Amok Koşucusu

By ClassicsTR

8.5K 559 111

Stefan Zweig'ın en ünlü öykülerinden biri olan Amok Koşucusu, kendi ölümüne doğru koşan bir doktorun yıkımını... More

1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
6. bölüm
7. bölüm
8. Bölüm

5. Bölüm

638 57 9
By ClassicsTR

Yine karanlıkta bardağı hafifçe tıkırdadı. Heyecanının arttığı belliydi.

"Kendime bahane yaratmak, haklı çıkarmak, temize çıkarmak değil amacım... Ama açıklamazsam anlayamazsınız... İyi bir insan olup olmadığımı bilemiyorum... ama her zaman yardımsever biriydim... O berbat ülkede insanın tek mutluluğu buydu, zihninize kazıdığınız bir avuç bilgiyle, bir insan hayatının devam etmesini sağlamak... ilahi bir mutluluktu adeta. Gerçekten de hayatımın en mutlu anları, korkudan mosmor kesilmiş, yılan ısırmış bacağı ta kasığına kadar şişmiş, bacağı kesilmesin diye ağlayan bir sarı adam önüme geldiğinde onu kurtarmayı başardığım anlardı. Ateşler içinde yanan bir kadın olduğunda saatlerce yol giderdim; bu kadının istediği türden yardımları da yapmıştım ben, hem de Avrupa' daki klinikte çalışırken. Ama o zaman bu insanın böyle bir yardıma ihtiyacı olduğunu hissediyordunuz, birisini ölümden ya da çaresizlikten kurtardığınızı biliyordunuz – yardım etmek için de bu duyguya ihtiyacınız vardı, karşınızdakinin size ihtiyacı olduğu duygusuna.

"Oysa bu kadın –size tam olarak anlatabilir miyim bilmiyorum– sanki gezintiye çıkmışken uğramışçasına evime giren bu kadın, girdiği andan başlayarak kibiri yüzünden beni kışkırtıp kendisine meydan okumama neden oldu, içimdeki bütün –nasıl söylesem– bastırılmış, gizlenmiş, kötü şeyleri harekete geçirdi. Ortada bir ölüm kalım sorunu varken, hanımefendi rolü oynaması, buz gibi bir tavırla iş görüşmesi yapması, beni delirtmişti. Ve sonra... sonra... insan golf oynarken gebe kalmaz ya... biliyordum ki... daha doğrusu beni dehşete düşüren bir kesinlikle hatırladım ki, ben onu caydırıcı, evet neredeyse itici bakışlarla süzerken, buz gibi bakışlı gözlerinin üzerindeki kaşlarını yukarı kaldıran bu serinkanlı, bu kibirli, bu soğuk kadın, daha iki ya da üç ay önce bir yatakta, hayvanlar gibi çırılçıplak ve şehvetten inleyerek adamın biriyle oynaşıyordu, bedenleri iki dudak gibi birbiriyle kaynaşmıştı... O beni öyle kibirle, tıpkı bir İngiliz subayı gibi yanına yaklaştırmayan bir soğuklukla süzerken, işte bu yakıcı düşünce düştü aklıma... işte o zaman... o zaman birden bir yay gibi geriliverdim, o kadını aşağılamaktan başka bir şey düşünemez oldum... o andan başlayarak giysisinin altındaki çıplak bedenini gördüm, o andan başlayarak o kadına sahip olmak düşüncesiyle yaşadım, o katı dudaklarının arasından bir inleyiş duymak, bu soğuk, bu kibirli kadını, tanımadığım öteki erkeğin yaptığı gibi şehvetin koynuna düşürmek düşüncesiyle yaşadım. Size açıklamak istediğim buydu... Ne kadar sefil bir duruma düşmüş olursam olayım, daha önce hiçbir zaman doktor olmamdan yararlanmadım... Ama bu kez şehvet yoktu işin içinde, kızışma ya da cinsellik yoktu... gerçekten yoktu... olsaydı söylerdim... yalnızca kibire baş eğdirmek hırsı vardı, erkek olarak baş eğdirmek... Sanırım daha önce söylemiştim size, kibirli, soğukkanlı görünüşlü kadınların benim üzerimde etkinlik kurduklarını... ama bir de şu vardı: yedi yıldır burada yaşıyordum ve bir tek beyaz kadınla bile birlikte olmamıştım, bana direnilmesine alışkın değildim... çünkü buradaki kızlar, bu cıvıl cıvıl, küçücük, narin hayvancıklar bir beyaz, bir 'beyefendi' kendilerine sahip olduğunda saygıdan tir tir titrerler... teslim olurlar, her zaman açıktırlar size, alçak sesle, kesik kesik gülerek size hizmet etmeye hep hazırdırlar... oysa tam da bu boyun eğiş, bu kölelik işin zevkini kaçırır. Kibirli ve nefret dolu bir kadın ansızın çıkıp gelince benim nasıl perişan olduğumu şimdi anlayabiliyor musunuz? Baştan ayağa kapalı, ama aynı zamanda giz dolu ve eskil tutkularla yüklü... böyle bir kadın böyle bir adamın, böylesine yalnız, aç ve kafese tıkılmış insan-hayvanın yanına gelince... Bundan sonrasını, yani şimdi anlatacağımı anlamanız için size bunları söylemem gerekti... Ne diyordum, gözümü hırs bürümüştü, o kadının, çıplak, kösnül, tutkulu halini düşünmek beni adeta zehirlemişti; kendimi toparladım, umursamaz havalara girdim. Soğukkanlılıkla, 'On iki bin gulden mi?' dedim. 'Yo, bu kadar para için bu işi yapmam.'

"Bana baktı, rengi uçmuştu. Ona karşı koymamın para hırsıyla ilgisi olmadığını seziyordu herhalde. Yine de şöyle dedi:

"'Peki ne istiyorsunuz?'

"Soğukkanlı pozlarını umursamıyordum artık. 'İsterseniz kartlarımızı açık oynayalım,' dedim. 'Ben iş adamı değilim... Romeo ve Jülyet'teki, kokuşmuş altın karşılığında zehir satan yoksul eczacı da değilim... işadamının tam tersiyim belki de... arzunuzu bu yolla gerçekleştiremeyeceksiniz.'

"'Demek istediğimi yapmayacaksınız?'

"'Para karşılığında yapmam.'

"Bir saniye yoğun bir sessizlik oldu aramızda. Öyle bir sessizlik ki kadının soluklarını ilk kez duydum.

"'Başka ne gibi bir isteğiniz olabilir ki?'

"Artık kendimi tutamadım.

"'İlk isteğim, benimle bir... bir bakkalla konuşur gibi değil, bir insanla konuşur gibi konuşmanız. Yardıma ihtiyacınız olduğunda hemen o... rezil paranızı öne sürmemeniz, benden, bir insandan, size, bir insana, yardım etmemi istemeniz... Ben yalnızca hekim değilim, yalnızca muayene etmem, muayene saatleri dışında kalan saatlerim de var, belki de sizin geldiğiniz saat böyle bir saatti...'

"Bir an susuyor. Sonra dudakları hafifçe bükülüyor, titreyerek, bir çırpıda, 'Sizden rica edersem, ricamı yerine getireceksiniz, öyle mi?' diyor.

"'Yine pazarlığa başladınız, size söz verirsem rica edeceksiniz. Önce siz rica edin, ben yanıtımı sonra veririm.'

"İnatçı bir at gibi başını geriye atıyor. Öfkeli gözlerle bakıyor bana.

"'Hayır, sizden rica etmeyeceğim. Ölürüm de etmem!'

"İşte o zaman hırsa kapıldım, gözüm hiçbir şey görmez oldu.

"'Siz rica etmezseniz ben talep ederim öyleyse! Ne istediğimi açıklamama gerek yok sanırım, sizden ne istediğimi biliyorsunuz. Ancak ondan sonra yardım ederim size.'

"Bir an gözlerini dikip baktı bana. Sonra... ah bunun ne kadar korkunç olduğunu anlatmam mümkün değil, sonra yüz hatları gerildi, arkasından da... bir kahkaha attı, yüzünde anlatılmaz bir küçümseme ifadesiyle güldü yüzüme... hem paramparça oldum hem de büyülendim... Bu aşağılayan kahkaha tıpkı bir patlama gibiydi, öylesine beklenmedik, öylesine hızlı, korkunç bir güç tarafından öylesine şiddetle harekete geçirilen bir patlamaydı ki, ben... yere kapanıp onun ayaklarını öpebilirdim. Her şey bir saniye sürdü, şimşek çakmış gibiydi, bütün bedenim ateşler içindeydi, o anda arkasını döndü ve kapıya doğru yürüdü.

"Düşünmeden peşinden gittim... özür dilemek, ona yalvarmak istiyordum... gücüm tükenmişti... o sırada arkasına döndü ve şöyle dedi... yo, demedi, emir verdi:

"'Arkamdan gelmeye ya da izimi bulmaya kalkışmayın... Yoksa pişman olursunuz.'

"Kapıyı arkasından çarparak kapattı."

Yine durakladı adam. Yine sustu... Ay ışığı akıyormuş gibi yine o hışırtı yalnızca. Sonunda sesi duyuldu.

"Kapı çarpılarak kapandı. Ama ben yerimden kıpırdayamamıştım... o kadının verdiği emir beni adeta ipnotize etmişti... merdivenden indiğini, sokak kapısını kapattığını duydum... her şeyi duydum, benliğim onun peşinden gitmemi emrediyordu, onu... ne bileyim ... geri çağırmamı, ya da dövmemi ya da boğmamı... ama peşinden gitmeliydim, peşinden... oysa yapamadım. Sanki yıldırım çarpmış gibi tutulup kalmıştım olduğum yerde, o kadının buyurgan bakışları beni can evimden vurmuştu. Biliyorum, anlatması kolay değil bunu, açıklaması... gülünç gelebilir size, ama ben olduğum yerde kaldım, adım atabilmem için belki beş, belki de on dakika geçmesi gerekti...

"Ama ayağımı kıpırdatır kıpırdatmaz birden harekete geçtim, hızlandım... merdiveni bir çırpıda indim... insanların arasına doğru, sokağın öbür ucuna doğru gitmiş olmalıydı... depoya gidip bisikletimi almak istedim; anahtarı unutmuş olduğumu görünce kapıyı zorlayarak açıyorum, bambular kırılıp sağa sola sıçrıyor... bisiklete atlayıp kadının peşinden gidiyorum... arabasına varmadan önce ona yetişmem gerek... onunla konuşmalıyım... Sokak önümde tozuyor... yukarıda ne kadar bir süre kıpırdamadan kalakalmış olduğumun farkına şimdi varıyorum... işte... ormandaki dönemeçte, istasyonun hemen yakınında görüyorum onu, yanında oğlanla hızlı hızlı, dimdik, düz adımlarla seyirtiyor. O da beni görmüş olmalı ki, çocuğa bir şeyler söylüyor, çocuk geride kalırken o tek başına yoluna devam ediyor... Ne yapacak acaba? Neden yalnız kalmak istedi? Çocuk duymadan benimle konuşmak mı istiyor? Deli gibi basıyorum pedallara... Tam o sırada yandan doğru yoluma bir şey fırlıyor... çocuk... bisikleti yana kıracak zamanı ancak buluyorum ve duvara tosluyorum...

"Söverek ayağa kalkıyorum... o serseriye indirmek üzere yumruğumu havaya kaldırıyorum, ama çocuk yana sıçrıyor. Bisikletimi doğrultup yeniden üstüne binmek istiyorum, ama velet öne fırlıyor, bisikleti tutuyor ve acınası bir İngilizce'yle, 'You remain here,' diyor bana.

"Siz tropiklerde yaşamadınız... Onun gibi sarı ırktan bir veletin beyaz bir beyefendinin bisikletini tutup ona orada kalmasını söylemesinin ne demek olduğunu bilmezsiniz. Ona yanıt vereceğime yumruğumu suratına patlatıyorum... sendeliyor ama bisikleti bırakmıyor... gözleri, o küçük, korkak gözleri kölemsi bir korkuyla fal taşı gibi açılmış. Ama elini gidondan çekmiyor, sımsıkı tutuyor... 'You remain here,' diyor bir kez daha. Bereket yanımda tabanca yoktu. Olsaydı vururdum o çocuğu. 'Defol hergele!' diyorum yalnızca. Sinip bakıyor bana, ama gidonu yine bırakmıyor. Kafasına bir yumruk daha patlatıyorum, yine de bırakmıyor. İşte o zaman hırslanıyorum, kadının gitmiş, çoktan uzaklaşmış olduğunu anlıyorum... anlayınca da çocuğun çenesine tam bir boksör yumruğu indiriyorum, çöküp kalıyor. Bisikletime atlamak istiyorum, ama oturur oturmaz pedal takılıyor, o çekiştirme sırasında reyonu çarpılmış... Titreyen ellerimle onu düzeltmeye çalışıyorum... Olmuyor... bisikleti yolun üzerine, o serserinin yanına fırlatıyorum, çocuk üzerinden kanlar akarak ayağa kalkıyor, yana çekiliyor... Sonra da... onca insanın önünde bir Avrupalının bu durumda olmasının ne kadar gülünç olduğunu... yo, bunu anlamazsınız... Kafamda bir tek düşünce vardı: o kadının peşinden gitmek, ona yetişmek. Bu yüzden koştum, kulübelerin önünden, karayolu boyunca deli gibi koştum, beyaz bir adamı, bir doktoru koşarken görmek üzere toplanmış o sarı ırktan ayaktakımının önünden geçerek koştum.

"Kan ter içinde istasyona vardım... İlk sorum, araba nerede, oldu... Az önce gitmişti... İnsanlar bana şaşkın gözlerle bakıyorlardı; oraya öyle ter içinde, kir pas içinde gelip, daha durmadan, uzaktan bağırarak arabayı sorduğumu görünce beni deli sanmış olmalılar. Aşağıda, yolda otomobilin kaldırdığı beyaz toz bulutunu görüyorum... başarmıştı... acımasızca yürüttüğü katı hesapları sayesinde başardığı her şey gibi bunu da başarmıştı.

"Ama kaçmakla kurtulamayacaktı... Tropiklerde yaşayan Avrupalılar birbirlerinden hiçbir şey gizlemezler... herkes birbirini tanır, her şey olay olur... Arabanın şoförünün hükümetin bungalovunda bir saat beklemesi boşa gitmemişti... birkaç dakika içinde her şeyi öğrendim... Kadının kim olduğunu biliyorum artık, onun buradan trenle sekiz saatlik uzaklıkta olan başkentte oturduğunu, büyük bir tüccarın karısı olduğunu, oldukça varlıklı, soylu ve İngiliz olduğunu... kocasının beş aydır Amerika'da bulunduğunu ve karısını alıp Avrupa'ya gitmek üzere ertesi günü başkente döneceğini de...

"Kadınsa –bu düşünce damarlarımdaki kanı tutuşturuyordu– olsa olsa iki ya da üç aylık gebe olabilirdi."

"Şimdiye kadar her şeyi size açıkça anlatabildim... bunun nedeni belki de o ana kadar kendimi anlayabilmiş olmam, doktor olarak kendi durumuma bir teşhis koyabilmemdi. Ama o andan sonra içimde bir ateş tutuştu, kendi üzerimdeki kontrolümü kaybettim... yani yaptığım her şeyin ne kadar anlamsız olduğunu biliyordum, ama kendime söz geçiremiyordum artık... kendimi anlayamıyordum... hedefime kilitlenmiş durumdaydım... Durun bakayım, belki size daha açıkça anlatabilirim, Amok'un ne olduğunu biliyor musunuz?"

"Amok mu?.. Galiba hatırlıyorum... Malezyalılarda görülen bir tür sarhoşluk..."

"Sarhoşluktan öte bu... çılgınlık, insanın öfkeden gözünün dönmesi... insanın korkunç, delice bir saplantıya kapılması, öyle ki hiçbir biçimde alkol zehirlenmesiyle kıyaslanamaz... ben oradayken bunun gibi birkaç vaka incelemiştim –başkaları söz konusu olunca insan her zaman mantıklı ve nesnel davranabiliyor– ancak bu vakaların kaynağının korkunç gizini çözememiştim... İklimle bir bağlantısı var bunun, sinirlerin üzerinde fırtına gibi baskı yapan ve sonunda patlama noktasına getiren o boğucu, yoğun havayla... İşte Amok... evet Amok, şöyle oluyor: Bir Malezyalı, herhangi bir sıradan, kendi halinde adam içkisini içiyor... Ruhsuz, ilgisiz, donuk bir biçimde oturuyor oracıkta... tıpkı benim odamda oturduğum gibi... sonra ansızın ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor, sokağa fırlıyor... dosdoğru koşuyor, dosdoğru... nereye gittiğini bilmeden... Yoluna ne çıkarsa, insan olsun hayvan olsun, hançerini saplıyor, akan kan onu daha da çıldırtıyor... Ağzı köpürüyor, kudurmuş gibi uluyor... ama koşuyor, koşuyor, koşuyor, ne sağa bakıyor ne sola, acı acı haykırarak, elinde kanlı hançeriyle, korkunç koşusunu sürdürüyor... Köylerdeki insanlar bu Amok koşucusunu hiçbir gücün durduramayacağını bilirler... o gelirken uyarmak için 'Amok! Amok!' diye haykırırlar ve herkes kaçışır... ama o bunları hiç duymadan koşar, görmeden koşar, önüne çıkanı devirir... sonunda kuduz bir köpeği vururcasına vurup öldürürler onu ya da o ağzından köpükler çıkararak yere yığılıp kalır...

"Bir keresinde, bungalovumun penceresinden böyle bir şeye tanık olmuştum... korkunçtu... ama bu olaya tanık olmuş olmam, o günlerde kendimi anlayabilmemi sağladı... çünkü ben de öyle, tıpı tıpına öyle, gözlerimde o dehşet verici bakışla, sağa sola bakmaksızın, aklımda yalnızca bir tek düşünceyle bir koşu tutturdum... o kadının peşinden... Bütün bunları öyle deli gibi koşarken nasıl yaptım bilemiyorum, yaptıklarımı nasıl yaptığımı hiç bilemiyorum, öyle çılgınca koşarken, o delice hız içinde her şey yıldırım gibi geçip gitti... O kadın hakkında her şeyi, adını, oturduğu evi, yazgısını öğrendikten on, yo beş, yo iki dakika sonra aceleyle ödünç aldığım bir bisiklete atlayıp eve dönmüş, bavuluma bir elbise atıp cebime para koymuş, arabama binip tren istasyonuna koşmuştum bile... Kasaba yöneticisine haber vermeden yola çıktım, yerime bakacak birini ayarlamadan, evi olduğu gibi bırakarak... Uşaklar çevremi almışlardı, kadınlar şaşkına dönmüşler soru soruyorlardı, ama ben onları yanıtlamadım, arkama bakmadım... tren istasyonuna koşup ilk trenle kente gittim... Bu kadının odama girmesinin üzerinden henüz bir saat geçmeden bütün yaşamımı geride bırakıp bilinmeze doğru delice bir koşu tutturmuştum, Amok koşusu...

"Hiçbir yere sapmadan, dosdoğru koştum... akşamın altısı olduğunda gideceğim yere varmıştım, saat altıyı on geçe kadının evine ulaştım ve geldiğimi bildirmelerini istedim... bu yaptığım... anlayacaksınız... yapılacak en anlamsız, en budalaca şeydi... ama Amok koşucusu boş bakışlarla koşar, nereye gittiğini bilmez... Birkaç dakika sonra uşak geri geldi... nazik ve soğuktu... hanımefendinin kendini iyi hissetmediğini ve benimle görüşemeyeceğini bildirdi.

"Sendeleyerek kapıdan dışarı çıktım... Bir saat daha evin çevresinde dönüp durdum, belki de beni arar diye hiç olmayacak bir umuda kapılmıştım... sonra sahildeki otelde bir oda tuttum, yanıma iki şişe viski alıp odama çıktım... viskilerle birlikte aldığım iki doz Veronal işe yaradı... sonunda uykuya daldım... yaşamla ölüm arasındaki bu koşuda, bu bunaltıcı, yapış yapış uyku tek durağım oldu."

Continue Reading

You'll Also Like

12.6K 637 11
Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf'un 1928 yılında kapılarını kadınlara yeni yeni açmakta olan Cambridge Üniversitesi'ndeki kız öğrencilere hitaben...
221K 8.9K 37
Ay: Yeni çocuk var ya. Ay: Onun sevgilisi var mı ? ... İnsanlar bazen bilmeden yapmaması gereken bir şeyler yapmaz mı? Bizim kız farklı ya, bile iste...
6.3K 309 57
Pip'in sürükleyici hayatının anlatıldığı bu roman 19. yüzyılda İngiltere'deki maden köylerindeki yaşama ayna tutmaktadır. Köyün madencisi olan Joe Ga...
92.7K 1.2K 19
İçimden bir ses eskiye dönebiliriz diyordu ne kadar bazı kötü şeyler yaşanmış olsada o benim ilk aşkımdı. "Esin ben seninle eskisi gibi olmak istiyor...