FROM SOLDIER | kth, jjk

By holycircle

506K 46.9K 83.3K

binbaşı taehyung, kuzey koreli düşman asker jeon'a aşık oldu. "Beni ilk gördüğün andan sonra, sen de benim gi... More

Part 0: The Enemy
Part 1: Boundaries
Part 2: Disappear
Part 3: Hypocrite
Part 4: Jealousy
Part 5: Truth
Part 6: Threat
Part 7: Peace
Part 8: Together
Part 9: Undercover
Part 10: Major
Part 11: Leader
Part 13: Adrenaline
Part 14: Colors
Part 15: Hidden
Part 16: Taste of Lips
Part 17: Secret Plan
Part 18: North
Part 19: Conflict
Part 20: Wounds
Part 21: Birthday
Part 22: The Gate
Part 23: Don't Leave Me
Part 24: End of Everything
Part 25: Nothing Will Be the Same
Part 26: Traitor of Love
Part 27: Fears

Part 12: Another World

20.2K 1.8K 3K
By holycircle

[Skylar Mccreery - If You Leave]








Bu kitabı yazmaya başladıktan sonra hiçbir şey beni tatmin etmiyor.

Uyumadan önce aklıma binlerce sahne geliyor ve hepsini geri uyanıp notlar kısmına ekliyorum.

Rüyalarım artık eski zamanlarda geçiyor.

Kısaca her yerim From Soldier oldu.

Ama en tuhafı, artık hiçbir aşktan zevk almamam. Hiçbir fic, ya da film tatmin etmiyor.

Kısaca ben bu aşkta kalıyorum.

Üzgünüm, çoktan From Soldier'a karşı kendimi kaptırdım ve elendim.

Uzun zamandır fic bile okuyamıyorum bu yüzden.

Neyse, yazmaya geçmeliyim değil mi?

Hadi başlayalım.

Sizi seviyorum.

Not: Bölümün sonunda yalnızca, birazdan okuyacağınız satılardaki trendeki odanın fotoğrafını göreceksiniz. Diğer tüm her şeyi hayal gücünüze bırakıyorum lakin bu yerin kafanızda canlanması normalden daha zor olduğu için bölümün sonunda fotoğrafı yer alacak.

















| BAŞKA BİR DÜNYA










Nefes alış seslerim yavaşça hızlanmaya başlamış ve elimdeki bavulu tutuşum sertleşmişti. Tren raylarını izlerken, bir yandan da etrafı kolaçan ediyor ve gelen kişileri izliyordum. Gecenin bir vakti olduğundan fazla kişi gelmiyordu ki, bilerek bu vardiyayı seçmiştim. Birlikte geçirdiğimiz onca saatlerin ardından, artık koskoca bir haftayı birlikte geçirme fırsatımız vardı. Dün gece, sarhoş olduğu için mi bilmiyordum, hiç düşünmeden geleceğim demişti ancak yine de gelememe ihtimalinden korkuyordum. Yavaşça kabanıma daha çok sarılırken eldivenimin parmak uçları açık olduğu için üşüyen parmaklarımı dudaklarıma yaklaştırıp sıcak nefesimi üfledim. Gözlerim etrafı taradığında, geldiğimden bu yana sanki kış aylarındaymışız gibi esen soğuk rüzgar burnumun ucunun kızarmasını sağlamıştı.

Yarım saat sonra tren kalkacaktı ve son vardiya olduğu için gitmek zorundaydım. Lakin onu almadan hiçbir yere gitmeyi istemiyordum, büyük ihtimalle gelmezse askeriyeye geri dönecektim. İzin günümü askeriyede geçirmek berbat bir his verse de, uzun zamandır onun bana gelebileceği bir yerde olmak tek tesellimdi. Yavaşça başımı eğip botlarımın zemindeki duruşunu izledim. Bavul çantamı ayaklarımın arasına yerleştirip üşüyen parmaklarımı cebime koymuşken, bulunduğumuz bekleme alındaki raylara yaklaşan, son treni fark ettim. Trenin çıkardığı duman ve siren sesi, çoktan yaklaşmış ve kendini belli etmişti.

Sessizce bineceğimiz trenin buraya yaklaşmasını izlerken, yanıma oturan bedenini fark etmemiştim. Umutsuz bir şekilde başımı tekrar eğdiğim sırada, üşümüş yanaklarıma dokunan sıcak dudakları ve kulağıma yaklaştıktan sonra kelimelerini büyük bir heyecanla fısıldayışı, hızla bakışlarımı ona çevirmeme ve kalbimin en son derecede hızla atmasına sebep oldu. "Geciktiğim için özür dilerim, sevgilim." Diye fısıldadığı anda, o anki heyecanla yerimden kalkmış ve sıkıca ellerini tutarak onu da kaldırmıştım. Etrafta fazla insan olmadığı için rahattım. Onu hızla kollarıma çektiğimde, dudaklarına memnun bir gülümseme yayıldı. "Bir an gelmeyeceksin sandım." Dediğim sırada, geri çekilmeden kollarını bana sıkıca sarıp, başını omzuma yaslarken gözlerini kapatarak kokumu içine çekmeye başlamıştı. "Seninle olan en büyük fırsatımı kaçırır mıyım sandın?"

"Sorun yaşamadın, değil mi?" Diye sorduğumda, başını olumsuz anlamda salladı ve sıcak dudaklarını bu sefer boynuma bastırıp, gözlerini kapatmaya ve sıkıca belime sarılmaya devam etti. Bana her geldiğinde, kendini anında kollarıma atması ve sanki tüm dünyası yalnızca buymuşçasına ruhunu teslim etmesi beni kendimden geçiriyordu. Sarhoş gibi, bütün bedenini yorgun bir şekilde bana sarması, bir yandan beni her şeyden daha fazla mutlu ederken, diğer bir yandan onu bu kadar yoran şeyin ne olduğunu merak etmemi sağlıyordu. Belki de bütün bunları içinden geldiği için yapıyordu lakin her geldiğinde gözlerini kapatıp yorgunca benden güç almaya çalışması gözden kaçırabileceğim bir durum değildi. Yıllardır tecrübe sahip olduğum askerlik hayatımda, kimin yorgun olup olmadığını beden dilinden anlayabiliyordum ki, Jungkook her gelişinde nöbet tutan askerler gibiydi. Üzerinde öyle bir yorgunluk ve uykusuzluk vardı.

Benim gibi düşünmekten uyuyamıyordu, biliyordum. Ancak yine de bu her şeyden çok canımı yakıyordu. Sessizce, hiçbir şey demeden ona daha sıkı sarıldım ve saçlarına derin bir öpücük bırakırken kokusunu içime çektim. Buram buram huzur kokuyordu. Ve ben sanki dünyaya bu kokuyu almak için gelmiştim.

Bir süre daha bana sıkıca sarılmaya devam ettikten sonra, trenden yükselen dumanlarla başını omzumdan kaldırdı ve birkaç saniye peronlarına giren insanları izledikten sonra, bakışlarını bana çevirdi. Gözleri bir süre hiçbir ayrıntısını atlamadan yüzümü inceledi ve bir şeyler düşündü. "Buraya kadar kolaydı, lakin bundan sonrası?" Diye mırıldandığında, kaşlarımı havaya kaldırarak ne anlamda söylediğini öğrenmek istediğimi açık bir şekilde belli etmiştim. "Trene rahatça binebileceğimi sanmıyorum, Taehyung. Şehre kaçak yollarla gitmeliydim."

Gözlerim hafifçe kısıldı, dudaklarım ise gülümsememek için anlaşmış gibi birbirine bastırıldı. Yavaşça sağ elimi ensesindeki yumuşak siyah saçlarına götürdüm ve saçlarının uçlarını okşarken gülümseyerek söyleyeceğim kelimeleri dikkatle dinleyen çocuğu izledim. Oldukça zekiydi ve eğitimliydi lakin bazen benim de böyle olduğumu unutuyor gibiydi. Yine de onun bu temkinli ve aklı başında tavırlarını seviyordum. Bana karşı sonsuz saygı duysa da, bir terslik olduğunda bunu belirtmekten çekinmeyişi, yanındayken daha rahat hareket etmemi sağlıyordu çünkü bana karşı dürüsttü. "Seni bu trene bindiremeyecek olsaydım, küçüğüm, inan bana burada olmazdın." Diye fısıldayarak karşılık verdiğimde, tek kaşını kavaya kaldırıp emin olup olmadığımı anlamaya çalıştı. Daha sonra şakam olmadığını fark ettiğinde, bana güvendiğini belli etmek adına, bana doğru zaten dibimde olduğu için küçük bir adım daha atarak, ayaklarımın dibindeki bavulu aldı ve dik bir şekilde, yüzüme çok yakın bir mesafede durarak yeniden inceledi. Beni incelemeyi her şeyden çok seviyor gibiydi, şayet bakışları her fırsatta, detaylarımdaydı.

Sesimi çıkarmadan küçüğümün boşta kalan sağ elinin zarif parmaklarını kendi uzun parmaklarıma kenetledikten sonra, derin bir nefes alıp, onu tüm peronlardan özel olarak ayrılmış trenin ortalarındaki büyük perona doğru ilerlettim. Trenlerde, her yerde olduğu gibi, üst seviyedeki insanlar için tasarlanmış ayrı peronlar bulunuyordu ve Jungkook'un daha önce bu perona girmediğinden, Kuzey'de de buna şahit olmadığında emindim. Peron görevlisi, biletleri hızla kontrol ettikten sonra, başını bir an bile yanımdaki Jungkook'a çevirmeden bana bakıp gülümseyerek asker selamı verdi. Güvenilir bir Binbaşı olduğum için, biletleri dikkatlice kontrol etmesi ya da şu anda yanımda bulunan genci incelemesi terbiyesizce karşılanırdı. Şehirde hem asker olduğum için hem de Binbaşı olduğum için oldukça sevilirdim. Bu yüzden misafirim olduğunu düşündüğü yanımdaki Jungkook'a bir an bile bakmadan selamını verip, içeri girmemiz için kapıdan çekildi. Selamına karşılık verdikten sonra, önden girmesi için elimi sıkıca tuttuğum parmaklarından çekip, sırtına yerleştirip hafifçe dokundum. İşaretimi anladığı anda yavaşça içeriye doğru girerken, sorgularmışçasına birkaç saniye tek kaşını kaldırarak baştan aşağıya peron görevlisini dikkatlice süzdü. Herhangi bir anormallik bekliyordu, sorgusuz sualsiz kabullendiği için. Lakin beklediği olmadı ve peron görevlisi bir an bile olsun gözlerini benden çekmeden saygıyla hazır olda durmaya devam etti. Derin bir nefes alarak arkasından perona girip, ilerlemesi için ittirdim. O sırada trenin kalmak için çaldığı siren sesi duyulduğunda dikkatini önüne vererek ilerledi ve perondaki tek oda kapısına giriş yaptı.

Perondaki odanın içine girdiğinde, bekelediğinin aksine çok daha büyük bir oda olması, daha doğrusu tamamen oda olması onu çok fazla şaşırtmış olacak ki, gözleri bavulu sol tarafta duran koltuğa koyarken bir süre etrafı iyice incelemiş ve yutkunmuştu. Askeriyedeki sade odadan sonra, böyle gösterişli bir odada yolculuk etmem onu şaşırtmış olmalıydı, ki bu şaşkınlıkta haklıydı, normal hayatımda tahmin ettiği gibi gösterişi sevmezdim. Lakin bugün özeldi. Bugün bütünüyle onun için yaşayacaktım, tıpkı onu gördükten sonra yaşadığım diğer günler gibi. Konuşurken Jungkook'un zevklerinden bahsetmemiş olsak da, onun gösterişi, daha doğrusu kaliteyi seven asil bir soylu olduğu kesindi. Onu ilk gördüğüm zamanki asil askeri kıyafeti, zarif bedeni, özenle bakım yapılmış siyah saçları ve terlemesine rağmen hala sağlıklı görünen pürüzsüz teni.

Peron görevlisi bizi daha fazla rahatsız etmemek adına tamamen bize ait olan perondan ayrılıp, diğer normal peronlara geçtiğinde kapılar kapandı ve biz etrafı inceleyen Jungkook ile baş başa kaldık. Şaşkınlığı artık gitmiş, yerini alışmış bir ifadeye bırakmıştı. Yavaşça bana doğru döndüğünde, geldiğinden bu zamana kadar ilk defa üzerindekileri süzebilmek için fırsatım olmuştu. Dudaklarım, kıyafetlerini süzerek ayakkabısına kadar indiğinde, istemsizce kıvrıldı ve memnun bir ifade takındı. Küçüğüm baştan aşağıya bendi. Tarzını, büyük bir ihtimalle bana uydurmaya çalışmıştı. Üzerinde tıpkı benim gibi koyu tonlarda kaban, içinde boğazlı bir hırka ve altında ona çok fazla yakıştırdığım askeri tarzda botlar. Baştan aşağıya enfes görünüyordu.

Vücudu bir erkeğe göre oldukça ilgi çekiciydi lakin, ilk defa onu benim tarzıma yakın kıyafetlerle, böylesine olgun dururken görüyordum. Bana benzemeye çalışması ve bunları beni düşünerek giymiş olması, kalbimi hoş ederken, derin bir nefes alarak kendimi toplamaya çalıştım. Üzerimdeki kabanı çıkarırken vücudundan bakışlarımı çekmemiş ve hoşuma giden detaylarını dikkatle incelemeye devam etmiştim.

Kabanımı çıkarmaya başladığım da onun da bakışları vücuduma inmiş ve yutkunmuştu. Sesimi çıkarmadan kabanı bavulun yanına koyup, üzerimdeki kazağı çıkarmadan önce bavuldan rahat kıyafetler almıştım. "Seninle gideceğimiz şehir biraz uzakta, güzelim." Diye fısıldadığımda bakışlarını nihayet bedenimden çekip, bana yöneltti. Gözleri fazlaca koyulaşmıştı lakin kendisini tutması gerektiğini bildiği için sessizce beni onaylamaktan başka bir şey yapmadı. "Bu yüzden birkaç saat rahatça uyuyalım, en azından sabaha olana kadar." Diyerek elimdeki eldivenleri ve üzerimdeki kazağı çıkarmış, kenara atmıştım. Bakışlarını benden çekmedi, ya da utanmadı. Yalnızca sesini çıkarmadan süzmeye devam etti. Üzerime kısa kollu rahat bir tişört geçirirken, beklemediğim bir şekilde kontrolünü kaybetmeden konuşmaya başlamıştı. "Bu yaralar nasıl oldu?" Diye fısıldayıp, soğuk parmaklarını sırtımdaki izi kalan bazı yaraların üzerinde gezdirdiğinde tenim fazlasıyla ürpermişti.

Yavaşça tişörtü indirdikten sonra parmaklarım kemerime gitti. Başımı eğip kemeri çıkarırken ona açıklama yaptım. "Askeriyede gerçek bıçaklarla çokça eğitim yaptık. Çoğu orada oldu lakin, çatışmalarda cephane bittiğinde de bıçak kullanmak zorunda kaldığım oldu." Dedikten sonra çekinmeden pantolonumu indirdim, belki de arkam şu anda ona dönük olduğu için utanmıyordum, bilmiyordum. Ancak yine de onun yanında rahattım. Kendimi kasmıyordum ya da görür endişesi içimde yoktu. Garip bir şekilde, Jimin'in ya da Hoseok'un yanında dahi üzerimi çıkarmaktan rahatsız olan bir insanken, şu anda birkaç ay önce düşmanım, hatta tanımadığım bir yabancı olan bu adamın karşısında gönül rahatlığıyla üzerimi değiştirebiliyordum.

Bunun en büyük sebebinin Jungkook'un da benden çekinmemesi ve beni rahatsız etmek adına hiçbir şey yapmadığı için olduğunu biliyordum. Yavaşça pantolonu da kenara koyduğumda, bavuldan çıkardığım bol siyah şortu parmaklarımın arasına aldığım sırada zarif parmakları belimi buldu ve beni kendine doğru hafifçe çekti. "Fazladan kıyafet israf etmemize lüzum yok." Diye fısıldadıktan sonra, parmaklarımın arasındaki şortu benden aldı ve giymemi engelledi. Bakışlarım, arkamda duran çocuğa kaydığında, bu tavrına karşı hafifçe gülmeden edemedim. Dudaklarımdan çıkan gülümsemeyle, onun da dudaklarında hoş bir gülümsemenin hayaletini görmüştüm. Kendimi ondan uzaklaştırıp, istediği gibi üzerimdeki siyah, uzun tişörtle kalırken, onunda gözlerimin içine bakarak üzerini çıkarmasını ve şortu giymesini büyük bir zevkle izlemiştim.

Gerçekten. Yaşına rağmen, ne istediğini bilen bir çocuktu. Fısıltılarındaki o sakladığı otoritesini benim üzerimde dahi kullanabilmesi mucizeydi.

Tişörtsüz kalan üstünü incelediğimde, yüzümde onun koyulaşan gözlerinin aksine ufak bir tebessüm vardı. Bunu en büyük sebebi, birazdan onun o ince beline sarılarak uyuyacak olmamdı. Rahatça, özgürce. Kimse odaya girip anı mahvetmeden, saçlarından öperek, belki de sabaha kadar yalnızca onun kokusuyla rahatça uyuyabilecektim. Biliyordum ki, uyuyamasam bile, küçüğüm kollarımdayken, askeriyede dahi çekemediğim o güzel uykuya hasret kalmayacaktım. Tam tersi, onun zarif yüzünü incelemek ve seyre dalmak, aylardır üzerimde olan bu yorgunluğu geçirmek için en güzel yöntem olacaktı. Ben aylardır çok uyumayı değil, Jungkook'u rahatça seyre dalmayı düşleyerek nefes alıyordum. Ben aylardır, şu anda içinde bulunduğum bu kısıtlı zaman dilimi için, yalnızca birkaç saat onunla uyuyabilmek için yaşıyordum.

Daha fazla uzatmadan elinden tutup, ışığı kapattım ve onu ayrılmış olan yatağın olduğu bölüme çekip, kendimi yavaşça onunla birlikte yatağa attım. Yumuşak yatak keyfimi daha fazla yerine getirirken, benim için rüya gibi bir yolculuk çoktan başlamıştı. Trenin son siren sesi duyulduktan sonra yavaş yavaş hareket etmeye başladı ve rayların üzerinde gidişimizi hissettik. Jungkook, sesini çıkarmadan beni izlerken, daha fazla dayanamayıp yaklaşık yarım saat sonra uyuyakalmıştım. En son, beni kendine çektiğini ve başımı göğüsüne yaslayarak saçlarıma usul öpücükler bıraktığını hatırlıyordum. Daha sonra nefes sesleri düzene girdi ve benimle birlikte o da rüyalara daldı.




















Yüzüme değen hafif güneş ışığı ve ılık rüzgarla derince temiz havayı içime çekerek uyanıp gerindiğimde, ellerim her uyandığımda olduğu gibi boşluğa düşmemişti. Bu sefer, parmaklarım tam olarak yorgunluktan dolayı deliksiz bir uykuda olan Kuzeylimin yüzünde geziniyordu. Bu görüntü gözlerimi kısarak gülümsememi sağladı ve huzurla ona doğru iyice dönüp bir süre yalnızca uyuyan yüzünü ve aralık aralık, usulca nefes alışını izledim. Öyle güzel nefes alıyordu ki, sanki bu eylemi dünya üzerindeki hiçbir canlı yapmıyormuş gibi hissetmiştim. Bambaşkaydı. Küçüğümün her nefes alışının bana kattığı o hisler bile, bambaşkaydı. İşte tam şu anda, tren hala yavaşça hareket ediyorken, kendimi yaşıyormuş gibi hissetmiştim. Yalnızca birkaç saat uyumama rağmen kendimi dinç ve tüm yorgunluğumu daha bu yolculukta almış hissediyordum.

Benim ardımdan birkaç dakika sonra, yavaşça açılan gözleri benim gibi etrafta gezinmeden, direkt olarak irislerimi buldu. Kendine gelişi benim gibi uzun sürmedi ve göz göze geldiğimiz anda dudaklarında tanımını yapamayacağım, daha önce görmediğim bir gülümseme belirdi. Ve tam o anda, aylardır yapmak istediğim şeyi yaptım. Yanağında ortaya çıkan gamzesinin tam üstüne dudaklarımı bastırdığımda, gülüşü daha da genişledi ve yüzünü bana çevirdi. Gamzesini öptükten sonra geri çekilip yakından yüzüne baktığımda, hiçbir şekilde kendimi tutmam için sebep yoktu. Yüzünün her santimini öpmeye başladım. Kıkırdamaları odada yankılanırken, tren hareket etmeye devam ediyordu ve ben benden kaçmaya çalıştığı için çıkardığı kahkahaları dışında hiçbir şeyi duyamıyordum.

Birkaç dakika daha onunla uğraşmaya devam ettikten sonra yavaşça bedenimi geri çektim ve gülüşünü durdurup, yüzünde sarhoş bir gülümsemeyle beni izleyen çocuğu izlemeye başladım. Hala gamzesi ortadaydı, lakin bu sefer kendimi tuttum ve beni seyretmesine izin verdim. Bakışları şefkatle doluyken, parmaklarının uçlarını yavaşça yanaklarımda gezdirdi. "Daha önce hiçbir sabaha böyle güzel uyanmamıştım." Diye fısıldadıktan sonra başını hafifçe yana yatırdı ve dudaklarımı okşadı. Dudaklarım sola kıvrıldığında, onunkiler de benimle birlikte kıvrıldı ve bana eşlik etti. Daha fazla yatakta vakit kaybetmek istemediğim için, başımı kaldırıp, trenin camından gittiğimiz yerleri inceledim. Şehre yaklaşmış görünüyorduk.

Yavaşça kelimelerini karşılıksız bırakmamak adına dudaklarına küçük bir öpücük bıraktıktan sonra, geriye çekilip üzerimdeki yorganı ittirdim. Altımda hiçbir şey olmadığı için, bacaklarım yanımızda hafif açık olan camdan dolayı üşümüştü. Yavaşça pencereye yaklaşıp, başımı uzattığımda, o da yerinde doğrulmuş ve benim olduğum tarafa doğru bakıyordu. Kafamı uzatıp tren ormanın içinden geçtiği için etrafa yayılan temiz oksijeni içime çektim ve kuşların cıvıltısıyla birlikte dolan enerjim sayesinde gülümseyerek Jungkook'a döndüm. "Sen mi açtın pencereyi?" Diye sorduğumda başıyla onayladı ve tekrardan dışarıyı izleyip temiz havayla baş başa kaldığım sırada yavaş adımlarla ayağa kalkarak arkama geldi. Çıplak kollarını belime sardıktan sonra sırtımı göğsüne bastırdı ve dudaklarıyla saçlarıma öpücük bıraktı. Burnunu uykulu bir şekilde saçlarımda gezdirdiğinde, uykusunu fazla alamadığını anlamıştım. Hareketleri uyuşuktu. Sanki imkanı olsa biraz daha uyuyabilir gibiydi. "Gece uyuyamadın mı yoksa? Rahat değil miydi?" Kaşlarımı çatarak pencereyi kapattıktan sonra bedenimi ona çevirdim ve bu sefer ben belinden tutarak arkama yaslandıktan sonra onu kendime bastırdım. Dudakları bu hareketimle birlikte istemsizce kıvrıldı. Daha sonra başını olumsuz anlamda salladı. "Hayır, yatak çok rahattı, hatta askeriyedeki yatağından kat ve kat daha rahattı."

Kaşlarım bu sefer havaya kalktı, gözlerinin içine bakarak fısıldadım. "O halde neden uyumadın, Jungkook?" Diye sorduğumda çok saçma bir şey sormuşum gibi yüzünü buruşturup güldü. "Seninle rahatça uyuduğum ilk geceyi kaçırır mıyım sandın?" Diye fısıldadıktan sonra zarif parmakları saçlarımın arasına daldı ve tutamları okşadı. Başımı olumsuz anlamda sallayıp, her ne kadar içten içe hoşuma gitse de, memnun değilmiş rolü yapmaya çalıştım. "Uyuması gerken kişi sendin, günlerdir doğru düzgün uyuyamadığının farkındayım."

Derin bir nefes alarak omuzlarını aşağıya düşürdü ve dudaklarını ıslattı. "Çocuk değilim, Binbaşı. Seni izlemek, uykumu almamdan daha önemliydi." Diye fısıldadıktan sonra morali bozuk bir şekilde bakışlarını benden kaçırarak etrafı incelemeye çalıştığında, hızla dudaklarına bir buse kondurdum ve bana bakmasını sağladım. Daha sonra burnumu burnuna sürterek, moralini yerine getirmeye çalıştığımda bana küs kalamadığı için anında sert bakışları yumuşadı. Ona çocuk gibi davranmamdan hoşlanmasa da, ben onu düşünmeyi seviyordum. "Sevdiğim herkese karşı ilgiliyken, sana daha fazla kontrolcü davranmadan edemiyorum." Diye mırıldandıktan sonra bana gülümsemesiyle birlikte, trenin siren sesi kulaklarımızda yankılanmaya başladı. Gelmiştik.

Bakışları hızla üzerimize kaydığında, ben hala farkında değildim. Neyse ki aklı şu anda benden daha yerindeydi ve anında üzerimizi gösterdi. "Taehyung, biz hala üzerimizi giymedik." Dediğinde, bakışlarım hızla yüzünden kayıp bedenlerimizi buldu. Gözlerimi kocaman açarak hızla bavula koştuğumda, çoktan arkamdan kahkaha atmaya başlamıştı. Kendisi gayet normal bir durumdaydı. Birisi onu gördüğünde uyuduğu için tuhaf karşılamazdı lakin yalnızca tişörtle, gayet feminen bir şekilde uykuya dalan bir adamı, hele ki bir binbaşıyı görürlerse, büyük ihtimalle günlerce sofralarda yalnızca bu konuşulurdu. Hızla altıma pantolonumu geçirmeye çalıştığımda bir türlü giyemediğim için kendimi yatağa yatırıp, düğmeyi kapatmaya çalışmıştım ama bir türlü bunu becerememiştim. Acele ettiğim için elim ayağıma dolaşıyordu. Sakin adımlarla gülüşünü durdurup önümde durdu ve parmaklarını kapatmaya çalıştığım düğmenin üstüne, parmaklarımın tam uçlarına getirdi.

"İzin ver, senin için halledeyim."

Bunu söylerken, telaş yapmış bu halime karşın, çok sakin ve olgun görünüyordu. Bir anda bu kadar telaş yapmamın sebebini kendisi de çok iyi bilse de şu anda sakin olup bana yardım etmesi ikimiz için de en iyisiydi. Düğmeyi yavaşça benim için ilikledikten sonra yatağa fırlattığım kemeri parmaklarının arasına alıp, yatakta sırtüstü uzandığım için belimi hafifçe kaldırıp, kemeri doğru yerlerden geçirdikten sonra taktı. Bakışlarım bunları yaparken hem parmakları hem de yüzü arasında gelip gidiyordu ve beni giydirmesi, garip bir şekilde hoşuma gitmişti.

"Üzerine kazağı giymene gerek yok, anladığım kadarıyla bu şehir sınırdan daha sıcak."

Bakışlarım fısıldadığı cümlelerden sonra pencereyi bulduğunda, güneşin yüzüme yansımasına izin verdim. Dudaklarım hafifçe kıvrıldı ve başımı yatağa yaslayıp, bir süre bu iç açıcı görüntüyü izledim. Muazzam bir şehire, en değerlimle birlikte gelmiştim. Trenin durmasına birkaç saniye vardı ve tam şu anda, pencereyi izlerken Jungkook'u kucağıma çekerek onun da göğüsüme yaslanarak benim izlediğim enfes manzarayı izlemesini sağlamıştım. Güneş tam tepede olmasına rağmen gözümü acıtmıyordu. Temiz hava pencereyi kapatmış olmama rağmen, yeşilliklerin içinde kendini belli etmişti. Çıplak sırtında parmaklarımı gezdirerek, manzaraya dalıp gitmişken mırıldandım. "Çok güzel değil mi, Kuzeyli?" Diye fısıldadım. Gelmekten asla bıkmayacağım bir şehirdi. Yavaşça başını kaldırdı ve trenin durduğunu hissetmemize rağmen bedenini bedenimden ayırmadan, yüzümü inceledi. Öyle dalmıştım ve onunla burada yapacağım şeylerim hayalini kurmaya başlamıştım ki, beni izlediğinin o saniyelerde farkında dahi değildim. Birkaç saniye sonra sesi çıkmadığında bakışlarımı ona çevirdim ve neden beni izlediğini anlamaya çalıştım.

"Çok içten söyledin." Diye fısıldadıktan sonra, tek kaşını havaya kaldırdı. "Bir an, o manzara olmayı diledim."

Başımı geriye atıp gülmeye başladığımda omuz silkip, benimle birlikte gülmeye devam etti. Bu kıskanç tavırları, daha da önemlisi bunu cidden dilemiş olma ihtimali bütün keyfimi yerine getiriyordu. Her ne kadar şu anda mutluluğum en üst seviyede olsa da, onun bu askeriyede göstermediği tatlılıkları, yalnızca baş başa kaldığımızda ortaya çıktığında, daha fazla mutlu oluyor ve bununla nefes aldığımı hissediyordum. Tren durduğu için çok yakın dakikalar içinde peron görevlisinin odaya girip haber vereceğinden emin olduğumdan dolayı, birkaç dakika daha güldükten sonra o da benimle birlikte yataktan kalkmış ve üzerini giyerek dün gece dağıttığım bavulu toparlamama yardım etmişti. Ve şimdi istikametimiz, şehrin ta kendisiydi.

















Parmaklarım sıkıca ellerini tuttuğunda, başını bana çevirip, gülümsedi. Şehrin kalabalığında ellerimiz görünmüyordu ve bu beni rahatlatıyordu. Şehirde fazlasıyla bilinen bir insandım, en azından belirli yerlerde. Bu yüzden şimdi onu pek fazla uğramadığım, ama hep uğramak istediğim bir yere getirmiştim. Öncelikle onunla bir şeyler bakmak istiyor ve ona buradan hatıra birkaç eşya almak istiyordum. Öğleni alışveriş yaparak ve biraz etrafı dolaşarak geçirebilirdik. En büyük temennim, şu anda ellerini böyle sıkıca ve özgürce tutuyorken birine yakalanmamaktı. Parmaklarını sıkıca tutmaya devam ederken derin bir nefes alıp temiz havanın ve çocuk seslerinin de verdiği mutlulukla etrafı onunla birlikte incelemeye başladım.

Birkaç ay öncesine kadar, onu odamda dahi görmeye korkarken, şimdi özgürce ellerini tutarak, şehrimin sokaklarında gezebilmek benim için birçok şeyi ifade ediyordu. Bana çok fazla şet düşündürüyordu. En başta ise, özgürlüğün bize ne kadar yakıştığını düşünüyor ve bunu başka kimseye bu kadar yakıştıramıyordum. Baştan aşağıya, Jungkook'la özgür olmayı, bunun yalnızca bir haftayla sınırlı kalmamasını deli gibi istiyordum. Hayır. Deli gibi de değildi bu isteğim. Gayet aklı başında, yirmi beşinin tam üstüne basmış bir adam olarak, düşmanım, hatta hemcinsim olan bu adamla, Jungkook'la bundan daha fazlası olabilmeyi istiyordum. Bunu her şeyden çok arzulamama rağmen, en azından bu hafta, daha fazlasını istemenin nankörlük olacağının farkındaydım. Onunla baş başa kalabilmişken, fazlasını düşünüp canımı sıkmayacaktım. Neyse ki bununla doymayı şimdilik bilebilecek bir insandım.

Birkaç saat boyunca, Jungkook ile bu sokaklarda alışveriş yapmış ve dolaşmıştık. Gezecek o kadar çok yer vardı ki, daha önce kimseyle bu sokaklara gelmediğim için mutluydum. Her zaman gittiğim şehir merkezinden daha samimi bir semtti. Burayı ona salladığım için, kendimi şanslı hissediyordum ve hiçbir şekilde pişman değildim. Ona aldığım şeylerin çoğunu reddetmeye çalışsa da, ne kadar bunları alabilmek için maddi imkanı olsa da Kuzey bölgesinde aynılarını bulamayacağını biliyordum. Birkaç parça kıyafet ve en önemlisi, benden anı kalması için, ona yeni bir saat almıştım. Saatin üzerine Jungkook girdiğimiz saatçiyi sessiz bir şekilde gezerken, gizlice yazdırdığım 'kth&jjk' harflerini gördüğünde, bana sunduğu o samimi kahkahayı hala atlatamamıştım. Bir çocuk gibi mutlu olmuş ve bana orada sarılmamak adına kendini zor tutmuştu.

Şimdi ise, gün batımına yakın saatler içerisindeyken, onunla en çok yapmak istediğim şeyi yapmaya götürüyordum. Ellerim hala sıkıca parmaklarını tutuyorken, yakınlardaki çörek satan dükkana girmiş ve selam vermiştim. "Bu kafenin bir şubesi de merkezde. Çörekleri çok lezzetli oluyor, küçüğüm. Senin de denemeni istiyorum, ayrıca çin çayı da satıyorlar." Diyerek kasaya gidip bir şeyler alacağım sırada, parmaklarımı sıkarak beni kendine çevirdi ve gitmemi bir süreliğine engelledi. Kaşlarımı kaldırarak ne olduğunu sormak istediğimde, fazla süre geçmeden cebinden cüzdanını çıkardı. "Her şeyi sadece senin ödemene izin vermeyeceğim." Diye fısıldayarak cüzdanından çıkardığı Güney wonlarını eline alarak, beni arkada bırakıp kasaya ilerledi.

Arkasından gidişini izlediğimde, her zamanki olgun tavırları yalnızca bir kere daha kendine hayran bıraktı. Onun yaşlarında bir askerken, Jimin ile üstlerimizdeki komutanlara nasıl para ödettiririz diye planlar yapıyorduk. Maaşları bizden çok daha yüksekti ve o paraları almak bizim için bir hayal gibiydi. Lakin Jungkook, yine beni şaşırtmamış ve çocuksu kişiliğinin altında yatan düşünceli tavırlarını bana sunmuştu. Hoşuma gidiyordu. Ciddi anlamda bu kadar olgun ve gururlu bir çocuk olması, benim yaşlarıma geldiğinde, yaklaşık beş yıl sonra enfes bir adam olacağının kanıtıydı.

Aslında tam anlamıyla, kadınların hayallerindeki adamlardandı. Kelimelere dökemeyeceğim kadar yakışıklı bir yüzü, aynı zamanda çekici çene hatları vardı. Vücudu bir erkeğe göre tam olarak idealdi ve kaslarını taşıyabiliyordu. Lakin beni en çok etkileyen siyah saçlarına geldiğim zaman nutkum tutuluyordu. Daha öncesinde, hiçbir adama siyahı bu kadar yakıştırdığımı hatırlamıyordum, belki de o yüzündeki kusur olarak saydığı yara izi dahi, gördüğüm en güzel hazineydi. Zarif düşünceleri, sözcükleri vardı. Bir kadını kolayca etkileyebilirdi, çünkü beni her kelimesinde mahvedebiliyordu. Eğitim almış ve soylu bir aileden gelen biri olduğu da açıktı. Kısaca her şeyiyle, baştan aşağıya enfesti. Ve ben uzun zamandır bu adamla kadınlarla bile yaşayamadığı o ilişkiyi yaşıyordum.

Bütün bunlar çok tuhaf gelse de, yalnızca bunun için nefes alıyormuş gibi hissettiğime bakarsak, yanlış değildi. Doğru olduğunu düşündüğüm hiçbir şeyin, insanlar tarafından onaylanmasını beklemeyen bir adamdım. Bu huyumun ilerleyen zamanlarda işime yarayabileceğini düşünememiştim. Yavaşça beklerken, kafedeki sandalyelerden birine oturmuş ve onu beklerken her santimini izlemeye koyulmuştum. Üzerindeki kabanıyla zaten erkeksi duruyorken, saçlarındaki tutamların anlına dağılması daha da fazla nefesimi kesiyordu. Bakışlarım yavaşça arkasında ona bakarak fısıldaşan kadınlara kaydı. Baştan aşağıya küçüğümü süzüyor ve kıkırdayarak aralarında fısıldaşıyorlardı. Bu kaşlarımı çatmama sebep olurken, istemsizce derin bir nefes alarak gözlerimi kapatıp aakinleşmeye çalıştım. Onun bana ait olduğunu biliyordum. Sakinleşmem gerekirdi, bu kadınların onun yalnız olduğunu düşünmesi normaldi. Bir erkekle buraya girdiğinde elbette sevgilisi olduğunu düşünmeyeceklerdi. Gözlerimi açtığımda, kasada sipariş ettiği şeyleri beklerken, dudaklarındaki ufak bir tebessümle yüzümü inceleyen Jungkook'u fark ettim. Tek kaşımı havaya kaldırıp ona neden gülümsediğini sorarcasına sert bir bakış attığımda, dudaklarını ısırdı ve kaşlarını oyun oynarcasına havaya kaldırıp indirdi.

Beni sinirlendirmek istediğini sanmıyordum, çünkü onun benimle uğraşmaya çalışması, tüm sinirlerimi alıp götürmüştü. Elbette arkasında fısıldaşan kadınların farkındaydı lakin o, benden başka kimseye bakmıyordu. Kasadaki kadın çörekleri bir kese kağıdıyla uzattığında ellerini götürerek alacağı sırada parmaklarının onunkilere değmesiyle birlikte gözümde şimşek çaktı ve hızla ayağa kalkarak yanına ilerledim. Neden bunu yaptığımı ya da yanına geldiğimi bilmiyordum. Benim sevgilim diyerek kadının bilerek değdirdiği parmaklarını kıracak değildim. Bir kadına zarar vermek düşüneceğim son şey dahi değildi lakin tam şu anda ona dokunan herkesi öldürebilir gibiydim. Jungkook ona doğru yaklaşmamla birlikte bakışlarını bana çevirdi ve çöreklerin olduğu kese kağıdını alırken gözleriyle sakinleşmemi ima etti. Derin bir nefes alarak yanında durduktan sonra başımı sakinleşmek için başka bir yere çevirdiğimde, ne ara sipariş ettiğini bilmediğim şarap şişesini de alıp, ellerindekini bana uzattı. Sinirlerimin hala geçmediğini biliyordu. "Rica etsem, tutar mısın, hyung?" Diyerek tekrar gülmemek için kendini zor tutarak ellerindekileri tutmam için göğüsüme doğru yaklaştırdı. Şu anda kafedeki kadınların bizi izlediğini bildiğim için yalnızca gözlerimi hafifçe kıstıktan sona bakışlarımı bir saniye bile ondan ayırmadan çekmiş ve ellerindekileri almıştım.

Tam o anda, gözlerimin içine bakarak gülümserken, az önce kadının yapmaya çalıştığı şeyi bana yapmıştı. Parmakları bilerek ellerime elindekileri bıraktıktan sonra bileğimden başlayarak parmak uçlarıma kadar sürtünmüş ve bundan memnun bir şekilde dudakları çapkınca kıvrılmıştı. İşte benim küçüğüm böyleydi. İlk başta sinir eder, kafayı yemememi sağlar, sonrasında ise gönlümü almasını bilirdi. Tıpkı ilk zamanlarda her gelişinde önce beni sinirlendirip, daha sonra da kalbime etkisini bırakarak gitmesi gibi, şimdi gitmeden, yeniden bunları yapıyordu. Belki de en çok sevdiğim şeylerden birisi de bunlardı.

Cüzdanından wonları uzatırken bakışlarını benden çekti ve ödemeyi yaptıktan sonra kadının suratına bakıp gülümsemesine sahte bir şekilde karşılık verdikten sonra, en keyifli kısma gelmiş gibi bana döndüğünde tüm samimiyetiyle gülümseyerek kolunu omzuma atmıştı. Elimdeki şarap şişesi ve çöreklerle dolu kese kağıdını tutarken, aklıma gelen şeylerle ona doğru yaklaşıp fazla duyurmamak için fısıldadım. "Sen Güney wonlarını nereden buldun?" Diye sorduğumda, dediklerimi dinlemek için kulağını hafifçe bama doğru eğmişti. Az önce ona bakarak fısıldayan kadınlara selam verdikten sonra, bakışlarını bana çevirmesiyle, omzuna bir tane geçirmemek için kendimi tutarak koyulaşan gözlerime açıklamasını beklemeye çalıştım ama çoktan sinirlendirmişti. "İstersem bulamayacağım bir şey olduğunu pek sanmıyorum, güz çiçeğim." Diye fısıldayarak bana göz kırptı. Gözlerimi kısarak sinirlendiğim için dişlerimi sıkmaya başlamıştım. Tek kaşımı havaya kaldırarak 'öyle mi?' bakışımı atarken, dudaklarını birbirine bastırmış ve önüne dönmüştü.

Sokakta biraz daha ilerledikten sonra aşağıya doğru indiğimizde, sonunda onunla gelmek istediğim yere gelmiştim. Biraz da sinirli olduğum için, omzuma attığı kolundan dolayı yapışık yürüdüğümüz tüm yolun sonuna geldiğimizde ondan ayrılıp, beni takip etmesini beklemeden önden giderek piknik alanı olduğu için örtü satan kadından kırmızı beyaz bir piknik örtüsü almıştım.

Onun yüzüne bakmadan ilerleyişimle birlikte gülmeye başlayıp yeniden sol kolunu omzuma attı. Lakin ondan tarafa bakmamakta kararlıydım. Müsait bir ortamda olsaydık, daha aramızda kesin bir şeyler yokken dahi kıskancından yaptığı o bıçağı gardroba saplayışının daha fenasını yapar, büyük ihtimalle nefes alamayana kadar öper ve her yerinde izler bırakırdım. Belki o zaman o gülümsediği kadınlar, vücudunda gördüğü izlerden dolayı bakmayı keserlerdi. Bu fikir sadistçe gülümsememi sağlarken hiçbir şeyden haberi olmadan düşünceli halime gülen Jungkook'a bakmamı sağladı. Ciddi anlamda şu anda çimenlere yatırıp bunu yapmama ramak kalmıştı. Derin bir nefes alıp insanlardan uzak olan, birkaç sefer geldiğimde her daim oturduğum nehir kenarındaki, büyük ağacın altındaki o gölge çimenliğe piknik örtüsünü sermiş ve oturmuştum. Elimdekileri örtünün üzerine bıraktığımda, Jungkook ağaca yaslanıp nehiri izlememi seyrettikten sonra bir süre etrafı inceleyip kimsenin olmadığını fark ettiğinde hızla yanıma oturup, dudaklarını gönlümü almak için yanaklarımda gezdirdi.

"Seninle uğraşmak hoşuma gidiyor."

"Hayır Jungkook, beni deli etmek, bana kafayı yedirtmek hoşuna gidiyor."

Omuzlarını silkip gülümseyerek başını dizlerime yaslayıp nehire doğru olan tarafa ayaklarını uzattı ve birini diğerinin üzerine yerleştirip kollarını bağladı. Derin bir nefes alıp verdikten sonra, başımı aşağıya eğip dizlerimde yatışını izledim. Bu çocukla gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum. Beni herkesten daha fazla sinirlendirmeyi biliyor, aynı zamanda da herkesten daha fazla huzura kavuşturabiliyordu. Özellikle de tam şu anda yaptığı gibi gözlerini benim irislerime dikip, derin derin baktığı ve bana bir şeyleri sessizce anlattığı zamanlarda, başka hiçbir insana bu şekilde kapılmayacağımı yalnızca bakışlarıyla kanıtlıyordu. Sanki, hayatına kim girerse girsin, asla benim yerimi alamayacak diyor gibiydi. Sanki her kusurumu biliyor ve beni bunlarla kabul ettiğini bana söylüyor gibiydi. Bakışları benim için bir çok şey gibiydi, ancak ben en çok şunu kabul etmiştim; seni seviyorum, Binbaşı.

Hava kararana kadar, sohbet etmiş, bolca birbirimizi izlemiş ve insanların yavaş yavaş piknik alanından gidişini seyretmiştik. Nehrin sesi ve kuşların cıvıltısı azalmaya devam etmiş, artık ateş böcekleri gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Çöreklerden dizlerimde yatan çocuğa yedirirken bilerek yüzüne bulaştırdığım çikolatalardan dolayı kahkahalarla dolu anlar yaşamıştık. Lakin bu zamanın en güzel kısmı, ondan ve benden bahsetmeye başladığımız o andı. Onunla derince sohbet etmek istediğimi bildiği için, kendi hakkında ilk defa dizlerimde yatarken bir şeyler anlatmaya başlaması kalbimi hızlandırmıştı. "Tahmin edeceğin üzere, babamla pek yakın değilim." Diye fısıldadıktan sonra, bakışlarını gökyüzüne çevirdi ve orayı seyre daldı. Bunlardan bahsederken gözlerime bilerek bakmıyordu, bunun en büyük sebebinin duygusallaşması olduğunun farkındaydım. "Sen olmadan önce de, babama her sinirlendiğimde buraya, Güney kısmına gelir ve şehire giderdim. Tabii, bunun için çok fazla sinirli olmam gerekiyordu."

Başımla onaylayarak devam etmesini beklerken parmaklarımı saçlarına götürdüm ve rahatlaması için okşamaya başladım. "Burası benim için gerçek dünyaydı, Taehyung. Küçüklüğümde de buraya gelebilseydim eğer, daha iyi bir çocuk olabilirdim." Diye fısıldadıktan sonra, gözlerini benim irislerime sabitledi. "Lakin şimdi, aklım başıma erdiği zamanlarda geldiğim için mutluyum. Çünkü çocukken gelmiş olsaydım, ne kadar güzel bir çocukluk geçirecek dahi olsam, şu anda seninle yaşadığım huzuru biraz bile tatmayacaktım. Bu yüzden bir şey kaybetmediğim için, içim fazlasıyla rahat."

"Peki ya annen?"

Derince aldığı nefesi büyük bir iç çektikten sonra dışarı üflediğinde, annesi konusunda oldukça hassas olduğu belliydi. Ancak durmadı ve devam etti. "Annem, başıma gelen en güzel şeylerden birisi." Diye fısıldayıp, gökyüzünü izlemeye devam etti. Gözlerinin dolduğunu hissediyordum. "O benim gerçekten meleğim, Taehyung." Zorlukla yutkunuşu ve melek kelimesi bana daha önce aramızda geçen o masum konuşmayı hatırlattığında, kaşlarımı kaldırıp endişeyle, tıpkı onun gibi iyi bir niyetle sordum. "Annen melek mi oldu?" Diye sorduğumda gözlerinden damlayan bir damla yaşı umursamadan, tıpkı benim yaptığım gibi gülmeye başladı. "Hayır güz çiçeğim, onu da nereden çıkardın bakayım?"

Omuz silkerek gözlerinden akan bir damla yaşı baş parmağımla yakaladım ve yumuşak bir hareketle silerek ortadan kaldırdım. "Annem iyi. Ama babamla ayrılar. Onu pek fazla göremiyorum. Ve çok özlüyorum. Ancak babamın yanında, askeriyede yaşadığım için görmem çok daha fazla zorlaştı."

Gözyaşlarını bir kez de kendi parmaklarıyla silerken, burnunu hafifçe çekerek çöreklerin yanında verilen peçetelerden birini aldı ve gözyaşlarını iyice temizledi. Daha sonra bakışlarını bana çevirdi ve sormaktan emin olmadığı için gözlerini kaçırarak başka işle uğraşıyormuş gibi silmeye devam ederken fısıldadı. "Peki ya seninki?" Diye sorduğu anda, onun gibi yutkunmuş ve bakışlarımı kaçırmıştım. Lakin bu sefer babamda olduğu gibi cesur bir şekilde anlatamayacağımı fark etmesini bekliyordum. Başımı eğip olumsuz anlamda salladığımda, bir süre kaçamak baktığı bakışları yüzümde duraksadı ve elindeki peçeteyi kenara bıraktı. "Hiç kimsen yok mu? Ailenden?" Diyerek yavaşça doğruldu ve eğdiğim başıma doğru eğilerek üzülmemem için gözlerimin içine bakmaya çalışırken ellerimi tutup sıkarak güç verdi.

"Tek ailem, arkadaşlarım."

Yutkunarak şefkatli bakışlarını yüzümde gezdirdikten sonra, daha çok dolan gözlerini bana yaklaştırıp anlıma küçük bir öpücük bıraktıktan sonra beni kendine çekti. "Güz çiçeğim benim," Diye fısıldayarak saçlarıma da bir buse bıraktı ve kokumu içine çekerken daha sıkı sarmaladı. "Benim güçlü, güzel güz çiçeğim." Parmakları yavaşça saçlarımda dolanırken, amacı bana teselli vermek değildi. Belki de veremeyeceğini çoktan anlamıştı ki buna adım gibi emindim. Yalnızca bana daha fazla güç verebilmek için, sanki tüm gücünü bana vermek istercesine kollarında tuttu sıkıca bedenimi. Lakin bilmiyordu ki, her yanımda sessizce nefes alışında zaten kendimi güçlü hissediyordum.

Nasıl olabiliyordu bilmiyordum. Birden bire hayatıma girişi ve bana şahit olduğum her şeyden daha fazla güç verişi, nasıl mümkün olabiliyordu? Onu kazanmak için hiçbir şey yapmamışken, ayaklarıma kadar, sınırda, tam olarak iki düşman toprakların arasında, nasıl olur da bana gelebilirdi? Bilmiyordum. Yalnızca onu biliyordum. Nefes alışında hissettiğim huzuru, bana verdiği şefkati ve bu halimizden tam yarım saat sonra ikimiz de kötü hissettiğimiz için, içinizden gelerek şarabı kafamıza dikerken, ona sahip olduğum için kendimi şanslı hissettiğimi biliyordum.





















Sarhoş olmuştuk. Deli gibi sarhoş olmuştuk ve aldığımız şarabın bu kadar ağır olacağını tahmin dahi edememiştik. Belki de sarhoş olmak istemiş ve bilerek almıştı, bilmiyordum lakin başım öyle dönüyordu ki, şu anda ikimiz de birbirimize sarılarak düz yolda sendeleyerek yürüyorken, bunu sormaya fırsatım yoktu. Bu bütün yol boyunca yüksek sesle konuşmaya devam etmiştik. Ben fazla içmediğim için durumum ondan daha iyiydi. Lakin yine de başım deli gibi dönüyordu. Jungkook ise kendinden geçmiş bir şekilde deli gibi şarkı söylerken bağırıyordu. Kaşlarımı çatarak yavaşça onu durdurdum ve gözlerimi açmaya çalışarak onun yüzünü kendi yüzme doğru sabitleyip fısıldadım. "Şşt, sessiz ol. Boğazların ağrıyacak, güzelim." Diye fısıldadığımda usulca bakışlarıyla onayladı ve onun belinden tutarak yeniden yürümeye başladığımda beni takip etmeye devam etti.

Birkaç dakika daha normal bir şekilde yolu yürüdüğümüz sırada, ilerleyen yolumuzun üzerinde ilerideki annesine doğru gülerek koşan küçük bir kız yere düşmüştü. Hızla sarhoş halimi umursamadan, Jungkook'tan ayrılıp, küçük kızın yanına ilerledim ve eğilip onu kaldırdıktan sonra dizlerine batan küçük taşları ellerimle yere düşürdüm. Yere düşen taşların ardından küçük kız yavaşça yerinden kalktı ve canı acıdığı için dolan gözlerini küçük elleriyle silerek bana baktı. Ona gülümsediğimde, o da beklemediğim bir şekilde bana gülümsedi ve küçük parmaklarını yanağıma koyup okşadı. "Sen ne tatlı bir adamsın böyle." Diye mırıldanıp utandığı için sevimli sesler çıkardığında, dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimin kısılacağı kadar içten bir gülüş sundum. Parmakları yanaklarımda durmaya devam ettiği sırada, Jungkook olaya dahil etmiş ve küçül kızı bir anda benden uzaklaştırarak, beni kendine çekmişti.

Şu anda kesinlikle aklı yerinde değildi, çünkü küçücük kızla büyük bir kadınmış gibi konuşuyordu ve sarhoş olduğu için onun küçük bir kız olduğunun farkında bile değil gibi görünüyordu. "Ben kimim biliyor musun, sen? Kuzeyden gelen bir askerim. Eğer ona yaklaşmaya cürret edersen, hiç düşünmeden seni silahımla havaya uçururum!" Diyerek küçük kıza bağırdığında, küçük kız hızla ağlayarak arkadını dönüp çoktan bizden uzaklaşmıştı. Şaşkınca Jungkook'y izlediğimde, gururlu bir şekilde gülümseyip sendeleyerek kendini gösterdi. "Benim erkeğime dokunabileceğini sanıyor." Diye mırıldanıp bana yaklaştı ve sıkıca sarıldı. "Olmaz, sen benimsin."

"Jungkook, sen cidden fena sarhoşsun."

"Sarhoş değilim ki, ben hep seni böyle kıskanıyorum."

Yavaşça kendimden ayırmaya çalışıp, yüzünü inceleyeceğim sırada, bize doğru yaklaşan gardiyanı görmemle birlikte gözlerim kocaman açıldı ve Jungkook'u sarsmaya başladım. Gardiyan buraya geldiği anda, yanındaki ağlayan küçük kızdan da tahmin ettiğim gibi az önce Jungkook'un sözlediği cümleler yüzünden pasaport isteyecekti. Hızla sarsmaya devam edip, biraz da olsa kendine gelmesini sağladıktan sonra gamzelerini belirterek sarhoş bir şekilde bana gülümsemesini önemsemeden konuşmaya çalıştım. "Jungkook, üç dediğimde elimi sıkıca tutuyorsun ve bu adamdan kaçıyoruz, tamam mı?" Diyerek anlamasını umduğumda, hala bana gülümseyerek bakmaktan başka bir şey yapmıyordu. "Eğer yakalanırsak, beni senden ayıracak." Dediğim anda bakışları bir anda duraksadı ve yüzü anında soldu. Kaşlarını çatarak az önceki çocuksu sesini bir kenara itip, sert bir sesle mırıldandı. "Silahımla onun kafasını uçuracağım."

"Daha sonra, Jungkook... Şimdi kaçalım, daha sonra yapacaksın bunu, evet. Hadi."

Ellerini tutarak hızla karanlıkta koşmaya başladığımızda, gardiyan gelmeden kaçabildiğimiz için şanslısıydık ve çok fazla mesafeyle öndeydik. Biraz da sarhoş olduğumuz için, anın adrenaliniyle kendimizde olmadığımız için hiç yapamayacağımız kadar hızlı koşuyorduk. En sonunda, gardiyanın gözükmediği esnada Jungkook'u binaların olduğu kısma doğru çektim ve yukarı doğru giden merdivenlere hızlı adımlarla tırmanarak onu iki binanın arasına kendimle birlikte çekip saklanmaya başladım. Gardiyan aşağı sokakta göründükten sonra hızla başka yola sapmış ve yoluna devam etmişti. Derin bir nefes aldıktan sonra, dibimde hızla nefes alan çocuğa biraz göz gezdirdim. Herhangi bir sıkıntısı yoktu, yalnızca ikimiz de bugün fazlasıyla yorulmuştuk. Lakin buna değmişti.

Kaşlarını çatarak nefessiz kalan sesiyle fısıldamaya başladı. Koştuğu ve rüzgar yediği için kendine gelmeye başlamış gibiydi. "O gardiyan beni şu günde yakalayacak olsaydı, yemin ederim kendi ellerimle yerin dibine gömerdim." Diye fısıldadığında, bu dediğine inanmadığım için kaşlarımı kaldırarak başımla onayladım lakin dikkate almadığım yüzümdeki ifadeden belliydi. Bana gözlerini devirdiğinde gülmeye başlayıp, bugün gecenin bir yarısı yaşadığımız bu aksiyonu hatırladıkça daha fazla gülmeye başladım.

Benim kahkahalarla gülmemle birlikte, dudakları düz bir çizgiden ayrılmış ve hayalet bir gülümsemeye ev sahipliği yapmıştı. Yavaşça, biraz da sarhoş olmanın verdiği duygularla onun gibi sessizleştikten sonra, parmaklarımı saçlarına yerleştirdim ve onu arkasındaki duvara yaslarken, yüzünün her santimini incelemeye başlarken gülümsememi soldurup ciddileştim. Bu onun için birazdan olacaklara hazırlanması için bir uyarıydı, bunu anlamış olacakki derin bir nefes aldı. Daha sonra dudaklarını benimkilere yaklaştırdı ve öpmeye başladı. Dudaklarımızda tıpkı askeriyedeki son gecemizde olduğu gibi şarap tadı vardı. Bu tat, bana askeriyeyi yeniden hatılattığında, kaşlarımı çatıp, unutmaya ve anın tadını çıkarmaya çalıştım.

Parmaklarım yavaşça ince belini buldu ve kabanın içinden onu sardı. Yavaşça kendime doğru çekip derin derin öpmeye devam ederken, şu zamana kadar daha önce, hiç bu kadar doyasıya ve özgürce öpmediğim aklıma geldikçe, daha fazla öptüm. Bugün öyle güzel bir gündü ki, tam şu anda nefes nefese dudaklarımdan ayrılan çocuğun, birazdan evime gelecek olması ve yine benimle uykuya dalacak olması, her şeyi daha da güzel kılıyordu. Yutkunmaya çalışıp, bütün gün boyunca, o sınırda asla yaşayamadığımız bu unutamayacağım güzel günü düşünürken, çoktan kendimden geçmiş ve istemsizce ona fısıldamıştım. Dudaklarımdaki kelimeler sarhoşluk kokuyordu. "Güzelim," Diye fısıldadığım anda bakışları dudaklarımdan ayrılıp irislerimi buldu. "Bunlar yaşadığım en güzel saatlerdi."

Dudakları yavaşça sola doğru kıvrıldı ve benim gibi düşündüğü için, dolmaya başlayan gözleriyle cevap verdi. Şu anda, benden daha derinlerde olduğunu bakışlarından anlayabiliyordum. Öyle derin inceliyordu ki, sanki o zamanlarla, şu anı karşılaştırdığını buradan bile anlıyor gibiydim. Evet, her şu anımızda, ilk günü düşünmeye devam edeceğimizi biliyordum. Her şu anımızda, ilk günden daha ileri duygularda olacağımızı da biliyordum. Bir çok şeyi, tıpkı kollarımdaki Jungkook gibi, çok iyi biliyordum. Sarhoş olduğu halde bir şeylerin hala farkında olması, bunun ise gözlerini doldurması canımı yakıyordu. Sarhoşken bile, bazı şeyleri atlatamıyorduk. İkimiz de şu anda, bu günlerin ne kadar değerli olduğunun farkındaydık. Yavaşça bedenini bana daha fazla yaslamadan önce alnını alnıma yerleştirdi. Nefesini yüzüme üflerken, dolan gözleriyle usulca fısıldadı.

"Sen ise büsbütün benim yaşadığım en güzel şeysin, Kim Taehyung."
















Holy sundu.

Bölümün sonu.

Sizi seviyorum.






Tren Odası




Binbaşı Kim Taehyung




kth, jjk

Continue Reading

You'll Also Like

11.7M 573K 87
18 yaşında genç bir kızın yolu çıkmaz bir sokakta hiç kesişmemesi gereken bir adamla kesişti. Adam hayata ve mavi renge küskündü. Genç kızla beraber...
48.5K 2.4K 22
Yabani evrenindeki çiftimiz Asi ve Alaz'ın hayatları farklı bir şekilde kesişeydi, mesela Asi, Soysalan Üniversitesi'ne bomba gibi düşseydi, nasıl ol...
519K 59.7K 40
çapkın bir omega olan kim taehyung, kızgınlıklarını geçirmek için gözüne alfa jeon jungkook'u kestirir
53.1K 7.5K 12
taehyung'un en yakın arkadaşına karşı duyguları vardı.