Her şey arap saçına dönmüş, nasıl toparlayacağım bilmiyorum."

"Anladım" diye mırıldandım. Kim bilir ne zaman dönecekti?

"Yapma Eylem" dedi çaresiz bir tınıda "yeterince zor zaten, yapma n'olur."

"Tamam" dedim güçlükle yutkunup "özür dilerim... ben biraz şaşkınım sadece. Aniden gidince sen... adapte olamadım sanırım. İyiyim ama, alışırım zamanla."

İlk günden geberiyordum. Nasıl alışacaktım acaba?

"Alışma..." dedi fısıltı halinde "sadece iyi ol." Sıkıntılı bir nefes bıraktı sonra aramıza "Şimdi kapatmam gerekiyor. Dikkat et kendine, karışma kimseye, yorma kendini, yemek yemeyi unutma."

"Tamam" diye mırıldandım. Yaşama hevesimi kaybetmiştim.

"Seni seviyorum" dedi kapatmadan hemen önce. "Ben de" dedim kapattıktan sonra.

Durmaksızın çalıştığım iki günün sonunda sahnenin hemen arkasındaki duvarın sıvası bitmişti. Boya işi kolaydı. Asıl zor olan boyadan sonrasıydı.

Yaklaşık yirmi kişilik bir ekip gece gündüz çalışıyordu lansmana yetişebilmek için. Etrafımdaki koşturmaca bana da iyi geliyordu. Ellerimi koyu mavi tulumuma sildikten sonra bir sigara yaktım. Yakup Usta seri hareketlerle duvardaki pürüzleri gideriyordu. Uzattığım sigarayı görünce elindeki malayı yere bıraktı ve sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi. Karşılıklı oturduk bağdaş kurarak. Nasırlı elleri, asırlık gibi duran yüz çizgileri ve yorgun bakışları içimde bir yerlere dokundu yine. Aldım emektar sazını elime. Tellere dokunduğum anda buruk bir tebessüm yerleşti dudaklarına. Ciğerimi söken bir ses yankılandı sonra duvarlarda.

"Zahidem kurbanım oy n'olacak halım?
Yine bir laf duydum kırıldı belim
Gelenden gidenden oy haber sorarım
Zahidem bu hafta oluyor gelin
Zahidem bu hafta oluyor gelin

Hezeli de deli gönül hezeli
Çiçekdağı da döktü m'ola gazeli
Dolaştım alemi gurbet gezeli
Bulamadım Zahidem'den güzeli
Bulamadım Zahidem'den güzeli...

Gurbet ellerinde esirim esir
Zahide kurbanım hep bende kusur
Eğer anan seni bana verirse
Nemize yetmiyo..."

Nasırlı elleriyle alnını sıvazlayıp dertli bir nefes verdi. Buraya kadardı. Kendi kendine mırıldanırken bile burada düğümleniyordu. Birer sigara daha yaktık. Odadaki efkar seviyesi anbean artıyordu.

"Anlat be usta" dedim efkarımız dağılsın diye "vermedi mi babası?"

"Cık" dedi başını iki yana sallayarak "vermedi. Benim kürtlere verecek kızım yok demiş." Acı bir tebessüm ulaştı gözlerine "iki kardeşim jandarma o sıralar. Dağda terörist avlıyor. Terörist dediğim de yıllarca aynı topun peşinden koştuğumuz komşu çocukları." Boğazında acı bir tat kalmışçasına yutkundu "Olmadı işte, vermedi..."

"Kaçırsaydın ya" dedim hevesle.

"Zahide, muhtarın kızı, Yakup, bakkalın oğlu" dedi kabullenilmiş bir çaresizlikle "kaçar mı dersin?"

"Ben olsam kaçardım" dedim heyecanla.

O günlere dönmüşçesine gülümsedi "O da öyle dedi... kaçarım dedi."

"Sonra?" dedim sabırsız bir şekilde.

"Babam öldü o kış" dedi kederle "derme çatma bir damın altında kaldık mı yedi nüfus? En büyüğü ben. Anam hasta..."

Kan çanağına dönen gözlerinde biriken yaşlar gözlerimden aktı.

"Yine de kabulüm dedi ama yapamadım..." dedi titreyen sesiyle "Açlık, sefalet, yokluk... bir de babası, bırakmaz peşimizi biliyorum. Kan davası güderler, öyle bir zihniyet. Yapamadım, Zahide'min gözlerine ölüm korkusunu yakıştıramadım."

"Yapma be usta..." dedim sitemle.

"Filmlerde oluyor öyle güzel sonlar" dedi iç çekerek "bir göz odada, aç sefil mutlu olunmuyor bizim köylerde."

Gözlerine yer eden ukde içimi kıyarken "Nasıl dayandın?" diye sormuş bulundum. Nasıl dayanılırdı ki?

"Bir kızı oldu" dedi kederle "bizim bakkal dükkanına gelirdi ara ara. Onun kömür gözlerinden bakardım Zahide'me. Gülünce gözlerinin içi gülerdi onun da. Annesi gibi."

"Nasıl yaşadın bu acıyla?" dedim isyan edercesine "Yaşanmaz."

Yıllarca biriktirdiği nefesi bir solukta koyverdi sanki. "Yaşamadım ki" dedi yorgun gözlerini gözlerime dikip "Köy meydanında Zahide'min düğün yemeği kurulduğu gün öldüm ben."

Acıyı kabullenmek o acıyı katlanılır kılıyordu belki fakat sonrası yaşamak değil, sadece nefes almak oluyordu. Ben Fırat'ı kaybetsem ne kabullenebilir ne de nefes alabilirdim. Değil ki kızının gözlerinden babasına bakmak! Dümdüz delirirdim.

"Hadi bakalım" dedi ayağa kalkıp. Elini uzattı sonra tutmam için "iş başına."

Keder kattık boyanın içine. Sürdük duvarlara. Zahide'yi düşündüm her fırça darbesinde. Fırat'ı düşündüm. XS'in mayasına hüzün karışmıştı. Ayrılığın acısıyla yoğurduk duvarları. Bir eğlence mekanının duvarlarını mutsuzlukla inşa etmek kaderin bir cilvesiydi belki de, kim bilir?

Sonraki günler aynı tempoda geçti. Gündüz şirkette gece XS'de deli gibi çalışıyordum. Sabaha karşı kendimi eve zor atıyor, salondaki koltuğa kıvrılıyordum çoğu gece. Fırat'ı düşünmeden geçirdiğim tek bir anım bile yoktu fakat kısa süreli konuşmalarımız çok sinir bozucu geçiyordu. Özledim diyordu, çok özledim diyordu fakat gelmiyordu.

Yine bir gece yarısı Skype üzerinden konuşuyorduk. Times Square'deki ofisinin toplantı odasındaydı. Özlemle bakan gözleri, dağınık saçları ve sakallarında gezdirdiği parmaklarından gözlerimi alamıyordum. Yokluğunun altıncı günüydü. Çok özlemiştim. Dizüstü bilgisayarın karşısında, kucağımda mandalina dolu bir kaseyle ekrana bakıyordum. Umutla. Artık gelmesi gerekiyordu.

"Mustafa'yı rahat bırak Eylem!" dedi uyarıcı bir tonda "Uğraşma çocukla."

İstemsiz bir kahkaha attım "Ne yapmışım ki?"

O da güldü "Detay vermedi fakat samimiyetinizin yanlış anlaşılabileceği yönünde endişeleri olduğunu söyledi."

Şirkette bile dibimden ayrılmadığı ve laftan anlamadığı için çareyi taciz etmekte bulmuştum. Yanağından ilk makas aldığımda dumur olmuş, kolumu omzuna attığımda ateşe değmişçesine geri çekilmiş, çok çekici bir erkek olduğunu söylediğimde ise yanakları kıpkırmızı olmuştu.

"Beni sana şikayet mi ediyor?" dedim yalancı bir sitemle. Hala gülüyordum.

Dirseklerini masaya dayayıp ekrana doğru eğildi. Gülüşümü zihnine kazımak istercesine yüzüme bakıyordu. Öyle güzel bakıyordu ki ellerimi güçlükle zapt ettim. Sakallarına dokunmak istiyordum. Özlemden alev almıştık artık, dayanamıyordum.

Elimdeki kaseyi koltuğa bırakıp "Ne zaman geleceksin Fırat?" dedim ağlamaklı sesimle "Gel artık..."

Ellerini yüzüne kapatıp çaresiz bir nefes verdi. Belli ki gelemiyordu. Benimse dayanacak gücüm kalmamıştı. Geriye tek bir çözüm kalıyordu.

"Ayrılalım biz ya" dedim ellerini yüzünden uzaklaştırdığında "Dayanamıyorum ben bu ayrılığa, katlanamıyorum, baş edemiyorum, sığdıramıyorum içime, ayrılalım biz!"

Çaresiz bakışlarının üzerine sevgi dolu bir tebessüm yerleşti. Kameraya yaklaştı. "Ölüyorum bu dahiyane çözümlerine" dedi hayranlık dolu bir tınıda.

Arzu dolu bakışları okyanusları aşıp dudaklarıma değdi sonra. "Hayatım boyunca bu kadar zorlandığımı hatırlamıyorum Eylem" dedi sessizce yutkunup "azap oldu günüm gecem, geçmiyor zaman."

"Gel o zaman..." dedim yalvarır gibi "nefes alamıyorum Fırat, ölüyorum sensiz. Gel artık n'olur."

"Birkaç gün daha..." diye başladığı cümlesini bıçak gibi kestim "Ne diyorsun Fırat sen? Nefes alamıyorum diyorum, ölüyorum diyorum ne birkaç günü? Dalga mı geçiyorsun?"

Bilgisayarı koltuğa bırakıp hırsla yerimden kaltım. Kameranın görüş alanından da çıkmıştım böylelikle. "Eylem!" dedi uyarıcı bir tonda fakat aldırmadım. Ağladığımı görmesini istemiyordum. Çocukluk ya da şımarıklık olarak görüyordu belki de yaptıklarımı. Öyleydi belki de. Saçmalıyordum. Saçmalıyordum fakat dayanamıyordum da. Göğsümde gittikçe büyüyen koca bir boşluk vardı. Kalbimi de beraberinde götürmüştü sanki, ölmüş gibiydim. Geceleri bilinçsizce ellerine uzanıyor ve her uzandığımda yokluğuyla sınanıyordum. Uzattığım elim boşluğa düştüğünde sıçrayarak uyanıyordum uykumdan. Her defasında. Ve gece bitmiyordu. 'Bir gün gerçekten giderse yokluğuyla nasıl başa çıkarım?' düşüncesi sinsi yılan gibi dolanıyordu zihnimin kıvrımlarında. Çıkamazdım.

Ertesi gün erken bir saatte şirketin yolunu tutmuş, gün boyunca Levent Bey'le olur olmadık konularda tartışmış, yediği dayağın kefareti olarak Sinem'i ikna etmemi isteyen Arda'ya 'Bana ne Arda, bana ne!" diyerek telefonu kapatmış ve akşam saatlerinde XS' geçmiştim. Oğuz ve Alex nispeten toparlanan mekanın köşesine yerleştirdiğimiz masada dekorasyon ve PR çalışmalarıyla ilgili fikir alışverişi yapıyorlardı. Toprağa basıp elektriklerini atmışlardı sanırım, nötr görünüyorlardı birbirlerine karşı. Başka türlü atmış olma ihtimalleri de vardı tabii ama beni ilgilendirmezdi. İkisi de gıcığın tekiydi, ne halt yedikleri umurumda bile değildi.

İki metre yükseklikteki ahşap iskeleye çıkıp paletimi aldım elime. Mustafa yine sosyal mesafeyi sıfırlamıştı. Düşme ihtimalime karşılık keskin bakışlarıyla beni dikizliyordu. "Uzak dur Mustafa!" dedim sinirle. Bir adım geri gitti uyuz.

Yan taraftaki kirişleri zımparalayan Yakup Usta "Gelmedi mi seninki?" dedi işine ara vermeden.

Açmıyordum benimkinin telefonlarını.

"Bilmiyorum..." dedim duvar resmime odaklanıp "ilgilenmiyorum da. Ayrıldık biz."

"Ne kolay ayrılıyor şimdiki gençler" dedi çok biliyormuş gibi "Kolay mı öyle sevdiğinden geçmek?"

"Geçtim gitti" dedim fırçayı duvarda gezdirirken "dayanamıyordum hasretine, ayrıldım ben de."

Bakışlarını üzerimde hissettiğim için ben de ona bakma zorunluluğu hissettim. "Şimdi dayanabiliyor musun peki?" dedi başını iki yana sallayıp. Gülüyordu.

"Ciğerimde yanan kömür kazanını saymazsak iyiyim" dedim omuzlarımı düşürüp. Elimdeki paleti hırsla yere fırlattım sonra "İyi falan değilim, ölüyorum Yakup Usta. Bir an bile çıkmıyor aklımdan. Yapıştı yakama, bırakmıyor şerefsiz! Geberiyorum aşkından."

"Sendeki sevdaya pek aklım ermedi benim" dedi düşünceli bir tavırla "Allah yardım etsin delikanlıya."

Herkes de beni gömmeye yer arıyordu.

"Ya sen ne anlarsın sevdadan?" dedim kendi kendime söylenir gibi. Mustafa paletimi uzattı. Resmime odaklandım tekrar. "Kızı bırakmışsın sap gibi ortada..." diye söylenmeye devam ettim "bir de evlenmişsin üstüne. Erkek değil misiniz hepiniz aynısınız! Sen var ya sen, basacaktın o düğünü atacaktın Zahide'yi sırtına, yakacaktın sonra tüm köyü!"

Duvarı boyamıyor, dövüyordum adeta "Sevdiğinin iyiliği için sevdasından geçeni de anlamıyorum ben arkadaş! Yokluksa yokluk, sefaletse sefalet, çekilir bir şekilde ne olmuş yani? Yaşanmamışlıkların acısı tek başına çekiliyor da cefa mı çekilmeyecek birlikte? Olmadı içersin siyanürü, ölürsün birlikte! Al sana mutlu son!"

"Ne diyorsun kızım sen?" dedi Yakup Usta şaşkınlıkla "Nasıl öldürür insan sevdiğini? Kıyabilir mi?"

"Sen ona bakma Yakup Usta" diye bağırdı Oğuz "Sağlıklı düşünemiyor şu sıralar, takılma çok!"

"İşine baksana sen!" dedim hırsla "Fırat gelene kadar oltayı attın attın, gitti gidiyor yoksa balık haberin olsun!"

Alex ne olduğunu anlamaya çalışırcasına Oğuz'a bakarken Oğuz "Eylem!" dedi uyarırcasına.

Omuz silkip kulaklıklarımı taktım. Ortamdaki sinir katsayısı giderek yükseliyordu. Hiç kavga edip de sinirimi atamazdım.

Kısa bir süre içinde öfkeli ruh halimden sıyrılmış, acılı arabesk moda girmiştim. Kulağımda kulaklık, elimde fırça, duvardaki resmine bakıyor, içim yana yana bağırıyordum.

"Yine her akşam gibi, bu akşam da yalnızım
Masamda tek başıma, durmadan içiyorum
Bir tek düşüncem sensin, seni düşünüyorum
Hep seni arıyorum...

Şu an yanımda olsan, sana neler söylerdim
Şu an yanımda olsan, sana neler söylerdim"

Burada kontrolü tamamen kaybettim.

"Kafam hafif dumanlı, her derdimi dökerdim
Biraz ümidim olsa, ömür boyu beklerdim
Ömür boyu beklerdim..."

Gelmiyordu şerefsiz.

"Sesin hep kulağımda, fakat yoksum yanımda
Dediler ki aşıksın, ben buna inanmadım
Sana olan aşkımı, sen gidince anladım
Sen gidince anladım...

Şu an yanımda olsan..."

İskelenin hızlı bir şekilde sarsılmasıyla tiz bir çığlık atıp dengemi sağlamaya çalıştım fakat başaramadım. Deprem oluyordu sanırım. Hepimiz ölecektik.

Yaşadığım panik nedeniyle ayağım boşluğa denk gelince kendimi bir anda iskeleden aşağı uçarken buldum. Ve o uçuş anında gözlerim hasret kaldığım gözlerle buluştu. Gelmişti.

Kollarını yukarı doğru kaldırıp usta bir manevrayla beni kucağına aldığında bacaklarım beline dolandı panikle. Kokusu boya kokusunu bastırıp genzime doldu sonra. Ölüyordum sanırım.

Işıl ışıl parlayan gözleri çok fazlaydı bünyeme. Sol tarafı yukarı doğru kıvrılmış dudakları... ah o dudakları ölüm gibiydi. Elmacık kemiklerini çevreleyen kirli sakalı, parmakuçlarımı karıncalandırıyordu. Nefesi... sıcak nefesi yüzüme vuruyor, ah bir ateş basıyordu. Varlığı başlı başına küfür gibiydi zaten. Midemde çekirgeler zıplıyordu.

"N'yapıyorsun geri zekalı?!" diye bağırdım "Ölüyordum senin yüzünden!!!" Yumruk haline getirdiğim ellerimi göğsüne ardı ardına indirip deli gibi çırpınmaya başladım "İnsan kıyar mı sevdiğine?! Ne biçim adamsın sen? Hiç mi için sızlamadı? Ne yaşadım ben biliyor musun sen? Nefes alamadım, ısınamadım, uyuyamadım, içim çürüdü sensizlikten..."

"Şştttt, tamam, tamam..." dedi tek eliyle ellerimi tutup "geldim işte, tamam, sakin ol."

Dişlerini ortaya seren gülümsemesi gecemi aydınlatırken "Geldin..." dedim titreyen sesimle. Ellerimi yüzünün iki yanına yerleştirdim emin olmak ister gibi. Daha da aydınlandı gülümsemesi. "Geldim..." dedi alnını alnıma yaslayıp.

Kolları belimi sımsıkı sardı. Kollarım boynunu sımsıkı sardı. "Çok özledim..." dedi yüzünü boynuma gizleyip. Ruhumu emercesine bir soluk çekti içine. Nefes aldığımı hissettim.

Gözyaşlarım usul usul yanaklarımdan süzülürken dudaklarımı saçlarına bastırdım defalarca. Sarılmak, dokunmak, öpmek, kavuşmak yetmiyordu. Böylesi bir açlığı daha önce hissetmemiştim. Adını koyamıyordum fakat ilk kez kendimden korkuyordum. Herhangi bir insana böylesine derin bir tutkuyla bağlanmak çok tehlikeliydi. Sevdiği yerden sınanıyordu insan ve benim bir kez daha sınanacak gücüm yoktu. Sevdiğim herkes tarafından ayrı ayrı sınanmış ve her defasında biraz daha eksilmiştim. Fırat'ı da kaybedersem ölürdüm.

Sessiz gözyaşlarım sessiz hıçkırıklara dönüştüğünde geri çekildi Fırat. Belimdeki kollarını gevşetip ayaklarımın yerle buluşmasını sağladı. "Şşşttt, tamam..." dedi gözyaşlarımı silerken "üzme beni, geldim bak."

Başını yana doğru eğmiş gözlerime bakıyordu. Çok güzel bakıyordu.

Kazağımın kolunu çekiştirip burnumu silerken "Çok özledim..." dedim iç çekerek "içim kurudu özlemekten."

Gülümsemesini bastırabilmek için alt dudağını ısırıp başını iki yana salladı. Yüzüm avuçlarının arasındaydı. "Komik mi?" dedim küskün bir tavırla burnumu çekip "Kirpiklerim bile kahroldu sensizlikten, komik mi sence?"

Yanaklarımdaki baskısını arttırıp "Yeşillerin gönlünü yapalım da önce..." dedi eşsiz gülümsemesiyle "kirpiklerin nazını da çekeriz bilahare."

Dudaklarıma yerleşen tebessüm gözyaşlarımla ıslanırken bedenimi güçlü kollarının arasına hapsetti. Avuçlarım göğsünde, yüzüm boynunda sessizce ağlamaya devam ettim. Kolları, günlerin acısını çıkarırcasına bedenimi sımsıkı sarıyor, dudakları saçlarıma özlem dolu öpücükler konduruyor fakat yetmiyordu. Göğüs kafesini iki yana ayırıp, içine girmek istiyordum arsızca.

İç çekişlerim nispeten yatıştığında geri çekildi. Kazağımın kollarıyla gözyaşlarımı sildim bu defa. Çenemi iki parmağının arasına alarak yüzüne bakmamı sağladı. En çok gözlerini özlemiştim sanırım. Bir de gülüşünü. Elini tutmayı bir de. Kokusu desen, bambaşka bir sızıydı. Koklaya koklaya sevince birini, yokluğunda burnumuzun direği sızlarmış. Burnumun direkleri enkaza dönmüştü yokluğunda.

İçli içli burnumu çektiğimde "Yeter ama..." dedi yalancı bir sitemle "bu kadar gözyaşı yeter, nerede benim arsız sevgilim?"

"Bir haftadır canımıza okudu senin arsız sevgilin" dedi Oğuz sinsisi "ama işi biliyor şimdi, hakkını yiyemem. Çok takdir ettim kendi adıma. Hepimizi geçtim Mustafa'ya yaptıklarına şahit olmasan ben bile inanırım bu timsah gözyaşlarına."

Fırat kolunu omzuma atıp keyifli bir kahkaha attı. Oğuz'a ölümcül bakışlar atarken kollarımı beline sardım ben de. Mustafa dahil herkes gülüyor fakat Alex gülmüyordu. Hipnotize olmuşçasına bize bakıyordu. Son bir haftadır neredeyse her akşam birlikteydik ve ilk kez şahit oluyordum bu bakışlarına. Kıskançlık desem değildi fakat imrenmenin bir tık ötesindeydi gözlerine yerleşen duygu.

Fırat başını eğerek görüş alanıma girdiğinde "Gıcık ettiler beni..." dedim omuz silkip "sen gidince herkes düşman oldu bana. Nasıl biriktirdilerse artık, kus kus bitmedi. Sen sefa sürüyormuşsun da, cefasını kendi çekiyormuş da... öyle dedi yine. Sefanda gözü var ama senden korkusuna sesini çıkaramıyor, arkadaş ayağına yatıyor. Benden de yüz bulamıyor tabii, iyice hırçınlaşıyor. Çekemiyor mutluluğumuzu işte, kıskanıyor net!"

Fırat gülüyor, Oğuz daha çok gülüyordu. Bense gücüm yettiğince sarılıyordum. Günlerdir yaprak döken dallarım bir anda bahar bahçeye dönmüştü. Çiçekler açıyordu içimde. Başımızı yaslayabildiğimiz bir omuz yetiyordu demek mutlu olmaya.

"Abi gecenin bir yarısı kibrit arattırdı Mustafa'ya" dedi Oğuz gülmeye devam ederken "çakmak veriyoruz istemiyor. Her yer kapanmış, buldu getirdi neyse çocuk. Yak yak bitirdi sonra amaçsızca. Kibrit Abi bu! Niye yaktı niye söndürdü hala anlamadım?"

Fırat sorarcasına gözlerine baktığında "Kokusu hoşuma gidiyor" dedim suçlu bir çocuk gibi "senin gibi kokuyor."

Kibritler alev aldı gözlerinde. Bedenimi bedenine iyice bastırıp saçlarımdan öptü sonra. Az kaldı girecektim göğüs kafesine.

"Pes Abi!" dedi Oğuz ellerini teslim olur gibi havaya kaldırıp "kibritten de sayı aldı ya, ben daha topa girmem. Sen de uyanık ol kardeşim. Bu kafayla o kibriti eline verir, Roma'yı yaktırır sana haberin olsun!"

Fırat kahkaha attı. Ben de kahkaha attım. Türkçe konuştuğumuz için Alex'e biraz ayıp oluyordu sanırım. Emanet gibi duruyordu Oğuz'un yanında. Benim bakışlarımı takip eden Fırat "Merhaba" dedi Alex'e.

"Merhaba" dedi o da Türkçe konuşarak. İçten bir tebessüm bahşetti sonra. Çok tatlıydı fakat mesafeliydi de. Takdir ettim kendi içimde.

"Nasıldı New York?" diye sordu sonra "Noel coşkusu sarmıştır meydanları." Ses tonuna yerleşen heyecanın sebebi Noel miydi yoksa Fırat mıydı çözememiştim. Bastıramadığı coşkusuyla takip mesafesini ihlal ediyordu.

"Epey hareketliydi" dedi Fırat "Tüm dünya Times Square'de toplanmıştı ve bilin bakalım benim ofisim nerede?"

Şikayetçi bir tonda söylediği cümleye karşılık "Yaa..." diye bir nida döküldü dudaklarımdan "inanmıyorum sana! Manhatton'a kadar gidiyorsun ve yeni yıla girmeden geri mi dönüyorsun?"

O kadar üzgündüm ki, Amerika'nın da yeni yıla gireceğini düşünememiştim kaç gündür.

Heyecanımı bastırmakta güçlük çekiyordum "Milyonlarca insan Waterfrod Kristali'ni görebilmek için Times Meydanı'na akın ediyor şu an ama sen ayağına kadar gelen fırsata tekme atıyorsun!"

Fırat delirmişim gibi gözlerime bakıyordu. Ve evet delirmiştim. Dünyanın en özel yeni yıl kutlamaları New York'ta gerçekleşiyordu her yıl. Brodway ve 5. Cadde'deki dünyaca ünlü markaların vitrinleri görsel birer şölene dönüyordu adeta fakat asıl coşku Times Square'deydi. Meydana gelen ziyaretçilerin birkaç gün önceden dilek duvarına yazdıkları dilekler saat on ikiyi gösterdiğinde dev bir kristal kürenin içinden konfeti olarak yağıyordu meydana. Ve insanlar çıldırıyordu. Yine Manhattan'daki Rockefeller Center'a 30 bin ampülle aydınlatılan dev bir çam ağacı kuruluyor ve ve insanlar o çam ağacının gölgesinde buz pateni yaparak yeni yılı karşılıyordu.

Tam iki kez yeni yıl coşkusuna ortak olmak üzere Amerika seyahati planlamış fakat gidememiştim. Gidememiştik. Selim son anda yan çizmiş, her ikisinde de yılbaşını kız arkadaşıyla geçirmek istediğini söylemişti.

Fırat'ın hayret dolu bakışlarına aldırmadan "Benim en büyük hayallerimden biriydi" dedim abartılı bir heyecanla "Nasıl gelirsin üç gün kala?"

Kolunu boynuma dolayıp yüzümü yüzüne yaklaştırdı. Bedenim tamamen bedenine yaslanmıştı. Avuçlarım göğsünde nefesim nefesindeydi. Dudakları dudaklarıma değmek üzereyken "Sikerim meydanını da kristalini de!" diye mırıldandı "Nazını çekmem gereken kirpikler vardı."

Küfür etmesini bile özlemiştim. Londra aksanıyla küfür etmek daha bir yakışmıştı ağzına. Asilzadeliğinden asla ödün vermeyen saygın duruşuna da kraliçe aksanı yakışırdı ancak.

Neden İngilizce konuştuğumuza dair bir fikrim yoktu.

Bir prens edasıyla minik bir öpücük kondurdu dudaklarıma. Fakat ben bir düşes değildim. Dudaklarının temasıyla alev alan dudaklarım hırsla kapandı dudaklarına. Kollarımı boynuna, bacaklarımı beline doladım telaşla. Bir haftalık alacağımı temin etmem gerekiyordu acilen. Çıldıracaktım yoksa.

Belimdeki parmakları can çekişiyormuş gibi etime gömülürken az da olsa geri çekilmeyi başardı ve "Eylem!" dedi uyarıcı bir tonda. Gözlerinde de aynı uyarı dolu ifade vardı fakat hızla inip kalkan göğsü aksini söylüyordu.

Tek kaşımı yukarı doğru kaldırıp "Hımmm..." dedim işveli bir tonda.

Bir yıldız patladı gözlerinde. Şimdiye kadar gözbebeklerinde gördüğüm en görkemli süpernovaydı. Hipernova da olabilirdi fakat konumuz bu değildi.

Meydan okuyan bakışlarıma karşılık "Sakin!" dedi belimdeki baskısını artırarak. Gözlerinden gözlerime sakinleştirici elektromanyetik dalgalar gönderiyordu fakat içimden daha hırçın dalgalar yükseliyordu.

İleri doğru atılmama izin vermediği için "Sarılabilir miyim?" dedim ricacı bir tonda.

"Gel buraya..." dedi eşsiz gülümsemesiyle. Sımsıkı sarıldık. "Sen ikimize dair hayaller kur..." diye fısıldadı kulağıma "gerçekleştirmek boynumun borcu."

2020 yılına girecektik birkaç gün sonra. Nerede, nasıl girdiğimizin hiçbir önemi yoktu. Birlikte girecektik. Yeni yılın bize ne getireceğini bilmiyordum fakat tek bir dileğim vardı yeni yıla dair. Depremler olacaktı belki, çığlar düşecekti, tüm dünyayı etkisi altına alacak salgın bir hastalık baş gösterecekti belki de kim bilir. Ormanlar yanabilir, uçaklar düşebilir hatta çekirge istilası bile olabilirdi. Her şey mümkündü.

Her bir hücrem sevdiğim adamın kokusuyla sarmalanırken gözlerimi kapattım ve tek bir dilek tuttum; Tüm felaketler kapımızı da dayansa Fırat hep yanımda olsun.

İnsan ne dilediğine dikkat etmeliydi muhakkak fakat aşk söz konusu olduğunda akıl tutulmaları yaşanabiliyordu çoğu zaman. Şu an olduğu gibi. Yokluğuyla yok olduğum adamın yanımda olmasının felaketim olabileceğini nereden bilebilirdim ki...

Ve bölüm sonu🎬

Seviyorum sizi🎈

Continue Reading

You'll Also Like

969K 28.8K 31
Mahallenin yaptığı yardımları ile dilinden düşmeyen, bütün kızların deli divane olup peşinden koştuğu, ağırbaşlı, yardımsever ve bir o kadar da sert...
3.2M 116K 64
Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyordum. İkiz erkek kardeşim yerine ben hayatta kalmıştım, ben yaşamıştım...
460K 21.3K 51
Burak: Ne istiyorsun? 055*: Bu kadar kaba olma ya. 055*: Alt tarafı bir soru soracaktım. Burak: O zaman sor, ders çalışmam lazım. 055*: Alıkoyduysam...
5M 275K 29
Sarhoş olduğu gece bir adamla birlikte olan Kayra, sabah uyandığında kendini tanımadığı bir adamla bulur. Evden apar topar kaçan Kayra, birlikte old...