SOKAK NÖBETÇİLERİ

By asliaarslan

54.4M 2.1M 15M

16 Mayıs 2021 güncellemesi: Bölüm yorumlarında fazlasıyla spoiler olabilir, eğer hoşlanmıyor ve keyif alarak... More

GİRİŞ
1. TAKİPÇİ
2. MERHAMET
3. GÜNLÜK
4. PLANLAR ve MASKELER
5. SAVAŞ PİYONU
6. İYİ ve KÖTÜ
7. GEÇMİŞTEN MEKTUP
8. LİDER
9. KORKU TOHUMU
10. ÖLÜM ARAFI
11. ÇOCUKLUK HAYALLERİ
12. İNANCIN İKİ YÜZÜ
13. VİCDAN MAHKEMESİ
14. GÜCÜN PARMAK İZİ (Part 1)
15. GÜCÜN PARMAK İZİ (Part 2)
16. GEÇMİŞİN KUKLALARI
17. İHANETİN İLK LEKESİ
18. NEFRET KORKUSU
19. TARİHLER ve LANETLER
20. KİLİTLİ HAYALLER
21. İLK ve SON
22. SOKAK LAMBASI
23. GÜVENİN İKİ YÜZÜ
24. ÇIKMAZ SOKAKLAR
25. ÖLÜM NÖBETÇİSİ
26. YUVA
27. İNTİKAMIN İLK LEKESİ
28. GEÇ KALINMIŞ İTİRAF
29. KİMSESİZ YÜZLER
30. ÖFKENİN YANKISI
31. DÜĞÜMLENMİŞ ELLER
33. GERÇEK YÜZLER
34. YANLIŞ TERCİHLER
35. YILBAŞI PARTİSİ
36. GEÇMİŞİN KÜLLERİ
37. KALBİN İKİ YÜZÜ
38. YALAN ÇIKMAZI
39. GÜCÜN RENGİ
40. AİLE
41. GEÇMİŞ MEZARLIĞI
SOKAK NÖBETÇİLERİ KİTAP OLUYOR!
GÜZEL BİR ANI
42. ÇARESİZLİĞİN RENGİ
SOKAK NÖBETÇİLERİ KİTAP OLDU!
43. BAŞKA YOLLAR VE KADERLER
44. KORKAKLARIN İNTİKAMI
45. KIYAMET ÖNCESİ
46. HAYAL MEZARLIĞI
47. BAŞKA BİR HAYAT
SOKAK NÖBETÇİLERİ 2 KİTAP OLDU!
48. TERK EDİLMİŞ MEZARLIKLAR
49. MASALLAR VE GERÇEKLER
50. DÜĞÜM
51. FEDA
52. KÖRDÜĞÜM
53. KIYAMET
54. ANAHTAR
55. KUMAR ve BEDEL
56. KADERİN SON CÜMLESİ
57. YEDİ MUCİZE ÇOCUK
SONSUZA KADAR

32. YEDİNCİ KİŞİ

814K 37.6K 246K
By asliaarslan

Keyifli okumalar!

Şarkılar: Muse, Time is Running Out
Sezen Aksu, Biliyorsun
Gordi, Heaven I Know

Koza'nın güncesinden...                

29.12.2019

Uzun zamandır bu günlüğe tek bir cümle yazmadım.

Ama bugün, içimde taşıdığım iki kişi de dedi ki, unutmamak için yaz çünkü birgün vicdanın ses verirse senden çalınan hayatı anımsa ve hayatını mahvedenler için tekrar tekrar oku.

Beni büyüten kişi derdi ki, senin hayatını mahvedenler, senin düşmanındır.
Beni büyüten kişi derdi ki, senin hayatını çalanlar, senin düşmanındır.

Beni büyüten kişi derdi ki, ben senin düşmanınım.
Beni büyüten kişi, benim gibi bir çocuktu ve tek düşmanımdı.

Bugün, tek düşmanımın çaldığı ve mahvettiği hayatım için bedelini ödeteceğim.

Unutma, Koza. Sen işkence çekiyordun ve o işkence çekiyordu. Ellerini uzattı, ellerini tutup yardım ettin; sen ellerini uzattın, o senin uzattığın ellerinden hayatını çaldı.

Unutma, Koza.
O senin tek düşmanındı ve o senin tek dostundu.
Ve unutma, Koza.

Bugün herkesin sokaklarını talan ettiğinde, kendi sokaklarından bile tek bir parça kalamayacak çünkü sen, o sokakların asıl sahibisin.

"Sadece Koza"

Bazı mahkemelerde suçunuzu itiraf ettiğiniz için cezanızın hükmü azalabilirdi.

Bir ekmek çaldığı için beş sene hapishanede yatacak bir çocuk, kendi ağzıyla o ekmeği çaldığını itiraf ederse suçu iki ya da üç seneye inebilirdi.

Birini öldürdüğünü itiraf etmek ve o kişiyi neden öldürdüğünü açıklamak bile cezada indirim olmasına neden olabilirdi.

Fakat bir ihanetin cezası, itirafla azalabilir miydi, bunu hiçbir zaman öğrenemeyecekmişim gibi geliyordu çünkü kendi ihanetimi ben değil, Koza itiraf edecekti.

Bunu hissediyordum.

Sokak Nöbetçileri'nden bir ekmek çalmamıştım.
Sokak Nöbetçileri'nden kimseyi öldürmemiştim.
Onların hayatlarına girip hayatlarını çalmak için yemin etmiş, gerekirse ölümlerine gözlerimi kapatacağıma ant içmiştim.

İhanet içinde bütün suçları barındırırdı, ben bütün suçlardan hüküm sürecektim ve Sokak Nöbetçileri benim cezamı kesecekti.

Senelerce onların hapishanesinde yatabilirdim.

Ama onları kaybedemezdim ve biliyordum ki ihanetimin sonucu, onları kaybetmek olurdu.

Yerimde bir başkası olsaydı, çoktan itiraf eder miydi, diye düşünmeden edemedim o birkaç saniyede. Birçok kişi bunu itiraf edebileceğini söyleyebilirdi fakat benim gibi ihaneti tatmış ve ihanet etmiş insanlar, itiraf etmenin, ihanetten daha zor olduğunu bilirdi.

Bir insanın gözlerinin içine bakarak ekmek çaldığınızı söyleyebilirdiniz, bir insanın gözlerinin içine bakarak birini öldürdüğünüzü de söyleyebilirdiniz ama bir insanın gözlerinin içine bakarak yalan söylediğinizi itiraf edemezdiniz.

Kalbim sıkıştı.

Bakışlarım Koza'nın ikisi birbirinden farklı olan gözlerinden ayrılmıyordu, yalvarmayı bile düşündüm. Abim olduğuna inanmıyordum ama eğer ufacık inancım olsaydı, dizlerine kapanıp yalvarabilirdim.

Fakat bir yandan da bir başkasının benim yerime itiraf etmesinin daha doğru olacağını düşündüm. Dile getiremiyordum, dile başkası getirebilirdi.

O bir başkası, Yankı'nın tek düşmanı, Koza olmasaydı eğer.

Belimde el hissettim ve o ana kadar dizlerimin titrediğini bile fark edemiyordum. Gözlerim, Koza'dan ayrıldığında o elin sahibinin Işık olduğunu gördüm.

Tuhaf olan, belimi tutması bana destek olmak için değil, kendisine destek sağlamak içindi.

Birkaç saniye geçmişti. O birkaç saniye ölüm gibiydi. Sessizlik artmıştı, cehennemin ateşlerinin sesi bile susmuştu da benim kalp atışlarım bir türlü durmamıştı.

Koza'nın meydan okumasından sonra ilk konuşan Işık oldu.

"Yankı." Soluk bir nefes verdi, rengi bembeyaz olmuştu ve eli, kasığına doğru gitmişti. "Bunu bana hiçbir zaman sormadan, ona nasıl sorabiliyorsun? Hem böyle bir şeyi nereden çıkardın?"

Direnen bakışlarım en sonunda Yankı'ya doğru döndüğünde onun gözlerinin sadece benim üzerimde olduğunu gördüm. Ellerime bakıyor, dizlerime bakıyor sonra gözlerimin içini izliyordu. Işık'ın söylediklerini ben dile getiremezdim çünkü Yankı'yla aramızda sözsüz bir anlaşma vardı.

Fakat nasıl olmuştu da Koza'yla aramdaki bağı anlamıştı, bunun cevabına ulaşamıyordum.

Yankı, turkuaz gözlerini ağır ağır benim üzerimden çektiğinde diğer taraftan yaklaşan Bartu ve Mutlu çoktan bizim yanımıza gelmişti. İkisinin yüzünde de sorgulayan bir ifade vardı, Bartu daha temkinliydi ve elleri yumruk halini almıştı. Aramızda olmayan tek kişi Lâl'di. Uzaktan, sakin bir şekilde olanları izlemekle yetiniyordu.

Oyunun, ihanetin ya da benim sonumun geldiğini fark etmiş gibi gözlerini benim üzerimden ayırmıyordu.

Işık, direkt olarak Mutlu'ya baktı ve Yankı'ya uyarıcı bir bakış gönderdi. Bu, olanların Mutlu'nun bilmemesi gerektiğini gösteren bir ifadeydi.

Yankı ise onun bu hareketine aldırış etmeden "Işık," dedi çenesini havaya kaldırarak. "Odanda bir kutu var, o kutunun içinde neşterler." Çoğul eki getirmesi, kaşlarımı kaldırmama ve Işık'a dönmeme neden oldu. "Bu sadece ikimizin arasında kalacak bir sırdı, onları bana gösterdiğinde intihar etmek için değil, güçlenmek için sakladığını söylemiştin."

Mutlu diğer taraftan Işık'ın yanına yürüyüp kaşları çatık bir şekilde "Neden söz ediyorsunuz?" diye sordu. Bartu ise Yankı'nın benim karşımda durduğunu fark etmiş, hemen yanımdaki Koza'yla benim arama girmişti hatta beni arkasına almıştı.

Bu bir koruma iç güdüsüydü.
Beni koruduğu Koza'yla aynı yolda yürüdüğümü bile bilmiyordu.
En çok Bartu'ya haksızlık yaptığım düşüncesi, kalbimi daha fazla sıkıştırdı.

"Bu bizim sırrımız değildi," dedi Işık kısık bir sesle. Kimsenin duymasını istemiyordu ama çoktan herkes her şeyi duymuştu. "Diyaliz merkezinde yattığımdan sonra sen, benim odamda onu buldun ve bana hesabını sordun. Ben de sana anlatmak zorunda kaldım."

"Çünkü Mutlu, tekrar intihara kalkışmandan korkuyordu."

Koza, hiç beklemediğim bir şekilde konuya dahil oldu. "İntihar edecek birisi, neşterlerle değil, tek bir neşterle bileğini keserdi."

Bartu, ters bir şekilde Koza'ya dönüp baktı. "Sana ne oluyor?"

Koza, gözlerini devirdi ve başını umutsuzca iki yana salladı. "Gerçekten Sokak Nöbetçileri'nin en aptalı olmak seni yormuyor mu, koca adam?"

Bartu dişlerini sıkıp Koza'nın üzerine yürümek istediğinde kolunu tutup onu geriye doğru çektim, Bartu dönüp bana baktı fakat hiçbir tepki vermedi; öfkeli bakışlarını Koza'nın üzerine dikmeye devam etti ardından.

Yankı, Koza'yı duymazdan geldi hatta o tarafa bakmadı, görmüyor gibi davrandı. Işık'tan gözlerini ayırmazken "Diyaliz merkezinde kırk altı gün kaldı," diye açıklamada bulundu. "O kutunun içinde kırk üç neşter vardı ve hepsinin üzerinde tarihler. Diyalizde geçirdiğin son üç gün hariç."

Tam o esnada dönüp Koza'ya baktı, kaşları havaya kalktı; cümlesinin devam ettirmedi ama Işık ve Koza ne demek istediğini anlamış gibi birbirlerine baktılar.

Mutlu, gözlerini birkaç saniye kapatıp açtı. "Size diyaliz merkezinde neşter mi veriyorlardı?" Parmakları şakaklarına dokundu, ovaladı. "Birisi bana olanları anlatsın."

"Hayır kardeşim," dedi Yankı Koza'nın yüzüne bakarak. "Birisi Işık'a neşterleri veriyordu."

Koza, gereğinden fazla ciddi kalmış gibi gülümsedi sonra göz kırpıp "Bak sen şu işe," dedi alayla. "Diyaliz merkezindeki güzel bir kıza neşter vermek ha?" Işık'a döndü, ona da gülümsedi ama bu gülümseme, bize gülümsemelerinden daha ayrıydı. "Havalı bir girişmiş, sonrası gelişmeymiş." Başını omzuna düşürdü. "Sonucu ne oldu?"

Bartu ağzının içinde küfür yuvarladığında Mutlu, Koza'nın bakışlarından rahatsız olmuş gibi Işık'ın önüne doğru geçti.

Yankı, hızlı bir şekilde "Giriş ve gelişme," dedi sonra Koza'ya bir adım yaklaştı, ardından bir adım daha. "Sonuca henüz bağlanılmadı, hikaye devam ediyor. O kutuda senelerdir kırk üç neşter vardı." Neredeyse kafa kafaya geldiler. "Ve artık kırk dört neşter var, üzerindeki tarih, Işık'ın vurulduğu tarih."

Hiçbir zaman birbirlerine yumruk yumruğa gireceklerini düşünmezdim, hayal dahi edemezdim ama ikisinin yüzündeki o gülümsemede ilk defa nefreti hissettim; saf bir nefret. Yankı'nın nefreti. Her ne düşünüyorsa, Koza'ya öyle bir bakıyordu ki, tek bir nefretiyle onu kül edebilirdi.

Koza, aklından geçenleri okumuş gibi "Hiçbir zaman emin olamazsın," dedi. "Sadece tahmin edebilirsin."

"Zaten tahmin ediyordum," diye yanıtladı Koza'yı. "Ve bu maçtan sonra emin olacağım desene."

"Kaybedeceksin." Koza, rahat ve sakin bir şekilde karşılık verdi. "Çünkü benim canım kaybetmek istemiyor."

Yankı, geriye doğru bir adım attı. "Ne yazık," dedi soğuk bakışlarla. "Benim canımın kazanmak istediği yerde, senin canının ne istediğinin bir önemi kalmıyor."

Sırtımda duran Işık'ın eli, belimden aşağıya doğru kaydı. Bütün dengemi ona verdiğimi anladığımda geriye doğru kayıyor gibi oldum ve parmaklarım Bartu'nun tuttuğum kolunu daha sıkı kavradı.

Korkuya alışıktım, bütün damarlarıma ve kemiklerime kadar. Ama bu seferki korkuyu daha önce hissetmediğime emindim.

Öyle bir korkuydu ki, bir aileyi kaybetmek üzere olduğumu hissediyordum.

Bartu'nun kolunu nasıl sıkı tutuyorsam gözleri bana döndü ve bakışlarımız kesişti. Her ne gördüyse eli, omzuma tutundu. "Helin," dedi kaşlarını çatarak. Bir tek o an, o hissetti ve bu ilk defa oldu. Normalde hep Yankı görürdü ama bu sefer, tek hisseden Bartu'ydu. Çünkü Yankı'nın gözlerini büyük bir hırs bürümüştü. "Neler oluyor?" Hem bana yönelikti, hem olanlara yönelikti, hem herkese yönelikti.

Dudaklarım aralandı ve nefesimi verdiğimde başımı iki yana salladım. Sadece "Beni sen anlarsın," diyebildim. Çünkü en çok ona benziyordum. Bütün acılarımla, yaşanmışlıklarımla, tavırlarımla, sevgimle ve sevgisizliğimle.

Ne demek istediğimi anlamadı ama omzumu tutan parmağı daha fazla destek oluyormuş gibi sıktı.

Zamanında Bartu'dan korkarken, şimdi bir tek onun benim önüme geçtiğini görmek ve benim de sadece o an, onun arkasına sığınmak istememin nedeni neydi, anlamıyordum.

Belki de Sokak Nöbetçileri'nin en saf yüzü olduğu için, içimdeki yaşlı kadın onu kullanmak istiyordu.

Belki de içimdeki çocuk Yankı'dan korkmaya başlamış, abisi gibi gördüğü Bartu'ya sığınmak istiyordu.

Yankı bir baş kaldırıydı.
Bartu Sarca, baş kaldırıya meydan okuyandı.

Belki de benim için birgün Yankı'ya meydan okusun istiyordum. Benim için, içimdeki çocuk için ve hala yaşamaya devam eden iyi tarafım için.

Mutlu, ondan duyduğum en soğuk ses tonuyla "Bu oyunu bitirelim artık," dedi. "Hislerimde hiç yanılmam ve sonunda kötü olaylar olacağını hissediyorum."

Koza, ellerini birbirine çarptı, Mutlu'yu duymazdan geldi. "O halde oyun tekrardan başlasın!" Geriye doğru döndü, yürümeye başladı sonra tekrardan baktığında direkt göz göze geldik. "Sevgili Helin," dedi neşeli bir tınıyla. "Benim takımımın nadide parçası." Birkaç adımla yanıma geldi, Bartu'nun yanından çabucak beni çekip aldı, hem de kolumu tutarak. Şaşkınlıkla bakarken Bartu bir kez daha küfür savurdu fakat Koza beni çoktan onların yanından almıştı. "Gel de takımımızı oluşturalım."

Yankı'ya doğru dönüp baktığımda çenesi kilitlenmiş bir şekilde direkt olarak Koza'ya baktığını gördüm ve o an Koza'nın bunu neden yaptığını anladım.

Yankı'nın aramızdaki ne kadar yanlış anlayacaksa o kadar yanlış anlamasını istiyordu. En sonuna kadar.

Kolumu ondan kurtardığımda güç bile göstermedi. İkimiz önde yürürken, Koza, eliyle takımızda olacak kişileri tek tek parmağıyla çağırıyordu. En sonunda uzakta bizi izleyen Lâl'e doğru "Hey," dedi. "Sessiz, buraya gel. Sen de takımımın nadide parçasısın."

"Senin belanı sikerim ama şimdi, piç!" Bartu, Koza'ya doğru yürümek istediğinde Yankı, onu belinden yakalayıp çekiştirdi fakat Bartu, dişlerini sıkarak Koza'ya bakmaya devam etti.

"Ah ne dramatik," dedi Koza gözlerini devirip sessiz bir şekilde. "İmkânsız aşk. Sessiz kızın kalbi, kız kardeşimin biricik Yankı'sında." Bana dönüp baktı. "Öyle değil mi?"

Bütün bu olanlardan sonra nasıl oluyordu da hiçbir şey yokmuş gibi konuşabiliyor, hiçbir şey yokmuş gibi davranabiliyordu. İlk kurduğum cümle "Bunu yapacak mısın?" oldu. Titreyen sesimden korkuyu duyduğu anda, gözleri parladı ve gülümsemesi genişledi.

"Oradan bakınca yalancı birisi mi görünüyorum?" En sonunda bizim kalemizin önünde durduğunda ileride duran Yankı'yla Bartu'nun hararetli bir tartışma içinde olduğunu gördüm. Büyük ihtimal bütün olanlara anlam veremiyor, bir an önce bitirmesi için diretiyordu.

"Evet."

Koza güldü. "Sanırım beni bir ayna sandın, küçük kardeş çünkü bakıldığında sen tamamen yalana batmışsın ve kıvranıyorsun."

Lâl, yanımıza doğru yürürken, sessiz bir şekilde "Bunu yapacak mısın?" diye sordum bir kez daha. "Bunu istiyor musun?"

"Ben sadece oyun oynamak istiyorum." Neşeyle gülmeye devam etti, altın sarısı saçlarını geriye doğru attığında gözünün altındaki çarpı dövmesi daha fazla dikkatimi çekti. "Ve kazanacağız."

"Ya kaybedersek?" Ayaklarımı yere çarptığımda bu öfkeden dolayı değildi, gücümü test etmeye çalışıyordum. "Ya her şeyi söylemek zorunda kalırsan?"

Gözlerini gözlerimden ayırdı, bir ayağını havaya doğru kaldırdı, kalçasına yasladı, esnetti sonra diğerine de aynısı yaptı. "Neden bu kadar korkuyorsun?" Sesinde ciddi bir merak vardı, bu şaşırtıcıydı.

İlk önce ona ne diyeceğimi bilemedim. Hem Koza'nın bunun cevabını bildiğini çok iyi biliyordum. "Sence neden?" diye sordum ucu açık bir yanıtla. "Bir ihanetten söz ediyoruz. Ben onların grubuna gönderilmiş bir ajandım."

"Hâlâ ajansın," dedi göz kırpıp. "Ben istediğim sürece."

Derin bir nefes verdim, öfkeyle ve kinle. "Daha önce defalarca kez ihanet etmiş ve o ihaneti itiraf etmiş birisi kadar rahatsın," diye mırıldandım. "Ama bilmen gerekiyor, bu benim ihanetim."

Duraksadı, yüzündeki gülümseme silinmedi ama bu sefer neşesi yoktu. "Bilmiyorum bu seni şaşırtır mı," dedi ciddiyetle. "Ama ben hep ihanete uğrayan taraf oldum." Bakışları Yankı'ya kaydı, gözlerinde nefret yoktu ama bir duygu, nedense kalbimi burktu. "Onlar beş kişilik bir aile, küçük kardeşim. Sen ise o grubun sadece Helin'isin. Onlara fazla bağlanmışsın ama senin ailen hemen yanında duruyor. Eğer birine bağlanacaksan, bana bağlan. Onlar gibi bir aile olamam, sana onların verdiklerini veremem ama sana bu korkuyu da hiçbir zaman yaşatmam."

"Ne korkusu?" diye sorduğumda bakışlarındaki samimiyeti ölçmeye çalışıyordum. Güzel cümleleri vardı, anlamlı cümleleri ve insanı inandıran bakışları.

"Birgün terk edileceğinin korkusu." Vücudunu bana çevirdi, gözlerini kıstı. "Ben seni senelerdir hiç terk etmedim, sen sadece beni bilmiyordun."

Yutkunduğumda acı boğazımı yaktı. Ona inanmaya başlayan bir tarafım vardı ve bu en kötüsüydü. En yaralı tarafımdan yakalıyor, en yaralı tarafıma tuz basıyordu. Kendim bile inanmayarak "Onlar beni hiçbir zaman terk etmez," dedim ama sesime bile o samimiyet ulaşmadı.

"Diğerlerini bilemem," dedi ve gözüyle Yankı'yı gösterdi. Yankı'nın sırtı bize dönüktü, takımındakilerle konuşuyordu. "Ama o terk eder."

"Etmez." Sesim öyle bir titredi ki acı, gözlerime ulaştı. "O bana sözler verdi."

"Biliyor musun?" dedi gülümseyerek. Gözlerimde dolan yaşları umursamadı. "Ben hiçbir zaman haksız çıkmam, küçük kardeşim."

"Haksız çıkacaksın," dedim direterek. "O beni terk etmez."

"O halde neyden korkuyorsun?" diye sorduğunda takımımızın diğer üyeleri de etrafımıza toplanmaya başlamıştı. "Bırak, her şeyi öğrensin."

Bırak, her şeyi öğrensin.
Bırak, her şeyi öğrensin.

"Sen çok kötü birisisin," dediğimde gözümden akan yaşı, hızlı bir şekilde sildim ve yüzümü Yankı'nın olduğu tarafa doğru döndüm. "Bir insanın acılarını bulup, onların üzerine tuz basacak kadar kötü birisin. Sana inanmıyorum."

Gözümden akan yaş, umurunda bile olmadı ama başını eğip, yüzünü yüzümün hizasına getirdiğinde "İyi birisi olduğumu hiçbir zaman iddia etmedim," dedi. "Ama acılarının üzerine gidecek olsaydım, bunlar daha başka konular olurdu."

Elim, boynuma doğru gitti, tırnaklarımı boğazıma geçirdim ve "Sen," diye mırıldandım. Devam edemedim. Devamını getiremedim. Gözlerini gözlerimden ayırana dek ona o şekilde bakmaya devam ettim.

O da ilk defa gülümsemeyerek, ciddiyetle Lâl yanımıza gelene kadar bana bakmaya devam etti.

Yaşlı kadın dedi ki, ona inanma, kimseye inanma; herkes seninle oynuyor.
Küçük kız dedi ki, bizi biliyor, yaşadıklarımızı biliyor, her şeyi biliyor.

Zemin bile titredi sanki ve ben oradan uzaklaştım, bambaşka bir şehire, bambaşka bir tarihe gittim.

Dayımla evdeydik. Ben odamdan hiçbir zaman çıkmazdım, çıkamazdım. O her zaman benim odama gelirdi, kapım kilitli olsa bile o kapıyı kırıp içeriye girerdi.

Dayımı kimse sevmezdi, hiç arkadaşı olmazdı, evine kimse gelmezdi ama bir keresinde, bir erkek çocuğunun sesini duymuştum o evin içinde. Sadece sesi hatırlıyordum, konuşmaları ve dayımın o erkek çocuğuna bağırdığını.

Tek bir cümleydi o çocuğun kurduğu:
"Seni öldüreceğim."

Bir erkek çocuğuna göre fazla ağır, fazla baskın bir cümleydi ama öyle bir cümle kurmuştu ve dayım o kadar bağırmanın ardından sadece gülmüştü.

Koza'nın gözleri, Koza'nın cümleleri beni bu anıya sürüklemişti ve sadece bir anlık, o erkek çocuğunun Koza olma ihtimalini düşünmüştüm ama imkânsızdı.

Yalandı.
Gerçek değildi.
Olamazdı.
Benimle sadece oynuyordu.
Kedinin fareyle oynadığı gibi değil, bir düşmanın bir köleyle oynadığı gibi.

Dakikalar sonra hepimiz sahanın ortasına geçmiş, karşılıklı duruyorduk. Bartu, Yankı'nın takımına tekrar girmişti. Artık oyun daha ciddi oynanacağı için kimsenin yüzünde keyifli bir ifade yoktu.

"Hakem olmayacak." Yankı, karşılıklı dururken ilk konuşan kişi oldu. Uzaktan bizi izleyen Işık'ın rengi hâlâ yoktu. "Bartu tekrardan takıma girdi. Beş olan kazanacak."

"Hakem olmayacak mı?" Koza, dudaklarını büküp Işık'a baktı. "Gözlerim, bu güzellikten bir süre mahrum kalacak öyle mi?"

"Senin gözlerini siksem her şeyden mahrum kalır, bunu biliyor muydun?" Bartu'nun küfürü Koza'yı güldürdü ama aldırış etmedi.

"Ben de kıvırcığı istemiyorum," dedi Mutlu'yu göstererek. O zaten çoktan oyuna dahil olmama kararı almış gibi Işık'ın yanındaydı. Benimle beraber takımında beş kişi vardı. Kollarını açıp bizi gösterdi. "Görüyorsun ki benim takımım yeterince zayıf ama buna rağmen seni yeneceğim, Sonuncu."

Aslında bakıldığı zaman Yankı'nın takımında da o ve Bartu'dan başka erkek yoktu. Üç kız, korkuyla iki takıma bakıyordu ve olanları anlamaya çalışıyordu. Bizim takımımızda ise üç erkek, iki kızdık. Gerçi Osman, pek de iyi oynamıyordu ama yine de durumlar eşit gibi görünüyordu.

Bartu, ellerini yumruk yaptı, bakışları Lâl'e ardından bana kaydı. "Hakem yok. Eğer tek bir yanlış hareketini görürsem maçı bırakır, seni kaleye asarım şerefsiz herif. Beni duydun mu?"

Koza, Bartu her konuştuğunda gözlerini devirdiği gibi bir kez daha devirdi. "Seni büyütürlerken ne dediler koca adam? İnsanları döv, insanları öldür, insanları ye falan mı?" Göz ucuyla Lâl'i gösterdi. "Merak etme, ben esmerlerden değil," sonra Işık'ı işaret etti, "sarışınlardan hoşlanırım."

"Ama sen gerçekten gel benim belamı..." Bir kez daha Koza'nın üzerine atılmak için hamle yaptığında Yankı araya girdi.

"Sadece maç öncesi ortamı germeye çalışıyor, klasik Koza hareketleri." Yankı boynunu çıtlattı. "Aldırış etme."

"Ah," dedi Koza sırıtarak. "Helin, esmerler kategorisine girmiyor bence, Sonuncu. Bu kadar rahat olmana gerek yok."

Gözlerim açıldı, bakışlarım ona döndü ve az önce benimle o konuşmayı yapan adam, aynı adam mı diye anlamak için onu inceledim ama öylesine keyifli, öylesine umursamaz görünüyordu ki başımı iki yana sallamakla yetindim.

Yankı, gözlerini kapattı, omuzlarını indirip kaldırdı ve derin bir nefes verip dişlerini sıkarak "Oyun başlasın," dedi. "Mutlu, topu bana at."

"Kıskandın mı, Sonuncu?" Koza, omzuyla omzumu itekledi. "Biz çok iyi anlaşıyoruz. Onda neler gördüğünü, artık ben de görebiliyorum."

Yankı, gözlerini açtı, direkt Koza'ya bakarken "Benim onda gördüklerimi, benden başka kimse göremez," dedi hırsla. "Ve biraz daha bu konuda damarıma basmaya devam edersen, seni hiç kimse benim elimden alamaz."

"İşte beklediğim hareketler." Koza, alayla gülerken daha fazla keyifleniyordu. "Bırak zekayı filan Sonuncu, gel beni tokatla hadi."

"Şunu yapmaktan vazgeç," dedim öfkeyle ama kısık bir sesle. Sesim yalvarıyormuş gibi çıkmıştı. "Lütfen son ver."

"Efendim, Helinciğim?" dedi bağırarak Koza. "Ah, evet, akşam müsaitim, olur görüşelim." Ardından kahkaha attı ve ileriden topla beraber yürüyen Mutlu'ya baktı.

Yankı, gözlerini gözlerime odakladı, Koza'nın söyledikleri onu ne derece etkiledi bilmiyordum ama onun yanında duruyor oluşum bile dişlerini sıkıp, çenesini kıracak kadar onu zedeliyordu, bunu gördüm.

Bu bile yeterliyken, aramızda geçen diğer konuları duymak...

Mutlu topu, Yankı'nın ayağının ucuna koyduğunda hepimiz oyundaki sıralamamızı aldık. Koza, bana sonra Lâl'e baktı, diğer oyuncuları görmezden geldi. "Kazanmak için oynayın," dedi ellerini bir kez birbirine çarpıp. Sonra Ekip'ten öğrendiğim gibi senelerin birikimiyle üç kere art arda bir kere tek ellerini çarptı. "Yoksa cezası ağır olur."

Ardından oyun başladı.

Yankı'nın takımının kalesine bir kız geçmişti, bu Yankı'ya durmadan yavrum diyen kızdı. Eğer böyle bir yol denediyse, o kız kesinlikle kalecilikte iyi olmalıydı. Fakat hemen önünde Bartu duruyordu, aslında kalecinin iyi olmadığını, asıl olanın Bartu olduğunu anladım.

Yankı ayağındaki topu sürmeye başladığında Lâl, onun olduğu tarafa doğru atıldı fakat o kadar gönülsüz, o kadar isteksiz oynuyordu ki aslında bu oyunda Koza ve benim tek olduğumuzu anladım. Koza, Yankı'ya bütün gücüyle koşmaya başladığında ben diğer yönden Yankı'nın arka tarafını kapattım ve pas vermesini engellemeye çalıştım.

Koza Yankı'yı sıkıştırdığında daha fazla öfkelendirmek için "Söylesene," dedi önünde durup, bir yandan da bacaklarını hareket ettiriyordu. "Eğer kaybedersem duyacakların seni korkutuyor mu, Sonuncu?"

Yankı, Koza'nın iki bacağının arasından topu attığında takımındaki başka bir kız, sürmeye başladı ve ben de o kızın peşinden gittim. En son duyduğum Yankı'nın Koza'ya "Duyacaklarım her ne olursa olsun, ona yaklaşmana izin vermeyeceğim," demesi oldu.

Topu sürüyen kızın önüne geçtiğimde, takımımızdaki diğer erkek de arka tarafından onu sıkıştırdı. Bartu, takım arkadaşının sıkıştığını fark ettiğinde ve Koza da Yankı'yı tutmaya başladığında bizim olduğumuz tarafa doğru koştu.

Kızın önüne geçtim, gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan ayağında döndürdüğü topu almaya çalıştım; Bartu ise takım arkadaşına diğer taraftan ona pas vermesi için bağırdı.

Arka tarafta kalan diğer takım arkadaşım kızın ayağından topu tam alacağı sırada hızlı bir şekilde Bartu'ya topu attı ve ben de o tarafa doğru koştum. Bartu, göğsünde topu sektirdiğinde, ayağında döndürdü ve koşmaya başladı; ben onun üzerine koştum. Yankı ise Bartu'ya seslenerek kalenin olduğu yeri gösterdi.

Bizim de kalemizde güçsüz birisi duruyordu ve top oraya yaklaştığı anda, çoktan gol oldu demekti.

Dört üçtü.
Beşinci golde her şey son bulacak, Yankı'nın takımı kazanacaktı ve Koza kaybedecekti.
Yankı her şeyi öğrenecekti.

Bunun hırsıyla, bunun korkusuyla, bunun endişesiyle Bartu'ya koşarken Lâl'in de Bartu'ya doğru koştuğunu gördüm. Bu sefer istekliydi ama isteğini o an çok net gördüm, amacı bizi kazandırmak değil, kaybettirmekti.

"Lâl, sakın," dedim yanımda koşmaya başladığında. "Bunu yapma."

Lâl, beni duymazdan geldi ve sanki hiç koşmuyormuş gibi öyle hızlı bir şekilde uçtu ki birkaç saniye arkasından şaşkınlıkla bakmaktan başka hiçbir şey yapamadım. Bacaklarındaki kuvvet, küçük dilimi yutmama neden olacaktı.

Bartu'nun karşısında durduğunda ona gülümsedi, Bartu da karşılık verdi fakat kaşları havadaydı. Yanlarına yetiştiğimde Bartu, Lâl'e "Bana bakma öyle, ufaklık," dedi. "Seninle biz şu an düşmanız. Hatta biz seninle bir de kardeşiz."

Arka tarafından topu almaya çalıştığımda ayağında dans ettirip beni kıstırdı ve Koza'yla Yankı da bizim olduğumuz yere yetişti.

"Ah," dedi Koza Bartu'ya alayla. "İmkânsızları mı oynuyorsun yine koca adam?"

Bartu'nun yüzündeki gülümseme silindi, öfkeyle Koza'ya baktı ve dikkatinin dağıldığını hissettim. Koza ise bir yandan bana göz ucuyla bakıyor, dikkatini daha fazla dağıttığı anda topu almamı işaret ediyordu.

"Kapa lan çeneni," dedi Bartu fakat diğer taraftan Yankı "Duyma," diye atladı. Pas veremiyordu çünkü önünde Koza vardı, diğer takım arkadaşları ise uzaktan koşuyordu.

"Yoksa bu sessiz kız neyin imkansızlığından bahsettiğimi bilmiyor mu?" Koza, durdu, adım atmayı bile kesti ve kollarını önünde bağlayıp Lâl'e baktı. Ardından işaret diliyle konuşmaya başladığında küçük dilimi yutmama neden olacak başka bir detayı daha fark ettim, bu detay, onların kendi aralarındaki işaret dilini biliyor olmasındandı.

Lâl de durdu, yüzündeki ifade değişti ve kaşları çatıldı.

"Koza," dedi Yankı hırlayarak. "Bel altı vurmaktan vazgeç."

Fakat tam o anda, Lâl, sanki bütün bu olanları duymak istemiyormuş gibi Bartu'nun ayağından topu dikkatsizliğinden dolayı aldı ve öyle hızlı bir şekilde kaleye koşmaya başladı ki, ben de Koza da peşinden gidemedik. Bartu, Koza'ya bakmaya devam etti, Yankı koştu ama Lâl'e yetişemeyeceğini biliyordu.

Yarım dakika sonra Lâl, kalenin önüne geldiğinde bir an bile düşünmeden sert bir şut çekti ve kaledeki kız, topu tutmak yerine diğer tarafa kaçıp gol olmasına neden oldu.

Sessizlik oldu, bizim takımımızdan birisi gülerek "Dört dört," dedi ama bizim ağzımızı bıçak açmadı.

Bartu, bir an bile düşünmeden Koza'ya üçüncü kez atıldı fakat bu kez, yumruğu sert bir şekilde Koza'nın çenesiyle buluştuğunda ellerimle ağzımı kapatıp çığlık attım. Koza ise geriye sendeleyip elinin tersiyle dudağına bastırdı ve eğilip Bartu'ya baktı. Yüzündeki sırıtma bir an bile eksilmediğinde "Koca adamsın," dedi diliyle damağına üç kere vurup. "En sert yumruğun bu muydu? Şaşırttın beni."

Bartu "Seni öldürürüm!" diye bağırıp bir kez daha üzerine gittiğinde Mutlu sahanın dışından geldi ve Yankı'nın Bartu'yu geriye çekmesine yardım etti. "Seni gebertirim, şerefsiz!" Öfkeden gözü dönmüştü, Bartu böyle olduğu zamanlar, onu engellemek neredeyse imkansızdı. Zoraki Mutlu'yla Yankı onu tutarken "Bir daha onunla konuşmayacaksın!" diye haykırdı Bartu. "Bir daha ona hiçbir şey söylemeyeceksin!"

Işık iki takımın ortasında kaldığında "Ona ne söyledin?" diye sordum Koza'ya şaşkınlıkla.

Koza, elinin tersiyle patlayan dudağındaki kanı sildi ve yüzünü buruşturdu. "Doğruları."

"Ona ne söyledin?" diye bastırdım.

Koza, başını sersemlemiş gibi salladı. "Bakma öyle dediğime," dedi yarı alaylı, yarı ciddi. "Yumruğu çok sağlamdı, bir anlık öldüm sandım." Ardından güldü. "Grubun gücü derken haksız değillermiş."

Öfkeyle onu omzundan itekledim. "Ona ne söyledin diyorum sana?"

Işık'ın sesi, ikimizin arasına girdi. "Yankı'dan başkalarını görmelisin, gözlerini aç." Koza'yla ikimiz aynı anda ona döndük. "Bunu söyledi."

Işık'ın gözleri, Koza'nın dudağındaki kana doğru kaydı ve yüzünü buruşturdu. Kaşlarımı çatarak bir kez daha Koza'yı omzundan itekledim. "Bu hakkı kendinde nasıl bulabilirsin?"

"Genelde haddim olmayan her şeye burnumu sokarım," dediğinde gözleri Işık'taydı. "Güzel kız bunu bilir. Öyle değil mi?"

Işık, biraz daha yaklaştı ve Koza'nın dudağına bakarak "Bayılmamana sevindim," dedi ve onun da sesinde alayı duydum. "Genelde Bartu'nun yumrukları insanı bayıltır."

O an ikisinin gözlerindeki ifadenin birbirine benzemesi benim zihnimin oyunu muydu yoksa gerçekten öyle miydi, anlam veremedim.

Koza gülümsedi. "Çok acıyor ama," dedi dudağını küçük bir çocuk gibi bükerek. "Pansuman yapmayacak mısın? Ben sana pansuman yapardım."

Işık'ın kaşları çatıldı. "Sen bana hiçbir zaman pansuman yapmadın."

"Kafamın içinde yaptım," dedi aynı ifadeyle. "Bu da yaptım demenin yarısıdır."

Işık, bakışlarını bana çevirdi ardından arkasında kalan kardeşlerine baktı sonra derin bir nefes verdiğinde yüzünde samimi bir gülümseme oluştu, sahanın dışına tekrardan çıktı. Koza, o yürürken, Işık'ı öyle bir inceledi ki önüne geçip "Ona sapık gibi bakmaktan vazgeç," dedim. "Sen tam bir ruh hastasısın."

"Sence de çok güzel değil mi?" dedi ve sürekli Işık'ın güzelliğine yaptığı vurgu, dikkatimden kaçmadı.

"Sen gerçekten sapıksın," dediğimde Bartu sakinleşmeye başlamıştı fakat gözleri hâlâ Koza'nın üzerindeydi. "Her kadına böyle misin?"

"Nasıl yani?" En sonunda Koza, bakışlarını Işık'tan ayırıp bana bakmıştı.

"Her kadına karşı böyle flört ediyormuş gibi davranırsın?"

"Ah," dedi Koza ve bir kez daha dudağını sildi. Patlayan dudağının kenarı şişmeye başlamıştı. "Çevremdeki kızlar üçe ayrılır." Parmağıyla mavi gözünü işaret etti. "Bu gözüme aşık olanlar." Ardından kahverengi gözünü işaret etti. "Bu gözüme aşık olanlar." Sonra ikisini birden gösterdi. "Ve ikisine birden tutulanlar." Bakışları yine Işık'a döndü. "İki gözüme birden tutulanlarla flört etmeyi daha çok severim çünkü her iki yüzümü de görürler."

Ağzımdan nefesimi verip "Peki hep böyle misin?" diye sordum. "Hayatı ciddiye almayan ve her şeyle dalga geçen?"

"Vay canına, son söylediklerimde çok ciddiydim." Koza, kırılmış gibi kaşlarını çattı ama yapmacıktı. "Sadece siz insanlar, beni anlamıyorsunuz. Sen şu an sadece tek bir gözümü görüyorsun mesela."

Yankı'nın diğer taraftan gelen sesi, aramıza girdi. "Maça geri dönüyoruz. Durum dört dört."

"Hani benim doktorum?" dedi Koza ona doğru dönüp. "Hani benim kırmızı kartım?"

"Artık saçmalamayı kes, Koza." Yankı'nın ses tonu değişmeye başlamıştı, bakışları bir an bile bana dönmüyordu.

Koza, gülümsedi ama devam ettirmedi. Mutlu topu diğer taraftan bize doğru attığında Işık'a doğru yürüdü. Öyle bir yüzü vardı ki zerre tebessümü yoktu, keyifsizdi. Işık'a nasıl sorular sorduğunu o an fazlasıyla merak ettim.

Bakışlarımla Lâl'i aradığımda onu bulamadım ve Koza'ya dönüp "Lâl," dedim. "O yok."

"Kendisi oyundan çıktı." Bartu'nun öfkeden dolayı sesi baskın çıkıyordu. "Ve bir daha girmeyecek. Artık dört kişisiniz."

Koza'nın itiraz etmesini, tepki vermesini bekledim ama hiçbir şey söylemeden omzunu silktiğinde benim ayağımın ucunda duran topu kendi ayağının altına aldı. Yine herkes maç pozisyonu aldığında bizim takımımız artık dört kişiydi.

Yankı'nın takımı beş kişi olarak devam ediyordu. Bartu artık kalenin önünde bile durmuyordu, direkt Koza'nın üzerinde olan bakışları, öfkeyle parlıyordu. Olası bir durumda topu almak için değil, onu öldürmek için hamle yapacaktı, bunu biliyordum.

Maç tekrardan başladı ve Koza, ayağında topu sürmeye başladığında artık onun peşinde olan Bartu'ydu. Bütün hırsıyla onu öyle bir engelliyordu ki faul olmadığı için omuz atıyor, tekmelerini Koza'ya geçiriyordu. Koza ise kaleye gitmek yerine adeta Bartu'dan kaçıyordu.

Yankı, hemen benim yan tarafımdan gelmeye başladığında kendi aralarında bizi bölüştüklerini anladım.

Beni Yankı tutacaktı, Koza'yı Bartu.

Diğer takım üyelerinden birine Koza pas verdi, Yankı'nın takımındaki iki kişi direkt olarak ona hücum etti.

Köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlardı.

Bartu, Koza'nın önünde dururken onu koşmasını engelliyordu hatta koşmak istediği anda tekmelerini bacağına geçirmeye çalışıyordu.

Bütün işin benim üzerime kaldığını hissettiğimde köşeye sıkışan erkek takım üyemden pas istedim ve zorlukla bana attığında arkamı dönüp kaleye koşmak için hamle yaptım fakat Yankı tam karşımda durdu.

Onunla dakikalar sonra göz göze geldik. Ama bu sefer günler sonra göz göze gelmişiz gibi birbirimize baktığımızda odağımı kaybetmemek için büyük bir çaba sarf ettim, korkularımı yok saymaya çalıştım.

Kaybedemezdim, bu maçı kaybedemezdim çünkü onu kaybedemezdim.
Sokak Nöbetçileri'ni kaybedemezdim.

Karşılıklı dans ediyormuş gibi göründüğümüzde Yankı, topu almak için adım attı ama ayağımda döndürüp ona arkamı döndüm ve karşımda diğer takım arkadaşını gördüm. Bir kez daha ona döndüğümde Yankı'nın turkuaz gözlerinden anlamsız bir ifade geçti.

Hırs vardı gözlerinde, kazanma hırsı. Ve bambaşka bir duygu daha.

Kendimi tutamayarak "Kaçıyordun," dedim ve ayağımdaki topu döndürmeye devam ettim. "Ne oldu da kaçmaktan vazgeçtin?"

Bartu'ya öyle söylemişti, kaçabileceği noktaya kadar gidecekti ve ben, bir kez olsun cesaretle onun karşısında dikildiğimde benden de kaçmıştı.

Yankı Sarca'ya kaçmayı öğreten bendim, şimdi ne olduysa kaçmaktan vazgeçmişti.

"Ben senin söyleyeceğin gerçeklerden kaçabiliyorum sadece," dedi Yankı sakin bir sesle ama gözleri bir topa, bir bana kayıyordu. "Sen neden bu kadar korkuyorsun? Ben kazandığımda ne olacağından korkuyorsun? Öğreneceklerimden mi?"

Duraksadım, ayaklarım da yavaş hareket etmeye başladı. "Sonuçlardan," dedim pürüzsüz bir sesle ve o an, titremeyen sesim, beni de şaşırttı.

"En kötü ne olabilir?" diye sorduğunda bana doğru bir adım attı. Onun arka tarafında duran Koza, Bartu'dan kurtulmaya çalışıyordu ve gözleri benim üzerimdeydi.

"En kötü ne olabilir?" diye söylediğini tekrar ettim. Zihnime, inşaatta beni terk edip gitmesi düştü ve kalbimin tam ortasında, büyük bir acı oturdu. Beni bırakmıştı, beni bırakabileceğini söylemişti, onca söze ve onca cümleye rağmen. Arkasını dönmüştü, yürümüştü, gitmişti. Evet bu çok kısa sürmüştü ama beni öylece bıraktığında, geride neler bırakabileceğini, enkazının üzerine kimlerin basacağını hesaba katmamıştı.

Hareket etmeyi kestim. Top, iki ayağımın ucunda durdu, ellerim titremeye başladı ve dizlerim de öyle. "Fark ettim ki," diye mırıldandığımda aslında dişlerimi korkmamak için nasıl sıktığımı fark ediyordum, korkularımı ona göstermemek için nasıl çabaladığımı. "Ben de kaçıyormuşum, sonuçlardan."

Yankı'nın omzunun üzerinden Koza'yla göz göze geldik. Ona ayak diretmiş, beni terk etmeyeceğini söylemiştim ama bu söylediğime kendim bile inanmamıştım. Şimdi umutsuzca bana bakan Koza, gözlerimden o duyguyu hatta duyguları okudu.

Korktuğumu ama korkmama rağmen sonuçları görmek istediğimi.

Yıkılırdım, dağılırdım, parçalanırdım; toplanırdım, yürürdüm, koşardım ama bir şekilde sonuçları artık görür, kendi yüzlerimle bir kez daha karşılaşırdım.

Artık ailesi tarafından ne zaman terk edileceğini bekleyen o çocuğa gerçekleri göstermek gerekiyordu.

"Pes mi ediyorsun?" diye sordu Yankı ama topu almak için uzanmadı.

"Birimizin kaçmaması gerekiyor artık," diye fısıldadığımda ayak ucumla hafifçe topu ona doğru attım. "Ben artık kaçmıyorum, sonuçları görmek istiyorum."

Ama ben korkuyorum, dedi iç sesim. Hem de bağıra bağıra. O sese aldırış etmedim. Hep korkacaktım, hep koşacaktım, hem çabalayacaktım ve hep yıkılacaktım ama bir kez beni dizlerimin üzerine düşürmesi, binlerce kez dizlerimin üzerine düşeceğim korkusundan daha iyiydi.

Yankı, yutkundu ve topu ayağının altına aldı ardından "Bende artık kaçmıyorum," dedi sonra diğer tarafta ondan pas bekleyen takım arkadaşına topu attı. "Hem de gerçeklerden değil, sonuçlardan."

Kendi yaratacağı sonuçlardan o da korkuyordu, bu en kötüsüydü.

Birbirimizin gözlerinin içine baktık. Takım arkadaşı topu rahat bir şekilde sürüyerek kaleye doğru gitti ve zorlanmadan gol attığında vazgeçilen bir savaşın bir sonucuydu.

Takım arkadaşları sevinmeye başladığında Yankı bana doğru bir adım attı. "Kazandım," dedi sakin bir sesle.

"Hayır," dedim nefesimi verip. "İkimiz de kazandık ve ikimiz de kaybettik."

Sahanın ortasında birbirimizin gözlerinin içine bakarken çevredeki takım üyelerinin sevinçleri ya da üzüntüleri ikimizin de umurunda değil gibiydi. Bartu Koza'yı serbest bırakmış bize bakıyordu, Koza ise aynı umutsuz ifadeyle beni izlemeye devam ediyordu.

Onu hayal kırıklığına mı uğratmıştım? Aslında umurumda değildi, ne istediği. Ve benim de ne istediğim umurumda değildi.

Bu bir savaşsa kendi isteğimle kaybedip, celladımın önüne boynumu koyabilirdim ve kılıcıyla başımı gövdemden ayırmasını bekleyebilirdim.

Korkak olabilirdim ama en büyük korkaklar bile bazen içlerinde çok büyük bir cesaret taşırlardı.

Birkaç saniye öncesi benim hayatımın en cesur anıydı, bir daha o kadar cesur olamazdım; ne Yankı'nın gözlerine bakarken, ne de aynada kendi gözlerime bakarken.

Koza, bizim olduğumuz tarafa doğru yürümeye başladığında Mutlu'yla Işık da gelmeye başladı. Işık'la göz göze gelemiyordum çünkü bu savaşta farkında olmadan onun da boynunu celladın önüne getirdiğimi yeni fark ediyordum. Bakışlarım, sahanın ilerisine duran Lâl'e doğru kaydı.

Başını bir kez iki yana salladı. Olumsuz anlamda. Acıyla. Bana üzülerek. Neler olduğunu anlamıştı ve bize doğru yürürken, Yankı'ya değil, bana bakıyordu. Çektiğim acıyı en net o gördü ama ben hiç acı çekmiyormuş gibi dimdik durmaya ve Yankı'nın gözlerinin içine bakmaya devam ettim.

Koza yanımıza geldiğinde "Hep savunduğum cümle şimdi epey doğru geliyor," dedi.

"Neymiş o cümle?" diye sordu Yankı bana bakmaya devam ederken.

"Yarattığın gerçek adaletin sadece korkuların ibarettir." Koza'nın bakışları bana döndü, korkularımla ayakta dimdik duruşuma öyle bir baktı ki bir anlık benimle gurur duyduğunu bile düşündüm. "Helin'in adaletiyle kazandın, Sonuncu, adil olmayan bir şekilde. Ama kazandın."

Yankı'nın yüzünde zafer kazanmış bir adamdan ziyade, o zaferi istemeyen bir adamın ifadesi vardı. Fakat yine de Koza'ya dönüp baktı, benden bakışlarını ayırması, omuzlarımı sıkıca tutan gücümün de azalmasına neden oldu. Kamburum çıktı, destek alacak bir yer aradım ama destek bulduğum tek yer, kendi kollarıma sıkıca sarılmam oldu.

"Öyle oldu." Vazgeçmesini bekledim, içten içe. Ne olursa olsun, Helin'i her şekilde kabul ederim demesini bekledim ama bunu söylemedi. "Şimdi gerçekleri dinleme zamanı, Koza."

"Gerçekler mi?" Bartu, yüzünü Yankı'ya döndü.

Mutlu ise olanları anlamış gibi "Siz iddiaya girdiniz, öyle değil mi?" diye sordu. "Bu maç bir iddiaydı."

Yankı'dan önce, Koza sözü devraldı. "Evet, iddiaydı. Sonuncu, bir kez daha sizi benimle oynadığı bir oyuna dahil etti." Sokak Nöbetçileri'nin tek tek yüzüne baktı, henüz yanımıza ulaşmış olan Lâl'e döndü. "Daha önce, seneler önce dahil ettiği gibi."

Lâl'in yüzündeki ifade değişmedi ama aralarında bambaşka bir sır daha olduğu dikkatimdan kaçmadı.

O an, Lâl'in Koza'dan neden hiçbir şekilde korkmadığını ya da çekinmediğini anladım; o da Yankı gibi Koza'yı yakından tanıyordu. Ve Işık gibi.

Tek Koza'yı tanımayan Mutlu ve Bartu'ydu.

Bu cümlelerden sonra Mutlu'ya döndüm fakat başka bir şaşkınlık daha dengemi sarstı. O da Koza'yı tanıyormuş gibiydi.

Ve o an fark ettim ki, Yankı'dan sonra grubun beyni Mutlu'ydu, Yankı, olanları ondan istese de gizleyemezdi.

Hiçbir şey bilmeyen tek bir kişi vardı: Bartu Sarca.
Öylesine masum, öylesine merakla bakıyordu ki aynı ifadeyi herkesin yüzünde görmek istiyordu ama yoktu.

"Neler oluyor?" dedi Bartu dakikalar önce bana söylediğini tekrar ederek. "Birileri bir şeyler söylesin."

Koza, Yankı'nın karşısına geçti ve yine benim yanımda durdu ama bu sefer önüme geçmesini ben de istemiştim çünkü onun daha fazla gözlerine bakamıyordum.

"Madem gerçekler konuşulacak," dedi Koza sakin bir sesle. "Herkesin gerçekleri konuşulsun ve herkes o masada olsun, Sonuncu." Başını ağır ağır aşağı yukarı salladı. "Akşam sana göndereceğim adrese Sokak Nöbetçileri'ni ve..." bakışları bana döndü, "Helin'i alıp gel."

Sonra hiçbir şey demeden, bir daha hiç kimsenin yüzüne bakmadan yürüdü ve yanımızdan uzaklaştı. Ne düşündü, ne tasarladı anlayamadım ama önümdeki gölgesi uzaklaştığında ve onun arkasından baktığımda ilk defa Koza'ya karşı korkuyu değil, nefreti değil, öfkeyi değil, acıyı hissettim.

Acısını hissettim.

👻

Artık nasıl hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Artık nereye gitmem gerektiğini de bilmiyordum. Dengem tamamen sarsılmıştı, yok olmuştu, mahvolmuştu. Kendimi bir yandan suçlu hissederken, bir yandan suçsuz hissediyordum. Bir yandan vicdanım rahattı, bir yandan aşırı rahatsız bir vicdanım vardı. Bir yandan kaybetmemek için aklımı yiyordum, bir yandan da kaybetsem de yeniden ayağa nasıl dikileceğimi düşünüyordum.

Ben artık aklımı kaybediyordum, Tanrı üvey evladının aklını kaybetmesini istiyordu.

Artık kim olduğumu bile bilmiyordum, olduğum kişiden ise tamamen uzaklaştığımın farkındaydım; iyi ya da kötü. Kalbim iki parçaya ayrılmıştı, bir yanım iyiliğin rengini almıştı, bir yanım ise kötülüğün rengindeydi.

Ben hem Koza tarafından örülmüştüm, hem Yankı tarafından sağır olmuştum.
Beni mahvediyorlardı.

Sokak Nöbetçileri'yle beraber eve gelmiştik. Yol boyunca herkes büyük bir sessizlik içinde kalmıştı, kimsenin ağzını bıçak açmamıştı ve evden içeriye girdiğimiz anda, Işık kendisini odaya kapatmış ardından kapısını kilitlemişti.

Mutlu'yla Bartu dışarıda bir yerlerdelerdi, tam olarak nerede olduklarını bilmiyordum.

Lâl odasına çekilmişti, kapısını kilitlememişti, çok sakindi ama yalnız kalmak istediği ortadaydı.

Aslında eve geldikten sonra Bartu'yla Yankı arasında büyük bir kavga çıkabileceğini bile düşünmüştüm ama Bartu, bu konularda kendini eğitmeye başlamış olacak ki bir kez bile Yankı'yla göz göze gelmemişti.

Yankı direkt olarak kendini banyoya atmıştı ve dakikalardır banyodaydı.
On dakika, yirmi dakika, otuz dakika...

Oturma odasında, üçlü koltuğun köşesinde otururken bir yandan kapıya doğru bakıp onun gelmesini bekliyor, bir yandan da ayaklarıma onun kapısına gitmemek için söz geçiriyordum. Ne konuşacaktım? Ne anlatacaktım?

Merak ettiğim asıl konu neydi?

Bir misafir gibi oturma odasında otururken, o misafirliğin acısını da yaşıyordum. Aklımı kaybediyordum, beni artık bütün bu olanlar mahvediyordu. Yapmalıydım, gitmeliydim ya da kalmalıydım ama bir şeyler yapmalıydım çünkü bu şekilde yaşayamıyordum.

İçimden bir ses, Yankı'dan daha çok kendimi düşündüğümü söyledi. Benim hakkımda ne düşünüyordu, bana karşı tavırları nasıldı? Gerçekten onlarla beraber, bu eve geliyor olmam onu rahatsız etmeye başlamış olabilir miydi? Diğerlerini bilemezdim ama Yankı'yla artık eskisi gibi konuşamayacağımı hissediyordum.

Neredeyse kırk dakika sonra daha fazla dayanamayıp oturduğum koltuktan kalktım ve adımlarımı merdivenlere doğru yönlendirdim. Sarsak adımlarla yürürken başımın şiddetli bir şekilde döndüğünü, gözlerimin ise odağını kaybettiğini hissediyordum. Ağır geliyordu, ulaşacağım sonuçlardan ziyade, kendi sonucumdan bile korkmaya başlamıştım.

Onun yanına neden gittiğimi bilmiyordum, belki de yalvaracaktım ya da bağırıp çağıracaktım ama yüzünü görmek istiyordum.

Sözler için, cümleler için; en çok benimle beraber, bütün acılarımı geçirmeye çalıştığı için.

Banyonun kapısının önüne geldiğimde içeriden ne bir su sesi geldiğini duydum, ne de nefes sesi. Bir süre tek ayağımın üzerinde durup bekledim, elim kapıya doğru kalktı daha sonra tekrar indi ve bunu birkaç kez daha tekrarladım. Ama en sonunda gözlerimi sıkıca kapatıp kapıya vurduğumda kısık bir sesle "Yankı," diye seslendim. "Orada mısın?"

Sessizlik oluştu. Hiçbir karşılık vermedi, birkaç saniye o kapının önünde bana cevap vermesini bekledim ama herhangi bir cevap vermedi. Bir kez daha vurdum kapısına, bir kez daha "Yankı," dedim. "Oradasın, biliyorum."

Yine cevap yoktu. Kaşlarım çatıldı. Yankı dikkatsiz bir adam değildi, Yankı hiçbir şeyi duymayacak bir adam da değildi, kötü bir şey olmuş olabilir miydi? Bu sefer sertçe ve daha yüksek bir sesle "Yankı!" diye seslendim. "Cevap vermezsen içeriye gireceğim."

Yine cevap alamadım ve kendimi tutamayarak bir an bile düşünmeden kapının kolunu çevirdim, kilitli değildi.

Banyo, lavabonun üzerindeki ışıklandırmadan aydınlatılan loş sarı bir ışıkla parlıyordu. Kapıyı açtığım anda koridorun ışığı, banyonun içine doğru çarptı ve gözlerim onu aradı. Sonra gördüm ama keşke görmeseydim. Dizlerimin üzerine çökmemek için direndim çünkü onu üçüncü defa böyle görüyordum. İlki sokak lambasının altında, ailesinin evinin oradaydı. İkinci Işık vurulduğu zaman, hastanede onu yalnız bıraktığım zamandı. Üçüncüsü ise burada, banyoda.

Duvarın kenarına çökmüştü, üzerinde hâlâ maçta giydiği kıyafetler vardı. Beton zeminde otururken bir bacağını öne doğru uzatmış, diğer bacağını dizinden kırmıştı. Gözleri, yerdeydi ve gerçekten beni duymamış gibiydi; hatta bütün dünyayı görmüyor gibiydi. Her ne düşünüyorsa kaşları havaya kalkıyor sonra gözlerine bambaşka bir acı bulaşıyor ardından düzeliyordu. Kendisini banyoya kapatmıştı çünkü diğer yerlerde birileriyle karşılaşabilirdi ama burada, kimse onu rahatsız etmez, kendi yaşadıklarıyla baş başa bırakabilirdi.

Bunu daha önce de yapıp yapmadığını merak ettim. Ve bir an, onu çocukluğuyla banyoda bulmuşum gibi hissettim.

Titreyen elim uzanıp banyonun ışığını açtığında yüzünde değişiklik olmasını ya da bana bakmasını bekledim ama hiçbir değişiklik yoktu, karanlıkta nasılsa aydınlıkta da aynı şekilde duruyordu.

Arkamdan banyonun kapısını kapattığımda ve ona doğru yürüdüğümde kuru bir sesle "Yankı," dedim. Dizlerimin üzerine çökmemek için direnmedim bu kez ve karşısında dizlerimin üzerine çöktüm, onun gözleriyle gözlerimi aynı hizaya getirmeye çalıştım. Elim, dizinin üzerine koyduğu eline kaydığında parmaklarının arasında bir fotoğraf karesi tuttuğunu fark ettim. "Yankı," dedim bir kez daha. "Beni duyuyor musun?"

Gözlerini kırptı, yüzüme bakmadı, boşluğa bakmaya devam etti ve sadece "Duyuyorum," dedi. O an, dakikalardır beni duyduğu halde hiçbir cevap vermediğini anladım.

"Sana seslendim," diye fısıldadım ve yere, tam karşısına oturdum, elimi elinin üzerinden çekmedim. Buz gibiydi, Yankı korktuğu zamanlar buz gibi olurdu.

"Duydum," dedi bu kez de.

"Neden cevap vermedin?"

"Ne cevap vereceğimi bilmiyorum." Bu daha çok kendisine yönelik bir yanıttı, birçok konu için ve birçok soru için.

Yutkundum ve gözlerimi gözlerinden bir an bile ayırmadan "Bana bakmayacak mısın?" diye sordum. Hep böyle mi oluyordu? Hep kendi başına, kendi kendine sığınacak, sonrasında hiçbir şey olmamış gibi bu banyodan çıkıp benim karşımda mı dikilecekti? "Neden kendini buraya kapattın da benim yanıma gelmedin?"

Boş bakan gözleri, boşluktan ayrıldı ve gözlerimin içine baktığında artık dopdoluydu. Bütün duygularla, bütün hislerle, görebileceğim en kötülerle ve en iyilerle. Sanki bakıyorum, söyle, dermiş gibiydi ama keşke bakmasaydı çünkü üçüncü defa onun bakışlarının altında eziliyordum.

İlki, sokak lambasının altında, eski ailesinin olduğu evin oradaydı.
İkincisi o hastane koridorunda, onu yalnız bıraktığım zamandı.
Üçüncüsü burasıydı.

İlk düştüğü yerde terk edilmişti.
İkinci düştüğü yerde ben bırakmıştım.
Üçüncüsünde belki de o beni terk edecekti.

"Sadece alışkanlık," diye mırıldandığında kendisinde banyoda dakikalardır durduğunun farkına varıyormuş gibi etrafına şöyle bir baktı ve oturuşunu dikleştirdi.

"Alışkanlık mı?" Soruyu sorarken parmaklarım, elini daha sıkı tuttu.

"Öyle," dediğinde gözlerini gözlerimden ayırdı, banyonun duvarına doğru baktı. "Hayatımın her döneminde yalnız kalmak için gittiğim bir yerler oldu. Öz ailemleyken kendimi banyoya kapatırdım. Sokak Nöbetçileri'yle beraberken o sokak lambasının altına gidiyorum. Ve şimdi..." Kendisi de anlam veremiyormuş gibi yüzünü buruşturdu. "Galiba ne yaptığımın farkında değilim."

"Sana daha önceden de söylemiştim," dediğimde kendi suçumu mu hafifletmeye çalışıyordum yoksa onu mu anlamaya çalışıyordum, bilmiyordum. "Yalnız değilsin, ben buradayım." İçimden bir ses, benim yüzümden yalnız kalmak istediğini söylüyordu. "Ne düşünüyorsun, bana anlatmayacak mısın?"

Omzunu indirip kaldırdı, başını iki yana salladı. "Hayatımda Koza'ya karşı çok kazandım," dedi. "Ama ilk defa Koza'ya karşı kazanmak yerine kaybetmeyi dilediğimi fark ettim." Ardından bakışları bana döndü, kirpikleri bile hareket etmedi. "Ve bir de baktım, sana karşı da kazanmışım. Anlamıyorum," diye mırıldandı, eliyle şakağına sertçe vurdu. "Ne yapmaya çalıştığımı anlamıyorum, ne istediğimi anlamıyorum, ne hissettiğimi anlamıyorum."

Kaçmak istiyordu, kalmak istiyordu. Gitmek istiyordu, kovalamak istiyordu. Hepsini istiyordu ve aslında aynı durumdaydık. "Aklını kaçıracak gibisin, değil mi?" diye sorduğumda nefes almakta bile zorlandığımı fark ettim. "Ama düşündüğün bir şeyler illa ki vardır. Söyle bana, ne düşünüyorsun?"

"Her şeyi." Saçları daha fazla dağılmıştı, dalgalanmıştı, alnına düşen tutamları geriye atmamak için direndim. "Kim olduğumu," dedi ilk önce kendini göstererek sonra beni işaret etti. "Kim olduğunu." Ardından fotoğraf karesine baktı. "Kim olduklarını." Derin bir nefes verdi, başını iki yana salladı. "Bazen yalanlarla yaşamak, gerçeklerle yaşamaktan daha doğruymuş gibi geliyor. Herkesin bir sırrı var bu ailede. Herkesin bir yalanı var. Herkesin kaçtıkları var. Sanırım yalanları tercih etmememin en büyük nedeni, sonunda yüzleşecek olmamdan geliyor."

Yavaşça parmaklarım, parmaklarından kaydı ve elinde tuttuğu fotoğraf karesine doğru uzandım. Polaroid makineden çekilmiş fotoğrafı almamı engellemediğinde kendime doğru çevirdim ve onları gördüm.

Sokak Nöbetçileri'ni.

Benden öncesine ait bir fotoğraftı. Beşi, gülümseyerek kadraja bakıyordu. Piknik tarzı bir yerde çekilmişlerdi ya da ormanda, bilmiyordum. Etrafta yeşillikler vardı, bundan üç dört sene öncesinin tarihi atılmıştı. Ortada Bartu duruyordu, Mutlu onun kucağına çıkmış, boynuna sıkıca sarılmıştı. Bartu'nun hemen arkasında Işık, Bartu'nun omuzlarını tutmuş, dilini çıkarmıştı. Lâl, Bartu'nun sağ tarafındaydı, gözlerini irice açmış, gülümsüyordu.

Bartu'nun sol tarafında Yankı vardı. Bir elini Bartu'nun omzuna atmış, dudaklarında sigarasıyla gözleri kısık bir şekilde haylaz bir ifadeyle kadrajı izliyordu. Üzerlerinde yazlık kıyafetler vardı.

Neşeli görünüyorlardı, mutlu görünüyorlardı, arınmış görünüyorlardı.
Bensiz görünüyorlardı.

Titreyen bir sesle "Sanırım bu fotoğrafa neden baktığını anlıyorum," dedim acıyla. Ağlamamak için direndim, o acıya karşı koymaya çalıştım.

"Neden?" diye sordu.

Ben yoktum. Benim de olduğum toplu fotoğraflarımız vardı ama baktığı fotoğrafta ben yoktum. "Bensiz daha mutluydunuz," diye mırıldandığımda fotoğraf karesini yine onun parmaklarının arasına bıraktım ve gülümseyerek gözlerini izledim. "Bunun farkındayım. Ben size felaket getirdim."

Her zaman olduğu gibi, beni aksine inandırmasını bekledim ama öyle yapmadı. Yüzümü izlerken sanki acımın üzerine bastırdı ki daha fazla acısın, öyle bir baktı ki sanki ben gerçekten felakettim, beni öyle bir sorumlu tuttu ki ağırlığı altında ezildim.

Sonra bir nefes verdi, başka bir nefes daha. Gözlerini kıstı, başını iki yana salladı. Duvardan destek alarak doğrulduğunda ve ayağa kalktığında ben yerde oturmaya devam ediyordum. Gözlerim ise onun bıraktığı boşluktaydı. Öfkesine bile tahammül edebilirdim, sessizliğine tahammül edemiyordum.

"Hiçbir şey söylemeyeceksin değil mi?" diye sordum banyonun kapısına doğru yürürken. "Yine hiçbir şey söylemeyeceksin, yine hiçbir şey yapmayacaksın. Öyle değil mi? Beni böyle bırakacaksın şu vicdan azabıyla."

Kapıyı açtı, arkasına dönüp baktı mı bilmiyordum ama banyodan çıkıp gitti, beni öylece yerde otururken bıraktı.

Derin bir nefes aldım sonra nefesimi verirken, içimde katlanan acı, öfkeye dönüşmeye başladı; en çok kendime olan öfkeme sonra ona. Nedenini bilmiyordum ama ona öfkelenmeye başlamıştım.

Sürekli, kendi acısının altında eziliyor, bana onlarca kelime söyleyecekken hiçbir şey yapmıyordu. Bunu neden yapıyordu bilmiyordum ama artık katlanamıyordum. Onun öfkesinden korkmuştum, hiç korkmadığım kadar büyük bir korkuydu ama bu sessizlik, daha fazla aklımı kaçırmama neden oluyordu.

Ben de arkasından çıktığımda direkt olarak odasına ilerledim ve kapalı kapıyı çalmadan içeriye bir anda daldım. O an, Yankı, üzerindekileri çıkarmış sadece altında siyah bir boxer ile kalmıştı. Elim kapının kolunu sıkıca tutarken geri dönmeyi de düşündüm hatta vücudum o tarafa doğru da hareket etti fakat bunu yapmak yerine içeriye girip kapıyı sertçe çarptım.

"Bana artık sessizleri oynamaktan vazgeç." Sesim beklediğimden daha yüksek çıktığında Yankı, yatağının hemen yanında durmuş, düşük omuzlarla bana bakıyordu. "Bana ne düşündüğünü, beni neyin beklediğini söyleyeceksin. Beni akşam, o Koza'nın önünde bir sürprizle baş başa bırakmayacaksın, değil mi?"

Koza'nın adını duyar duymaz kaşları çatıldı, elinde duran fotoğraf karesini yatağın üzerine attı. Omuzlarını dikleşti, bakışlarındaki acı uzaklaştı. "Sence sürprizle karşılaşacak olan sen misin, ben miyim?"

Ona doğru hızlı ve sert bir adım attım ve düşünmeden "Beni onunla yalnız bırakıp gidecek misin bu akşam?" diye sordum. En büyük korkum, dudaklarımdan akıp gitti. Yankı ise beklemediği hatta hiç düşünmediğini gösteren bir ifadeyle buz kesti.

"Bu da nereden..."

"Beni bırakacak mısın, Yankı?" Gözlerim fotoğraf karesine kaydı bir kez daha. "Eğer bırakacaksan, böyle bir ihtimalin varsa bunu şimdiden söyle ki Koza'nın yanında dimdik durabileyim, onun yanında omurgam dik dursun. Omuzlarım dik dursun."

Dişlerini sıktı, başını iki yana salladı. "Helin, çık dışarı."

Kovuldum. Onun tarafından. "Beni kovuyor musun?" diye sorduğumda öfkeden gözlerim kararmaya başlamıştı.

"Evet," dedi sert bir sesle. "Çık dışarı çünkü saçmalıyorsun."

"Çıkmıyorum." Bunu söylediğim anda, kendisi kapıya doğru yürüyüp çıkmak için hamle yaptı fakat onu omzundan itekleyip kapının önüne geçtim. "Sen de çıkmayacaksın. Kaçmayacaksın." Bir kez daha atıldı ama bu sefer daha sert bir şekilde itekledim. "Sonucunda seni yumruklayacak bile olsam, bu odadan çıkmana izin vermeyeceğim. Bana cevap vereceksin."

Elini saçlarına geçirdi, sırtını bana döndü ve derin bir nefes aldı. O an, kaburgasının üzerindeki dövmeyle yeniden yüzleştim, bu kez inceleme fırsatı bulduğumu düşündüm.

Fakat tam o esnada, Yankı yine bana döndü ve direkt olarak gözlerimin gözlerine dönmesine neden oldu. Tek fark ettiğim renksiz bir dövme olduğuydu. Kaşlarım çatıldı, karşısında dimdik dururken arkamda duran kapı bana destek çıkıyordu.

"Tek bir cümle söyleyeceksin," dedim üzerine basa basa. "Seni Koza'nın yanında bırakıp gitmeyeceğim. Seni öylece bırakmayacağım. Bu kadar zor mu?"

Biliyordum ki istese beni tek bir hamlede itekleyip kapının önünü açabilir, çıkıp gidebilirdi ama bunu yapmadı. "Yalanlardan..."

Kendimi tutamayıp bağırarak "Yalanların canı cehenneme!" diye karşılık verdim. "Gerekiyorsa yalanlar söyle ama bana, seni onun önünde yalnız bırakmayacağım de! Bunu yap!"

Sürekli sarsılan dengem ve tepkilerim, şaşkınlıkla gözlerinin açılmasına neden oldu. "Koza'nın düşündükleri neden senin için bu kadar önemli?"

"Koza'nın düşündükleri mi önemli?" Güldüm fakat bu öfkeden dolayıydı. "Sence ben şu an Koza'nın benim hakkımda ne düşüneceğini mi önemsiyorum?" Gülmeye devam ettiğimde elim karnıma doğru gitti çünkü acıdığını hissettim, ağrımaya başlıyordu. Korku, mideme vurmuştu. "Lanet olsun, Yankı. Beni sadece senin ne düşündüğün ilgilendiriyor. Ama sen karşımda dikiliyor, beni tamamen yok sayıyor, sadece kardeşlerini önemsiyorsun. Bir banyoya kendini kapatıyor, kardeşlerinin fotoğrafına bakıyorsun. Beni öyle bir görmezden geliyorsun ki ben bu evde değil misafir, yabancı gibi hissetmeye başlıyorum!"

Cümleler dudaklarımdan çıkarken Yankı'nın yüzünün şekli gitgide değişmişti. İlk defa bu kadar yalın ve bu kadar emin bir şekilde gerçekleri dile getiriyordum. "Sadece kardeşlerimi önemsiyorum, öyle mi?" diye sorduğunda başını iki yana salladı.

"Evet!" Parmağımla yatağın üzerine attığı fotoğraf karesini gösterdim. "Tek bir cümle!" Haykırışım odanın içinde çınladı, biliyordum ki Işık da Lâl de beni duyuyordu. "Tek bir cümle. Seni bu akşam bırakmayacağım, diyeceksin! Bu kadar mı zor?"

Bir şeyler döndüğünü anladığında bana karşı oluşturduğu bütün duvarlarını yıkıp "Koza sana bir şeyler söyledi," dedi sakin bir sesle. "Sana neler söyledi?"

Dürüstlük mü yoksa yalanlar mı? Yine seçeceğim bir yol vardı ve ben, hangisini seçeceğim konusunda kararsızdım fakat o an, bütün köprüleri yakmışken, bir de onun köprülerinden vazgeçmek isteyerek "Bana senin beni birgün bırakıp gidebileceğini söyledi," diye karşılık verdim, öfkeyle. "Ve o seni gerçekten tanıyan birisi." Gözlerim dolmuştu, öfkeden olduğunu düşünmesini istedim ama öfkeden değildi, korkudandı, buna ellerim de dizlerim de şahitti.

"Beni yeterince iyi tanımıyor," dedi ama yine de seni bırakmam demedi.

Bu son damlaydı. "Yeter!" diye haykırdığımda ellerimi saçlarımı geçirdim ve tırnaklarımla canımı yaktım. "O bana bunları söylerken ben ona dönüp ne söyledim biliyor musun?" Tırnaklarımı bu kez de avuç içlerime batırdım. "Beni bırakıp gitmeyeceğini, senin bana sözler verdiğini." Gözümden yaşlar aktı. "Senin beni hiçbir terk etmeyeceğini söyledim." Boğazıma oturan yumru, defalarca yutkunsam da geçmeyecek gibiydi. "Ama biliyor musun, defalarca yalanlar söyleyen Helin'in canını en çok bu yalanlar yaktı çünkü ikimiz de biliyoruz sen beni bırakıp gidersin, Yankı."

Bana doğru yaklaştığında titreyen ellerimi ona doğru uzatıp durdurdum, ayakta duramayacak durumdaydım. "Helin," dedi ama devamında hiçbir şey söylemedi, gözlerimin içine bakmaya devam etti. Belki bencillikti, belki onun acısını da tamamen görmezden gelmekti ama onu kaybedemezdim.

"Sen beni öyle bir bırakıp gidersin ki, ben arkamı döndüğümde değil seni görmek, gölgenle bile karşılamam, öyle değil mi, Yankı?" Ağlamaya başladığımda sesimin ne kadar yüksek çıktığı da bizi dinleyenler de umurumda değildi. "Bak," dedim zorlukla konuşarak. Ellerimi bu kez ona tutunmak için öne doğru uzattım, artık aklımın bir dengesi yoktu ama en azından vücudumun bir dengesi olsun istedim. "Beni bırakma diye yalvarmam gerekirse yalvarırım. Bunu yaparım. Şu an bunu yaparım. Yemin ederim yaparım. Gurursuz olurum, gerekirse ayaklarına kapanırım, gitme derim. Bunu yaparım."

Bir adım daha yaklaştı bana. Titreyen ellerimi tuttu ve benim dengemi sağlarken parmakları ellerimden dirseklerime oradan da omuzlarıma doğru kaydı. Arkamdaki kapıya yasladığında gözlerini gözlerimden ayırmıyordu, her damla yaş aktığında sanki ondan da akıyormuş gibi acıyla yutkunuyordu. Bir eli omzumdan yanağımda doğru kaydı, yaşları sildi. Alt dudağını dişlerinin arasına aldığında söyleyeceklerini törpülüyor olmalıydı ya da doğrularının arasından en fazla canımı yakmayacak olanı seçiyordu. "Helin," dedi yanağımdan art arda akan yaşları silerken. "Senden hayatım boyunca bir an bile vazgeçmeyeceğim, ben bu Yuva'dan vazgeçmeyeceğim. Ağlama, yapma bunu bana."

"Vazgeçmeyeceksin," dedim söylediğini tekrar ederek. "Benden vazgeçmeyeceksin değil mi?"

"Vazgeçmeyeceğim," diye tekrar etti.

"Söz ver," diye fısıldadım.

"Kendi canım üzerine değil, senin canın üzerine söz veririm. Senden hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim."

Yine ağlamaya başladığımda "Ben kendimi deliriyormuş gibi hissediyorum," dedim ve başımı iki yana salladım. "Bak biliyorum, ben hiçbir zaman sizin ailenizden olmadım ama siz benim ailem oldunuz." Gözlerim gözlerine kilitlendi, bit itiraf mıydı, bilmiyordum ama umurumda da değildi. "Ve sen, Yankı. Sen benim her parçam oldun." Omzumu indirip kaldırdım. "Biliyorum, senin için her zaman sadeceden ibaret kalacağım ama ben bir ailenin sadecesi olmaya bile razı olduğumu, sizinle tanıştığımda fark ettim. İlk düşündüğün, ilk baktığın kişi olmayabilirim ama..." Eliyle ağzımı kapattı, daha fazla devam etmemi istemedi.

İhtiyacım olan, bana sadeceden ibaret olmadığımı söylemesi miydi? Artık bunu da istemiyordum. Tek istediğim, beni bırakıp gitmemesiydi. Yalvarmam mı gerekiyordu? Yalvarabilirdim, gurursuz muydum? Belki gurursuzdum ama onu kaybedemezdim, kendi kötülüklerim yüzünden onun gitmesine izin veremezdim. Suçluydum, suçlarımla gerekirse önünde duvar olurdum.

Geriye doğru çekildi, adımlar atarken gözlerini gözlerimden ayırmadı. "Sana kardeşlerim kadar değerli olmadığını düşündüren, en çaresiz anımda onların fotoğrafına bakmam mı?" diye sordu.

"Bunun yüzünden sana kızmıyorum," diye atıldım ama sesim öyle bir titriyordu ki artık güçlü bile kalamıyordum. "Ama izin ver, bu akşamdan sonra grubun sadecesi olarak kalmaya devam edeyim."

Ona adeta bu akşam mahvolacağımızı söyledim, gerçeklerimin onu mahvedeceğini bu şekilde dile getirdim.

Yankı, öfkeyle, hırsla ve belki de anlayamadığım bir duyguyla giysi dolabını sertçe açtı, yüzünü benden ayırdı ve kıyafetlerinin bazılarını yere fırlattı. En sonunda elinde siyah bir albümle tekrardan bana doğru döndü ve üzerime yürümeye başladı. Hangi korku benim kapıya doğru sokulmama neden oldu bilmiyordum ama bir anda albümün rastgele bir sayfasını açıp elime tutuşturduğunda odağını kaybetmiş gözlerim albüme doğru kaydı.

Nefesim kesildi, dudaklarımdan sadece "Yankı," kelimesi döküldü. Albüm, sadece ikimizin fotoğraflarından oluşan bir albümdü. Açılan sayfa, teknede Mutlu'nun ikimiz birbirimize bakarken çektiği fotoğraftı. Altına tarih atılmıştı, tek bir cümle yazılmıştı: 'Yalnız hissetmemesi gerektiğini öğrendiğinde.' Altında başka bir fotoğraf daha vardı. Teknede, ikimiz de sırtımız dönük bir şekilde denize bakıyorduk. Altına şu notu düşmüştü: 'İyileştireceğime söz verdiğimde.' Sayfayı çevirdim. Rastgele iki sayfa sonrası açıldığında yatağında uzandığımı gördüm, saçlarım yeni kesilmişti, yüzümde acı çekiyormuş gibi bir ifade vardı ve uyuyordum. Altına şu notu düşmüştü: 'Saçların için intikam yemini ettiğimde.'

Daha fazlasına bakmamı istemiyormuş gibi elimden albümü çekip aldı ve onu da yatağa doğru attı. Dolan gözlerle başımı kaldırıp ona baktığımda kilitlenmiş bir çeneyle "Konu bir fotoğraf karesiyse," dedi. "Konu sözlerse, sen bunlardan çok daha fazlasısın." Başını iki yana salladı sonra yüzümü ellerinin arasına aldı. "Konu çaresiz hissetmekse, beni en çaresiz hissettiren sensin." Derin bir nefes verdi, elleri yüzümü öyle sıkı kavradı ki bir daha bırakmayacağına kendi içimde inandım. "Konu eğer bana yaptıklarınsa, zerre umurumda değil. Bana istediğini yap, bir an bile gözünü kırpmadan."

O an anlamıştım. Kendisi yine önemli değildi, önemli olan kardeşleriydi. Onların acıları, onların yaşayacaklarıydı.

"Nefretse bana nefret," dedi hızlı bir şekilde. "Öfkeyse bana öfke, acıysa bana acı." Yüzüme yaklaştı, nefesi yüzümü yaladı. "İhanetse bana ihanet." Alnı alnıma değdi, duvara daha fazla yasladı. "Sevgiyse bana sevgi." Burnu burnuma dokundu. "Sevgiyse sana sevgi, Helin. İhtiyaçsa sana ihtiyaç. Muhtaçlıksa sadece bana muhtaçlık, Helin. Muhtaçlıksa sadece sana muhtaçlık." Başını iki yana salladı, burnu burnuma sürtündü. "Felaketse bizim felaketimiz olma, Helin. Kendinin bile felaketi olma. Eğer birisi enkaza dönüşecekse, bırak ben o kişi olayım."

Titreyen ellerim, yüzümdeki ellerini uzanıp tuttu ve parmakları içeriye doğru büküldüğünde gözümden bir damla yaş aktı. "Yankı," dedim soluk bir sesle. "Benden vazgeçme."

"Senden vazgeçmem," dedi baskın bir sesle üzerine basa basa. "Nefes aldığım sürece senden asla vazgeçmem."

"Yankı," dedim bu kez daha soluk bir sesle. "Benden hiçbir zaman gitme."

Bu sefer yanıt vermedi ama gözlerini kapattı. Yalanlar için hatta gerçekler için savaştı ama hiçbir şey söylemedi. Parmaklarım, parmaklarını sıkıca tutarken "Bu akşam," dediğinde çenesini havaya kaldırdı. "Yanımda dimdik duracaksın, elimi tutacaksın ve hiç bırakmayacaksın. Güçse onlara güç, Helin. Güçsüzlüğünse sadece bana güçsüzlüğün."

"Güçsüzlüğümse sadece sana güçsüzlüğüm," diye fısıldadığımda gözlerini açtı ve dudaklarıyla dudaklarım arasındaki o kısacık mesafede nefesini verip hafif, yumuşak bir şekilde dudaklarını dudaklarımın üzerine bastırdı.

"Ne olacak bu senin," dedi hafif gülümseyen acılı bir sesle. "Durmadan titreyen ellerin, dizlerin ve sesin?" Sonra bir kez daha dudaklarıyla dudaklarımdan öptü. "Ne olacak bu benim, senin karşında defalarca aklımı kaybedişim?"

Tekrardan öptü, bunu yaparken parmağı yüzümü okşadı, yanağımdan boynuma doğru indi, diğer eli ise belime doğru ilerledi. Boynumdan enseme doğru kaydığında beni sıkıca sarmak istiyormuş gibi kolu da belime dolandı. Öylesine sakin bir şekilde beni öptü ki, acının bir tanımı olsaydı, o gün, beni öptüğü an olabilirdi.

Ellerim omuzlarına sıkıca tutuğunda ve ben de onun boynuna sarıldığımda Yankı, belimden tutup beni havaya kaldırdı ve kapıya yaslayıp bacaklarımı belime dolamamı sağladı. Öyle sıkı sarıldı ki bana senden gitmem demedi ama sarılırken gidemem dedi sanki.

Dayandığım kapıda beni duvarla kendi arasında sıkıştırırken, ensemde duran parmakları boynuma doğru kaydı ve parmakları sarıldığında çenemi hafifçe kaldırdı, öpüşü derinleşti. Diliyle dudaklarımı araladığında nefesini verdi, dişlerini sürtmeye başladı. Tırnaklarımı omzuna geçirirken altında sadece bir boxer olması ya da konumumuz umurumda bile değildi. Ona sarılmak istiyor, onu öpmek istiyordum. Onu istiyordum, Yankı'dan başkasını isteyemezdim.

Artık sakinliği uzaklaştığında iki bacağının arasındaki erkekliğinin gitgide sertleştiğini hissediyordum. Parmakları boğazımı sıkıca kavramaya başladığında bunun düşündüğümden daha fazla hoşuma gitmesi tuhaftı. Dudakları, dudaklarımdan uzaklaştığında çeneme doğru ilerledi ve oraya ıslak dudaklarını bıraktığında boynuma doğru gitti. Başım geriye doğru yattığında gözümden akan son yaş, çeneme doğru ilerledi.

"Kokun bir insana yaşadığını hissettirir," dedi dudakları boynumda dururken. "Kokun sadece bana yaşadığımı hissettirsin."

Daha önce duyduğum bu cümleler gülümsememe neden oldu. Parmaklarım ensesinden saçlarına doğru kaydı, Yankı ise belimdeki elini, üzerimdeki tişörtten içeriye doğru soktu ve çıplak sırtıma parmaklarını bastırdı. İlk önce sert sonra hafifçe okşayarak yukarıya doğru çıktığında yutkundum ve gözlerimi kapatıp dudaklarımdan nefesimi verdim.

Onun da dudakları boynumdan daha fazla aşağıya inmek istediğinde tişört bunu engelledi. Duraksadı, başını geriye doğru çekti ve beni kalçalarından itekleyerek kapıya daha fazla yasladı. Gözlerimi açana kadar bekledi ve ben açtıktan sonra parmaklarının üzerimdeki tişörtün eteklerine doğru kaydığını gördüm.

Heyecandan dolayı parmaklarımla sertçe saçlarını çekiştirdiğimde "Baksana," dedi yoğun bakan turkuaz gözleriyle. "Tişörtünü çıkartabilir..." Sonra durdu, ona nasıl bakıyorsam dudaklarından bir küfür savurdu ve tişörtü bir anda başımdan çekip çıkardığında saçlarım dağıldı, yüzüme doğru geldi. Yankı'nın gözleri, gözlerimden ayrıldı ve aşağıya doğru inerken sadece bir sutyenle karşısında dikilmenin beni utandırması gerekirken daha fazla kanımı alevlendirdi.

Gözleri hafifçe irileşti, yüzü boynuma doğru yaklaştı ve kendini bana bütün gücüyle yasladı. "Hadi ama," dedi sutyenime bakarken. "Mavi benim rengim, senin rengin siyah olsun." Üzerimdeki mavi, kenarları dantelli sutyenime bakarken nefesini verdi. "Ama benim rengimi senin üzerinde görmek..." Boynuma bir kez daha dudaklarını bastırdı ve elim, arkamdaki kapının koluna sıkıca tutunduğunda farkında olmadan kendimi ona bastırdım hatta sürtündüm.

"İstersen," dedim kendime şaşkına uğratan bir sesle. "Hep siyah giyeyim bundan sonra." Aslında onunla dalga geçmek istiyordum ama nasıl oluyordu da sesim bu kadar itaatkar çıkmıştı bilmiyordum.

Yankı, boynumdan gerdanıma inerken gülümsedi, belimdeki eli ise karnıma doğru ilerledi. "Aferin," dedi gülümsemesinin arasından. "Liderinin sözünü böyle böyle dinleyeceksin."

Karşı koymalı ya da tartışmalıydım ama gülümsedim. Gülümsedim. Bir aptal gibi gülümsedim. Yankı ise karnımda parmaklarını gezdirdi ve ıslak dudaklarını gerdanıma bırakırken dekolteme doğru inmeye başladı. Her parmak darbesinde, her baskısında, her nefesinde tenim ürperiyor, ona daha fazla sokuluyordum. Kapının koluna asılırken, kapı bir açılıyor bir kapanıyordu ve Yankı kendisini bana sürtmeye başladığında kapı art arda açılıp kapanmaya başladı.

Karnımdaki parmakları, sutyenimin altına doğru geldiğinde ve dudakları sutyenim üzerinden göğüslerime doğru ilerlediğinde sertliğinin olduğu yerin gitgide sıcaklaşmaya başladığını hissediyordum.

Fakat o asıl olanla beni yüzleştirdi. "Sıcaksın." Ve o an, aslında ateş gibi olanın ben olduğumu anladım. "Eğer altındakini de çıkarırsak..."

Kapıyı daha fazla zorlamaya başladığımda ve kapının koluna daha fazla asıldığımda dudaklarımdan inlemeyle karışık bir ses çıkardım ve Yankı, dudaklarını sol göğsümün üzerine bastırdı, diğer eli, yavaşça göğsümün görünen kısmında gezindi. Parmakları hâlâ buz gibiydi ama bu sefer, fazlasıyla hoşuma gitmişti.

"Ya da ben altımdakini çıkarırsam direkt..." Nefesinin arasından hırlamayla karışık bir ses çıkardığında sanki daha fazlasını istiyormuş gibi bütün baskısıyla benim üzerime abandı, aralık duran kapı sertçe kapandı. Sonra yine asıldığım için açıldı. "Bak," dedi ve bir anda, eli göğsümün üzerinde durdu. "Dayanamıyorum."

"Dayanamıyorum," dedim onun gibi sonra gözlerimi açtığımda ve aşağıda duran onunla göz göze geldiğimde nefesimi verdim. "Dayanamıyorum mu dedin sen?"

Tam o esnada art arda kapı açılıp kapanırken dışarıdan sesler geldiğini fark ettim. İlk duyduğum ses Mutlu'nundu. "Lan," dedi şaşkın bir tınıyla. "Rüzgardan dolayı mı çarpıp duruyor bu kapı?"

Yankı, bana bakarken ve ben ona bakarken ikimiz de gözlerimizi kocaman açtık ve benim elim kapının kolunu bıraktı ama bu sefer, o kapı kolu dışarıdan çevrildi. İteklendiğinde sırtım darbe aldı, Yankı'yla sarsıldık. "Lan!" dedi Mutlu. "Kapı açılmıyor, içeride kasırga mı var? Yankıtu!"

Bir kez daha açmaya çalıştı ve bir kez daha bizim baskımızla kapandı. Bu sefer Bartu'nun sesi geldi. "Dur bir de ben deneyeyim, rüzgara meydan okuyabilirim herhalde."

Daha sert bir şekilde kapı iteklediğinde neredeyse açılıyordu ama Yankı bir anda "Durun bir saniye!" diye bağırdı. "Müsait değilim!" Sonra kapıyı sertçe itekledi ve beni yere indirdi. Odanın içinde yürümeye başladığında bakışları bana takıldı, yarı çıplak olduğumu gördü ve yatağın üzerinde duran tişörtü bana doğru attığında ve kendisi de yerde duran bir tişörtle, kot pantolona doğru ilerlediğinde kapının önünde duran Bartu'yla Mutlu Yankı'nın sözlerini aldırış etmeden kapıyı açmaya çalışıyordu. Olabildiğince sırtımla destek çıkmaya çalışıyordum fakat...

En sonunda Bartu'nun hırsıyla kapı ardına kadar açıldığında arka tarafta kalan ben diğer tarafa doğru savruldum ve Yankı, yatağının hemen yanında kollarını önünde bağlayıp kardeşlerine doğru baktı. İlk başta gözlerim Bartu'yla Mutlu'ya kaydı ve ikisini inceledim sonra kendime baktım; üzerimde Yankı'nın çıkardığı tişört vardı fakat en sonunda Yankı'ya baktığımda...

Onun üzerinde benim çıkardığım, üzerinde He yazan tişört vardı. Göbeği açık bir şekilde duran ve dar gelen tişörte bakarken elimle ağzımı kapattım ve başımı iki yana salladım. Altındaki kot pantolonun ise düğmesi kapalı, fermuarı açıktı.

Bartu ve Mutlu, şaşkınlıkla ikimize bakarken bakışları ikimizin üzerinde geziniyordu ta ki, Yankı'nın üzerindeki benim tişörtümü görene kadar. Bartu, "Hay anasını avradını sülalesini soyunu sopunu gelmişini geçmişini tişörtünü aşkını sevdasını bu kadarını da artık," diye küfürler sıralamaya başladığında Mutlu Yankı'ya doğru yürüdü ve onu incelerken Yankı da üzerine baktı ve aslında kimin tişörtünü giydiğini anladı.

Boğazımı temizledim, öylesine komik görünüyordu ki. Özellikle altına giydiği fermuarı kapanmamış pantolonuyla ve göbeği açık tişörtüyle...

Bartu, eliyle ağzını kapatıp bana da baktı ve başını iki yana salladı. Hayal kırıklığıyla değil, şaşkınlıkla.

Mutlu, bir anda ellerini birbirine çarpıp alkışlamaya başladığında "Fanteziye bak," dedi. "Öpüştüğüm kızla tişörtleri değiştirip nasıl seksi oldum full hd izle." Alkışlaması arttı. "Reklamı geç, reklamı geç, reklamı geç." Yankı'nın etrafında döndü. "Kardeşim, sutyenini giymeyi unutmuşsun."

Yankı, gözlerini kapattı ve olası rezillikten sonra olacak her şeye hazır bir şekilde cümleleri beklemeye başladı.

"Biz de sandık ki," dedi Bartu ve saatler sonra ilk defa güldüğünü hissettim. "İçeride rüzgar var, kapı çarpıyor."

"İçeride rüzgar varmış zaten," diyen Mutlu Yankı'nın göbek deliğine parmağını soktu ama Yankı, sertçe onun eline vurup itekledi, gözlerini açtı. "Biz kasırga olmadan gelmişiz."

Yankı üzerindeki tişörtü eteklerinden tutup başından çekip çıkardığında Mutlu'yla Bartu'ya ters bir bakış atıp "Şu kapıyı çalmayı bir türlü öğrenemeyeceksiniz ha," dedi. "Bir türlü öğrenemeyeceksiniz yani."

"Kardeşim biz ne bilelim, tişört değiştirmece oynadığınızı," diyen Bartu da Yankı'ya yaklaştı. "Bilseydik, Lâl ve Işık'ın dolabından da getirirdik bir şeyler, hep beraber sizi izlerdik."

"Düşünsene," diyen Mutlu bir anda manken gibi odanın içinde yürümeye başladı. "Yankıtu giymiş Helin'in mini eteklerini, Helin'e şov yapıyor. Helin de diyor ki soyun, bu çok hoşuma gitti." Sonra beni inceledi. "Gerçi Helin'e bakıldığı zaman pek konuşacak durumda gibi değil..."

"Mutlu..." dedim ve artık utancı hissetmeye başladığımı fark ettim. "Siz bizi yanlış anladınız..." İkisi de lafımı kesmeden karşıma geçti ve kollarını önünde bağladı. "Biz şey yapıyorduk..." Yankı, onların arkasından başını iki yana salladı, açıklama yapma der gibiydi. "Biz oyun oynuyorduk..."

"Oyun mu oynuyordunuz?" Mutlu daha fazla dayanamayıp gülmeye başladığında Yankı'nın üzerine giyip yere attığı tişörtü eline aldı ve havaya kaldırdı. "Lan siz nasıl sapık insanlarsınız?" Yankı'ya döndü. "Lan Yankıtu, içinde nasıl bir herif yatıyor lan senin?"

"Kardeşim," dedi Yankı öfkeyle. "Bizim özelimiz olmayacak mı şu evde?"

"Biz deme, hoşuma gidiyor." Mutlu göz kırptı. "Hem de çok hoşuma gidiyor."

"Yankı," diyen Bartu Mutlu'nun elinden tişörtü aldı, havaya kaldırdı. "Özeliniz böyleyse değil kapıyı açmak, bir daha bu kapının önünden geçmem lan ben."

"Lan yeter!" Yankı tişörtü, Bartu'nun elinden alıp yüzüne doğru attı. "İki dakika Helin'i güldürüyordum." Bartu'nun da Mutlu'nun da yüzü değişmedi. "Siz geldiniz." Yine değişmedi. "Öyle oldu."

"Ha," dedi Mutlu başını sallayıp ciddiyetle. "Aşırı inandırıcı bir hikaye daha, ben inandım şahsen. Sen Bartukıç'ım? İnandın mı?"

"İnanmak ne kelime," dedi Bartu. "Kapı bile inanmış ki halinize gülüyordu."

Ellerimi yanaklarıma bastırdığımda ve utançtan kıpkırmızı olduğumu fark ettiğimde derin bir nefes verdim. İkisinin de gözünden bu kaçmadığında bakışlarımı kaçırıp kapının dışına doğru baktım. "Ben," dedim sakin görünmeye çalışarak. "Duşa girsem iyi olacak."

Bartu'yla Mutlu birbirine bakıp sırıttı, ben ise onları arkamda bırakıp yürümeye başladım ve kapıdan çıkmadan önce Mutlu'nun Yankı'ya "İstersen Işık'ın bikinisini giyip sen de git peşinden," dediğini duydum. "Kese atarsın sırtına bir güzel." Sonra enseye şaplak sesi ardından Yankı'nın ikisini de kovmasına şahit oldum. Ama kapıyı kapattığımda ve duşa doğru ilerlediğimde dengem alt üst olmuş, yine fazlasıyla sarsılmıştım.

🙆🏼‍♀️

Hazırdım, her anına ve her zerresine. Geçmişe de şimdiye de ve geleceğe de. Çünkü Yankı hemen yanımdaydı, ikimiz yan yana arabaya doğru yürürken bakışlarımız birbirimize çarpıyor, destek verirmiş gibi gülümsüyordu.

Koza, bir restoranın adını Yankı'ya mesaj olarak atmıştı ve o son yaşadığımız olaydan sonra ilk defa karşı karşıya gelmiştik. Hepimiz hazırlanmıştık. Benim üzerimde siyah, dar bir elbise vardı. Lâl, pantolon ve kazak giymişti, umursamaz görünüyordu. Mutlu'yla Bartu ikisi de siyah kazaklarını giymişti.

Işık ise siyah mini bir etek, topuklu ayakkabılar ve beyaz, göbeği açık bir kazak giymişti. Saçları dağınık bir şekilde görünürken ne kadar güzel olduğunu bir kez daha aklıma kazıdım.

Yankı'nın üzerinde mavi, oduncu gömleği vardı altında ise siyah pantolonu ve siyah botları. Evin içinde kimsenin ağzını bıçak açmamış, bu toplantı hakkında konuşmamıştı. Şimdi ise hepimiz arabalara doğru yürürken iki araba evin kapısının önündeydi.

Beklemiyordum ama Yankı, "Hey," dedi herkese doğru. "Bana bakabilir misiniz?"

İlk dönen Işık oldu, kaşları çatıktı ve kollarını önünde bağlamış olacaklara hazırlıklı bir şekilde Yankı'ya dönmüştü. Onun hemen arkasından Bartu'yla Mutlu da döndü ve Lâl. En sonunda hemen yanında duran ben de başımı çevirdiğimde hepimizin gözlerinin içine baktı ardından bir anda parmakları, elimi tuttu ve parmakları parmaklarımın içine doğru kıvrıldı. Sıkıca tuttuğunda çenesini havaya kaldırdı.

"Bu akşam," dedi kardeşlerinin ve benim gözlerimin içine bakarak. "Her ne olursa olsun, her ne konuşulursa olsun, kimse o masayı terk edip gitmeyecek. Her şeye hazırlıklı olun."

"Her şeye hazırlıklı mı olalım?" Bartu soruyu sorarken, ciddiyetle Yankı'ya baktı. "Bu da ne demek?"

"Her şeye hazırlıklı ol, Bartu," dedi direkt ona sonra Mutlu'ya döndü. "Her şeye hazırlıklı ol Mutlu. Lâl ve Işık, siz de hazırlıklı olun. Eğer tek bir kişi o masadan kalkarsa, bir daha asla bu şekilde olamayız."

Bartu yutkundu, Mutlu'nun gözleri direkt olarak Işık'a kaydı ve kaşlarını kaldırdı. Lâl, başını önüne eğdi. Ben ise Yankı'ya dönüp elini sıkarak "Sen de her şeye hazırlıklı mısın, Yankı?" diye sordum.

Başını olumlu anlamda salladı sonra benim kalbimin eriyeceği o hareketi yapıp elimin tersini dudaklarına bastırdı, öptü; kardeşlerinin gözü önünde. "Bugün seni bırakmayacağım, ne olursa olsun." Bir kez daha öptü. "Bugün hiçbirimizi bırakmayacağım."

Herkes başını destek verirmiş gibi salladığında bunu yapmayan tek kişi Işık'tı. Bu benim gözümden kaçmadığı gibi, Yankı'nın da gözünden kaçmadı.

Ardından hepimiz arabalarımıza doğru geçtiğimizde ben, Yankı ve Lâl, bir arabaya bindik. Bartu, Işık ve Mutlu ise diğer arabaya bindi. Lâl, özellikle Bartu'yla gitmek istemediğini belli ediyormuş gibi bizim tarafımıza ilerlemişti. Yankı ise memnuniyetle onun kapısını açmış, arkaya oturmasına izin vermişti. Yolcu koltuğuna ben yerleştiğimde ve Yankı da sürücü koltuğuna oturduğunda gazı alevlendirdi ve arkamızda Bartu'nun aracı bizi takip ederken sürmeye başladı.

Yol sessiz ve sakin geçti. Başım cama dönük, karanlık caddeyi izlerken kalbimdeki ağırlığı yok saymaya çalışıyor, Yankı'nın son söylediklerine inanmak için kendimi itekliyordum. Bırakmayacağım, demişti. Bu gece bırakmayacağım, demişti. Öyle dediyse, öyle yapardı. Onu tanıyordum. Eğer ihtimali olsaydı, elimi bile tutmazdı.

Koza'nın gözü önünde beni bırakmak istemiyordu belki de, onu haklı çıkarmak istemiyordu.

Yankı sessizliği bölerek Lâl'e "Hazır mısın?" diye sordu. Dikiz aynasından onun yüzüne bakıyordu, Lâl'e başımı çevirip baktığımda ise pencereden dışarıya baktığını gördüm. Yanıt vermedi, dalgınlığına devam etti. "Hazır değilsin," dedi kendi sorusuna yanıt vererek. "Merak etme, arkanda duracağım."

İrkilerek "Bugün o masada," dedim. "Birçok gerçek konuşulacak değil mi?"

"Evet." Yankı, U dönüşü yaptığında arkamızdaki Bartu'nun aracı bizi takip ediyordu. "Koza, gerçeklerini anlatırken, gerçeklerimizi yüzümüze vuracak. Eğer bugün o masada hepimiz oturmaya devam edebilirsek, bir daha hiçbirimiz o masadan kalkmayız."

Lâl derin bir nefes aldı ve tekrardan ona dönüp baktığımda gözünden damlayan bir yaşı sildiğini gördüm. Bu şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırmama neden olduğunda yüzündeki ifadede tek bir duygu vardı: Çaresizlik.

Yankı da onun ağladığını gördü. Dudaklarını birbirine bastırdı, bu onu fazlasıyla rahatsız etti ama ağzını açıp hiçbir şey söylemedi. Yolu izlerken artık sanki yanımda değil, Lâl'in yanında oturuyordu hatta ona sarılıyordu.

On dakika sonra bir restoranın önüne geldiğimizde Yankı'nın yüzünde alaylı bir gülümseme oluştu. Kimse arabadan inmediğinde "Neye gülümsüyorsun?" diye sordum.

Yankı restoranı izlerken "Koza bu restoranı benim için seçti," dedi başını iki yana sallayarak. "Onunla ilk kez burada tanışmıştım. Bana bir şeyleri hatırlatmaya çalışıyor."

Arabayı tamamen durdurdu, gazı kapattı ve bir süre daha öyle durdu. Arkamızdaki araçtan Bartu, Işık ve Mutlu indiğinde dikiz aynasından onlara baktım sonra Yankı'ya döndüm. "Artık inmemiz gerekiyor." Ona cesaret veren kişinin ben olmam, tuhafıma gitmişti. Sanki kendi ellerimle onu cehenneme yürütüyordum, bunu yaparken ise ateşi kendim yaktığımın farkında bile değildim.

Yankı yanıtlamadan arabadan indi, ben ve Lâl de onun arkasından indik. Lâl son kez gözünden akan yaşı sildiğinde bakışlarımız kesişti. Bu sefer ilk defa o da bana, ihanete uğrayan birisi gibi değil, ihanet eden birisi gibi baktı.

Şaşırdım, dağıldım ama en çok üzüldüm.
Gerçeklerin içinde birçok ihanet vardı; Sokak Nöbetçileri'ne tek ihanet eden ben değil miydim?

Altımız restoranın önüne doğru yürüdük. Yankı hemen yanımda yürürken kapının önünde duran iki iri yarı adam bize bakıp başını sallayıp selam verdi, yolumuzu açtılar. Yankı, çenesini aşağı indirdi sonra bana baktı ardından sol elimi sıkıce tutup restorandan içeriye öyle girdi.

Bizim arkamızdan Bartu'yla Lâl yan yana girdi, Bartu'nun eli Lâl'in belindeydi ve gözlerinden ağladığını anlamış olacak ki yüzünü buruşturdu.

Onların hemen arkasında Mutlu'yla Işık vardı. Yan yana yürürlerken birbirleriyle konuşmuyorlar ve bakışlarını bile birbirlerine döndürmüyorlardı.

Restorandan içeriye tamamen girdiğimizde ışıkların loş olduğunu, birçok masanın dağınık bir şekilde durduğunu ama mekanda kimsenin olmadığını fark ettim.

Tek bir masa doluydu. Yedi sandalye vardı, bir sandalye doluydu ve sırtı bize dönük oturan Koza, tam karşısına bakıyordu. Restoranın duvarlarında aynalar vardı, o aynalardan yüzünü görebiliyordum. Üzerine siyah boğazlı bir kazak giymişti, altında siyah pantolonu vardı, altın sarısı saçlarını geriye doğru taramıştı. Bakışları bizim üzerimizde gezindi sonra sıkıca tutunan ellerimize baktı ve gülümsedi.

Alayla.
Ciddiyetsiz bir şekilde.

Masanın yanına yürüdüğümüzde iki tarafta duran garsonlardan bir tanesi bizim oturacağımız sandalyeleri çektiler ve geçmemizi beklediler. Koza en baş köşedeydi, hemen yan tarafında ben oturacaktım, benim yanıma ise Yankı. İsimliklerimizi bile koymuştu.

Sonuncu ve Sadece diye. Bu yazılara baktığımda o da aynı yöne baktı ve güldü.
Yine alayla.
Fakat Koza'nın düşündüğü gibi olmadı.

Yankı, benim oturmam gereken yere geçip kağıdı yere fırlattı ve elimi bırakmadan diğer tarafına geçmem için işaret etti. Yani onun yerine. İkiletmeden yanına yerleştiğimde Bartu'yla Lâl de gelmişti. Bartu isimliklere bakmadan hemen karşımıza, Koza'nın diğer tarafına oturdu. Lâl de onun yanına.

Işık ile Mutlu ise ayrı ayrı geldi.

Işık'ın oturacağı yer, Koza'nın hemen karşısındaki sandalyeydi.

Sessizliği bölen kişi Koza'ydı, alaylı bir sesle, "Seni karşıma almak istedim, güzel kız," dedi. "Hep seninle göz göze gelmek için."

Yankı'nın elimi tutan eli sıkılaştı ama ona bir yanıt vermedi, Işık ise karşılık vermeden kendisine ayrılan yere oturduğunda Bartu şaşkınlıkla Işık'a baktı. Mutlu ise hemen benim yanıma oturduğunda gözlerini kapatıp açıyor, olanlara anlam vermeye çalışıyordu ya da olanları isimlendiriyordu. Belki de olanlara hazırlıktı.

Masada şarap kadehleri vardı, rakı bardakları ve viski bardakları. Ziyafet için birçok yemek masanın ortasında dağılmıştı fakat hiçbirimizin o yemeklere dokunmayacağını biliyorduk.

Garsonlar etrafımızdan dönüp tek tek hepimize ne içeceğimizi sordular, hepimiz de yanıtsız bırakıp Koza'ya bakmaya devam ettik.

Tek içen kişi Koza'ydı. Elinde bir viski bardağı vardı, o viski bardağından viskisinden birkaç yudum aldı ve masaya bardağı bıraktıktan sonra sanki biz orada değilmişiz gibi masanın ortasındaki et parçasına uzanıp tabağına koydu, yanına da patatesleri.

Hepimiz birbirimizin yüzüne baktık. Bartu dışında aslında hepimiz bizi neyin beklediğini bilerek birbirimizin yüzüne baktık.

Sessizlik.
Tek ses, Koza'nın çatal ve bıçağından gelen sesti. Fazlasıyla rahat ve umursamaz görünüyordu ama gerisinde neler düşündüğünü anlamak fazlasıyla zordu.

Yankı'nın baş parmağı, elimin tersinin üzerinde gezindi; sevdi ya da destek bekledi bilmiyordum ama aynı şekilde karşılık verdim.

Birkaç parça et yedikten sonra viskisinden birkaç yudum daha aldı ve sırtını sandalyeye yaslayıp direkt Işık'a baktı. "Aslında," diye söze başladı. "Bunun bir maskeli balo olmasını isterdim ama baktım ki hepinizin yüzünde zaten maskeler var." Bartu'ya döndü. "Sen hariç koca adam. Sen en masum olanısın."

Yutkunduğumda başımı hafifçe öne eğdim ve Bartu'nun gözlerinin içine baktım. Koza'ya öyle büyük bir nefretle bakıyordu ki masadaki bıçağa gözleri kayarken onun boğazına o bıçağı dayamamak için kendini zor tuttuğunu anlamıştım.

"Siz Sokak Nöbetçileri," dedi boynunu omzuna doğru düşürüp. Hepsine baktı. "Ve sen Helin," bana baktı, "sadece Helin." Ardından viskisini havaya kaldırdı. "Ve ben, Koza. Sadece Koza. Bu yedi kişilik masada hepiniz yedinci kişinin sizden ne istediğini merak ediyorsunuz. Size neler anlatacağını ve sizden neler alacağını."

"Boş yapmayı kes artık." Bartu sokak ağzıyla sert bir şekilde ona döndü. "Gövde gösterisi yapmayı da bırak."

Koza, onu duymazdan geldi, tamamen görmezden geldiği tek kişi Bartu'ydu. Bu can yakıcıydı ama Bartu'nun yerinde olmak için her şeyimi verebilirdim.

Gözleri, arkamızda duran, garsona doğru kaydı, başıyla işaret verdi. Garson birkaç saniye ortadan kayboldu ardından elinde başka bir tepsiyle gelen bir garsonun tepsisinden neşteri alıp Işık'ın boş tabağının üstüne koydu, o an Bartu, oturduğu sandalyeden kalktı, Mutlu öne doğru atıldı fakat Işık, direkt olarak parmaklarının arasına neşteri alıp havaya kaldırdı.

"Kırk beşinci neşter," dedi. "Yaşamaya çalış, güzel kız."

"Haklıydım," dedi Yankı kısık bir sesle.

Koza ona dönüp baktı. "Haklıydın," dediğinde Işık'ın yüzüne neşterin parlak yüzeyi çarpıyordu. "Ama bir konuda yanılıyordun, kafanın içinde." Derin bir nefes verdi, Işık'a döndü bir kez daha. "Nil'e neşteri vermemin nedeni, kendini öldürmesi için değil, benim kim olduğumu ve hayatını bana borçlu olduğunu unutmaması içindi. Her neşter, bir anıydı. Çünkü o yaşıyorsa, benim sayemde yaşıyor."

"Nil mi?" diye fısıldadığımda tek yanıt veren kişi Koza'ydı.

"Onun gerçek adı Nil."

"Onun adı Işık." Mutlu dişlerini sıkarak Koza'ya baktığında tek kurduğu cümle buydu.

Koza ise "Nil," dedi üzerine bastırarak. "Yaşamaya çalıştığın için teşekkür ederim."

"Sen," Bartu öfkeyle ya da kinle nefesini verdi, "onu gerçekten tanıyorsun."

"Senden bile öncesinden ben Nil'i tanıyorum," dediğinde göz ucuyla Bartu'ya baktı. "Ve Sonuncu'yu da senden öncesinden tanıyorum." Ardından bana döndü, beklediğim son geliyordu. "Ve Helin'i, belki de doğduğundan beri."

"Ne?" Bartu ayakta durmaya devam ederken yumruklarını masaya geçirdi ve Koza'ya doğru eğildi. "Ne saçmalıyorsun?"

Koza direkt olarak bana ve Yankı'ya baktı sonra kahverengi gözü seğirirken, gülümsedi. "Sevgili sadece Helin," dedi Yankı'nın duyabileceği yükseklikte ama bir o kadar sakin. "Sen benim ellerimde büyüdün, seni ben eğittim ama şimdi benden nefret ediyorsun."

Zaman durdu. Işıklar bile daha az parladı, soluğum kesildi ve Yankı'nın elimi tutan eli kasıldı sonra donuklaştı. Direkt buz kestiğini hissettim, hem ruhen hem fiziksel olarak. Ama Koza durmadı, hızlı bir şekilde devam etti. "Ve sen Sonuncu," dedi Yankı'ya. Bu sefer sesine kinin ulaştığını durdum. "Bu masanın yedinci kişisi ben görünürken, aslında yedinci kişinin sen olması fazlasıyla tuhaf değil mi?"

Uzun zaman sonra herkese merhabaaaaa! Yaklaşık 1 ay gibi bir süre bölüm atamadım, biliyorsunuz ki EMARE üzerine çalışmalar yapıyorum. Yakında çıkacak, onun için çaba sarf ederken birbirinden apayrı iki kurguya odaklanamazdım. Buna anlayış gösteren kadar saygısızlık da yapan oldu ya neyse...

Bölümü yazarken onları öyle bir özlemişim ki öldüm öldüm, geri dirildim yazdım sonra devam ettim... Öyle bir sevgi... Sokak Nöbetçileri, siz benim bambaşkamsınız. Öyle büyük bir sevgi ki, en büyük okurunuz benim...

Gelecek bölümü bu kadar geciktirmeyeceğim, söz vermemekle beraber gelecek hafta gelir diye düşünüyorum. BOMBA BÖLÜM OLACAK YİNE BOMBA. O masaya ben otursam, ölüp kalkardım.

Ha bir de bir konu var. Şu oy konusu.
Hiçbir zaman bölümlerime sınırlama koymadım. Bunu hiçbir zaman yapmayacağım ama yapanlara öyle bir hak veriyorum ki. Ben bu bölümleri emek vere vere yazıyorum ve tıklamayla oy sayısı arasındaki farkı görüyorsunuz değil mi? Eğer sınırlama koyarsam vermeyen birçok kişinin de vereceğine eminim ama bunu yapmak yerine, sizin vicdanınızı sorgulamanızı bekliyorum. Oturduğu yerden oy bile vermeden, sadece küfürler savurarak bir kukla muamelesi yapan çok kişi var. Lütfen bu tarz insanlar, bizzat kitabı bırakırsa da sevinirim. Zira Sokak Nöbetçileri'nin ruhunu bile anlayamazlar.

Gelelim sorulara.

Sorular:

Koza, son cümlede ne demek istedi, tahminleriniz var mı?

Yankı birgün Helin'i bırakıp gider mi?

Sizce hangi taraf daha iyi kalpli? Yankı mı, Koza mı?

Beni sevmeye devam ediyor musunuz? Evet tamam ldfkgfldşgkflş

Lütfen, emeğime karşılık olarak oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın. En azından vicdanlı olanlara sonsuz sevgiler. Varlığınıza minnettarım.

Sevgilerle ve gülümsemelerle... :)

Continue Reading

You'll Also Like

Bul Beni By Cat B

Teen Fiction

3.3K 380 1
Bana öldürmeyi öğreten bu adam bu gece ölmeyi öğretiyordu. Tek kurşun patladı silahtan ama iki ruh öldü, bedenleriyle birlikte. Bana nefes olan dudak...
37.1K 748 50
Bu kitabın ortaya çıkış nedenini anlayabilmemiz için önümüzde iki seçenek var: Ya gerçekten sefil bir adamın son düşüncelerini yazmış olduğu sararmış...
3.7K 922 29
Gökyüzünden insanların dünyasına düşen bir kutup yıldızının, insanların hayatındaki anılarını anlatan bir gençlik kitabı.
363K 30.7K 50
Texting ağırlıklıdır. (galiba) Dershanenin homof*bik serserisi Mete ve kalbi güzel sert oğlanımız Dorukhan arasında geçen pek de hoş olmayan mevzular.