Düşünce Mahkumları

By Destvd

1.5M 67.3K 12.6K

Dünyadaki en tehlikeli yer zihin, en ölümcül zehir ise düşünceydi. Her an düşüncelere esir olanlardı onlar. O... More

♤Düşünce Mahkumları♤
1♣Ömer (Sansar)
2♣Atlas (Altın Mızrak)
3♣Selim (Hokkabaz)
4♣Sena (Havuç Kafa)
5♣Vuslat (Renk)
6♣Atlas
7♣Selim
8♣Vuslat
9♣Sansar
10♣Selin (Matematik)
11♣Alparslan Gündoğdu
12♣Sansar
13♣Sansar
14♣Vuslat
15♣Selin
16♣Vuslat
17♣Sansar
18♣Selin
19♣Sansar
20♣Atlas
21♣Sena
22♣Selin
23♣Atlas
24♣Sansar
25♣Vuslat
26♣Sena
27♣Vuslat
28♣Vuslat
29♣Sansar
30 Ara Final Part 1♣Vuslat
30 Ara Final Part 2♣Selim
31♧Selin
32♧Atlas
33♧Doruk
34♧Atlas
35♧Vuslat
36♧Vuslat
37♧Atlas
38 ♧ Sansar
39 ♧ Doruk
40 ♧ Atlas
41♧Vuslat
42 ♧ Atlas
43 ♧ Atlas
44 ♧ Doruk
45 ♧ Sena
46 ♧ Doruk
47 - Karanlık
48 - Aydınlık
49 - Balo
50 I Dost
51 I Hain
53 I Plana Sadık Kal
54 I Operasyon
55 I Kan ve Kar
56 I Uyumak Yok
57 I İnsan ve Nisyan
58 I Öfke ve Acı
59 | Paramparça

52 I Gerçeğin İki Yüzü

1.6K 91 97
By Destvd

Atlas

Annemin mezarına yasladığım başımı çektim ve ellerimi mezarının üstündeki karlara bastırdım. Vuslat arkamda sessizce beni bekliyordu.

Hüznün bin tane eli vardı ve her seferinde hiç tahmin etmediğimiz bir eli yakamıza yapışıyordu. Beraberken üstesinden gelemeyeceğimiz şey yok, demiştim Sansar'ı kaçıp saklandığı o delikten tekrar aramıza getirirken. Beraberken üstesinden gelemeyeceğimiz şey yok sanıyordum sahiden. Oysa ihanet hiç beklemediği bir yerden yakalıyordu insanı.

Tıfıl'ın boyundan büyük laflar edişi ve ihanet hakkında söyledikleri geldi aklıma. Asla ve asla birbirimizden başka kimseye güvenmemeliydik, bunu bir kez daha anlamıştım.

"Ağlıyor musun sen?" Vuslat'ın sesiyle irkilene kadar yanaklarımdaki ıslaklığı fark etmemiştim. Yüzümü koluma silip ayağa kalktım. Gözlerimin kıpkırmızı olduğunun farkındaydım.

Bana baktığında ruhumun derinliklerinde fırtınalar kopartan gözleri ona bakmam için inatla bana bakıyordu. Burnumu çekerek olduğum yerde ayağımın altındaki karları tekmeledim. Yere bakıyordum.

"Hala inanamıyorum," diye zırvaladım küçük bir çocukmuşum gibi. Vuslatların evden çıktığımızdan beri dudaklarımdan sadece bu aptal kelimeler dökülüyordu.

Vuslat bakışlarını benden ayırmadan bana doğru yaklaştı. Ama o da ne yapacağını ne diyeceğini bilmiyor gibi gözüküyordu. Evden o hışımla çıkışım herkesin aklına amcamdan hesap soracağımı getirmiş olmalıydı ama ben motosikleti doğrudan mezarlığa sürmüştüm.

Çünkü içimde bir yerlerde hala amcama ne olursa olsun güvenebileceğimi söyleyen dramatik bir taraf vardı. Sadece desteklenmeyi bekliyordum. Sözü benim için değerli olan birinin çıkıp bana bu sihirli sözcükleri söylemesi gerekiyordu.

Vuslat ya soğuktan ya da içinde bulunduğumuz durumun oluşturduğu gerginlikten titreyen ellerini yüzüme uzattı. Bir anda sanki dikkatim dağılmış da içinde bulunduğumuz durumdan uzaklaşmışım gibi bakışlarımı yerden kaldırıp ona baktım. Burnu soğuktan pembeleşmişti. Atkuyruğu yaptığı saçı her iki yanından omuzlarını sarmış gibi duruyordu ve gözleri... İşte her seferinde ruhuma dokunan grimsi gözleri bana bakıyordu. Ve ben yine onu hissediyordum.

Parmakları soğuktan gerilmiş tenime değdi. Sakallarımdan biraz yukarı çıktı ve elmacık kemiklerimin olduğu yere elini yerleştirdi. Gözlerimi yumdum. Şu an bu berbat durumdan çıkmak istiyordum. Her şeyden uzaklaşmak, amcamın beni kandırmadığına inanmak istiyordum.

Gözlerinin yüzümde gezindiğini hissetmek tüm gerginliğimi çekti sanki üzerimden. "Olanların ne kadar gerçek olduğunu bilmiyoruz," dedi fısıldar gibi. Dudaklarının kıpırtısını duyar gibi hissetmiştim. Kelimeler tenlerimiz arasındaki soğuğu kırdı bir anlığına. Bedenime sıcaklık yayıldı, eğer gözlerimi açarsam onu öperdim.

Sanki o da aynı sıcaklığı hissetmiş gibi usulca elini çekti.

Kendime gelmiş gibi gözlerimi araladım. "Doruk yanlış anlamış olabilir mi diyorsun?" diye sordum anlık bir umutla. Bir yanım buna delicesine inanmak istiyordu.

"Bilmiyorum," dedi omuzlarını silkip. Sesi sıkkın çıkmıştı. Beni boş yere umutlandırmak istemiyordu, haklıydı da. Eğer bana bununla ilgili olumlu tek bir kelime söylerse ona inanırdım. Tek bir lafıyla beni ikna edecek kadar değer verdiğim kişi listesi fazla uzun değildi, ikimizde listenin başındaki ismi biliyorduk. O yüzden kısa bir anlığına sustu.

O doğru kelimeleri seçerken ufak kar taneleri tekrardan havada süzülmeye başlamıştı. Aralarından en şanslı olanları Vuslat'ın karamel rengi saçlarına takılmıştı. O bunun pek de farkında değildi.

Vuslat gözlerini kırpıştırıp bana baktı. "Doruk'un dedektif gibi olduğunun farkındayız hepimiz," dedi. "Daha önce Selim'in yaşadığı ihtimalini Gümüşpala'nın söylediklerinden çıkaran da oydu. Söyledikleri öyle doğru tespitlerdi ki artık her birimiz buna kesin gözüyle bakıyoruz."

Acı acı başımı salladım. "Ben de bundan inanıyorum ya ona."

"Ama," dedi. Ses tonunda hissedilir bir heyecan vardı. "Gerçeğin her zaman iki yüzü vardır."

Histerik bir şekilde güldüm. Beni üzmemek için böyle konuştuğunu biliyordum. Bu konuşma 'evet amcan bize ihanet etti ama illa ki bir nedeni vardır' konuşması gibiydi. Bunu kaldırabileceğimi hiç sanmıyordum.

Gülüşümden umutsuzluğumu hissetmiş gibi "Yapma Atlas," dedi. "Ne yani amcanı hemen 'hain' diye yaftalayacak mısın?"

"Ne yapmamı bekliyorsun ki?" Mezarlıkta bir an havlama sesleri duyuldu. Vuslat ürkmüş gibi kıpırdanınca kaşlarımı çattım. "Gidelim hadi artık."

"Nereye gitmeyi planlıyorsun?" dedi bana ciddi bir şekilde bakıp. Hatta sinirlenmiş gibiydi. "Gerçekten kendini bu kadar berbat hissederken ne yapmayı düşünüyorsun? Aklında bir plan var mı? Yoksa sadece seni büyüten adamı hayatından çıkarıp atacak mısın?"

Sesli bir şekilde nefes aldım. Kendimi yavaş yavaş boğuluyormuşum gibi hissediyordum. "Pekala, sen söyle!" dedim. "Ne yapmalıyım, gidip Doruk'un yüzünün ortasına bir tane daha çakıp benim amcam asla beni satmaz mı demeliyim? Yoksa gidip amcama mı çakayım?"

"Saçmalama," dedi daha da kızmış gibi. Sanki ortada olan bir gerçeği görmüyormuşum gibi yapıyordu. O da tıpkı benim gibi derin bir nefes aldı. "Acımak'ı okumuş muydun?"

Kaşlarımı çattım. Beni gerçekten afallatıyordu. "Reşat Nuri'nin kitabı mıydı?"

Gülümser gibi oldu. "Evet." Sanki şimdi aramızda bir kilidi kırmış gibi bana doğru bir adım attı. "Lise son sınıfta okumuştum. Gerçeğin her zaman farklı bir yüzünün de olabileceğini göstermişti bana."

Sadece kitabın kapağına bir göz aşinalığım vardı, daha önce okumamıştım. Yani, der gibi baktım yüzüne.

"Sen Black Lock'daki son maçından sonra, dağılmış halde hastanede yatarken amcan bir an bile ayrılmadı başından. Onun sana nasıl baktığını gördüm ben. Sen onun oğlu gibisin." Gözleri söylediklerinin bendeki etkisini takip ediyordu. "Öyle bir adam asla seni tehlikeye atacak bir şey yapmaz."

Ellerimle başımı sıvazlayıp "Bilmiyorum," dedim. "Lanet olsun ki neye inanacağımı bilmiyorum!"

"Hastanedeyken benden bir şey istemişti," dedi suçlu gibi gözlerini yere düşürürken. "Eğer Atlas bir gün benden şüphe duyarsa ona her yaptığım şeyin onu korumak için olduğunu hatırlat demişti."

"Ne?" Ağladığım için kıpkırmızı olduğunu tahmin ettiğim gözlerimi kısıp ona baktım.

Olan bitene bir türlü anlam veremiyordum. Bu neyi ispatlıyordu, amcamın suçlu olduğunu kabul ettiğini mi yoksa onu aklayacak nedenleri olduğunu mu?

Vuslat uzanıp ellerimi tuttu. Doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. "Ne olursa olsun amcanla konuşmalısın Atlas. Ne olursa olsun. Kendini açıklamayı hak ediyor. Eğer yine ikna olmazsan," dedi ve durdu. Buraya söyleyecek bir şeyi yok gibi duruyordu. Gerçekten eğer ikna olmazsam neler yapacağımı kim bilebilirdi ki?

İlginçtir ki Vuslat'la bu mezarlığa geldiğimiz andan beri ilk defa söyledikleri arasında onun bilmeyip de benim bildiğim bir şey vardı.

Selim

Kapıların arkasından kulaklarımı sağır edecek tizlikte cızırtı sesleri geliyordu. Uyuşuk adımlarla koridordan olabildiğince hızlı geçtim. Midemde tarifi imkânsız bir ağrı vardı. Asansöre doğru yaklaştığım sırada yüzüne aşina olduğum bir C muhafızı bana ters bakışlar atarak yanımdan geçti. Ne diye bana öyle baktığını anlamamıştım. Elimi boğazımdaki sargıya götürdüm. Ne zaman o sargının varlığını hissetsem gözlerim yaptığım şeyin dehşetiyle büyüyordu.

Ne zaman kendimi öldürecek kadar gözüm dönmüştü gerçekten? Ya da ne zaman kendimi öldürecek kadar değişmiştim?

"Ağlamayacaksın değil mi?"

İrkilip koridorda bana doğru yürüyen Asya'ya baktım. İri mavi gözleri dudağındaki sinsi gülümseye zıt bir şekilde solgun bakıyordu. Sanki hastalıklı bir köpek yavrusu gibiydi. Üzerinde tıpkı benim üzerimdeki gibi bir çuvalı andıran açık mavi bir giysi vardı. Ona aptal bakışım hoşuna gitmiş gibi sessiz bir kahkaha attı. "Boynun ağlayacak kadar acımıyordur eminim."

Elimi sargımdan çektim. Bir an da öfkelenmiştim. Parmaklarımı gözlerime bastırıp nemini sildim. "Ağlamıyorum," dedim neredeyse duyulmayacak kadar kısık bir sesle.

"Çok aptalca değil mi?" Şimdi tam yanımda duruyordu ve bakışları az sonra bir muhafız tarafından açılacak asansör kapısındaydı. "Minik bir yara hem hayatını kurtardı, hem de hayatını mahvetti."

Kaşlarım çatıldı. Neyden söz ettiğini anlamıyordum ama söyledikleri boğazımdaki yarayı daha da derin hissetmeme neden oldu. Anlamsız bir şekilde tekrar canım yanmaya başlamıştı. "Ne diyorsun sen?" dedim yavaş yavaş konuşarak. "Söylediklerini anlamıyorum."

Bakışlarını asansör kapısından ayırmadan gülümsedi. "Üzerinde her ne boku denediyseler başarısız oldular. Sen işe yaramaz bir denektin yani onlara göre. Bir nevi çöp gibi düşün. Bu yüzden seni ölüme terk edecek ve cesedini de bu dağ başında bir kenara fırlatacaklardı." Bir an da bana döndü. Korku kalp atışlarımı hızlandırmıştı. Solgun gözlerine zıt bir gülümsemeyle bana bakıp göz kırptı. "Ormandaki aç kurtlar için harika bir öğün olabilirdin."

Boğazımdaki yaram zonklamaya başladı, ya da ben öyle sandım. Yüzümü buruşturdum. Cesedimi hayal edince içimde bir kusma isteği büyüdü. Sanki o an kussam içimde biriken tüm nefreti, korkuyu ve eskiye olan özlemi kusacaktım. Sevdiklerimi, sevdiğim şeyleri hatırlayıp kendimi teskin etmek istedim ama sanki zihnim boşalmış gibiydi. "Okyanus mavisi," diye fısıldadım kendi kendime. "Çikolata yiyen kız." Beklediğim etkiyi hissetmeyince parmak uçlarımdan tüm bedenime iğrenç bir sıcaklık yayıldı. Fısıltım öyle içimeydi ki Asya beni duymadan devam etti.

"Ama bak sen şu işe ki o ufak yara hayatını da kurtardı," dedi. Onu dinlemek istemiyordum artık ama onu susturacak gücü kendimde bulamıyordum. "B yakalı hemşireler konuşurken duydum. Senin kendini öldürmeye yeltenmen hala senin için bir umut olduğuna işaret ediyormuş. İradeni kullanman, öfkelenmen, o kadını ittirip tokasını alman falan işte. O yüzden senin için çizdikleri senaryodan vazgeçtiler."

Kapı o iğrenç bip sesiyle açıldığında iriyarı bir C Muhafızı içeri girmemiz için geriledi. Asya asansöre binmeden "O ufak yaranın hayatını neden mahvettiğini sormayacak mısın?" diye sordu. Bu kız neden hiç susmuyordu. Söylediklerini yanıtlayacak kadar takip edemiyordum bile. Sadece söyledikleri beni bu hayattan, bu insanlardan daha da tiksindiriyordu, o kadar. "O yara," dedi boynumdaki sargıya işaret ederek. "Senin değişiminin miladı, Hokkabaz."

Boynum alev alevdi sanki şimdi. Midemi tutarak asansöre bindim. Ama daha fazla dayanamayacağımı biliyordum. Bir anda şiddetli bir bulantı boğazımı yakıp geçti ve ne olduğunu anlamadan C muhafızının üzerine kustum.

Sansar

"Haber yok mu hala?" diye sordu Havuç Kafa. Salonun kapısından elinde tepsiyle girmişti.

Hayır anlamında başımı salladım. Doruk'un zehir ettiği kahvaltıdan beri saatlerdir yerimde duramıyordum. Doruk belası Vuslat'ların evinde bombayı patlatmış, sonra da sanki hiçbir halt yememiş gibi defolup gitmişti. Ne o ne de Çakma Boksör telefonlarımızı açmadığı için Havuç Kafa'yla beraber evde haber bekliyorduk.

"Vuslat'ın şarjı bitti kesin," dedi Havuç Kafa tepsiyi salonun ortasındaki siyah sehpaya bırakırken. "Yoksa mutlaka haberdar ederdi."

"Hadi Atlas bunalımda," dedim atarlı atarlı. "Doruk'a noluyor ya? Bu herif gelip ortalığı karıştırmadı mı? Bir de telefonlarımı açmıyor!"

Havuç Kafa sabahtan beri evin içinde bağırışlarıma alıştığından olsa gerek -ya da içten içe sinirli halimi komik buluyordu- sakin sakin tepsideki çay bardağıma beş kaşık şeker attı. Bir anda tüm öfkem kuş olup uçmuş gibi durup onu izledim. Tepside duran iki ince belli bardağa baktım.

Sabahtan beri Havuç Kafayla üç demlik çay bitirmiştik. Ve ne hikmetse ben şu an Doruk'u evirip çevirip tekme tokat dövecek kadar sinirli olmama rağmen evde çay içip öfkemi bastırmaya çalışıyordum. Sorunum neydi ki?

Bardağımı bana doğru uzatırken "Şekerimi atıp mı uzatıyorsun?" diye sordum.

Havuç Kafa güldü. Tam bir gülüştü işte, hani şu şairane lafların söylenebileceği kadar güzel olanlardan. Ben bu naif gülümsemeye kendi kendime isim takmalıydım. Yoksa anlatamazdım ki nasıl olduğunu!

"Üç demlik çay içtik Sansar," dedi. Kendi bardağını alıp kanepeye oturdu. "Sabahtan beri şekerini atıp veriyorum. Yeni mi fark ediyorsun?"

Yutkundum. Kaşlarım hafiften çatılmıştı. Annem de böyle yapardı hep. Şekerini atıp verirdi bardağımı. Bir kaşık iki kaşık şeker atıyor olsaydım bu öyle tuhaf durmazdı belki ama beş kaşık şekeri annemin tek tek attığını düşünmek başkaydı.

Havuç Kafa tekrar gülümsedi. Neydi ki bu gülümsemenin adı? Bir adı olmalıydı, dünyadaki her güzel şeyin bir adı vardı.

"Biliyor musun," dedi havuç Kafa bardağından bir yudum almadan önce. "Sabahtan beri ilk defa duruldun." Salonun ortasında elimde çay bardağıyla ona baktığımı fark edince etrafıma bakındım. "Yani öyle hareket edip durmuyorsun ve Doruk'a küfretmeyi de bıraktın."

Doruk deyince tekrar cinlenmiştim. Sinirli sinirli homurdanıp ben de diğer koltuğa oturdum. Çay bardağımı avuçlayıp elimdeki sıcaklığı hissettim. "Tam bir dangalak!" dedim. "Ya madem emin oldun olandan bitenden bana niye söylemiyorsun. Geldi çocuğun tüm dengelerini bozdu dangalak!"

Havuç Kafa gözlerini devirdi. Sabahtan beri söylemeye çalışıp da bir türlü söyleyemediği bir şeyi söyleyecek gibi tedirgin bir şekilde bardağını sehpaya bırakıp öne eğildi. "Ali Abi'yi mi arasak?" Yüzümdeki hoşnutsuz bakışı fark edince ekledi. "Atlas'la illa ki konuşmuşlardır. En azından haber alırız nasıl olduğunu."

"Ben sana söyleyeyim nasıl olduğunu," dedim ve yılın tespitini yapıyormuş gibi kelimelerin üstüne basarak "En güvendiği insan tarafından kandırılmış hissediyor."

Bana gıcık olmuş gibi bakıp "Bak ben bunu hiç bilmiyordum," dedi.

"Ali Abi'yi arama fikrini baştan unut," dedim bu sefer daha ciddi bir şekilde. Gerçi benim ciddi hallerim bir tek Havuç Kafa'ya sökmüyordu. "Atlas'la Vuslat'ın nereye gittiğini bilmiyoruz. Eğer daha onunla konuşmadıysalar henüz hiçbir şeyi bilmiyormuş gibi Ali Abi'ye oynayıp Gümüşpala hakkında bilgi almamız gerekebilir."

Sena bir an düşünüp bana hak verir gibi ağır ağır başını salladı. "Senden beklenmeyecek kadar zekice bir plan."

Bardağımı sehpaya bırakıp yüzümü buruşturdum. "Ne dedin sen?" İşte şimdi saçmalamıştı. "Bu ekipte zekice planları yapan kişi benim, Havuç Kafa."

Güldü. Allah'ım bu gülüşün adı neydi gerçekten?

"Hayır Sansar, sen biz zekice planlar yaparken huysuzluk yapan kişi oluyorsun."

"Yanlışın var Havuç Kafa," dedim huysuz bir sesle. "Ben yalnızca sana huysuzluk yapıyorum."

Bir şey demeyip önüne dönünce ben de kısa bir anlığına sustum. Gözleri ne kadar güzel bir yeşil diye düşünme fikri zihnime girmeye çalışıyordu, bense o fikri oradan kerpetenle söküp Doruk'u elime geçirince onu nasıl döveceğimi araya sıkıştırıyordum. Bir de ona kaç defa demiştim, eğer bu durumdan emin olursan bunu Atlas'a ilk ben söyleyeceğim diye. Niye kafasına göre iş yapıyor- Çok güzel bir yeşildi gözleri. Yemyeşil bir tufan- Onu bulduğum yerde yumruklasam anca geçerdi sinirim.

Bir anda ayağa fırlayınca yeşil gözler şaşkınlıkla bana döndü. "Noldu?"

"Gidiyorum ben." Koltuktaki telefonumu alıp saate baktım. Saat 22.13. Daha fazla beklemenin bir anlamı yoktu. Havuç Kafa'nın yanında biraz daha durursam zihnimdeki öfke uçacak yerine çiçekler falan açacaktı. Aşk çiçekleri diye düşünüp zihnimdeki bu saçma manzaraya güldüm.

Havuç Kafa bana delirmişim gibi bakıyordu. "Nereye gidiyorsun?"

"Bu dangalak-" Ses tonum istemeden fazla yüksek çıkınca durdum. "Yani Doruk," diye daha sakin bir sesle düzelttim. "Muhtemelen depodadır. Gidip bir döve-" Havuç Kafa kaşlarını çattı. "Gidip bir konuşayım."

"Hiç inandırıcı değil," dedi o da ayağa kalkarken. Gözlerini kısıp ters ters bana baktı. "Sakın saçma sapan şeyler yapma."

Aslına bakılırsa saçma sapan şeyler yapma konusunda aramızdaki en kıdemli vatandaş bendim. O yüzden Havuç Kafa'nın gülümsemesini zihnime gömmeyi ve sadece Doruk'a odaklanmayı tercih ettim. Arabam olmadığı ve cebimde taksiye binecek param da olmadığı için minibüslerin geçtiği caddeye kadar epeyce yürümem gerekti.

Bindiğim minibüs de deponun olduğu arka sokaklara girmediği için indikten sonra caddeye yürüdüğümün iki katı daha fazla yürüyüp Doruk'un evim diye zırvaladığı buz gibi soğuk depoya geldim. Saat gecenin biriydi. Eğer onu burada bulamasaydım şu an ki öfkem ikiye katlanırdı.

Sinirli sinirli depoya girdim ve onu deponun ortasında içinde ateş yaktığı tenekenin başında buldum. Etraf leş gibi is kokuyordu. Doruk ayakta dikilmiş su içiyordu ve ben soğuktan değil -kesinlikle soğuktan değil- sinirden zangır zangır titriyordum. Elimi havada indirip kaldırarak "Tam bir," diye bağırdım ve cümlenin devamına hangi kelimenin daha çok yakışacağını düşünerek. "Doruk gerçekten tam bir," dedim ve yine susup deponun içinde turladım.

Doruk elindeki pet şişeyi kafasına dikerken "Söyle söyle," dedi umursamaz bir sesle. Deponun dışından içeriye bakıldığında bu eski inşaatın ortasında dikilmiş konuşuyor gibi duruyor olmalıydık oysa ben sinir krizi geçiriyordum. Ayaklarım zemini örten karların üzerinde geziniyordu ve sinirden çatlamak üzereydim. "Sen cidden tam bir malsın!" dedim ve hiç beklemediği bir anda yumruğumu yüzünün ortasına geçirdim. Elindeki henüz ağzını kapatamadığı pet şişe karların üzerine savruldu. Afallayıp savrulan başını tekrar kaldırdığında burnundan kanlar boşalıyordu.

Yüzündeki kanı görünce bir anlık pişmanlık duyacağımı sanmıştım, ama hata etmiş olmalıydım çünkü onu kum torbasına çevirme fikri çok cazip gelmişti. "Vaov!" diye bağırıp zevkli bir kahkaha attım. Cidden uzun zamandır bu kadar temiz öfkelenmiyordum. "Cidden seni dayak manyağı yapmak istiyorum."

Doruk burnunu tutarak küfretti. "Uzun zamandır seni böyle delirmiş görmüyordum," dedi boğuk bir sesle. "Ne zaman bitecek bu?"

Arkamı döndüm ve hızla Doruk'un etrafında turlamaya devam ettim. "Sen ne zaman kafana göre iş yapmayı bırakacaksın?" dedim. Attığım yumruk öfkemi biraz dindirmişti. Artık daha mantıklı konuşabiliyordum. "Kafana eser plan yapıp Gümüşpala'nın spor tesisine girersin, kafana eser Yalova yollarına düşüp İskender Abi'nin peşine takılırsın," diye devam ederken "Rahmetlinin," diye ekledi. Bir de pişkin pişkin ekleme yapıyordu söylediklerime. "Ben sana emin olduktan sonra Çakma Boksör'e ben söyleyeceğim dedim mi demedim mi?"

Gözlerini devirdi. "Dedin." Burnundan akan kanları silmek için sağına soluna bakınıp bir şeyler aradı.

"Derdin ne o zaman?" Nefes nefese kalmıştım ve boş boş yüzüne baktım.

Oysa o her zamanki temkinli bakışlarını yüzümde gezdirdi. "Bir an kendimi kaybettim," dedi dünyanın en mantıklı açıklamasını yapıyormuş gibi. "Abi dediğimiz adamı o şerefsiz herifle yan yana görünce kan beynime sıçradı. Sonra kendimi sizin yanınızda buldum." Montunun ceplerini kurcalamaya başladı.

Parmaklarımla burun kemerimi sıkıp sakinleşmeye çalıştım. Ceketimin açık fermuarının arasından elimi sokup eskimiş buruşuk bir peçete çıkarıp Doruk'a uzattım. Zaten bunu bekliyormuş gibi uzanıp peçeteyi aldı. "Devam etmiyor musun delirmeye?" diye sordu.

Ellerimi kot pantolonumun ceplerine sokup "Devam etmem gerekiyormuş gibi hissediyorum," dedim. Delirmemden zevk alıyormuş gibi konuşmaya devam etti.

"Sanki başıma buyruk hareket eden benmişim gibi konuşma bari," dedi. Peçeteyi burnuna bastırıyordu. "Ben şimdiye kadar hiç plansız hareket etmedim. Tesise girdiğimde de arkamda size haber vermesi için Selin'i gözcü bıraktım."

"İyi halt yedin," diye homurdanıp geriledim ve olduğum yerde zıplamaya başladım. İçimde tarif edilmez bir enerji vardı. Anlaşılan Doruk'u yumruklamak yeterli kalmayacaktı, bana birkaç Gümüşpala gerekliydi. "Ali Abi'nin," dedi sakin bir tonla. "Hain olduğundan emin oldum ve direkt gelip söyledim."

"Ve Atlas'ı yerle bir ettin." Elimi enseme götürüp derin nefes aldım. Arıyordum ama açmıyordu vicdansız. En son evden fırlayıp gitmişti, peşinden de Vuslat. Aklım ondaydı, belki de bu yüzden bu kadar sinirliydim.

"Onu yıkmak benim hoşuma mı gitti sanıyorsun?" dedi burnuna bastırdığı peçeteyi çekerken. "Ama bunu ona kim söylerse söylesin, bu sen bile olsan aynı şey olacaktı."

"Ha yani bu kadar," dedim sinirli sinirli. Sesim yine yüksek çıkmıştı. "Bu bir açıklama mı şimdi?"

Doruk küfretti. "Tamam öldüresiye döv beni de rahatla!"

"Tamam canıma minnet." Doruk'un üzerine yürüdüm. Doruk da şuursuz bir şekilde üzerime yürüyordu. Eğer telefonum hiç hoşnut olmadığım o zil sesiyle çalmasaydı muhtemelen buluştuğumuz yerde fena kapışacak belki karların üzerinde yuvarlanacaktık. Telefonum çalınca küfredip elimi cebime attım. Ekranda 'Çakma Boksör' yazıyordu. Doruk'a işaret parmağımı gösterip 'bir dakika bekle' tarzı bir şey dedim.

Arkamı dönüp telefonu kulağıma götürürken "Canıma minnet!" diye seslendi arkamdan.

"Çakma Boksör," diye açtım telefonu.

Atlas "Hazırlan," dedi. Sesinde ikiye karşı kırk adamla dövüştüğümüz zamanlardaki o tanıdık ton vardı. Gözümün önüne tesiste Gümüşpala'nın adamlarına iki kişi dalışımız, yeraltındaki dövüş patronlarına kafa tutuşumuz geldi. Bu işin sonu kıyamet olmalıydı. "Gümüş'e giriyoruz."

1 saat sonra

"Saç-ma-lık!" diye bağırdım. Dördü de bana 'artık bir itiraz etme gözünü seveyim' der gibi bakıyordu. Cidden neden bir araya gelip de kurguladığımız planlarda itiraz eden bir ben oluyordum? "Ne yani amcanı eve mi kilitleyeceğiz?" Atlas'a delirmiş gibi bakıyordum ama o normal bir şey söylemiş gibi duruyordu. Bilgisayar sandalyesinde döndü.

"Teferruatlı bir plan için çok fazla vaktimiz yok," dedi. "Gümüşpala'ya ifşalanmadan Gümüş'e girmemiz gerek." Tıfıl kafasını yaslayıp uyuduğu masada huzursuzca kıpırdandı. Kolu masada yığına dönüşmüş pizza kutularına çarpınca karton kutular yarım bırakılmış bir pizzayla beraber yere düştü. Hepimiz kısa bir anlığına bu dağınık görüntüye baktık. Tıfıl'ın yeraltından bozma mekânında toplanma kararını vereli bir saat oluyordu, ben şimdiden pişmandım.

Doruk, inşaatın zeminindeki metal kapaktan itibaren aşağıdaki odaya uzanan metal borularla yapılmış merdivende oturuyordu. Burnunda benim eserim olan şişlikle ve çatık kaşlarıyla bana bakıyordu.

Atlas sözlerine devam etti. "Gümüş'e girmemiz için şu an bizim evdeki malzemelere ihtiyacımız var."

"Bu yüzden de sizin eve hırsız gibi gireceğiz yani öyle mi? Vay anasını ne plan ama!" Yüzümü ellerime gömüp geri kaldırdım. Bu lafı benim söylüyor olmam da ne bileyim yani biraz tuhaftı. Sonuçta bu depo bozması yerde hırsızlık geçmişi olan bir ben vardım.

"Sansar," dedi Havuç Kafa ikinci a'yı uzatarak. "Köstek olmasan da bir de plan yapsak."

Ona ters ters baktım. Yine de içimde bir yerlerde ismimi söyleme tarzının hoşuma gittiği bir yer vardı, o yeri daha sonra keşfedecektim. "Aylardır plan yapıyoruz Havuç Kafa." Doruk bu cümleden sonra güler gibi oldu. Ona göre plan yapılırken ben geç kalıyor, Atlas'la ikisi kafa patlatırken uyuyor ve kızların plana dâhil olduğu her noktada delirip toplantıyı sabote ediyordum. Oralı olmayıp devam ettim. "Gümüş'e girmek için elimizde bomba planlar var." Gerçekten de her olasılığı düşünüp dâhiyane bir plan yaptığımıza -ya da dâhiyane bir plan yaptıklarına- inanıyordum. "Ama Gümüş'e girmemiz için gerekli olan malzemeleri Atlas'ların evden alma planını bu gece yapıyoruz ve bu plan," deyip durdum. Buraya uygun bir kelime bulmalıydım. "Bu plan tam bir salatalık."

"Sensin salatalık," dedi Havuç Kafa.

Vuslat güldü. "Salatalık mı?" Bu kelime buraya yakışmamış olmalıydı onlar için, bana göreyse 'cuk' diye oturmuştu.

Çakma Boksör gülmemek için ağzını kapatıp "Tamam tamam," dedi. "Planın üstünden bir kez daha geçiyorum."

Vuslat dirseklerini dizlerine dayayıp kırmızı koltukta öne doğru kaydı. Sena'da kolunu kırmızı koltuğa yaslamıştı. Bende yine aynı koltuğun başlığının üstünde oturuyordum, koltukta yer olmasına rağmen. Ama artık herkes içeride kapüşon takmama, sandalyeye her oturduğumda kaykılmama, sürekli hareket etmeme ve koltuk başlarına oturmama alışmıştı.

Kolundaki siyah kalın kayışlı saate baktı Çakma Boksör. "Şu an saat 02.17. Gece 4'e kadar epey vaktimiz var. Bu arada son işlerimizi tamamlarız." Burada bana bakıp onay bekledi helikopterin kalkışını ayarlamam için. İsteksiz bir şekilde başımı salladım. "Gece amcam uyuduktan sonra içeri girer malzemeleri taşırız."

Atlas'a yandan bir bakış attım. "O kadar malzemeyi amcanı uyandırmadan nasıl taşıyacağız?"

"Amcamın morali çok bozuktur şimdi," dedi bakışlarını kaçırıp. Amcasıyla ne konuştuğunu hala bize anlatmamıştı. "Muhtemelen gece hemen uyuyamaz. Şu sıralar yatsa biz eve girdiğimizde uykusunun en derin olduğu zamana denk gelir."

Vuslat başını yasladığı ellerinden çekti. "Sonrasında Ali Amca'nın malzemeleri görmeyince haber uçurmasını nasıl engelleyeceğiz?"

Atlas bilgisayar sandalyesinde geriye yaslanıp kollarını göğsünde kavuşturdu. Gözlerini hafif kısmıştı ve kafasını eğip gülümsedi. "Bu saatten sonra her zaman bir sonraki adımımızı düşünmemiz lazım," dedi. "Onu eve kilitlerken başına bir gözcü bırakmamız lazım."

Lafın gelişinden anlaşılmıştı gözcünün kim olacağı. Ama Doruk zekâ olarak benim çok çok altımda olduğu için "Selin'i mi?" diye sordu.

Ona ters ters bakıp "Kendini zeki mi sanıyorsun?" diye homurdandım.

Doruk bu durumdan memnun bir şekilde kafasını salladı. "O zaman plan tamam," dedi merdivenden atlayarak. "Bu iş bizim için kolay olacak."

Saatler sonra...

Atlas

Yaşanan hiçbir şey kolay olmadı. Botlarımızın ezdiği her karda kan lekesi bırakıyorduk bu dağın başında ve kan kokusunu ağaçların arasına saklanmış kurtların iştahını kabartıyor olmalıydı ki uluma sesleri artmıştı. Vuslat'ın hıçkırdığını duyunca başını boynuma iyice bastırdım. "Şşş," diye fısıldadım. Bu durumda olabilecek en emin sesle ekledim. "Sorun yok."

Ama lanet olası bir sürü sorun vardı!

Vuslat bedenini bana yasladı. Onu sıkı sıkı kavrayıp diklikten ağaçlara tutunarak inmeye devam ettim. Gözyaşları ensemi ıslatıyordu. Kolları sımsıkı bana sarılmıştı ve bedeni yaşadığı şokun etkisiyle kaskatı kesilmişti. "Onu bırakıp gidemeyiz," diye fısıldadı.

Hırsla tırnaklarımı yumruğuma geçirdim. Nasıl bir seçim yapmak zorunda kalmıştım. Kardeşimi bu lanet yerde bırakıp gidemezdim. Ama Vuslat'ın kanaması her geçen dakika artıyordu ve benim yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

Bağırmak ve kendimi parçalamak istiyordum. Gözlerimdeki ıslaklığı ve boğazımda düğüm düğüm yükselen acıyı unutmaya çalıştım. Buraya gelirken tüm o planların kafamızda tek bir amacı vardı: Buradan insanları kurtarıp çıkacaktık. Ama ben aramızdan birini geride bırakmıştım. Ben kardeşimi bırakmıştım.

-Destvd




Continue Reading

You'll Also Like

923K 39.6K 35
İnsan ne dilediğine dikkat etmeli, zira kalbinden geçen iyi ya da kötü hiçbir dilek gerçekleşmeden peşini bırakmaz, derler. Ben, ölüm diledim. Bir ö...
4.3M 373K 94
1 KIZ, 6 ERKEK, ÖLÜMCÜL BİR EV. Afra'nın diğer tutsaklardan dört farkı vardı: Birincisi, bir kız olmasıydı. İkincisi, tutsak alınan son kişi olmasıyd...
12:30 SEANSI By damy

Mystery / Thriller

1.5M 97.9K 49
[WATTYS 2022 KAZANANI] Parmağı omzumun üzerindeki belli belirsiz benlere dokundu. Ardından köprücük kemiğime kaydığında dudaklarım, bir nefese muhtaç...
149K 5.2K 28
Bora'nın üzerime gelen adımlarıyla birkaç adım daha ondan uzaklaşmak istesem de yatağa çarpan bedenimle durmak zorunda kaldım. Gözlerimin derinine ba...