Kar Küresi (İki Kitap)

By beyzaalkoc

9.8M 522K 1M

Burası bir kar küresiydi, biz de içindeki figürler. Bizi tutup salladılar, ne olduğunu anlamadık, alt üst old... More

Tanıtım
1.Bölüm : Darbemin Adı.
2.Bölüm : Kar Taneleri.
3.Bölüm : Görünmez...
4.Bölüm : Merih Devrim Uyar.
5.Bölüm : Kırmızı Bölge.
6.Bölüm : Karlar İçinde.
7.Bölüm : Karanlık Oldum.
8.Bölüm : Cehennem.
9.Bölüm : Buzlar Eridi.
10.Bölüm : Dönsün Dünya.
12.Bölüm : Bizim Büyük Yangınımız.
13.Bölüm : Kaybet Beni.
14.Bölüm : Şah.
15.Bölüm : Eylül'ün Yıldızları.
16.Bölüm : Kendi Felaketinin Alevleri.
17.Bölüm : Karanlığa Bir Kibrit Yakmak.
18.Bölüm : Artık Eve Dönemezsiniz.
19. ve 20.Bölümler
21.Bölüm : Kar Tanesi.
22.Bölüm : Kendime Doğru.
23.Bölüm : Kar Küresinin Kırık Camları.
24.Bölüm : Bizim Hikayemiz. (FİNAL)
Kar Tanesi - 1.Bölüm : Mavi Floresanlar.
2.Bölüm : Buz Kırığı
Kar Tanesi - 3.Bölüm : Ve Dünya Alt Üst Olur...
4. ve 5.Bölümler
Kar Tanesi - 6.Bölüm : Buluşma.
7.Bölüm : Kül Cehennemi
8.Bölüm ve 9.Bölüm
10.Bölüm : Cennet Sanılan Cehennem.
11.Bölüm : Domino Taşları.
12.Bölüm : Soyut İpler.
13.Bölüm : Gökyüzü Salıncağı.
14.Bölüm : Sonsuz Tutsaklık.
15.Bölüm : Kar Çiçeği.
16.Bölüm : Kırık Camlara Basarak Yürümek.
17.Bölüm : Son Bir Kibrit.
18.Bölüm : Eylül'ün Hayalleri.
19 ve 20.Bölümler
Kar Tanesi - Alternatif Final

11.Bölüm : Mezarlık.

330K 16.3K 38.9K
By beyzaalkoc

Selamlar benim güzel kar tanelerim^^

Hemen yukarıdaki müziği açalım ve bölüme geçelim, battaniyelerimize sarılmayı da unutmayalım. Zira bizi üşütecek bir bölümle geldim <3

Bölümün öncesinde tam 11 bölümlük bir geyik hikayesi okuyacağız. Okuyacağız tüm bölümler tamamen hikayemizle alakalı o yüzden mutlaka dikkatle okuyun^^

İYİ OKUMALAR DİLERİM^^



Geyiğin Hikayesi...

1) Gecenin bir vakti, kışın en başında bir geyik dünyaya geldi karlı bir ormanın en kuytu köşesinde. Yürümeye çalıştıkça düştü, düştükçe kalktı ve kalktıkça düştü. Hayatın biz kalktıkça düşüren bir çift el olduğunu anlaması çok uzun zamanını almadı bu küçük geyiğin. Hayattaki ikinci gününde fark etti ki hayat bizi hep yerde tutmaya çalışacaktı, kalkmamızı istemeyecekti, üzerimize basacak ve bizi toprağa gömmeye çalışacaktı. Biz ise kalkmak için var gücümüzle çabalayacaktık ve işte bunun ismine yaşamak diyecektik... Fakat bir gün gelecekti ve hayat başaracaktı, biz toprağın altına gömülecektik. Bunun ismine isim ölüm diyecektik, yaşamın bitişi... 

2) Günler günleri, geceler geceleri kovalarken yürümeyi öğrendi bu küçük geyik. Ormanın içini keşfe çıktığı ilk günlerde annesinin peşini hiç bırakmazdı. Korkuyordu dünyadan ve sanıyordu ki dünya bu ormandan ibaretti... Bu küçücük ormanın dünya olması bile onu bu kadar korkuturken dünyanın ne kadar büyük olduğunu bilse ne hissederdi kim bilir. Yaşlı gözleri yağan karın altında beyazlaşan ağaç dallarını izlerken içinde bir heyecan vardı.

"Anne..." demişti annesine, "Dünya hep bu kadar beyaz mı?"

Annesi gülümsedi, "Hayır," dedi yavrusuna, "Dünya bazen sadece yeşil, bazen rengarenk, bazen ise kapkaranlık olabilir. Her renge hazır olmalıyız, yoksa yaşam bizi içine çeker ve o an hangi renkse ona dönüştürür. Korktuğumuz neyse ona dönüşürüz, neyden kaçarsak o oluruz."

Oysa bu küçük geyiğin içinde dünyaya karşı inanılmaz bir heyecan, inanılmaz bir korku vardı. Korku dolu gözlerle izliyordu etrafındaki ağaçları. Peki nasıl aşacaktı içindeki bu savaşı? Yoksa aşamayacak ve korkusu neyse ona mı dönüşecekti?

3) Küçük geyik günlerden bir gün annesi ve kardeşleriyle birlikte geçirdiği uykusundan uyanmış etrafına bakınmıştı. Orman kapkaranlık ve sessizdi. Oysa uzaktan güçsüz bir ses duyduğuna yemin edebilirdi, doğruldu ve ayağa kalktı. Birkaç adım attıktan hemen sonra çok uzaklarda bir yerde ışıkları yanan bir bina gördü, bu da neydi böyle? Korkuyla geriye doğru birkaç adım attı ve annesinin yanına kıvrılıp uzandı. O an içindeki dünyada yeni bir his keşfetti küçük geyik. Merak... İçinde daha önce görmediği bu manzaraya karşı bir merak oluşmuştu. Bu merak onu buradan alıp oraya götürür müydü bilmiyordu. Tek bildiği ve tek istediği güvende olmaktı. Oysa içi içini yerken son bir kez gözlerini açtı küçük geyik. Güzel gözlerini kısarak bir kez daha uzaklara baktı ve binanın ışıklarını gördü. "Bunlar da ne böyle?" diye düşündü içinden, "Yoksa dünyadan başka bir gezegen mi görüyorum uzaklarda?" Uzun uzun izledi uzağındaki o belli belirsiz ışıklı görüntüyü. İçindeki korku ve merak birbiriyle savaşırken bu gecelik de olsa korkusunun galip geldiğine emindi, gözlerini kapattı ve uykusuna döndü... Oysa biliyordu ki bir gün merak hissi galip gelecekti ve kendisini bir bilinmeze doğru yürürken bulacaktı. Zaten hayat bir bilinmeze doğru düşe kalka yürümek değil midir? Sahi ya, nedir bu hayat?

4) Küçük geyik ve ailesi ormanın içinde yaptıkları bir sabah gezisinin ortasında önlerine çıkan ufak bir mangal ateşinin etrafında durmuş merak içinde ateşi izliyorlardı.

"Bu da ne böyle?" deyivermişti küçük geyik ateşi gördüğü ilk an heyecan içinde. Annesi hüzünle gülümsemiş ve "Ateş..." diye cevaplamıştı, sonra devam etmişti anlatmaya,

"Isıtan, aydınlatan ve yakan..." Son kelimeyi duymak ürkütmüştü küçük geyiği. Meraklı gözlerle annesinin gözlerine bakmıştı,

"Hem ısıtıyor, hem aydınlatıyor hem de yakıyor. Bir şey hem nasıl böylesine iyi hem de böylesine kötü olabilir anne?" Annesi dolu gözlerle ateşi izlemeye devam ederken başını sallamıştı,

"Dünyadaki her şey böyledir, seni ısıttığını sandığın her şey senin yangınına dönüşebilir..." 

5) Küçük geyik gecenin bir vakti uyanıp da annesi ve kardeşlerinin uyuduğunu gördüğünde tereddütle ayağa kalkmıştı. Birkaç adım atıp geçen gece gördüğü gizemli ve ışıklı binaya bir kez daha göz atmıştı. Sonra içindeki merak duygusuna yenilip birkaç adım daha atmıştı, sonra birkaç adım daha ve birkaç adım daha. Kendisini birkaç dakika içinde o binanın tam önünde bulduğunda ise kalbi deliler gibi atıyordu. İçeriden geldiğini duyduğu bağırış sesleri küçük geyiği korku içinde bırakırken ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Bu sesler neydi, bu kocaman yapı da neydi böyle? Tüylerinin ürperdiğini ve hayatında ilk defa üşüdüğünü hissediyordu küçük geyik. Tek istediği bir an önce annesinin ve kardeşlerinin yanına dönmekti. Binayı ardında bırakıp ağaçların arasında koşmaya başladı. Nihayet ailesini uyurken gördüğünde nefes alışlarının düzelmeye başladığını hissetti. Titreye titreye annesine sokuldu ve gözlerini kapattı. Oysa uyuması imkansızdı, tüm bedeni korkuyla ve merakla doluydu. Duyduğu tüm bu sesler ona ne söylüyordu bilmiyordu ama tek bir bildiği vardı... Pek de iyi şeyler olmuyordu, bu sesler yardım istiyordu. Ondan veya bir başkasından. Yardım istiyorlardı...

"Edemez miyiz?" diye bir fısıltı çıktı dudaklarının arasından. Annesi irkilerek uyandı ve yavrusunun dolu gözlerinin içine baktı. Hiçbir şey konuşmadılar, ne annesi tek bir soru sordu ne geyik tek bir cevap verdi. Öylece uzun uzun birbirlerinin gözlerinin içine baktılar ve sonra uyuyakaldılar koyun koyuna.

Ve küçük geyik o an yepyeni bir hisle tanıştı, cesaret.

Onu güvenli kollardan alıp büyük bir karmaşanın içine sürükleyebilecek kocaman bir cesaret hissi doğdu içine. Cesaret ona ne yapardı bilmiyordu, bu his onu nereye sürükledi bunu da bilmiyordu ama hayatında ilk defa kendini cesur hissediyordu.

6) Ertesi gece annesi ve kardeşleriyle birlikte her zamanki yerlerinde uzanmış gözlerini kapatmıştı küçük geyik. Oysa uyumak değildi amacı, tek amacı ailesinin uyumasını beklemekti. Uykuya daldıklarından emin olduktan hemen sonra sessizce ayağa kalkmıştı. Bu sefer dün gece olduğundan çok daha hızlı ve emin adımlarla ilerlemişti gizli yerine doğru. Korkusu giderek azalıyordu çünkü korkunun yerini merak ve cesaret doldurmuştu. Koşmuş koşmuş ve binanın tam önünde duran bir insan olduğunu görmüştü geyik. Onu görünce durup bir ağacın arkasına saklanmış ve onu izlemeye başlamıştı. Uzun kahverengi saçları ve ürkek bakışlarıyla karşısındaki binayı izleyen bu genç kız hiç de iyi görünmüyordu. Geyik ne olduğunu anlayamasa da gözlerinin önünde elini kalbine ve boğazına götürmüş, nefes almaya çalışıyordu belli ki. Küçük geyik çaresizce karşısında dizlerinin üzerine düştüğünü gördüğü bu insana nasıl yardım edebileceğini düşünüyordu. Oysa yapabileceği hiçbir şey yoktu, izlemekten başka... Garip bir duygu belirmişti kalbinde o an, sanki bu kızı hayatı boyunca hep tanımıştı, sanki onun ellerine doğmuştu. Önünde duran bu yabancıya karşı hissettiği bu tanıdıklık hissi onu şoka sokarken kızın yere yığılıp kalması geyiği korkudan deliye çevirmişti. Bilinçsizce koşmaya başlamıştı bağıra bağıra. Sanki birilerini ormanın bu noktasına çekmeye çalışıyordu ve başarıyordu da. Uzaklarda görünen bir yabancı kıza doğru koşuyordu...

7)  Ormanın derinliklerinden gelen bu yabancı adam yere yığılmış bu genç kızı kollarının arasında tutup kaldırırken her şeyi bir bir izliyordu küçük geyik. Bu iki yabancı birlikte ormanın derinliklerine doğru ilerlerlerken yarı baygın bir halde sayıklayan genç kız gözlerini açmış ve sadece birkaç saniyeliğine küçük geyikle göz göze gelmişti. Geyik o an inanılmaz bir ürperti hissetmişti her bir hücresinde. Gördüğü gözler sanki kendi gözleriydi... Ürkek ve şaşkın gözlerle bakmıştı karşısındaki güçsüz bakışlara sanki bir gölden su içerken izlediği yansımasını izler gibi.

"Sen kimsin?" diye düşünmüştü içinden, "Ben misin?"

Her şey biraz biraz oydu aslında, yerdeki kar birikintileri, ağaç dalları, gökyüzündeki yıldızlar, kulağındaki rüzgar sesi. Fakat az önce gördüğü bir çift gözün hissettirdiğini hissettirememişti hiçbir şey ona. Kendisini bu iki yabancının peşinde bulmuştu küçük geyik. Onları izlemiş, takip etmiş ve tahtadan bir eve girdiklerinde ise derin bir nefes almıştı. Nihayet ailesinin yanına dönme vakti gelmişti fakat nasıl döneceğini bilmiyordu. Ormanın içinde saatlerce dolaşıp durmuş ve en sonunda kaybolduğunu anlamıştı. Kafasında ise tek bir soru vardı,

"Ben hiç bulunmadım ki... Nasıl kaybolurum?"

8) Küçük geyik ormanda tek başına geçirdiği saatlerin sonunda kaybolduğunu tamamen kabullenmiş ve pes etmişti. Artık o kadar yorulmuştu ki bir ağacın kenarına kıvrılmış ve uyumaya karar vermişti. Annesi ve kardeşlerinin onu bulmasını umarak daldığı uykusunda o kadar üşümüştü ki neredeyse donmak üzereyken uyanmıştı. Ve anlamıştı ki bu zamana kadar onu ısıtan yanındaki ailesiydi... O kadar üşüyordu ki yerinden kıpırdayamıyordu bile. Gözleri uzakta yakılan bir kamp ateşine takılıvermişti. Kendisini o ateşin yanına gittiğini hayal ederek ısıtmaya çalışıyordu. Hatta o kadar üşüyordu ki o an ateşin içine girmek istiyordu. Annesinin ona anlattığı cennet ve cehennem hikayelerini hatırladı bir anlığına ve anladı ki bir kalp çok üşüyünce yanmayı bile düşleyebiliyordu...

9) Küçük geyik geceyi tek başına geçirdi. Gözleri gökyüzündeki yıldızlardaydı. Onlara bakıp ailesinin bir yansımasını görmeyi hayal ediyordu sanki, oysa yıldızlar ona yardım etmiyordu o gece. Tek isteği bir yıldızın kayışına şahit olmak ve ailesini bulmayı dilemekti. Annesi anlatmıştı bunu ona.

"Bir yıldızın kayışına şahit olanın kabul olmayacak dileği yoktur." demişti.

Uzun uzun bekledi geyik, hiç gözünü kırpmadı ve sonra kayıverdi bir yıldız gözlerinin önünde. Dileğini diledi, sabah oldu ve kavuştu ailesiyle. Çünkü masallarda her şey mümkündü, çünkü masallar imkansızlığın var olmadığı tek yerdi.

10)   Küçük geyik ve kardeşleri bir akşam uyumaya hazırlanırlarken küçük geyiğin gözleri annesinin gözlerine takılı kalmıştı. Annesi ormanın içinde yanan ufak bir kamp ateşini izliyordu yine. Bu onun annesini bir ateşi izlerken kim bilir kaçıncı görüşüydü... Annesinin ateşle bir savaşı vardı sanki.

"Anne..." dedi sessizce küçük geyik, "Hani sana bir gün babam nasıl öldü demiştim. Hatırlıyor musun?"

"Evet..." dedi annesi, "Hatırlıyorum."

"Sen de çok üşüdü ve öyle öldü demiştin. Babam çok üşüdüğü için mi öldü yoksa ısınmak istediği için mi öldü anne?" Küçük geyiğin sesi titriyordu. Annesi dolmuş gözlerini yavrusunun gözlerine çevirdi.

"Ne demek istiyorsun yavrum?"

"Babam ateşin içine girdi, değil mi?" diye sordu titreyen sesiyle. Annesi uzun uzun ateşi izledi. Sessizce başını salladı.

"Çok üşüdü ve cehennemi düşledi." diye mırıldandı annesi, o gece bir daha kimsenin ağzından tek bir cümle dahi çıkmadı. Herkes sustu ama kimse uyumadı...



11) Küçük geyik yine bir gece gözlerini açıp da uzaklardan bir yerden güçlü bir çığlık işitince ailesini oracıkta bırakıp koşmaya başladı. Kendisini binanın önünde bulduğunda aklında tek bir düşünce vardı, bu binadaki insanlar kurtartılmak için yalvarıyorlardı ve bu geyiğin içi onları kurtaracağına dair büyük bir inançla doluydu. O an sanki babasını görür gibi oldu binanın bahçesinde, babasına doğru bir adım attı ve siliniverdi babasının hayali... Küçük geyiğin içi binlerce hisle, binlerce hikayeyle doldu o an. Koşmaya başladı, gittiği yer belliydi...

Gözlerinde kendi gözlerini gördüğü o insanın yanına gidiyordu.

Kendisini bulmaya, onu buraya davet etmeye gidiyordu...



11.Bölüm : Mezarlık.

*Artık eve dönemezsin.*


Merih'in yanından ona tek kelime dahi etmeden ayrılıp odama döndüğümde ardımda kalmanın ona ne kadar büyük bir acı verdiğini biliyordum. Yaşadığım şok beni onun yanında durmaya değil odama dönüp perdelerimi kapatıp kendi karanlığımın ortasında düşünmeye itmişti. Hayatım boyunca hep tek başıma kalmaya doğru itilmiştim yaşadığım her korkuda, evet korkuyordum. Odama girer girmez perdelerimi kapatıp odamı karartıp mumlarımı yaktıktan sonra yere oturdum. Cebimden çıkardığım aynayı yere koydum ve gözlerimi aynadaki gözlerime diktim. Kaşlarımı çattım ve tüm hayatımın gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçip gitmesine izin verdim. Merih'in anlattığı her anı gözlerimin önündeydi şimdi, olmadığını inkar ettiğim her şey aklımdaydı. Çocukluğumu yaşayamayışım, başımın hep yere eğik oluşu, annemle asla konuşamayışım ve hep mutsuz oluşum. Kimsenin beni fark etmediğini, görmediğini ve belki de görünmez olduğumu düşünerek üzülerek geçirdiğim yıllarım ve en sonunda başımı yerden kaldırmadığım için beni gören bir insan olduğunu yıllarca göremeyişim... Salak oluşum, çok ama çok salak oluşum. Aptal bir geri zekalı oluşum. Aynen öyle. Ötesi değil.

"Şimdi sen bir ipin üzerinde yürüyorsun." diye fısıldadım kendime, aynadaki gözlerime bakarak.

"Biliyorsun ki bu ip yerde olsaydı adı çizgi olacaktı. Bir karış mesafeyle kaçırıyorsun dimdik yürümeyi, o ip bir karış havada ve bu yüzden yere baka baka yürüyorsun hayatın boyunca. Düşmemeye çalışıyorsun, ellerin havada, dengede kalabilmek için çaresizce havaya tutunuyorsun. Biri gelsin de iplerinin uçlarını kessin, düşeyim ama artık bir çizgi üzerinde yürüyeyim diyorsun. Yere inmek için, düşmeyi göze alıyorsun."

Sonra sustum, mumlarımdan biri kendi kendine söndü ve ben bunu da umursamadım. Siz hiç düşmemek için havaya tutunmaya çalıştınız mı? Böylesine bir çaresizliği tattınız mı?

Tattınız, biliyorum...

Peki ya çok güçlü olursak? Yerçekimini bile kaybedecek kadar güçlü olursak ve havaya tutunmak zorunda kalmazsak, havadan bile güçlü olursak ne olur? Hayat bana öğretti ki ne güçsüz olmak bizi düşürüyor yere ne de güçlü olmak tutacak bizi havada. Düşeceksek düşeceğiz, uçacaksak uçacağız. Uçmanın yerçekimiyle alakası yok, düşmenin olmadığı gibi. Olmamız gereken tek bir şey var, o da kendimiz olmak. Dolu gözlerim aynada ve biliyorum ki tek çıkış yolum düşüyor olduğumu kabullenmek. Kalkabilmek için yerde olduğumu kabullenmem gerekiyor...

Evet, yerdeyim.

Dipteyim.

En sonundayım evrenin ve daha ötesi yok bulunduğum derinliğin.

Kendine "iyiyim" demeyi bırak, itiraf et kötü hissettiğini. Sonra sağ elini sol koluna doğru uzat, kendi elinle tut kendi kolunu. "Ben buradayım, seni tutuyorum." de kendine, yalnız değilsin. Sen buradasın ve seni tutuyorsun. Üstelik belki bana inanmazsın ama bu satırı da sen yazdın... Bazı yerlerinde evrenin ve bazı zamanlarında, birileri çok kötü şeyler yaşadı ve hepsi geçip gitti. Hepsi her zaman geçip gider zaten. Mutluluk bile acı çektirici olabilir, kabullen bunu. Kabullenemediğin hiçbir şey olmasın. O kadar hazırlıklı ol ki her şeye evren bile şaşırsın seni yıktıkça nasıl da ayağa kalktığına. O kadar yorul ki dinlenmenin değerini anla. O kadar üzül ki mutluluğun değerini anla. Ve belki bana hak vermeyeceksin ama mutsuzluğun da değerini anla, çünkü mutsuzluk da bir parçan senin ve ne olursa olsun her parçanın değerini bilmelisin. Sahip olduğun tek şey kendinsin.

Saatler geçerken ve hava giderek kararırken tek yaptığım yerde oturmak ve düşünmekti. Merkezin koridorundan gelen sarı ışık ve mumların aydınlattığı odam bir anda yarı yarıya kararınca başımı kapıya doğru çevirdim. Koridordaki ışık sönmüştü. Dışarıdaki odaların kapıları bir bir açılırken kaşlarımı çatarak ayağa kalktım. Kapımı aralayıp dışarıya doğru kafamı uzattığımda tüm merkezin kapkaranlık olduğunu gördüm.

"Eylül!" Asya'nın telaşlı sesini duyduğum an sesin nereden geldiğini bile göremiyordum.

"Ne oldu? Işıklar neden yanmıyor?" diye sordum merakla. Asya'nın yanıma yaklaştığını hissettim, telefonunu cebinden çıkarıp el fenerini yaktı ve nihayet onu gördüm.

"Elektrikler gitti... Mesaj atmışlar, görmedin mi?"

"Hayır, ne mesajı?"

"Dört saatlik bir kesinti olacakmış. Odalarımızdan çıkmamamızı söylemişler. Ben Reva'nın yanına gidiyorum, sen de gelir misin? Yalnız kalmak istemiyorum."

"Ben mi?" dedim duraksayarak, kaşlarımı çattım ve tereddütle cevapladım, "Ben uyuyacağım. Eğer uyku tutmazsa yanınıza gelirim..."

"Tamam kuzum, bir şey olursa mesaj at hemen geliriz! İyisin, değil mi?"

"İyiyim..." dedim halsiz bir sesle.

"Kötü görünüyorsun."

"Her zamanki halim." Asya'ya buruk bir gülümsemeyle baktığım sırada odama doğru bir adım attım, "İyi geceler, iyi eğlenceler size." diye mırıldandım.

"İyi geceler kuzum, haberleşiriz." Odamın kapısını kapattım ve masamın başına geçip yanan son mumlarımın ışığında bir kağıt bir kalem alıp bir not yazmaya başladım.

"Sevgili Merih," diye başladım notuma, "Seni tanıdığım ilk günden beri bana verdiğin tanıdıklık hissinin bir anlamı varmış, meğer hep yanı başımdaymışsın, meğer aslında bana bir yabancı değilmişsin... İnan bana senden bana kendini anlatmanı istediğim kadar bana beni anlatmanı da istiyorum. Bu gece gel ayrı odaların tavanlarını izlemeyelim. Gel, bu gece aynı tavanı izleyelim. Gel bir tavanı paylaşalım. Gel de bana beni anlat, inan bana kendimi tanımaya çok ihtiyacım var..."

Sol gözümden bir damla gözyaşı akıp kağıda damlarken ağladığımı umursamadan doğruldum ve notla beraber odamdan çıktım. Elimdeki mum merdivenleri aydınlatabildiği kadar aydınlatırken herkes odalarından çıkmış birbirlerinin odalarının kapılarını çalıyordu. Notumu Merih'in odasının kapısının altından attıktan hemen sonra yavaş yavaş geri döndüm ve merdivenleri indim. Odama girip mumumu masamın üzerine koydum. Sonra yatağımın üzerindeki yorganı yere serdim, üzerine iki yastık koydum ve sadece bir dakika sonra kapının çalmasıyla birlikte kapıya doğru yöneldim. Kapıyı açtım, onu gördüm ve derin bir nefes aldım.

"Hoş geldin." diye mırıldandım ürkek bir sesle. Gözleri o kadar mahcup, o kadar duygu dolu bakıyordu ki kendi yansımamı onun gözlerinin içinde görmek bana inanılmaz bir güven hissi veriyordu.

"Hoş buldum." dedi sessizce. Üzerinde koyu gri bir eşofman, üzerinde koyu yeşil bir kapüşonlu vardı. Ellerindeki siyah eldivenleri yine yerlerini almıştı. Hiçbir şey söylemedi, içeri girdi ve yerdeki yorganın üzerine yatıp başını yastıklardan birine koydu. Birkaç saniye onu izledikten sonra yanına uzandım ve başımı yanındaki yastığa yasladım.

"Yer yataklarını çok severim, biliyor musun?" diye mırıldandı. Birbirimize bakmıyorduk, mumların tavanda oluşturduğu gölgelerimizi izliyorduk öylece...

"Ben de." dedim sakince, "Bana hala çocukmuşum gibi hissettiriyorlar." Merih derin bir nefes aldı.

"Sen hala bir çocuksun zaten." diye cevapladı cümlemi.

"Neden öyle dedin?"

"Öylesin Eylül... Ruhun bir çocuğun ruhu kadar masum ve temiz. O kadar iyi bir kalbin var ki ömrüm boyunca seni incitecekler diye korkarak yaşadım seni uzaktan uzağa izlerken..."

"Anlatacak mısın?" diye sordum gözlerimi tavandan ayırmadan.

"Neyi?"

"Beni... Bana beni anlatacak mısın Merih? Kimim ben?"

"Ben buraya seni dinlemeye geldim Eylül. Sen anlat, ben dinleyeyim..."

"Benim anlatacak hiçbir şeyim yok ki."

"Tamam o zaman. Sen sus, ben onu da dinlerim."

Sonra başını bana doğru çevirdi, yüzüme birkaç saniye baktı ve iç çekerek tekrar tavana bakmaya başladı. Bu sefer ona doğru başını çeviren ben oldum, ben de aynı onun yaptığı gibi birkaç saniye boyunca yüzünü izledim. Güzel burnunu, ela gözlerini, kalın dudaklarını ve her şeyden öte yüzündeki o güçlü ifadeyi izledim. Hissettiğim birçok şey vardı o an ama kendimi o kadar tanımıyordum ki duygularıma ve hislerime isim dahi koyamıyordum. Size herkesi saatlerce anlatabilirdim ama konu kendim olunca tek kelime edemiyordum işte...

"Seni izlemek bana dünyanın en güçlü insanıymışım gibi hissettiriyor." dedi Merih sesi bir fısıltı gibi çıkarken.

"Neden?" dedim anlam veremeyerek, "Benim kadar güçsüzünü tanıdın mı hayatın boyunca?" Merih şaşkınlıkla yüzüme baktı. Kaşlarını çatarak yüzümü izlerken gözlerim onun söylediğime anlam vermeye çalışan hayret dolu gözlerindeydi.

"Hayatım boyunca senin kadar güçlü bir insan daha tanımadım ben Eylül. Herkesin savaşı gözle görülürken sen doğduğundan beri görünmez bir düşmanla savaşıyorsun. Sen hiç görmediğin, duymadığın bir varlıkla savaşıyorsun. Sen içindeki hislerle, duygularla savaşıyorsun. Bir hayaleti yenmeye çalışıyorsun. Daha ne kadar güçlü olabilirsin ki?" Gözlerimden birer damla yaş akarken Merih ağladığımı görmesin diye başımı sola doğru çevirdim. Oysa Merih'in bakışları hala üzerimdeydi.

"Eylül..." dedi titreyen sesiyle, "Sen yanımdayken kendimi o kadar güçlü hissediyorum ki herkese ve her şeye savaş açmak istiyorum. Seni yanıma tüm dünyayı karşıma almak istiyorum. Benimle mutlu olacağını bilsem seni kimse benim yanımdan ayırabilir mi sanıyorsun?"

Sonra gözlerimi onun gözlerine çevirdim, dolu gözlerimle onun gözlerine baktığım sırada Merih gözlerini kapattı.

"Seni sen bilmesen de defalarca böyle ağlarken gördüm ben. Artık dayanamıyorum buna..." Ağladığımı görmemek için gözleri kapalı bir halde konuşuyordu. Bir yandan anlatıyor bir yandan göz kapaklarının ardına saklanıyordu.

"Hani annen veya baban olmadan dışarı çıkıp evinizin çevresinde tek başına gezmeye çalışıyordun ya, aşmaya çalışıyordun korkularını..."

"Evet?" dedim gözyaşlarımın arasında, anlattıkları bir bir gözümde canlanıyordu.

"Başına gelen her şeyi beraber atlattık aslında."

"Nasıl?" diye sordum merakla.

"Sokakların arasında kaybolduğunda durup yanına gelip sana yol tarif eden bir teyze vardı, hatırladın mı? Onu yanına yollayan bendim aslında. Başka bir gün yine sokakların arasında gezerken yanlışlıkla girdiğin semt pazarının içinde kendini kötü hissetmiştin hani, elin kalbinde geziyordun. Yanına gelip sana su ikram eden ve çıkışı tarif eden küçük çocuğu da ben yollamıştım yanıma."

"Çocuk bana suyu belediye dağıtıyor demişti." dedim şaşkınlıkla. Merih'in sessizce güldüğünü duydum, gözleri ise hala kapalıydı.

"Yalan konusunda iyiyimdir..." Gözyaşlarım yanaklarımda kururken istemsizce dudaklarımın yukarı doğru kıvrıldığını fark ettim.

"Hani karşıdan karşıya geçiyordun bir gün, yolun ortasına geldiğinde arabalara yeşil ışık yanmıştı. Sen de telaş yapmıştın, bir anlığına yolda durup ışığa bakakalmıştın. Bir araba da sana defalarca korna çalmıştı, sonra çok kötü hissetmiştin, koşarak karşıya geçip kaldırımda oturmuş ve nefes alışlarının düzelmesini beklemek zorunda kalmıştın. Hatırladın mı?"

"Hatırladım..."

"O adamı dövdüm ben."

"Ne?" dedim şok içinde, Merih gözlerini açtı. Başını sallayarak tavanı izlemeye devam etti.

"Şiddeti övdüğümden değil, yanlış anlama. Ama o kornaya da öyle basılmaz... Daha o kadar çok şey var ki sana böyle anlatabileceğim. Fakat benim aklımdan silinmeyen anlar hep o kadar farklı ki. Günbatımını öyle bir izliyordun ki mesela ben de durup seni izliyordum. Günün en önemli iki olayı gündoğumu ve günbatımı değildi mesela, günün en önemli iki olayı senin gündoğumunu izlemen ve senin günbatımını izlemendi."

"Ve senin beni izlemen..." diye mırıldandım sessizce, Merih'in belli belirsiz güldüğünü duydum.

"Günbatımı ve gündoğumunu izlemek seni izlemenin yanında pek bir şey ifade etmiyordu." dedi ve başını bana doğru çevirip uzun uzun izledi beni. Kaşlarını çatmış ve içindeki düşüncelerle savaş veriyordu sanki o an.

"Her şeye o kadar dikkatli bakıyorsun ki, her şeyi o kadar dikkatli izliyorsun ki seni izlerken bir şey fark ettim. Bir an durdum ve hayatımda ilk defa gördüğüm her şeyi birine daha göstermek istediğimi fark ettim. Her şeyi sana göstermek, yorumunu dinlemek, sana hissettirdiklerini anlamak isterdim. Mumlar mesela..." diye mırıldandı ve ben gözlerimi masadaki mumlara çevirirken Merih merakla sordu.

"Mumlar ne ifade ediyorlar sana da tüm gece onları izliyorsun böyle merakla?" Derin bir nefes alıp konuşmaya başladım gözlerimin mumların üzerinden ayırmadan.

"Mumlar bana umut veriyor... Sanki şey gibi hissediyorum... Nasıl anlatılır bilmiyorum ama..."

"İçinden geçen ilk cümleyi söyle Eylül, senin içinden geçen bir cümlenin kötü olma ihtimali yok."

"Sanki şey gibi... Hava ne kadar karanlık olursa olsun var edebiliriz mumdan bir güneş."

Merih hayranlıkla yüzümü izlerken derin bir iç çekti. Gözleri gözlerimdeyken ürkek bakışlarım mumların üzerinde gezinmeye devam ediyordu. Gözleri gözlerimde gezinirken kulaklarımızın duyduğu tek ses dışarıdaki fırtınanın ağaç dallarına karşı acımasızlığının sesiydi.

"Çok üzülüyordun değil mi diğerleri gibi hayata yetişemediğin için, hayata geç kalıyormuşsun gibi hissediyordun..." diye sordu Merih.

"Evet..." diye fısıldadım başımı sallayarak.

"Eylül... Bırak gündüz onların olsun, bizim gecelerimiz var."

Merih'in gözleri kalbimi o kadar büyük bir güven hissiyle dolduruyordu ki şuracıkta uyuyabilirdim. Hayatım boyunca hiç hissetmediğim kadar huzurlu hissediyordum kendimi. Birinin beni bu kadar iyi anlayabildiğini bilmek bana öylesine güzel duygular hissettirmişti ki neredeyse sadece ve sadece benimle konuştuğu için teşekkür edecektim ona. Sonra bahçeden gelen fırtına sesine bambaşka bir ses eklendi ikimizin de başı pencereye doğru dönerken.

"Bu da ne?" diye soruverdim bir anda korkuyla. Merih merakla ayağa kalkarken peşinden ilerliyordum.

"Geyik..." diye fısıldadı Merih pencerenin tam önünde duran ve bizi izleyen geyiği işaret ederek. Küçücük, belki de yürümeyi bile yeni öğrenmiş bir yavruydu penceremizin önündeki bu geyik.

"Bu geyiği daha önce de gördüğüme yemin edebilirim." diye mırıldandım şaşkınlıkla.

"Ben de." dedi Merih aynı şaşkınlıkla. Gözlerim geyiğin gözlerine kaydı o an. Direkt olarak bana ve benim gözlerime bakıyordu. Ağzından ilk defa duyduğum bir ses çıkarıyordu ve başıyla ormanın derinliklerini işaret ediyordu.

"Merih... Delirdiğimi düşünme ama bu geyik bizi çağırıyor olabilir mi?" diye sordum şok içinde. Merih'in bakışları bakışlarımla buluştu.

"Eylül," dedi, "Delirdiğimi düşünme ama bu geyik bizi çağırıyor."

Sadece birkaç dakika sonra odamdan çıkmış ve merdivenlere yönelmiştik. Sessizce merdivenleri indikten sonra kimseye görünmeden, karanlıkta bir ışık dahi açmadan bahçeye indik. Geyik oradaydı, bahçenin tam ortasında durmuş bize bakıyordu.

"Bize bakıyor, görüyorsun değil mi?" diye sordum Merih'i halüsinasyon görüp görmediğimi anlamak için.

"Görüyorum, sen arkamda dur..."

Geyik bizim ona doğru ilerlediğimizden emin olunca arkasını döndü ve yavaş yavaş ormana doğru yürümeye başladı. Geyik önde biz arkasında Merih'in telefonunun ışığıyla ilerliyorduk bilinmezliğe doğru. İçimdeki ürperti bana Merih'in kolunu sıkıca tuttururken Merih ise hiç de korkuyor gibi görünmüyordu.

"Hiç mi korkmuyorsun?" gibi bir fısıltı çıktı ağzımdan. Geyik durdu, başını yana doğru çeviri göz ucuyla bize baktı.

"Konuşmamızı istemiyor galiba." diye fısıldadı Merih. Başımı salladım. Geyik tüm asaletiyle yürümeye devam ederken yaklaşık on beş dakika sonra bizi nereye getirdiğini anlamak üzereydik. Kırmızı bölge dedikleri bölgenin tam önündeydik, oysa geyik burada durmak yerine bizi biraz daha ilerletti ve binanın arkasındaki karlar içindeki ıssız bahçede durdu. Bize doğru döndü ve karların üzerinde gezinmeye başladı.

"Ne anlatmak istiyorsun bize?" diye soruverdim gözlerine bakarak, "Bir şeyler söylemek istiyor Merih... Baksana, bir şeyler göstermek istiyor." Merih başını salladı.

"Burada kal, ışığı tut ve bekle. Sakın bir yere kıpırdama Eylül. Gel bakalım ufaklık, ne göstermek istiyorsun bize?" Geyiğe doğru yürüdü ve geyiği ayağıyla kazımaya çalıştığı kar birikintilerini duvara yaslı küçük bir kürekle sağa sola ötelemeye başladı Merih. Önce kar birikintileri kalktı geyik de ben de Merih'i izlerken, sonra toprak çıktı ortaya ve onun da altında bizi şoka sokan bir manzara gördü gözlerimiz.

"Merih!" Ağzımdan ufak ve korku dolu bir çığlık çıkarken Merih gördüğü manzaraya şok içinde bakıyordu.

"Bu bir el..." dedim titreyen sesimle, "Bu bir insan eli..."

"Evet," dedi Merih öfkeden kalınlaşmış sesiyle, "Muhtemelen devamı da var..."

Kalbimin deli gibi atışı, nefes alıp verişlerimi takip edemeyişimle birlikte tek yaptığım yere kar yığıntılarının üzerine oturmak ve tüm bu olan bitene anlam vermeye çalışmaktı. Geyik karların üzerinde ısrarla dolaşmaya devam ederken Merih geyiği izliyordu.

"Daha fazlası da var..." dedi bir ölüm sessizliği içinde, "Açıp da sana göstermek istemem ama belli ki tüm bahçe bunlarla dolu."

"Neden?" diye fısıldadım gözyaşları içinde, "Neden?"

Gözlerim önce Merih'in gözlerine kaydı, aklında birçok sebep olduğu belliydi, kafasının içinden binlerce hikaye geçtiği belliydi. Ben yanında olmasam bütün bahçeyi kazacağını da adım kadar iyi biliyordum. Gözlerim Merih'in gözlerinden geyiğin gözlerine kaydığında onun da ilgiyle benim gözlerimi izlediğini fark ettim. Geyiğin gözleri benim gözlerime o kadar benziyordu ki bir anlığına aynaya bakıyor gibi hissettim. Sanki benim penceremin önünde olmasının bir sebebi vardı, gelip beni bulmasının ve buraya getirmesinin bir sebebi vardı.

"Merih..." diye fısıldadım titreyen sesimle, "Şu an biz..." dedim ellerim yerdeki kar birikintisine dokunurken. Ben cümlemi tamamlayamazken Merih soğukkanlı bir sesle sertçe cümlemi tamamladı.

"Evet Eylül. Şu an bir mezarlığın üzerindeyiz."

Hayatım boyunca insanlardan kaçtım, hayatım boyunca kalabalıklardan kaçtım, hayatım boyunca gürültülerden kaçtım. Şimdi ise buradayım, onlarca insanın yanında, onlarca durmuş kalbin tam üzerindeyim. Oysa kaçmıyorum. Korkmuyorum da. Çünkü dünyanın en sessiz yeridir mezarlıklar, insan ancak ölünce mi susar?

Peki tüm bunların anlamı ne? Bir akıl hastanesinin arka bahçesinin karlarla kaplı toprağının altının ölü insanlarla dolu olmasının anlamı ne? Kim bu insanlar? Neden buradalar ve neden ölüler? Bizim burada ne işimiz var ve tüm bunlar bize ne anlatmaya çalışıyor? Hayat bizi neden bir araya getirdi ve sürükledi buraya? Hiçbir şeyin sebepsiz olmadığına emin olduğum kadar eminim artık ters giden bir şeyler olduğuna. Herkesin bir felaketi vardır bu dünyada, bizimki gözlerimizin önünde duruyordu şimdi. Kollarımı açıyorum felaketime, hoş geldin diyorum.

"Ne yapacağız?" diye soruyor dudaklarım buz kesmiş dudaklarım.

Hiçbir cevap vermiyor Merih. Gözlerini dikmiş yere sanki ayaklarımızın altında yatan kaç kişi olduğunu hesaplamaya çalışıyor. O an içime çok farklı bir his doğuyor.

Hayatımda ilk defa artık eve dönemeyeceğimi hissediyorum.

"Artık eve dönemeyeceğiz, değil mi?" diye soruyorum Merih'e. Neden böyle hissettiğimi bilmiyorum, bunu neden düşündüğümü de anlamıyorum ama kalbimin en derin yerinde buna emin gibiyim. Gözleri gözlerime kayıyor. Cevap vermiyor, oysa bakışlarından söylemek istediği her şeyi anlayabiliyorum.

"Evet," diye tekrar ediyorum, "Artık eve dönemeyeceğiz." 


Tekrar selam canımın içleri :')

Bu bölüm benim en sevdiğim bölüm oldu diyebilirim, uzun zamandır geyiğin hikayesini yazıyor ve Eylül'le karşılaşmalarını bekliyordum, onun hikayesini okumaya da devam edeceğiz ama ben yazarken inanılmaz etkilendim... Gözlerim dola dola yazdım.

Peki sizce bu insan ölüleri ne anlama geliyor? Bu işin bu kadar büyük çıkacağını tahmin etmiş miydiniz? Teorilerinizi bir kez daha okumak istiyorum. 

Ve bir sorum daha var, MERİH'E CİDDİ CİDDİ AŞIK OLMAYA BAŞLADIK DEĞİL Mİ? AHDSBFHNG BEN OLDUM BİLE <3

Daha fazla uzatmadan yorumlarınızı okumaya geçiyorum, sizi çok ama çok seviyorum^^

Görüşmek üzere :')

Continue Reading

You'll Also Like

2.3M 72.5K 57
İtalyan bir mafya... Başka açıklamaya gerek var mı? Ters köşelere doyamayacağınız. Her an şaşırarak sürükleneceğiniz bir kitap hayal edin.. Sonra oku...
82.3K 3.7K 22
~Yeşim Deniz ~ Kendisi hayatını yaşıyor sanarken daha gerçek hayattı ile bile tanışmaması gerçeği fakat hayatı olan adam Alaz Karadağ onu 7 yıldır ta...
2.1M 132K 60
pabucumun bayboyu Ayşen: Ama senin gibi tiplerden hoşlanmam. Ayşen: Senin gibi tipler dediğim. Ayşen: Kötü çocuk gibi takılan. Ayşen: Zeki ve çalışk...
1M 60.6K 41
Ayağa kalkıp göz yaşlarımı sildim. Gözlerim son kez baktı ardından. Son kez seslendim adını. Bana öyle bir yara bırakmıştı ki, asla affetmeyecektim o...