Kapak Modeli 🌙Yarı Texting🌙...

Galing kay __SAS__

4.3M 317K 64.2K

Kendi halimde Wattpad'de hikayemi yazıyordum. Ta ki fotoğraflarını kullandığım Amerikalı aktör, 'Ne hakla fot... Higit pa

Merhaba
Tanıtım
#1
#2
#3
#4
#5
#6
#7
#8
#9
#10
#11
#12
#13
#14
#15
#16
#17
#18
#19
#20
#21
#22
#23
#24
#25
#26
#27
#28
#29
#30
#31
#32
#33
#34
#35
#36
#37
#38
#39
#40
#41
#42
#43
#44
#45
#46
#47
#48
#49
#50
#51
#52
#53
#54
#55
#56
#57
#58
#60
#61
#62
#63
#64
#65
#66
#67
#68
#69
#70
#71
#72
#73
#74
#75
#76
#77
#78
#79
#80
#81
#82
#83
#84
#85
#86
#87
#88
#89
#90
#91
#92
#93
#94
#95
#96
ALFA YAYIN GRUBU'NDAYIM!
#97
#98
#99
Final (1. Kısım)
Final (2. Kısım)
Epilog

#59

37.1K 3K 385
Galing kay __SAS__

Bütün gün baş ağrısıyla yazdığımdan bu saate kaldık cancağızlarım. Sanırsam migren var bende 

Bayağı da uzun oldu. Gözümden kaçmış bir hata görürseniz not düşün, düzeltirim 😊😘


Nasıl üşüdüğümü okyanustan çıkıp rüzgârı yediğimde yeniden hatırladım. Saçlarımdan sular süzülüyor, alt çenem üst çeneme seri bir biçimde çarpıyordu. Kollarımı bedenime sardım. Tek tesellim köpekbalıklarına yem olmamamızdı. "Bu epey aptalcaydı." (*Well this was really stupid)

"Ve eğlenceli," dedi Jimmy ıslak bacaklarından pantolonunu geçirmeye çalışırken. "Kabul et.*" (*And fun. Admit it.)

Eğlenmediğimi iddia edemezdim tabii. "Belki bir dahaki sefere ağustosu deneriz hı?*" (*Maybe next time we try august instead huh?)

"Hem martta hem de ağustosta eğlenmememiz için bir neden göremiyorum," dedi nihayet pantolonunu giyip fermuarını çekebildiğinde. Tişörtünü kafasından geçirdi. "Bir an evvel arabaya gidelim."

Çenem takırdamaya devam ederken "Ne o üşüdün mü yoksa?" diye sordum alayla.

"Sen sanırım üşümedin." Hala sadece pembe beyaz kareleriyle masa örtüsünü andıran iç çamaşırlarımla dikilmekteydim de ben. "Manzaranın hoşuma gitmediğini düşünmeni istemem ama..." Baştan aşağı süzdü beni muzip bakışlarla. "Neyi beklediğini sorabilir miyim?*" (*Not that I don't enjoy the view... What are you waiting for?)

Kurumayı?

"Islak ıslak kıyafet giyilir miymiş," diye homurdanırken eğilip şortumu yerden aldım çaresiz. Ona nazaran şortu çok daha kolay bacaklarımdan geçirip tişörtümü giydim çabucak. Zerre ısıtmadıkları gibi üzerime yapışıp kaldılar. Ellerimi iki yana açıp "Mutlu musun?" diye sordum.

Hiç üzerimden çekmediği bakışları bu kez kıyafetlerin üzerinde gezinirken gözleri karanlıkta sanki bir kedininki gibi parlıyordu şimdi. "Bir an evvel eve gidersek çok mutlu olacağım."

Sabırsız bir hareketle atılıp elimi kavradığı gibi eve yetişmemiz şartmış gibi koşar adım, kumsaldan yola çıkan merdivenleri tırmanıp arabayı park ettiğimiz sokağa yürümeye başladık.

Arabanın başına geldiğimizde yine duraksadım. Sıradan gezintilerimizi hep sedanla yapıyorduk ama ben benim emektar arabama bile tuzlu tuzlu oturamazdım. "Böyle mi oturacağız koltuklara?"

"Otur gitsin," dediğinde çoktan sürücü koltuğuna yerleşmişti Jimmy. "Oto yıkamaya gönderirim hemen."

İkna olmam fazla sürmedi. Hassas yerlerim donmuşken daha fazla koltuk derdine düşemeyecektim; fakirliğin de bir sınırı vardı canım!

****

Ancak uzun ve hamam misali buhar dolu bir banyodan sonra iliğim kemiğim ısınabilmişti.

"Acıktın mı?" diye sordu Jimmy elindeki havluyla saçlarımı kurularken.

O istedi saçlarımı kurulamak. Ben de izin verdim ne yapsaydım yani?

Barbeküden sonra hala tıka basa doluydum. Aynadaki yansımasına baktım. "Pek sayılmaz. Sen?"

"Ben de acıkmadım." Parmak uçları usul usul başımda gezinirken esnedim. "Sana bir dondurma borcum var hala..."

Paparazzilerden kaçarken çöpe attığım dondurmayı acıyla hatırladım. Ağzım sulanmaya başlamıştı bile. "Merakımı uyandırdın. Devam et.*" (*I'm intrigued. Go on.)

Jimmy saçlarımın yeterince kuruduğuna kanaat getirmiş olacak, havluyu bir kenara bırakıp saçlarımı taramaya başladı. Saçlarımı yukarıdan tutup uçlarını tararken kuaförümden bile daha nazikti. Yiyip bitirecektim o olacaktı! Büyük bir dikkatle işine devam ederken "Santa Monica'ya geri gidip rıhtımda dondurma yiyebiliriz. O zamana kadar acıkmış olursak başka şeyler de yiyebiliriz tabii," diye önerdi. "Elimizi çabuk tutarsak kapanmadan yetişebiliriz."

'Santa Monica Pier'ı duymuştum. İçinde kocaman bir eğlence parkının da olduğu rıhtımı dizilerde, filmlerde bolca da görmüştüm. Ama Los Angeles'a geldiğimde sadece üç gün kaldığımızdan gidecek zamanımız olmamıştı.

"Orası çok kalabalık değil midir?"

Jimmy umursamazca dudaklarını büktü. "Muhtemelen. Ama başa çıkamayacağım bir şey değil. Orayı kalabalık görmelisin.*" (*Probably. But nothing I can't handle. You should see the place when it's full.)

Kafamda Jimmy'nin üzerine çullanmış insan sürüleri canlanmaya başladı aniden. "Emin misin?"

"Eminim." Bir bakış attı kafama. Saçlarım düzgün tutamlar halinde omuzlarıma dökülüyordu. "Ve bitti."

"Teşekkür ederim."

Sıcacık gülümsediğinde içime hep ılık ılık bir şeyler akıyordu. "Bir zevkti." Parmaklarını saçlarımda gezdirdi. "Güzel saçların var. Bal rengi. Sanırım artık en sevdiğim renk."

Kulaklarıma kadar kızardığımı çaktırmamak adına konuyu rıhtıma getirdim yine. "Rıhtıma gitmenin iyi bir fikir olduğundan emin misin?"

"Elbette." Üzerindeki bornozun kuşağını çözüp omuzlarından düşmesine izin verdi. Akabinde aynadaki yansıması bana göz kırptı. Bense yutkundum. "İzle.*" (*Watch.)

Tabii ki izledim. Ne yapsaydım?

****

Giydiği eşofman altı poposundan kayıp düşecekti neredeyse. Kırmızı boxer'ının yarısı dışarıdaydı. Üzerine iki beden büyük gelen, yer yer boxer'ının içine tıkıştırdığı beyaz bir tişört giymişti. Kafasında da gri-lacivert-kırmızı bir beyzbol şapkası vardı.

"Hah," diyebildim karşımdaki görüntü karşısında.

"Bu benim çok kalabalıklara girmeye niyetlendiğimde kullandığım kostümüm," dedi gururla.

"Mantıklı," dedim.

"Beğenmedin mi?"

"Nutkum tutuldu."

Ellerini eşofmanın cebine atıp etrafında bir tur döndü. "İyi görünmek zorunda değil. Sadece benden beklenmeyecek bir şey olmalı."

"Sanırım senden beklenmeyecek bir şey bu..." Onu izlerken kafamda direkt arka sokaklarda gezinen yarı gangster rapçi adamlar canlanmaya başlamıştı. "Buna uyacak bir madalyonun da var mı?"

"Sorduğuna sevindim. Aslına bakarsan var!" dedi heyecanla. Eğilip dolabındaki alt çekmecelerden birini açtı. Bir kutu aldı. Kutunun içinden çıkan kafam kadar madalyonu gözümün önünde salladı iki yana. "Ne düşünüyorsun?*" (*Glad you asked. As a matter of fact I do. What do you think?)

Beş kilo vardı bence. Bir Türk olarak ilk sorduğum soru tabii ki "Altın mı o?*" oldu. (*Is that gold?)

"Tabii ki öyle!"

"Neden altın bir madalyonun var?*" (*Why do you have a golden medallion?)

"Ona sahip olmayı seviyorum,*" dedi ama boynuna geçirmedi. Hala sallayıp duruyordu. (*I like having it.)

"Ama takmıyorsun?*" diye sordum dikkatlice. (*But you don't wear it?)

"Hayııır," dedi üzerine basa basa. "Çok parlak. Fazla dikkat çekiyor.*" (*Nooo. It's too shiny. Attracts too much attention.)

"Canın istediğinde bakıyorsun yani. *" (*So you look at it when you feel like it.)

Madalyonu kutuya geri tıkıp kutuyu da çekmeceye yerleştirdi. "Beni çok iyi anlıyorsun!*" (*You get me so well!)

****

Santa Monica Pier masal diyarlarından fırlamış gibiydi. Her ne kadar neyle karşılaşacağımı üç aşağı beş yukarı bilsem de, gerçeğini karşımda görmek bambaşkaydı.

Oyun parkı kısmındaki makineler rengârenk aydınlatılmıştı. Her köşe başını tutmuş sokak çalgıcılarının seslerine insan kahkahaları karışırken, birkaç grup dans performansları sergiliyordu. Çeşit çeşit yiyeceğin bulunduğu büfelerden, stantlardan yükselen kokular aç olmayan biri için bile cezbediciydi.

Jimmy'nin hakkı vardı. Etraf insan doluydu ama kalabalık bize aldırmıyordu.

Elimizde aldığımız dondurmalar, iskelenin ucuna kadar yürüyüp kendimize sakin bir köşe bulduk.

"Nasıl buldun?*" (*How do you like it?)

Yaklaşıp koca şapkasını ters çevirdim. Şaşkın şaşkın yüzüme bakarken, uzanıp onu öptüğümde rocky road* tadı aldım. "Çok sevdim," dedim hala dudakları dudaklarıma değerken. (*başka versiyonları olsa da genelde çikolatalı cevizli marshmallowlu dondurma)

Boştaki eli belimi buldu. "İlk tanıştığımızda böyle sevgi gösterilerinde bulunabileceğini hiç düşünmemiştim.*" (*When we first met I never thought you'd display affection like that)

Geri çekilip şapkasını eski pozisyonuna döndürdüm. Dirseklerimi korkuluklara dayayıp "Doğru düşünmüşsün," dedim şapırtılar arasından. Bir yandan da dondurmama kaldığım yerden devam ediyordum.

"Yani bu durumun benden kaynaklandığı sonucuna varabilir miyiz?"

Omzumun üzerinden ona bakarken sırıtıp "Sanırım başka açıklaması yok," dedim. Jimmy'le birlikteyken sadece birkaç gün geçirmiş olmamıza rağmen eskiden yapmakta zorlandığım şeyler kendiliğinden oluyordu. Sanki içimde baraj duvarları varmıştı da yıkılmışlar gibi!

O da yanımda korkuluklara dirseklerini dayadı.

İki saat önce bu sularda yüzüyordum ben! Nasıl bir manyaklık belli değil!

Birlikte uçsuz bucaksız okyanusu izlemeye devam ederken birden arkamızda bir hareketlenme oldu. İnsanların olağan uğultusu aniden yükseldi, hatta birkaç çığlık duydum. Mutlu ve heyecanlı çığlıklar.

İster istemez kafamı uğultunun yükseldiği tarafa çevirdiğimde gözlerimi kısıp gördüğüm kadını gerçekten görüp görmediğimi anlamaya çalıştım.

Kim Kardashian, elini tuttuğu kızıyla yürüyordu. Olayın normal olan kısmı burada bitiyordu. İkisinin etrafında bir ordu insan toplanmıştı. İkisi yürürken üç kameraman onları takip ediyor, portatif ışık kaynakları taşıyan birkaç adam da etraflarında dört dönüyordu. Ne işe yaradığı tam anlaşılmayan birkaç kişi ve korumalar da cabası. Onların etrafında da en dış halka olarak meraklı kalabalık.

Yine bir Türk olarak elbette konsantre olacağım şey bambaşkaydı. Kadının vücudundan gözlerimi alamadım. Vücudunu sımsıkı saran siyah parlak bir elbise giymişti. Beli benden ince, kalçaları benim kalçalarımın iki buçuk katıydı. Mübalağa etmiyorum! "Gerçeküstü görünüyor...*" demekten alamadım kendimi. (*She looks surreal. )

Jimmy de başını o tarafa çevirdi gülümserken. "Kimileri gerçeküstü seviyor...*" (*Some like it surreal)

İçimdeki kritik yüzeye çıkmakta fazla gecikmedi tabii. "Yani kızıyla şu an bu şekilde giyinmiş akşam gezintisi yapıyor. Öyle mi?" (*So supposedly she is taking an evening walk with her daughter all dressed up like that)

"Öyle.*" (*Supposedly)

"Etrafındakiler paparazzi mi?"

"Öyle görünüyor."

"Burada hiçbir şey öylesine olmuyor değil mi?" (*Nothing happens at random around here, does it?)

Eliyle çevremizi gösterdi. "Hayat bir sahne. Özellikle de Hollywood'ta yaşıyorsan.*" (*Life is a stage. Especially if you live in Hollywood.)

Ünlü dedikodusu duymaya hevesli damarım hemen kabarmıştı. "Tanıyor musun onu?"

"Birkaç yemekte yan yana oturmuşluğumuz var. En son geçen sene Met Galası'nda aynı masadaydık. Fena biri değil.*" (*She's alright)

"Gerçekten mi?" diye sordum çenem yerlerde.

"Evet."

"Gerçekten mi?" diye yineledim sorumu. Bence soruyu anlamamış olabilirdi.

"Evet gerçekten," dedi gülerek. "Nasıl göründüğünün farkındayım ama kolay konuşabileceğin biri. Samimi biri." (*I can imagine how she comes across but she's easy to talk to. She is real.)

"Peki ya Kanye West? O da mı göründüğü gibi değil?"

Hain bir gülümseme belirdi dudaklarında. Bir sır verir gibi kulağıma eğildi. "İşte o herif tam bir kaçık!*" (*Now that dude is batshit crazy)

O sırada Kim Kardashian'ın kızı annesinin elinden kurtulup işaret parmağıyla gösterdiği pelüş hayvancıklar satan bir dükkâna doğru koştur koştur giderken, annesiyle birlikte peşindeki ordu da o tarafa yöneldi. Şimdi fark ettiğim boom operatörü* onlara yetişebilmek için koşuyordu adeta. "Neden ünlü? Ben bunu anlayamıyorum." (*Tepeden sarkan tüylü mikrofonu taşıyan adam :))

Güldü Jimmy. "Ünlü olduğu için ünlü. Hollywood'ta olan bir şey bu.*" (*She's famous for being famous. It's a thing in Hollywood.)

"Sence bunda bir sorun yok mu?"

"Zamanlar değişti," derken çok bilge göründü Jimmy. "Şöhret kültürü de değişti."

"Bu senin gibi çabasıyla, yeteneğiyle olduğu yere gelmiş birini kızdırmıyor mu?"

Biraz düşündükten sonra omuz silkti. "Aslını istersen kızdırmıyor."

Hmm. Çünkü zaten fazlasıyla ünlüydü kendisi. Ondan olsa gerek. "Eğer Hollywood'ta başarılı olmaya çalışan biri olsaydın bence nefret ederdin bundan.*" (*If you were trying to make it in Hollywood, you'd probably hate it.)

"Belki de ederdim. Bilmiyorum.*" (*Maybe I would. I don't know.)

Pelüş dükkânından dakikalar sonra fırlayan kız bu sefer koştur koştur bizim tarafa doğru geliyordu. Kalanlar da elbette peşinden.

Hep de dondurma yediğimiz zamanları buluyorlardı bunlar! Dondurma düşmanı paparazziler ve Kim Kardashian. "Bu tarafa geliyorlar," dedim ne yapacağıma karar veremezken.

Jimmy sakince doğruldu. "Telaş yapma. Bizim için burada değiller. Dondurmanı yemeye devam et. " Bir müddet kalabalığı izledi başımın üzerinden. "Şimdi yavaşça doğrul. Panayıra doğru yürüyelim. Yanlarından geçip gideceğiz."

Yüreğim ağzımda el ele yanlarından geçiverdik. Kimse bize ikinci kez bakmadı.

Böylece bir paparazzi tehlikesi daha teğet geçiyordu bizi!

****

Oyun parkurlarının arasında dolaşırken "Dönme dolaba binelim mi?*" diye sordu Jimmy. (*Wanna ride the ferris wheel?)

Bu taraf çok daha kalabalıktı. "Emin misin?" Şansımızı daha fazla zorlamak istemiyordum. "Eve dönebiliriz artık."

"Bence gelmişken dönme dolaba da binmelisin."

Fazla karşı koymadım. Her zaman dönme dolaba binmeyi sevmişimdir zira.

Biletleri aldıktan sonra bir müddet sırada beklememiz gerekti. Jimmy şapkasını gözlerinin üzerine kadar indirdi, yüzünün geri kalanını da omzumla boynum arasına gömdü. Uzaktan bakan gözler için rapçi bir adamın uzak duramadığı sevgilisiydim.

Nihayet ufak kabine binebildiğimizde beklediğimize değdiğine karar verdim çünkü yukarıda manzara çok daha güzeldi. "Jimmy iyi ki seni dinlemişim!" Sırayla arkama, önüme, iki yanıma bakıyordum sürekli. "Harika görünüyor buradan manzara!"

"Beğenmene sevindim."

Jimmy sonrasında sessiz kaldı. Sanırım keyfini çıkarmamı istediğinden.

Birkaç tur attıktan sonra yeniden en tepeye gelmiştik ki 'tak' diye bir ses duyduk ve dönme dolap artık hareket etmiyordu.

"Sence bozuldu mu?" diye sordu Jimmy. Biraz telaşlıydı sanki.

Aşağı baktım. "Belki sadece birileri biniyordur?"

Elini elimin üzerine atıp sıkı sıkı tuttu.

Birden kenetlenmiş ellerimize baktım. "Yüksekten korkar mısın?"

"Hayır."

"Biraz gerildin sanki?"

"Hoşlanmıyorum diyelim."

Rengi kaçmıştı. Basbayağı korkuyordu. "Fobin mi var?"

"O kelimeden hoşlanmıyorum."

"Neden dönme dolaba binelim dedin öyleyse?"

"Senin hoşuna gideceğini düşündüm çünkü." O da aşağı baktı göz ucuyla. "Ve burada böyle kalacağımızı da bilmiyordum!"

Filmlerde dublör kullanmadığını biliyordum. "O kadar aksiyon sahnesini nasıl çekiyorsun sen?"

"Kaçma kovalama sahnelerini havada çekmiyoruz!"

"Peki ya yaptığın tırmanışlar?"

"Benim kontrolümde olmayınca geriliyorum daha çok." Sessiz bir nefes verdi. "Lanet olsun."

"Keşke binmeseydik. Hiçbir fikrim yoktu ki ama benim..."

"O kadar da kötü değil," diye mırıldandı. "Hiç değilse seninleyim."

"Eğer ölürsek birlikte öleceğiz,*" dedim sırıtırken. (*If we die we die together.)

Şakama gülmedi. Komik olmadığından belki de. "Sen nasıl bu kadar rahatsın?"

"Aslına bakarsan fobin olduğunu öğrenene kadar ben biraz sevinmiştim," diye itiraf ettim. "Hep en tepede takılı kalsın isterdim çocukken. Daha uzun süre binmiş olmak için."

"Dileğin gerçekleşmiş görünüyor," derken kafasını iki yana salladı. "Tam bir çılgınsın."

Dudak büküp "Pek de değil," dedim.

Yine rahatsız bir sessizlik takip etti cümlemi.

İskelenin ilerisi hala Kim Kardashian yoğunluğunu yaşıyordu.

Jimmy de bakışlarımı takip etti. "Biliyor musun umursamazdım...*" (*You know I wouldn't mind)

"Neyi umursamazdın?*" (*You wouldn't mind what?)

"Az önce paparazzilere yakalansaydık... Ya da daha önce. O zaman da umursamazdım şimdi de umursamazdım. Ve yakalayacaklar. Önünde sonunda...*" (*Just now if the paparazzi got us or even before, I wouldn't mind it then and I wouldn't mind it now. And they will get us. Eventually...)

Ben düşünmemeye çalışıyordum ama bu şey sürerse yakalanmamız da kaçınılmazdı. Daha kaç kere böyle ucuz atlatacaktık ki? "Biliyorum."

"Dünyanın sonu olmaz ya?"

Jimmy K. Simpson'ın yanındaki Türk kızı olarak anılacaktım. Bence dünyanın sonu gibi bir şeydi bu. "Herkes öğrenecek..."

Ailem, arkadaşlarım, iş arkadaşlarım, patronum...

Durup durup bazı şeylere yine yeniden uyanıyordum. Herkes öğrenecekti. Beni tanıyan tanımayan herkes.

"Üzgünüm," dedi Jimmy elimi hafifçe sıkarken.

"Sen neden üzgünsün?"

"Benimle... Fazla normal bir hayatın olamayacak."

"Burada seninle geçirdiğim zaman normaldi," dedim. "Bu normal?" Dönme dolabın tepesinde takılıp kaldığımızı saymazsak. "Sen kendin söyledin. Senin normal bir hayatın var." (*You said it yourself. You have a normal life.)

"Biliyorum öyle dediğimi. Elimden geldiğince normal bir hayat yaşamaya çalışıyorum. Basından uzak... Ailemle, arkadaşlarımla... Ama her ne kadar kendimi inandırmak istesem de... Şu geçirdiğimiz birkaç gün ödünç zaman... Benim normalim bu değil. Tam olarak değil. Hayatıma ara verdim. Bunu anlıyorsun değil mi?" (*I know I said that. I try to have a normal life. Away from the press . With friends and family. But as much as I'd like to believe it... These couple of days is borrowed time. This is not my normal. Not really. This is a break – from my life. You understand that right?)

Adam geldiğimden beri doğru dürüst sabah koşusuna bile çıkamıyordu. "Anlıyorum." Şu birkaç gün birlikte sıradan insanlar gibi zaman geçirmiş olsak da onun çekimler, röportajlar, tanıtımlar, ödül törenleri, galalar arasında geçen bir hayatı vardı. "Durup durup şaşırıyorum ne kadar ünlü olduğunu düşündükçe. Salak mıyım neyim?" diye söylendim uzaklardan bana göz kırpan ışıklara bakarken. Onlar da besbelli dalga geçiyordu benimle işte.

"Seni üzmek istemedim.*" (*I didn't mean to upset you)

"Sadece doğruyu söylüyorsun. Doğrular benim beynime işlemiyor gibi ama...* " (*You're just telling the truth. It's just... The truth seems to have a hard time registering in my brain.*)

"Gerçekten üzgünüm.*" (*I'm truly sorry.)

Neden ünlü olduğu için özür dileyip duruyordu?

"Üzgün olma. İstediğin zaman şöhreti kapatamazsın. Yaptığın iş için şöhret gerekli. Anlıyorum bunu. Ben sadece benim böyle bir şeyle uğraşmak zorunda kalacağımı düşünmemiştim. Ben önemli biri değilim." (*Don't be. You can't just turn fame off whenever it suits you. Doing what you do fame is necessary. I understand that. It's just something I never thought I'd have to deal with. I'm no one.)

"Sen her şeysin.*" (*You're everything.)

Kalbimde bir tel attı sanki.

Yine gözlerinin derinlerinde bir aldatmaca aradım. Ufak bir samimiyetsizlik. Ve yine bulamadım.

"Sen böyle kalmayı nasıl başardın?*" (*How did you manage to stay this way?)

İnce bir gülümseme yayıldı yüzüne. Dudaklarının kenarındaki sevdiğim iki paralel çizgi belirginleşti. "Böyle derken?*" (*And what way is that?)

"İnsanlar deliriyorlar. Yolda bir şeyler oluyor. Kendilerini kaybediyorlar. Başka biri oluyorlar. Şöhret bunu yapıyor.*" (*People go insane. Something happens along the way. They lose themselves. Become someone else. Fame does that.)

"Ben de delirebilirdim sanırım.*" (*I could have gone insane, I guess.)

"Peki nasıl oldu da delirmedin?" (*How come you didn't?)

"Başarmam gerekiyordu. Başka seçeneğim yoktu. Üniversiteye gitmedim. Ya aktör olacaktım ya da 12 saatlik vardiyalarda çalışacaktım. Çok çalıştım. Sanırım bu kafamı dingin tuttu. Kaybedeceğim çok şey vardı. Şımarıklık yapma lüksüm yoktu.*" (*I had to make it. I didn't have any other option. I didn't go to college. It was either acting or working 12-hour shifts. So I worked hard. I guess that helped me keeping a clear head. I had so much at stake. I didn't have the luxury to act like a spoiled little brat.)

"Ve sen başardın."

"Evet. Yalan söylemeyeceğim, bazen işler zorlaştığında bocaladığım oluyor ama geriye dönüp baktığımda pişman değilim.*" (*I'm not gonna lie, when the going gets tough I struggle but when I look back I don't have any regrets.)

"Neden pişman olacaksın ki?" Gülümsedim. Şöhret kendim için hiçbir zaman hayal ettiğim ya da istediğim bir şey olmamıştı. Yönetim danışmanlığı için doğmuştum ben! Kendi küçük dünyamda mutluydum. Bir düzenim vardı. Ama ayaklarımızın altında uzanan Los Angeles ışıkları insanın gözlerini kamaştırıyordu. Dünyaya bir iz bırakabilmek mümkündü burada. "Herkes seni hatırlayacak... Sen ölümsüzsün Jimmy.*" (*Why would you? Everyone will remember you. You're immortal, Jimmy.)

Sonra aklıma eski bir şarkı geldi, güldüm kendimi kaptırıp kurduğum cümleye. Yüksekte oksijen çarpmıştı herhalde.

"Şöhret – sonsuza dek yaşayacağım..." diye usulca mırıldandım geceye. (*Fame – I'm gonna live forever)

Kolunu omzuma atıp beni kendine çekti Jimmy. Yine o tatlı sesiyle kulağıma şarkıyı baştan mırıldanmaya başladı.

"Bebeğim bak bana/ Ve ne gördüğünü söyle/Daha en iyi tarafımı görmedin/Bana zaman tanı/Geri kalanı unutturacağım sana/İçimde çok fazlası var/Ve sen onu özgür bırakabilirsin/Elimle Ay'ı yakalayabilirim/Kim olduğumu bilmiyor musun?/Adımı hatırla/Şöhret/Sonsuza dek yaşayacağım/Yüksekten uçmayı öğreneceğim/Parçaların yerine oturduğunu hissediyorum/İnsanlar beni görecek ve çığlık atacak - Şöhret" (*Baby, look at me/And tell me what you see/You ain't seen the best of me yet/Give me time/I'll make you forget the rest/I got more in me/And you can set it free/I can catch the moon in my hand/Don't you know who I am/Remember my name/Fame/I'm gonna live forever/I'm gonna learn how to fly high/I feel it comin' together/People will see me and cry - fame)

Sonra durdu bir an.

"Yine aynı şeyi yapıyorsun. Dikkatimi dağıtmayı her seferinde başarıyorsun. Burada takılı kaldığımızı unutayım diye şarkı söyletiyorsun bana."

"Şarkıyı ben söylüyorum sanmıştım ama sen araya girdin!" diye çıkıştım yalandan bir öfkeyle. (*I thought I was singing but you cut in!)

"Ne diyebilirim? Sahne ışığını seviyorum.*" (*What can I say? I love the spotlight.)

Bana daha sıkı sarıldı. Çenesini omzuma dayayıp derin bir iç geçirdi.

"Geri döndüğünde... Ailene anlatacak mısın? Bizi anlatacak mısın onlara?*" diye fısıldadı. (*When you get back... Will you tell your family? Will you tell them about us?)

Dönme dolabın tepesindeki bu iki kişilik hayatı sonsuza dek yaşayabilseydim keşke. Sorumluluk olmadan. Kimse bilmeden.

Ama işte sonsuza dek yaşayacak bir adamın yanında olmayı seçeceksem ne bu dönme dolabın tepesinde ne de kendim için kurduğum küçük dünyada hayatıma devam etmem mümkün görünmüyordu artık.

"Anlatacağım."

Şöhret ne acayip bir şey. Şu şarkıyı uzun bir aradan sonra dinlerken düşüncelere gark oldum

Gelen bölümlerden haberdar olmak, diğer hikâyelerim hakkında bilgi edinmek, arada da canlı yayınlarıma katılmak isterseniz şöyle buyrunuz 😍😘

Instagram: @sezen.aksin

Ipagpatuloy ang Pagbabasa

Magugustuhan mo rin

2.6M 127K 55
Kitabın telif hakları bendedir. Herhangi bir durum karşısında gerekli işlemler yapılacaktır. (NOT: Başlangıçta ''Revenge'' adıyla yayınladığım hikaye...
162K 9.7K 108
2020 Watty Ödülleri Tarihi Kurgu Kazananı Tarih #1 (19.09.2020) Hiç kimse yaşattığını yaşamadan ölmezmiş. Geçmişin kanlı sayfaları bir bir önüne açıl...
5.7M 263K 86
0537******* ; Yanıyorum Akif 0537*******; Söndürelim mi? Başlama Tarihi: Aralık 2021
112K 3.5K 55
"0 54*: Mesajlaştığınız kişi bir başkomiser." Aniden Lavin'in hayatına giren başkomiser Timur Akçalı ve Lavin'in hikayesi. Yanlış numaraya mesaj atan...