TAKINTI

By suheda_zsy

3.7M 141K 50.3K

Ona hiç sarılamamıştım mesela. Hiç elini tutamamıştım. Hiç öpememiştim. Hiç koklayamamıştım. Hiç sevdiğimi sö... More

TAKINTI
1.Bölüm "OKUL"
2.Bölüm "ÖZLEM"
3.Bölüm "ŞOK"
4.Bölüm "KARMAŞIK"
5.Bölüm "ENDİŞE"
6.Bölüm "BEKLENMEYEN YOLCULUK"
7.Bölüm "ÇIKMAZ SOKAK"
8.Bölüm "ÇIĞLIK"
9.Bölüm "YALNIZLIK"
10.Bölüm "BİR HAFTA"
11.Bölüm "YÜZLEŞME"
12.Bölüm "SESSİZLİK"
13.Bölüm "CESARET"
14.Bölüm "DUYGULAR"
14.Bölüm "DUYGULAR" (2.KISIM)
15.Bölüm "PİŞMANLIK"
16.Bölüm "AİLE"
17.Bölüm "UMUT"
18.Bölüm "ARAF" (1. Kısım)
18.Bölüm "ARAF" (2.Kısım)
19.Bölüm "SARHOŞ"
20.Bölüm "SERZENİŞ"
21.Bölüm "MUCİZE"
22.Bölüm "RENKLER"
23.Bölüm "MEDCEZİR"
24.Bölüm "MEFTUN"
25.Bölüm "HİCRAN"
26.Bölüm "KAYIP"
27.Bölüm "YARI ÇIPLAK"
28.Bölüm "MESAFE"
29.Bölüm "YANKI"
30.Bölüm "NEFES"
31. Bölüm "KUMPAS"
Yazar'dan
31.Bölüm "KUMPAS" (2.KISIM)
32.Bölüm "İRTİCA"
33.Bölüm "PUNT"
34. Bölüm "İNTİKAM"
35. Bölüm
35. Bölüm "ENKAZ" (2.Kısım)
36. Bölüm "NEFRET"
37. Bölüm "AVDET"
38. Bölüm "ÇAĞRI"
39.Bölüm "VİRAJ"
40.Bölüm "İTTİHAT" (1. Kısım)
40.Bölüm "İTTİHAT" (2. Kısım)
41. Bölüm "ANDAÇ"
42. Bölüm "FORSA"
43. Bölüm "DERSAADET"
44. Bölüm "EZA"
45. Bölüm "NİHAN"
46. Bölüm "YEİS"
47. Bölüm "ELFİDA"
48. Bölüm "FEVERAN"
49. Bölüm "GİRİFT"
50. Bölüm "İZAN"
52. Bölüm "KOYGUN"
53. Bölüm "MUNTAZAR" & ÇEKİLİŞ
54. Bölüm "MEYİL"
55. Bölüm "İLTİMAS"
56. Bölüm "GİZ"
57. Bölüm "TESHİR"
58. Bölüm "İSTİNAT"
59. Bölüm "PERESTİŞ"
60. Bölüm "FEYİZ"
61. Bölüm "KIVANÇ"
62. Bölüm "VUSLAT"
63. Bölüm "İŞTİYAK"
64. Bölüm "TEMAYÜL"
65. Bölüm "DANS"
66. Bölüm "İNTİBAH"
67. Bölüm "İNHİDAM"
68. Bölüm "DİLHUN"
69. Bölüm "HİTAM" -SON-
Yazar'dan
H.P
ÖZEL BÖLÜM DUYURUSU ✨
ÖZEL BÖLÜM YAYINDA!

51. Bölüm "TEMAŞA"

33.6K 1.4K 577
By suheda_zsy

Sonunda 1 milyon!

İlk olarak söylemem gereken şey sanırım karşılıklı olarak duyduğumuz özlem :) Sizi çok özledim ve bölümü önünüze sunmak için sabırsızlanıyorum, sizin de okumak için sabırsızlandığınızı bildiğimden 1 milyon okunmaya özel duygu yüklü konuşma hakkımı sonraya saklıyorum. Onun yerine gelen eleştirilere cevap verip hemen sizi bölümle baş başa bırakacağım.

Öncelikle, inanın kitabı okumayı bırakanları ve bununla tehdit edenleri umursayamıyorum çünkü finali yalnızca gerçek Takıntılıların görebileceğine dair bir inancım var. Elbette ki hepiniz değil sayılı, hatta bana göre özel olan insanlar yolun sonunda benimle beraber olacak. Bölümü atmamak için bahane ürettiğimi düşünenlere gelirsek, yüklediğim elli sekiz bölümün ardında bir milyona ulaşmış hikaye görmeyi istemek benim hakkım. Tamam, bölüm yükleseydim daha hızlı olabilirdik fakat zaten bölüm sayısı epey kalabalıktı ve buna rağmen milyon dahi olamamak sinirimi bozuyordu, daha fazla kalabalıklaştırmak istemedim. Şunun da altını çiziyorum ki, bahane üretmeye ihtiyacım yok çünkü Wattpad'in bana sağladığı bir kazanç yok; yazmak içimden gelmese istersem şu dakika yazmayı bırakabilirim. İnanın, milyon okunmanın verdiği motivasyonla yazılan ve yazılmayan bölüm arasında farklar da olurdu. Neticesinde sizin elinizde değildi fakat önceki bölümde de dediğim gibi milyon olmuş hikayenin en az yüz bin oyu olur fakat onun bile yarısına erişmiş değiliz, bu sizin elinizde :( Son bölüme yaptığım açıklamayı dikkate alıp önceki bölümlere dönerek baştan oy verenleri de tek tek gördüm, her birinize teşekkürler! Ve tabi sabırla bekleyen ve hikayenin bu dönemeçli bölümlerinde zamana ihtiyacım olduğunu anlayan anlayışlı okuyucularıma da, hepinizi çok seviyorum!

Medyada eski ama tanıtım filmimiz var, izlemeyen varsa diye. Yenisi mi yapılsa artık :d

Vee... İşte bölüm!

~

İnsan yaşamına gizlenen bazı dönüm noktaları, ömrü etkileyebilecek kıvrım niteliğindeki olaylar yalnızca ilahi bir gözle görülebilir. Belki sağından, solundan esen ılık yeller eşliğinde yürürken, belki metro beklerken, belki evinde öylece otururken. Hayatın sana çatması an meselesidir ve o an için ne yapsan hata olacaktır. Veya doğru seçenek kendini aralığın ucundan gösterecek kadar çekimserdir. Öyle baş döndüren, öyle aklını başına alması zor bir vaziyetin içine düşeriz ki nerdeyse bu olayın vebası ömür boyu sırtımıza kambur olsun diye yaşanmış gibidir.

Bazı olayların sarsıntıdan başka bize verdiği bir şey yoktur. Olmayacaktır. Olayın parçası olan bütün insanlar normal yaşantısına döndüğünde bile sizde taze kalmaya devam edecektir. Öyle sarsan, öyle acıtan, öyle derinlere hüzün, kasvet salan bir şeydir ki bu unutmanın maalesef ki tek yolu daha kötüsünü yaşamaktan geçer. Acı acıyı keser. Çivi çiviyi söker. Olayın mazlumu ve kurbanı olmaktan daha kötü bir şey varsa o da zalimi olmaktır. Neticede bize kalan kasvet, hüzün ya da çaresizlik olsa dahi bu bir vicdan azabı olmayacaktır. İnsan hüznüyle, kasvetiyle dost olup seve seve acısını çekebilir ama vicdan azabı insanoğlunun ezeli düşmanıdır. En fenası da budur.

Tabi karşımızdakinin vicdan azabı çekecek kadar vicdanı varsa.

Dünya dönmeye başladığından beri tabiri caizse birileri harcanmıştır, birileri ezilmiştir, birileri kendini ifade edememiştir, birileri kullanılmıştır. Birileri ise hep kullanmış, hep anlam yüklememiş, hiç ince fikir sahibi olmamış ve bomboş bir yaşantı sürmüştür. Bazılarının tek dokunuşuyla birilerinin hayatı kayar. Bu kötüdür. İnsan dünyanın tam tepesine bir kadı yerleştirmek ister. Mümkün değildir.

Birilerinin kaç zaman önce bilerek ya da bilmeyerek yaptığı bir hareket yine birilerinin aylar sonra dahi uykusunu kaçırabilir. İş işten geçmiş olsa da bu ayrıntıyı unutmaya çabalayıp o güne tekrar dönmeyi ve söyleyemediklerini bastıra bastıra söylemeyi, yapamadıklarını göstere göstere yapmayı hayal ediyor olabilir. Ancak böyle yatışıyor olabilir. İnsan nedir? En kötü müdür, en iyi midir? En iyi sandıklarımızın kötülüğü mü unutulmaz? Peki ya neden? Neden güvenmişizdir? Neden böyle bir aptallık etmişizdir? İnsan kendi ağzıyla yapmam dediğini dahi yapar, asla dediğini dahi çiğner; hatta ne dediğini hatırlamaz bile. İnsan kendine verdiği sözü bile tutmazken, insan kendine bile güvenmezken biz niye bir başkasına güveniriz? Esasında cesaret isteyen bir iştir çünkü akıl kârı değildir. Nefsi olan bir canlıya güvenmek, akıllıca değildir.

Biri hassas, ayrıntıların en incelerine kadar önem veren ve bir diğeri hayatı gelişigüzel yaşayan biriyse asıl o zaman insanlar ayrı dünyaların insanı olur. Birinin içeriye ufak bir boyun uzatıp gitmesi diğerinin hayatına bomba gibi düşer. Yakar, kavurur, yetmezmiş gibi yok edilemeyen enkazlar bırakır. En beteri sen hiçbir şey yapmamışsındır; bela seni odaklamış, saplanmış ve delip geçmiştir. Toparlanması zordur. Belki de mümkün değildir. Artık sen de etrafa sindirmiş rolü yapmak zorundasındır çünkü insanlar dinlemekten bıkmış, kendilerince mantık yürütmüş ve unutulabilir görmüşlerdir. Bu kadar takılı kalman tuhaf gözükecektir.

Kendi gururları hep okşansın isterken başkalarının onurunu, gururunu düşünmeden ikiye ayıran insanlar asıl kötülerdir. Böyle insanlar olduğu sürece silah tutan ellerin de, katil olan zihinlerin de bir suçu yoktur. Bencilleri bencillerin paklayacak olmasına keza olarak onlar alçak gönüllü insanların hayatına sızmayı hak etmezler de. Keşke insan aldığı ilk merhabadan sonra o insanın beraberinde neler getireceğini görebilse ve soyut şeyleri gösteren bir gözlüğe sahip olsa.

İnsan zehirdir. İnsan şifadır. İnsan hastalıktır. İnsan vefalıdır. İnsan vefasızdır. İnsan tuhaftır. Kişiye göre iyi, kişiye göre kötü, kişiye göre hassas, kişiye göre kabadır. İnsanlar sabit kalmaz. İnsanlar değişirler, insanlar gözünüzün içine baka baka yalan söylerler; insanlar sizi hiç tanımadığı halde uyarırlar, insanlar sizi bir kez görmüş olsa dahi destek olabilirler. İnsanlar doğar, ölür, nesiller değişir. Ortak olan ise insanoğlunun hep şaşırtması, afallatmasıdır. Ya dost bildiğinizin sırtınızdan bıçaklamasıyla, ya da düşman bildiğinizin kucak açmasıyla. Bunu sağlayan sizin bakış açınız ve insanlara yüklediğiniz anlamdır. Birine yanlış yapmaz gözüyle baktığınızda hatasını yakalamak sizin için feci olacaktır ancak tabiidir. Çünkü o kişi melek değildir. Birine ise size hep kötülük ve aleyhinizde işler yapacak gözüyle bakarsanız ılımlı bir yaklaşım gördüğünüzde şaşkın bir sevince uğrarsınız ancak bu da tabiidir çünkü o kişi şeytan değildir. İnsandır. İnsan araftır. Belli bir kalıbı olmadığı için en çok o acıtır ya da sevindirir ve dışıyla içinin ne derece orantılı olduğunu asla bilemeyiz. İnsan en tehlikeli olandır.

Hakan'ın bana dünyanın kapılarını açan ve türlü türlü gezintilere çıkaran güzelliklere sahip yüzüne bakarken aslında en başta verdiği ılımlı tepkiyi bir kez daha garipsemiş ve ardından neden beklentimin olumsuz yönde olduğu konusunda kendimi yargılayıp suçlamıştım. Hakan imkansızsa aşkıma karşılık verme konusunda imkansızdı, neden onun öğrendiği gibi bana kötü davranacağını düşünmüştüm? Hem de aşkın ne menem bir şey olduğunu en iyi o bildiği halde? Abim anlamazdı, bunun sebebi ilk olarak aşka inanmaması ardındansa inansa dahi benim aşkım olduğu için inanmak istememesi olacaktı. Hakan öyle değildi, neden onu hiç bu pencereden değerlendirmemiştim? Ona hep olumsuzluğu yüklediğim ve böyle bir karşılamayla ağırlandığım için vicdan azabı çekiyordum. Hakan'ı bu kadar merhametsiz addetmemeliydim. Neyse ki beni utandırmıştı ve umduğum gibi olmamıştı. Şimdi düşününce, ben de bana bir şeyler hisseden ve hayatımda hatrı sayılır yeri olan birine nazik ve duyarlı olmaya çalışırdım. Hele başına ben ve bana olan hisleri yüzünden gelmeyen kalmadıysa bunu yapmak farz olurdu. Tabi Hakan bu tarz mecburiyetleri üzerinde hissetmeyecek biriydi fakat son yaptığı hareketler sayesinde taş kalpli olmadığını da görmüştüm.

Düşüncelerime arka fonda çalan mehter marşı eşlik ediyordu. Hakan uzun denebilecek bir süre kadardır bilgisayarın başında yalnızca adını bildiğim savaş oyununu tüm dikkatini vermiş bir halde oynuyordu. Ara sıra kaşları çatılıyordu, ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyordu, ince uzun parmaklara sahip muntazam eli fare ve klavye arasında gidip geliyordu. Onu izlemek, başka bir şeye odaklanmış ve kendini kaptırmışken izlemek, bunun sadece ben tarafından olması inanılmaz güzeldi. Baş başaydık, eninde sonunda bozulacaktı bu büyülü an ama en azından bir süre için baş başaydık, etrafımızda başka hiçbir canlı yoktu ve sanki onu kendime ayırmıştım. Çok güzeldi. Şu an yanımda nefes alıyor olması, hareketlerini yakinen gözlemleyebilmek ve sadece benim şahit olduğum anlardan geçmek inanılmaz özel ve şanslı hissettiriyordu. Hislerimin bir karşılığı olmuş olsa sonsuza dek bu evde onunla kalmayı kabul ederdim. Başka kimseyi görmeden. Dışarıya adımımı atmadan. Bu evden başka her şeye yabancı olarak yaşamımı devam ettirebilirdim ki zaten başka türlüsü ömrümü ziyan etmek olacaktı ama şimdilik bulunduğumuz vaziyete dahi şükrediyordum. Onunla olmadığım her an vakit kaybıydı.

Yüzümün aldığı vaziyet her nasılsa inceleyip "Senin savaşın içinde galiba?" diye sorar gibi konuştuğunda gözlerimi gözlerine diktim ve içine daldığım düşüncelerden silkelenerek "Yo..." dedim gülümseyerek. Tek elimle öylesine bilgisayarı gösterdim ve "Oyundan pek anlamıyorum ya... Dalmışım," diye açıkladım.

Hakan dikkatli ve boş bakışlarını benden çekip ekrana döndü ve ilk önce oyundan çıkıp ardından bilgisayarı kapamaya yeltendi. "Kapatıyorum zaten. Bugünlük yeter."

Bilgisayar kapanırken Hakan'dan önce bacağımı aşağı sarkıttım ve sandalyeden aşağı inip uyuşuk ve orantısız adımlarla odanın içinde ilerlemeye başladım. Odanın içindeki karanlığın verdiği kasvetli ve kederli atmosferden yola çıkarak "Burası insanın uykusunu getiriyor," diye yorumda bulundum.

Onun da ayağa kalktığını hissedebiliyordum. "İstersen uyu," dediğini duydum. "Burada belirli saatlerde uyuyup belirli saatlerde uyanmak zorunda değiliz." Sesinin gitgide yakınımdan geldiğini hissettiğimde arkamı döndüm ve onu tam orada buldum. Yakasına ellerimi yerleştirirken "Bir dünya yaratma çalışmalarına başladın mı yoksa?" diye sordum gözlerine bakarak. Dudakları ruhsuzca kıvrıldı ve sırıtarak "Benim çalışmaya falan ihtiyacım yok," dedi meydan okuyan bir tavırla. "İstersem şu an benim olursun. Değil Koray, Cengiz ya da baban, kralı gelse seni benden alamaz. Hatta sen bile günün birinde vazgeçsen ben istemediğim sürece yanımdan kımıldayamazsın."

İddalı konuşması kaşlarımı havaya kaldırmama sebep oldu ve zar zor gülümserken ben de sesimi serin tutup "Sana verdiğim cüret sayesinde böyle konuşabildiğini unutmamak lazım," dedim karşılık olarak.

Ellerimi elleriyle yavaşça yakasından aşağı kaydırdı ve iki yanıma bırakırken bariz bir kibirle sırıttı. "Sen ne dersen de... Normal, sağlıklı bir adam olmadığımı çözmüş olduğunu düşünüyorum. Bana bulaşırken tekrar tekrar düşünmeliydin. Eğer seni bir gün içime çekersem, ben bile çıkaramam." İnanılmaz çekişkili bir soğukkanlılıkla gülümseyerek göz kırptı. "Beni anlıyor musun?"

Gözlerinin en derinine indiğim halde beni soğuk mermerlerden başka bir şey karşılamayınca irkilerek kendime geldim ve hissizliğinin verdiği samimiyetine karşı duyduğum paranoyaklıkla afallayarak yutkundum. "Beni çoktan içine çektin sen... Ben ateş olduğunu bile bile yürüdüm sana. Buralara geldik. Şimdi korsun. Daha az acıtırsın, korkma."

Birkaç adım ilerleyerek tekli koltuğa oturdu ve kaybetmediği göz temasıyla "Can yakmaktan hiç korkmadım ki Ceren," dedi sahici bir sesle. "Burda korkması gereken sensin."

"Herkes öldürür sevdiğini," diye cevap verdim fütursuzca. "Sevdikten sonra öldürmeni bile anlayacağım."

Bu defa dudakları gerçek ama keyiften yoksun, yorgun bir gülümsemeye ev sahipliği yaptı ve tek elini alnına atıp ovuşturmaya başladı. Yüz ifadesinde, kıvrılan dudaklarında çok fazla şeyin gizli olduğunu görebiliyordum, ancak ne olduğunu çözemiyordum. Sanki bu gülümseme benim göremediğim fakat onun netçe karşısında duran şeylere karşıydı. "Ne yapacağım seninle," diye mırıldandı daha çok kendiyle konuşur gibi.

İlerleyen dakikalarda tekrar uyumamak adına bodrum kattan yukarı çıkmıştık ve ne yapacağımızı tartışırken Balta'yı merak ettiğimi ve sevmek istediğimi söylemiştim. Hakan "Bakıyorum da çabuk caydın evden çıkmama fikrinden," diyerek dalga geçmişti ama bahçeyi de evin sınırlarından sayacağımızı söylemiştim. Bahçeye çıktığımızda esen rüzgarların dağıttığı saçımı habire yüzümden itiklemek zorunda kalmıştım. Evin arkasında kalan kısma geçtiğimizde Balta'nın kulübesini gördüm. İlk başta sadece yere yatırdığı kafası gözükse de bizi fark etmesiyle zıplayarak kulübenin içinden çıktı ve tasmasının izin verdiği kadar üzerimize koşmaya çalıştı. Köpeğin havlaması Hakan'ın gülüşüne karışırken hızlı adımlarla benden önce köpeğin yanına ulaştı ve elini çenesinin altına yerleştirerek okşadı. "Oğlum... Bak kim geldi..."

Yavaşça arkadan yanaşırken "Beni unutmuş mudur?" diye sordum çekingen bir tavırla.

"Hayır..." dedi Hakan. "Gel sev."

Bedenimin bir kısmını Hakan'ın bedeninin arkasından çıkararak tek elimi ürkekçe Balta'nın kafasına koydum ve yavaşça okşadım. "Selam, Balta."

Hakan kafasıyla beni işaret ederek "Oğlum Ceren'in bana aşık olduğunu biliyor muydun?" diye sordu.

Beni utandırmaya çalıştığını fark edince koluna Balta'dan çektiğim elimle vurdum ve "Gereksiz bilgi verme köpeğe!" diyerek onu ikaz ettim.

Hala Balta'ya dönük bir halde, "Aa, olur mu öyle şey," dedi yalancı bir ayıplamayla. "Benim yüzümden abisinden oldu. Baş belasıydı, şimdi belanın ta kendisi anlayacağın. Bir süre benimle kalacak." Kaşlarımı çatmış tam karşılık vermeye yelteniyordum ki "Evi daha iyi koruman gerekecek yani. Çünkü bir cimcimeyi barındırıyor olacağız," demesiyle yüzümdeki ifade yerini çarpık bir gülümsemeye bıraktı.

Bedenimle Hakan'ın bedenine hafifçe çarparak "Sen yetersin aslan parçası," diyerek ona takıldım. Geriye dönüp yüzüme baktığında en az benimki kadar şapşal ve içten bir şekilde güldüğünü gördüm. Yüzü ay gibi parlıyordu gülünce, sanki yüzünden saçılan parlaklık her yere temas edebilecek kadar güçlü oluyordu. Ancak o kaşları hiddetle çatıldı mı sanki gökte şimşekler çakıyordu ve parıltısının bu denlisi pek korkunç oluyordu. Aynı yüz hem cennete açılan bir kapı hem de cehennemin şiddetinden ipucu verir gibi nasıl olurdu anlayamıyordum ama her türlüsü kabulümdü ve her türlüsüne çok açtım. Ona doyamıyordum. Hiç bu kadar bilinmeze karşı bir merak ve kaybolma, teslim olma konusunda istekli olduğumu hatırlamıyordum. En dibine kadar görmek, yaşamak, tanımak fakat bir yandan da bu yolculuk hiç bitmesin istiyordum. Bana hep bir şeyler versin ama hiç tükenmesin istiyordum. O tükenirse ben de tükenir, yaşama sevincimi kaybederdim. Şu dünyada ömrüm oldukça tek gezip görmek istediğim yer Hakan'dı. Tek bıkmayacağım şey Hakan'dı. Bunlar için erken yargılar olabilme ihtimali olsa da şaşmayacağından emindim çünkü Hakan içerisinde binbir kapıya sahip olan bir adamdı. Son kapının anahtarını buluncaya ve içerisini keşfedinceye dek zaten ömrümün sonuna gelebileceğimi, ya da anılarıyla geçinilebilecek kadar az bir kısmın geriye kalacağını düşünüyordum. Belki de o kapıya ulaşamazdım.

Bir süre bahçede ben, Hakan ve Balta oyun oynamıştık. Doğrusu Balta eğitimli bir köpek ve Hakan da bir eğitmen olunca her şeyden bağımsız bir halde hareket eden ben yalnızca oyun oynuyormuş gibi gözüküyordum ama neticede hepimizin amacı eğlenmekti. Havanın kararmasına yakın yorulmuş bir halde eve girmiştik. Hakan acıkıp acıkmadığımı ve ne yemek istediğimi sormuştu. "Valla Hakan abi, bilirsin ağanın eline vurulmaz," dedim kıkırdayarak.

Mutfak dolaplarından birini karıştırırken bana yan yan baktı ve "Ceren kardeşim ne istiyorsan söyle, canımı sıkma," dedi sinirlenmiş gibi.

İnadına "Sen daha iyi bilirsin Hakan abi," dedim sırıtarak.

Gömüldüğü dolabın kapağını bunalmış gibi sertçe kapayıp oflayarak ayağa kalktı ve "Pizza söylüyorum anasını satayım," deyip masanın üstünden telefonunu aldı. Tezgahın yaslandığım kenarından ayrılıp yanına ilerledim ve gülerek "Söyle anasını satayım," dedim. Telefonundan birkaç yere tıklayıp kulağına götürürken gözlerini bana dikerek "Şş," dedi uyarır gibi. "Ağzını bozma."

Tam önünde durduğumda gözlerine bakarak "Sen de diyorsun," diye direttim. Tam cevap vereceği sırada karşı taraf telefonu yanıtlayınca pizza hakkında konuşulmaya başlandı ama açıkçası dinlemeyi bırakmıştım. Boşta kalan, aşağı sarkmış ve yüzeyinden kabarık damarların netçe belli olduğu eli hafifçe eğilerek iki elimle kavradım ve tekrar gözlerimi gözlerine diktim. Bir yandan konuşurken diğer yandan bana bakıyordu. Daha fazlasına cüret ederek parmak uçlarımda havaya yükseldiğimde boynuna bir öpücük kondurmayı hedefleyerek yaklaşıyordum ki Hakan'ın kendini geri çekmesiyle donup kaldım. Yaptığı hareket toplu bir rest çekişi andırıyordu, günlerdir benim sayemde çektiği sıkıntılara ve başına ördüğüm çoraplara. Göğüs kafesim bir taşla ezilmiş ve nefes almanın mümkün olmayacağı kadar daralmış, sıkışmış hissediyordum. Sanki boğazımdan bir defalık daha nefes çıkamayacak, yutkunmam kesinlikle reddedilecek kadar kasılmış, şaşırmış, hüsrana uğramış ve hatta birkaç saniyede biriktirdiğim bir sürü şeyle beraber yıkılmıştım. Elimi dahi elinden çekemeden hareketsizleşmemle bir süre öylece kaldım ve Hakan'ın telefonu kapadığını bana ithafen konuşunca anlayabildim. "Ceren," deyince yüzüne kayan gözlerimin ardından ellerimi elinden çekip birkaç adım geri çıktım. Anında ileri attığı adımlarla araladığım mesafeyi kapadı ve elini belime yerleştirerek beni sakince kendine çekti. "Yavrum," dedi ardından içten çıkan bir sesle. "...senden asla rahatsız değilim ve ne yaparsan yap olmam... ancak... yakınlaşmalar karşılık alınmadığında bir süre sonra can sıkar. Bunu bil, tamam?" Boyunun uzunluğundan dolayı aşağı eğdiği kafasından boynuma çarpan ürpertici nefesinin verdiği afallamayla hızlıca kafamı aşağı yukarı salladım. Bu aceleci ve buruk tepkime karşılık ne kadar sarsıldığımı anlamış gibi biraz daha eğildi ve ufak denemeyecek şekilde yanağımdan öptükten sonra belimi bıraktı. Masanın etrafını dolaşırken kapıya yürüdüğünü anladım. Donuk bakışlarımla onu izlerken aklımın yanağıma kaymasına sebep olan öpücüğün sebebini merak ediyordum. Acıdığı için mi, destek vermek için mi, dostça mı? Ne yapıyordu? Ne hissediyordu? Aşık olmadığı barizdi fakat kız kardeş gözüyle bakmamaya başladığının da sinyallerini vermiyor muydu? Pekala, net olan bir şey vardı ki yakınlaşmalarıma karşılık bulamayacağım ve zamanla bundan dolayı hayal kırıklığı yaşama ihtimalim olduğu konusunda beni alelen uyarmıştı. Benim için sorun yok ama sen üzülürsün. Tamam, bu en azından netti ve kafa karıştırmıyordu. Ancak bilmediğim bir şey değildi. Yine de günün birinde karşılık alabilirim vaadi verip vermediği kuşkusuna karşılık netliğe kavuşturmak istemişti anlaşılan. Tuttuğum nefesi seslice verip silkelendim ve o mutfaktan çıkınca ben de onu takip ettim. Salona geçmişti ve koltuklardan birine oturmuştu. Ben de başka bir koltuğa oturduğumda siparişlerimizin geldiğini bildiren zil sesi duyulana dek aramızda tek tük konuşmalar geçmişti. Kapı çalındığında Hakan kalkıp kapıya bakmış, ücreti ödemiş ve elindeki poşetlerle birlikte yönünü salona döndüğünde bana kafasıyla mutfağı işaret etmişti. Sahibinin peşinden ayrılmayan evcil bir kedi gibi sessizce bir kez daha onu takip ettim ve peşinden mutfağa girdim. Poşetleri ilk olarak masanın üstüne bırakıp ardından içindekileri çıkarmaya başladığında ben de dolaplardan birine yönelmiş ve iki bardak alarak masaya dönmüştüm. Hakan onun ve benim pizza kutularımızı önümüze dağıtmıştı ve sonrasında kolanın kapağını açıp bardaklara döktü. Kendi bardağımı aldıktan sonra yerime geçtim ve sandalyede bağdaş kurup kutunun kapağını açtım. Önümdeki pizza nefis ve iştah kabartıcı duruyordu. Konuşmadan yemeye başladık. Birbirimize arada kaçamak bakışlar atarken göz göze gelerek yakalanıyorduk ama istifimizi bozmuyorduk. İkimiz de hemen hemen pizzalarımızın yarısını mideye indirdiğimiz sırada Hakan, "Şu Cengiz olayını bir daha anlatsana," diyerek alakasız bir yerden konu açtı, kafasında oturmayan şeyler varmış gibi.

Ağzımdaki kırıntıları çiğnediğim sırada düz düz gözlerine baktım ve "Nesini anlatayım?" diye sordum.

Gerçekten hatırlamıyormuş ya da ikna olmamış gibi kaşlarını çatarak "Mesela neden evine gitmiştin?" diye sordu.

Neden tekrar gündeme getirdiğini anlayamasam da rahat gözükmeye çalışarak, "Ödevimiz vardı," dedim omuz silkerek.

Kaşlarını havaya kaldırarak sordu. "Bu bir mazeret mi sence? Başkasıyla da ödevin olsa onun da mı evine gidecektin? Ya da ödev yapabilmek için bir eve ihtiyaç yok?"

Sorgusuna karşılık kaşlarım çatıldı. "Dışarda da buluştuk birkaç kez. Ayrıca senin arkadaşın olduğu ve ailesiyle yaşadığı için gittim. Kardeşim çıktı zaten, neyin hesabını soruyorsun?"

Kaşları bu defa meydan okuyan bir tavırla ayaklandı. "Çıkmayadabilirdi? Seninle sevgili rolü yapıyoruz biz, evlere girmen hoş mu sence?"

Dudaklarım kendiliğinden öne doğru uzarken ufluyordum ki "Kardeş çıkmasaydınız tam da Çağatay'ın anladığı gibi bir manayı herkes yükleyebilirdi, belki geceleri evine gelmezdi ama kim bilecek aynı okulda olup ödev yaptığınızı? Bilseler de böyle mi düşünürler sanıyorsun? Hareketlerine dikkat etmeye ne zaman başlayacaksın?" diyerek sorularını tekrar sıraladı.

"Ne diyorsun sen ya?" diyerek çıkışır gibi konuştum. "Rolü bırak, seni gerçekten seviyorum ben. Öyle bir şey yapar mıyım sence? Tamam, itibarın var; insanlar için kurduk bu oyunu ve insanlar için devam ettirmeliyiz fakat uygunsuz bir şekilde görmedikleri sürece kimse bunu kanıtlayamaz ki. Dedikoduları da mı düşüneceğiz? Hem bizi kimse görmedi, Cengiz de öyle bir söylenti çıkaramaz... derdin ne?"

"Nasıl davrandı sana, neler konuştunuz?" diyerek tamamen başka bir soru sormasıyla ilk başta yüzüne boş boş bakakalmış ardından gözlerimi devirmiştim. "Nasıl olabilir? Ödev yaptık işte, gayet mesafeliydik?"

"Hiç başka şeylerden bahsetmediniz mi?"

Nefesimi sakin kalmaya çalışır gibi ağır ağır, seslice verip gözlerimi yumdum ve tekrar araladığımda "Konuştuk," dedim sessizce. "Senden konu açıldı... Seninle uyumsuz olduğumuzu, doğrusu senin sahici bir ilişki kuramayacağından falan bahsetti. Rol olup olmadığını mı anladı diye biraz tarttım ama yok, karakterinden dolayı öyle söylüyor."

İnanmaz ve biraz da küçümser bir tavırla kaşlarını havaya kaldırıp "Beni sana mı kötüledi?" diye sordu.

Kafamı iki yana salladım. "Kötülemek gibi değildi. Haklı, seni tanıyor çocuk. Uzun zamandır yalnız, seninle neden bunu bozsun dedi. Sebep istedi benden hep. Kendisi de arayıp bulamıyor, belli. Sen de aşık gibi durmayınca... bir anlam verememiştir. Kötülemek niyetinde değildi yani."

Dudaklarını geriye doğru büküp kafasını imalıca aşağı yukarı salladı ve bir süre sessiz kaldıktan sonra kinayeli çıkan sesiyle "İyi ki kardeş çıkmışsınız," dedi. "Yoksa o ödev muhabbetleri nerelere gidermiş... Hakan da burada saf saf otursun tabi, her şeyden habersiz..."

"Ben ne diye sana haber verecekmişim ya?" dedim yükselen sesimle. "İnsanlar öyle zannediyor da biz biliyoruz herhalde rol yaptığımızı. Oyuncu arkadaşıma hesap mı vereyim yani?" Ben alayla gülerken Hakan'ın gözüme diktiği bakışları çelik kadar sertti. Dik dik bakması rahatsız edince "Ne?" dedim. "Belki danışırdım bu durum planımızı nasıl etkiler diye ama hesap vermezdim. Kısa süreli bir şey olacağı için ona da gerek duymadım."

Beklenti dolu bakışlarla yüzüne bakmıştım ancak onun o sert bakışlı suratından -değil konuşmak- başka bir mimik çıkmayacağını zaman geçtikçe anlamış ve umudumu kesmek zorunda kalmıştım. Sadece soğuk, serinkanlı bir ifadeyle beni göz hapsine almış ve sanki bakışlarıyla cezalandırır gibi diken üstünde durmamı sağlayacak şekilde bakıyordu. Ben de onun bu bana korku veren gözlerinden gözlerimi ayırmamıştım ancak usul usul yutkunarak ortamdaki gergin havanın endişesini eritmeye çalışıyordum. Bir süre bu şekilde bana can çekiştirdikten sonra sandalyenin kenarlarından tutunarak ayağa fırladı ve kapıya doğru yürürken şaşkın bakışlarım kapıdan çıkmadan önce tuşa uzanıp ışığı kapamasıyla kocaman oldu. Bunu hep kullanacak mıydı! Hırsla "Hakan!" diye soluyarak ayağa kalktığımda çoktan kapıdan çıkmıştı. El yordamıyla ve sakin kalmaya çalışarak tuşun olduğu yere kadar yürüdüm ve nihayetinde bulup basarak ışığı açtım. Zifiri karanlık değilken bu kolaydı. Gözlerimi devirerek tekrar sandalyeme döndüğümde onunla uğraşma çabasına girmeyerek kendi kendime "Geri zekalı," diye homurdandım. Ne olmuştu yani? Haklıydım? Neyim oluyordu? Neden hesap verecektim ki? Hele ki aşkımı öğrenmeden önceki bir zaman diliminden bahsediyorsak?

Tekrar sandalyeye çöküp çenemi elime yaslayarak kendiliğinden asılan suratımla masaya boş bakışlar atmaya başladım. Birdenbire neden tatsızlık çıkarıvermişti? Sadece bana mı gereksiz geliyordu? Tamam, onun penceresinden bakacak olursam Hakan Atan'ın sevgilisinin başka bir erkeğin evine girmesi fiyasko gibi gözükebilirdi ancak şu role tamamen hayatımı adapte etmemi nasıl beklerdi ki? Mevzu ödev olmasaydı zaten başka sebepten bu gerçekleşmezdi. Yanaklarımı şişirerek ofladım. Zor bir adamdı. Bundan kaçmıyordum, gocunmuyordum da fakat... bana biraz yardımcı olmayı deneyebilirdi. Düşünceden düşünceye atlayarak vakit öldürüyor ve son olarak bu gece beraber uyuyup uyumayacağımızı düşünüyordum ki etrafın karanlık içinde kalmasıyla "Hih!" diyerek yerimden korkuyla sıçradım. Büyümüş gözlerimi etrafta bir ışık bulma umuduyla hızlıca gezdirsem de sadece mutfak değil dışarısı da zifiri karanlıktı. Elektrikler mi kesilmişti? Tek elimi yüzüme atıp çenemi tedirgince sıvazladım ve ürkek adımlarla yavaşça ilerlerken "Hakan?" diye seslendim çok uzaklarda olduğunu ve beni duymayacağını bile bile. İsmi şu nasır tutmuş yüreğimin daima sayıklanan duası gibiydi, başka çarem yoktu ve ondan da medetimi kestiğimde tutanacak hiçbir dalım kalmayacaktı. Ağır adımlarla el yordamıyla mutfak kapısına doğru ilerledim ve Hakan Atan'ın evinde her türlü şeyin mümkün olacağını sürekli olarak hatırlatan iç sesime karşılık kendimi sakin tutmaya çalışarak salona attım. Burada biraz daha ümitvari bir şekilde sesimi yükselttim ve bir kez daha "Hakan?" diye seslendim. Aradan geçen birkaç saniyeden sonra cevap alamayacağımı anlamıştım. Acaba bir şey mi olmuştu? Başına bir şey gelmiş olamazdı değil mi? Çünkü karanlıktan korktuğumu biliyordu ve böyle bir durumda sesime duyarlı olup karşılık vermesi gerekiyordu. Son kez daha korku dolu ve cırlamaya benzer yüksek bir sesle "Hakan!" diye çığırdım. Bundan da cevap alamazsam ya başına bir şey geldiğini ya da bodrum katta olduğunu düşünecektim. Nitekim öyle de oldu; yine cevap alamamıştım. Birinci ihtimaldense ikinciyi tercih ettim ancak bu karanlıkta oraya kadar yürüyemeyeceğimi bildiğimden arka cebimden telefonumu çıkarmayı akıl edip flaş ışığını açtım ve yoluma tuttum. Tuhaf bir şekilde ortama daha korkunç ve ürkütücü bir hal aldırmıştı. Zar zor yutkunarak hem çekimser hem hızlı adımlarla koridorda devam ettim. Yürürken sesimin evin ulaşmayacağı yerlerine çatı katının da eklenebileceğini düşünmüştüm ve yine iki ihtimal arasında tercih yapmak gerekirse o odaya gitmek yerine tabi ki bodrumda olmasını tercih ederdim. Sabırla koridorun sonuna kadar ilerledim ve yetmezmiş gibi o kamufleli kapağı arayıp güç bela yerinden çıkardım. Yere çömelip tedirgince telefonu içeriye tuttum ve merdiveni gördüm. Hakan'ın da ışığı fark edip ses çıkarmasını umduğundan buradan tam umudumu kesiyordum ki karamsar bir sesle bir defa daha "Hakan?" diyerek ismini zikrettim. Aynı zamanda kapağı almaya tekrar yelteniyordum ki içerden "Evet?" diye bir karşılık aldığımda hem şaşırmış hem sevinmiştim. "İçerde misin?" diye sordum şaşkınca ama ayağımı çoktan içeri atmıştım bile. Basamakları hızlıca indiğim sırada "Evet," dedi yine fakat bu sefer noktalar gibi konuşmuştu.

Basamakları bitirip ayaklarımı zemine bastığımda hızlıca arkamı döndüm ve burayı sarı, loş bir ışık veren gece lambasının aydınlattığını gördüm. Ağır hareketlerle telefonumun flaşını kapattım ve durgun adımlarla yanına ilerlemeye başladım. Televizyonun önüne tek dizi yere değecek şekilde çömelmişti ve elindeki şeylere bakıyordu. Yakınına geldiğimde tepesine dikildim ve olanlara anlam verememenin verdiği boş bir sesle "Ne yapıyorsun?" diye sordum. Elindekiler CD idi. "Film seçiyorum," diye cevap verdi kafasını bile kaldırmadan, umursamaz bir sesle. "Nasıl?" dedim garipser bir sesle. "Elektrikler gitti?" Kafasını kaldırıp yüzüme baktığında sinsi bir sırıtma görür gibi oldum ancak o kadar ucundan gösterdi ki bunu emin olamadım. Benden ters tarafa dönüp işaret eder gibi duvara baktığında gözlerini takip ederek baktığı yere baktım ve şarterleri işaret ettiğini gördüğümde zihnimde yaşadığım yıkıntı omuzlarımı düşürmeme yaradı ve ona inanamayan gözlerle baktım. Tekrar bana çevirdiğinde kafasını bu defa yüzünde açıktan bir sırıtma vardı. "Ne saçmalıyorsun?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Hep bunu kullanacak mısın? Beni böyle kendine muhtaç mı ediyorsun? Ya da öyle görüyorsun da somutlaştırmaya mı çalışıyorsun? Derdin ne?"

Kısık sesle gülüşünün arasından "Sakin ol..." dedi yüzünü yüzümden gizleyerek.

Devam ediyordu ki "Bir daha bunu yapmaya kalkarsan..." dememle susup bana döndü ve anında eriyip yerini ciddiyete bırakan gülümsemesinin ardından "Ee?" dedi sertçe.

"Sana gelmem," dedim kendimden emin çıkan sesimle.

Kaşlarını havaya kaldırdı. "Ne yaparsın?"

Bu yüz ifadesi bile başka çarem olmadığını hatırlatır gibiydi. "Dışarı atarım kendimi," dedim hiç düşünmeden. "Ama sana gelmem. Kimseye muhtaç değilim ben. Karanlıktan korkmuyorum bundan korktuğum kadar. Annesiz de yaşadım... babasız da... şimdi de abisiz... Sen neyine güveniyorsun Hakan?"

Gözleri hayret dolu bir ifadeyle içini dolduracaktı ki son anda dudaklarını alayla kıvırarak başını yere eğdi. "Benimle aynı evde yaşama fikri çabuk korkuttu seni... Gözü karalığından şüphe etmeye başladım."

Onun kaçırdığı gözlere ben inatla bakmaya çalışarak "Saptırıyorsun," dedim. Hakan'a karşı hiç bu kadar ciddi olduğumu hatırlamıyordum. "Benimle böyle oynayamazsın."

İlk olarak gözlerini gözlerime dikip sonrasında elini elime attı ve beni kendine çekti. Direnmeye çalışsam dahi bu anlık olmuştu. O da kendini yere bıraktığında bedenimi bacağının üstünde otururken buldum. Yüzüne beklentiyle ancak aynı zamanda suçlar gibi baktığımda tek eliyle saçlarımı geriye iterek yüzümü daha açığa çıkardı ve "Yanıma gelmeni sağlıyorum... suç mu?" diye sordu neye takıldığımı anlamazdan gelmeye çalışarak.

"Böyle mi?" diye sordum kendiliğinden yükselen sesimle. "Saçma bir konudan tartışma çıkarıp sonrasında böyle mi barışmaya çalışıyorsun cidden?" Derin bir nefes alıp "Bak," dedim daha sakin bir sesle. "Neticede Cengiz benim kardeşim çıktı ve bunu herkes öğrendi. Bu konuyu açman anlamsızdı. Üstüne üstlük fobilerimi kullanmandaki amaç ne? Sana sığınmam mı, senin bundan duyduğun haz ya da kibir mi veya senden usanıp evden gitmem falan mı... amacın ne?"

Benden çok daha lakayıt bir tavırla kaşlarını ukalaca kaldırarak bakışlarını etrafta gezdirdi ve "Öncelikle ben neticeye değil, Hatice'ye bakarım," dedi. Abartı bir şekilde gözlerimi devirdiğimde benden tarafa döndü ve yüzüme bakarak, "Sonra," dedi. "...amaç... benim bundan duyduğum haz... Sen de biliyorsun... muhtaç değilsin belki ama sığınıyorsun... İyi geliyorum sana? Başka türlü gelir miydin yanıma? Senin bana muhtaç olduğundan değil, mecbur kalmadığında asla gelmeyecek kadar gururlu olduğunu bildiğimden ışıkları kapıyorum, ancak öyle geliyorsun."

Gözlerine suçlayıcı ifadeyle bir süre bakmayı sürdürdüm ancak içine dalıp gitmeye başladığımda yüz ifademin gevşeyip tamamen kendini hayran hayran bakışlara bıraktığını fark edince kendimi toparlayıp "Tamam..." dedim zorlasam da artık sert çıkamayan bir sesle. "Belki bunu kabul edebilirim... Ama sanki bensiz yapamıyormuş gibi davranmana gerek yok." Sözlerimde samimiydim ama sanki bir yanım hoş sözlerin kapısını aralayabilmek ve daha fazlasını duyabilmek istiyordu.

"Aynı evdeyken belki yapamıyorum, yanımda ol istiyorum?"

Kaşlarımı çattım. "Yani?"

"Gözümün önünde ol." Tam da bahsettiğim hoş sözler(!) bunlardı işte. Yanaklarımı şişirerek nefesimi tuttuğumda işaret parmağıyla yanağıma bastırarak nefesimi salmamı sağladı ve "Hadi film seç," dedi. Önümdeki CD koleksiyonuna göz attım ve türlerine bakarak incelemeye başladım. Bir yandan da kendimle konuşur gibi söyleniyordum. "Hakan Atan küçük bir kızla eve kapanmış film izliyor..."

"Küçük kız onu çok yoruyor..."

"Ama o da kızı yoruyor."

"Kız cimcimelik etmese yorulmazlar belki."

"Ya da adam kıza biraz yol gösterip kolaylık sağlasa?"

"Gösterdiğim yollardan asla memnun olmayan kız mı söylüyor bunu?"

Yüzüne bön bön baktım ve "Gururumu incitmene izin veremem," dedim.

İki elini havaya pes eder gibi kaldırdı ve "Tamam," dedi. "Daha fazla uzatamayacağım. Haklısın. Bana gelmenin en kolay ve kesin yolunu bulmamam gerekiyordu."

"Sana gelmemin aşağılayıcı ve dalga geçer gibi olan yolunu bulmaman gerekiyordu." Elimdeki CDlerden birini kucağına atıp ayağa kalktım ve "Onu seçtim," diyerek koltuğa doğru ilerlemeye başladım. Kendimi koltuğa bırakıp yüzümü ona döndüğümde bana diktiği boş bakışlarına bir süre ben de aynı şekilde karşılık verdim. Nihayetinde o kafasını hiçbir şey demeden eğip kucağındaki CD'ye göz attı ve ilk defa görüyormuş gibi baktı. Ardından eline alıp evirip çevirdi ve sonrasında bütün kasetleri elinde toparlayarak ayağa kalktı. TV ünitesine benim seçtiğim hariç diğerlerini bıraktı ve eğilip benim seçtiğim CD'yi televizyona taktı. Kumandaları aldığında yanıma ilerlemeye başlamıştı. Gözlerimi dikip yüzüne baktığımda göz göze geldik. Yanıma oturup yönünü televizyona döndüğünde arkama geçmiş gibiydi. Koltuğun kenarına sırtını yasladı ve beni de belimden tutup yanına çekerek yan yana ve televizyona dönük oturmamızı sağladı. "Biliyor musun bu filmi?" diye sordu kararlılığıma şaşırmış olacak ki.

"Yo," dedim omuz silkerek. "İsmi hoş geldi."

Başta hem merak hem de biraz benim seçimim olduğundan dolayı kaygı duysam da film hemen sarmıştı ve epey eğlenceli ilerliyordu. Baş roldeki kızın hayatı boyunca aşık olduğu erkeklere mektup yazıp onları bir kutuda saklaması ve kızın çekimser hallerine çözüm olabileceğini düşünüp küçük kız kardeşinin mektupları sahiplerine dağıtmasıyla başlıyordu her şey. Kızda kendimi görmemek mümkün değildi. Hele de Hakan yanımdayken. Mektupların dağıldığını fark ettiğindeki yüz ifadesi ve yaşadığı şok benim çiçeğin başında kalakalışıma benziyordu ve eminim Hakan'ın da o an aklından ben geçiyordum. Kızın mektup yazdığı erkeklerden biri ablasının eski sevgilisiydi ve bana kalırsa en çok ondan utanç duymuştu. Mektupta bahsi geçen duyguları şu an hissetmediğini çocuğa kanıtlayabilmek için mektup yazdığı başka bir çocukla -anlaşma o çocuğun fikriydi ve ikisinin de işine geliyordu- formaliteden sevgili olmuşlardı ve filmin bu kısmıyla yaşadığımız benzerliği görünce Hakan'la şaşırıp kıkırdamadan edememiştik. Yani en azından ben kıkırdamıştım. Keyifli, eğlencesine izlenecek bir filmdi. Kız sevgili oyunlarına kurallar eklerken çocuğun onu kafasına göre öpmemesi de vardı ki Hakan burada bana dönüp "Buradan bile anlayabilirdim," dedi yakınır gibi. "Sen bana hiç böyle uyarılar çekmedin. İtirazın yoktu."

"Çünkü sen o çocuk gibi değilsin," dedim kısaca. "Sırf daha samimi gözükebilmek için aşırı bir sırnaşımının olmayacağını biliyordum ki bunu en başta sen yapmazdın."

Bir süre düşünceli bir tavırla susup "Doğru," diyerek tekrar filme dönmüştü.

Filmin sonu bu ikilinin hislerinin gerçek olması ve gerçek bir ilişki kurmalarıyla mutlu sonla bitmişti ve ortama sinen sessizliğin tek manası ikimizin de bu sondan pay çıkarmamızdı ve ikimiz de birbirimizin pekala ne düşündüğünü anlıyorduk. Suskunluğu üzerinden ilk atan Hakan oldu ve "Turnayı gözünden vurmuşsun," dedi. "O nasıl filmdi öyle?"

"Ben de beklemiyordum böyle bir şey," diye cevap verdim. "Ama şu yaşadığımız deli saçma şeylerin başkalarının da başına geldiğini görmek biraz daha normal hissettirdi."

Gülümseyerek koltuktan aşağı indi ve tek elini bana uzatıp "Uyuyalım artık," dedi. Elini tutarak koltuğun kenarına kaydım ve ardından aşağı indim. Televizyon kapanınca odayı aydınlatan tek ışık yine loş ışık veren lamba olmuştu. Yatağa doğru ilerlerken, "Burada uyumak çok güzel..." dedim içimden geldiği gibi. "Sanki kimsenin bilmediği bir yerde kuş tüyünden bir yatak bulmuşum gibi... Deniz kabuğunun içindeki inci gibi..."

Elini üstüne atıp başından sıyırırken diğer yandan yatağa ilerliyordu. "Biliyor musun," dedi. "Aslında aşk anlamında birbirimize benziyoruz. Sen de kendine özel bir şeyler olmasını istiyorsun. Farklı hissetmek... Tabi benimki biraz daha bunun hastalıklı hali." Keyiften yoksun bir şekilde güldü. "Ben bana özel bir şeyler değil, tamamıyla benim olmasını isterim."

Yüzüme donuk bir bakış attığında cevabımı bekler gibiydi. "Seven herkeste olur bu... İnsan gözünden bile sakınır. Ben de dışarının hep kötülüklerle dolu olduğunu düşünmüşümdür. Yanından bir saniye dahi ayrılmak istemem. Ama bu mümkün değil. Hiçbir şey olmasa ölüm ayırır. Bedenen değil ruhen beraberliği sağlayabilmek önemli."

Çıplak, pürüzsüz ve göz alacak kadar düzgün gövdesiyle yatağa girdiği sırada "Çoğu kez bana on yedi yaşında olduğunu unutturuyorsun," dedi alakasız gibi gözüken bir cümle kurarak.

Ben de çarşafı kaldırıp altına girdim ve "Ben de senin yaşını abimin başıma kakmaları haricinde hiç düşünmedim bile," dedim gülmeye çalıştığım sırada.

Yanına kıvrıldığımda beni kalın kollarıyla sardı. Yanağımı boynuna yasladığımda onu, beni, ilk gördüğüm anı ve şu an geldiğimiz noktayı düşündüm. Tek eliyle yavaşça saçımı okşarken "Benim kızım..." diye seviyordu. Abimin olmayışını, babamın oluşunu... Dünyanın döndüğünü ve değişiklikler getirdiğini... Zamana ayak uydurmanın ne denli zor, ne yaman, ne kadar güç istediğini... Daha da fenası; nefes aldığın müddetçe bunun böyle olmaya devam edeceğini bilmen, ne getireceği şaibeli olan günlere gözünü açarken korksan mı yoksa sevinsen mi bilememendi.

~

Dünya üzerinde bütün ya da hemen hemen bütün kapıları aralayabilecek az şey vardır. Bunlardan biri para, biri güzellik, biri ise zekadır. Maalesef ki bunlara sahip olabilmeniz için biraz şans gerekir. Neredeyse dünyanın etrafında döndüğü paraya sahip olabilmenin en kolay yolu varlıklı bir aileyle dünyaya gelmektir. Belki sahte insanlar ve sahte saygı duruşlarına maruz kalır, hatta bunun farkına bile vardığınız halde bir şey yapamaz, belki de vurdumduymazlığa verip yapmaya da kalkmayız. Çünkü tabiri caizse alan memnun, satan memnundur ve etraftaki insanların çıkar üzerine sizinle görüştüğünü bilseniz dahi neticede görüşüyor ve işinizi görüyorlardır. Dünyanın kanunun bu olduğunu da kavradığınızda artık kafaya takılacak hiçbir şey kalmamıştır. Hayatın asıl acımasız davrandığı varoş mahallelerde büyüyen insanlardan olmaktansa sahteliği daha içiniz kaldırır. Yaşamın verdiği şartlara göre büyük insan sayılan zenginlerin yine yaşamın verdiği şartlara göre küçük insan sayılan fakirler üzerinde etkisi büyüktür. Tek yardımla onları bulunduğu yaşamdan koparıp istedikleri kapıyı aralayarak bambaşka bir mevkiye, hatta mevkiye getirebilirler. Yine tek dokunuşla ise hayatlarını karartabilir, zaten aralanabilir olan birkaç kapıyı da tamamen kilitleyebilirler.

Güzellik ise sizi pireyken deveye dönüştürebilir. Kullanmasını bilip bunu bir fırsata dönüştürebilen için iyi bir çıkış yoludur. Kolayca dikkat çekebilir, bu konuda büyük(!) insanlarla aşık atabilirsiniz. Kendinizi bir anda sadece iş dünyasında olmamakla beraber farklı makam ve mevkilerde bulabilir ve bir anda hayatınızın parladığını hatta hayatın ne denli değişken olduğunu görebilirsiniz.

Zeka ise bana göre aralarında en erdemli olanıdır. Akıllıca ve çıkış yolu olma, hayatınıza istediğiniz şekli verebilme yönünde kullanıyor ve kafa yoruyorsanız buna saygı duyulabilir. Belki de aynı masaya dahi hiçbir zaman oturmanıza izin verilmeyeceği insanları zekanızla kendinize muhtaç edebilir, yine zekanızla bütün yolları kendinize çıkarıp yine ve yine zekanızla içinden geçmek istediğiniz bütün kapıları birer birer kendi ellerinizle aralayabilirsiniz. Bunlar mümkündür, bunlar; istediğiniz hayata geçiş yapma konusunda önünüzdeki biletlerdir. Değişen hayatlara, zerre iken zirve olanlara örnekler verilebilir. Bunlar güzel, taktir edilesi örnekler de olabilir.

Ancak mühim olan, dünyanın asırlar öncesine dayanan kanunlarına boyun eğerek kabullenmek, ona göre ömrümüze biçim vermek değil; paraya, güzelliğe ve dünyevi olan hiçbir şeye haddinden fazla önem vermeyerek yaşamaktır.

Çoğu insanın fizikselden öteye gidemeyecek kadar önem verdiği dış görüntü, ayyuka çıkarılan güzelliğin önemini elimizin tersiyle ittiğimizde ancak farkımızı ortaya koyar ve diğer insanlardan kendimizi ayırırız. İlla ki bir ayrım şartsa bu dünyevi ve manevi düşünenler olarak olabilir. Çok uzak, yoksul diyarlardan sadece gözleri gözüken bir gelinin düğününe asıl şenlik denebilir. Çünkü insanoğlunun tabusunun yıkılışına örnektir. Şan, şöhret, makam, mevkinin aldatıcı göz alıcılığına karşılık sessiz, sakin, evlerin iç içe olduğu mahallelerinin zenginliğini görebilmektir akılcılık.

Kısacası hayatlarımızı değiştirebilmek için fırsat olarak gördüğümüz unsurları sırf oturtulmuş sistemde yer edinmek ve hatta yaranmak üzere kullanırsak onlar bir bilet olmaktan çıkıp bizim de ne kadar sıradan, basit insanlar olduğumuzu kanıtlayan belgeler haline gelir. Hepimizin sadece bir kez dünyaya gelme hakkı olduğuna göre bunu başkalarının düzenin bir parçası olmak yerine kendi kurduğumuz düzenin yapıcısı olarak kullanmak daha kaliteli olacaktır.

"O sözü bir daha söyler misin?"

Yanıma gelip gülümseyerek tezgahın üzerinden bardakları aldığı sırada, "Güzelliği severdim; tanrısal ve ölümsüz olsaydı eğer," diye tekrar etti az önce konunun içinde geçirdiği sözünü.

Yüzüne kaçamak bir bakış atıp "Sırf diğer insanların önem verdiği şeylere takılmadığın için dahi seninle aynı evde bir ömür geçirebilirim," dedim.

"Sen de öylesin," dedi bana kendimi fark etmemi sağlamak ister gibi. "Diğer kızlar gibi gösteriş düşkünü değilsin. Bu evden çıkmak istemeyip mütevazi bir hayat düşlemenden de belli değil mi? Robotlaşmış olmamak güzel, ancak bu dış dünyayla iç içeyken de mümkündür. Dışarıdan bu kadar korkma."

Yüzümü ekşiterek yere boş bir bakış attım. "Son zamanlarda yaşadığım karmaşık ve zincirleme olaylara da bağlı biraz..." Yüzüne bakarak dudaklarımı zar zor kıvırmayı başardım. "Hayat beni ürkekleştiriyor."

"Benimleyken hiçbir şeyden korkmaman gerektiğini hala öğrenemedin mi?"

Sırtını buzdolabına yaslamış, kollarını önünde kavuşturmuştu. Ben de tam karşısında kalçamı tezgaha yaslamış bir biçimdeydim. "Bilmiyorum..." diye mırıldandım. "Arabanın önünü kestikleri günü hatırlamıyor musun?"

Gözlerini hafifçe kıstı. "Peki ya sen aldığımız intikamı hatırlamıyor musun?"

Elimi alnıma atarak kaşıdım ve kafamı yere eğerek "Hatırlamak istemiyorum," diye mırıldandım.

Bunun üzerine nefesini verdiğini ve yerinde doğrulduğunu göz ucuyla gördüm. Yanıma geliyordu. Ağır adımlarla yanıma ulaştığında tam karşıma geçip kollarımdan hafifçe tuttu ve "Bak, Ceren," demesiyle gözlerimi ona diktim. "Toz pembe hayatına bodozlama girmemle düzenini tepetaklak ettiğimin farkındayım. Yeni yeni daha iyi anlıyorum... Birden bu kadar olay, farklı yaşantılar, abin ve benim ne tür işlerle haşır neşir olduğumuzu öğrenmen... hepsi, hepsi o kadar ağır ki... Her genç kız sarsılıp bir süre kendine gelemez. Ama gerçek dünya bu. Hep böyleydi. Hep bu kadar acımasızdı. Sen sadece yeni gördün. Alış. En çok hassas insanlar yara alır bu hayatta. Her şeye hazırlıklı ol. İç dünyana dış dünyaya duyduğun korkudan daha fazla yer ver. Kaçmak lügatımızda yok, tamam?"

Yanaklarımı şişirerek oflayıp "Tamam," dedim kabullenir gibi.

Bunun üzerine hemen, "Akşam Çıkmaz'a gidiyoruz," dedi bu anı bekliyormuş gibi.

"Neden?" dedim yüzümü buruşturarak. "Hani bir süre evden çıkmayacaktık?"

Gözlerini bıkkınlıkla devirip masaya doğru ilerlemeye başladı ve aynı zamanda "Ne anlatıyorum bir saattir?" diye sordu. "Hem orası dışarı sayılmaz, bir nevi evimiz. Burada nasıl güvendeysen orada da öyle. Hem ne şartlar altında biz mekanlara gittik, şimdi ayağımızın altında hiçbir engel yokken kendimizi göstermeyecek miyiz? Yavaştan yine kızlar asılmaya başladı, ona göre,"

Kaşlarım kendiliğinden çatıldı. "Ne dedin sen?"

Gülme dürtüsünü kontrol altında tutmaya çalışıyormuş gibi tuhaf bir sesle, "Sen olsan ayrıldığımızı düşünmez misin? Ne sıklıkla gözüküyoruz ki?" diye sordu.

Hızla ve sinirle konuşmaya başladım. "O zaman sosyal medya hesaplarına fotoğraf atacaksın. Ya da yüzük falan bir şeyler tak! Bu nasıl iş canım?" Tutmaya çalıştığı gülmesini serbest bırakarak keyifli bir kahkaha patlattı ve "Sakin," dedi. Ardından aklına bir şey gelmiş gibi duraksadıktan sonra, "Doğru söyle, yoksa sen kızlardan dolayı mı çıkmak istemiyorsun?" diye sordu.

Omuz silkerek "Yo," dedim. "İnsanların içine girmek istemediğim doğru ama kaybetme korkusu falan duymuyorum yani. Sonuçta ortada bir anlaşma var ve korkmamı gerektiren bir durum yok. İstesen de bakamazsın."

Dudaklarını bilmişlikle aşağı doğru kıvırıp kafasını salladığı sırada ben de karşısındaki sandalyeyi çekip oturdum ve omuzlarımı hareket ettirerek şiddetli bir şekilde nefesimi "Neyse," diyerek verdim. "Gidelim o zaman. Hatırlatma mahiyetinde."

Bana bakan gözleri hoşuna giden bir şeyler olduğu aşikar bir şekilde kurnaz parıltılarla parlıyordu. "Gidelim o zaman," diyerek imalı bir sesle beni taklit etti. Kısa bir süre bakışıp kahvaltı etmeye başlamıştık. Kahvaltıda ettiğimiz sohbetler hep alakasız konulardan oluyordu. Bana bir ara dansla uğraştığımı ve şu sıra ne alemde olduğunu sormuştu ve ben de okulun kursuna yazılı olsam da sıkı bir çalışma olmadığını söylemiştim. Sonrasında ise dans konusunda benim yeteneğim olduğunu fark ettiğini dilinin ucuyla itiraf etmişti. Bunu zaten biliyordum fakat Hakan'ın ilgi ve dikkatini çekmesi hoşuma gitmişti. Gerçi o gece İren'le yarışayım derken hiç de ilgi çekmeyecek danslar etmemiştim. İren deyince aklıma Cengiz geldi ve beni neden aramadığını merak ettim. Acaba öğrense ne tepki verirdi? Öğrenmeden bilemezdik.

Karnımız doyduğunda kahvaltı masasını beraberce toplamıştık. Salona çıktığımızda hiçbir uğraşımız olmadığı için televizyonun karşısına geçmiş pinekliyorduk ancak Hakan'ın izlediği yoktu, koltuğun tek kişilikten çok daha büyük bir kısmını kaplayarak yayılmış ve ayaklarını da önümüzdeki sehpaya uzatarak telefonuyla oynuyordu. Ben de tam yanında Cartoon Network izliyordum. Epeyce bu şekilde iletişim kurmadan vakit öldürmüştük. İyice ekrana daldığım sırada Hakan'ın derinden ama kısık çıkan sesiyle "Şş..." diye seslenmesiyle hafifçe sıçrayarak ondan tarafa döndüm. Bunun üzerine, "Ne yapıyorsun?" diye sordu görmüyormuş gibi. Dümdüz bir sesle, "İyi?" diye cevap verdim.

"Çizgi film izlemekten daha önemli işin yok mu senin?" Sesi sataşır gibi çıkmıştı.

Yüzüne boş boş baktıktan sonra kafamı sağa ve sola salladım. Ardından kafasını tekrar telefonuna çevirip otoriter, itiraz istemeyen ses tonuyla, "Aç telefonunu, geri kaldığın konuları izle," dedi tavizsiz bir sesle. Garipser bir tavırla kaşlarımı çatarak yüzüne baktım. O bana bakmadı ama sanki görmüş gibi, "Aksi taktirde tatilini daha fazla uzatamayacağım," dedi tehditvari bir tavırla.

Anında elimi cebime atıp telefonumu çıkardım ve arkama yaslandım. Kilidi açarken bunun nereden çıktığını düşünüyordum. Ne dengesiz çocuktu öyle! Birkaç dakika sonra mecburen sırtım Hakan'ın bedenine kaymış bir şekilde o sıkıcı konu anlatım videolarını izler haldeydim. Hakan da bir öğretmen edasıyla teftiş eder gibi ekrana arada sırada göz ucuyla bakıp sonra tekrar önüne dönüyordu. Beni videodan ara sıra koparıp alansa Çıkmaz'a gidecek olmamızdı. İster istemez geriliyordum, ya abim, Cengiz ya da Çağatay'la karşılaşacak olsaydık? Ne vardı yani sakin sakin evde otursak, olmuyor muydu? Rahatsızlığımı belli etsem de bir şeyin değişmeyeceğimi bildiğimden sessizce videoları izleyip yaklaşık yarım saat sonra yerimde doğruldum ve ona bakıp "Artık hazırlanmaya başlayabilir miyim?" diye sordum. Madem gidecektik, oranın hakkını vermeliydik değil mi? Kararsız bir ifadeyle yüzüme kısa bir süre baksa da "Tamam," diyerek kabul etti. "Seni beklememiş oluruz."

Telefonu kapatıp ayağa fırladım ve "Hande'nin kıyafetlerini eşelemeye gidiyorum o zaman?" diyerek sorar gibi konuştum.

Telefonunu koltuğa bırakıp ayağa kalktı. "Tamam."

İkimiz de koridora doğru yol alırken düşünceli bir sesle, "Benim kıyafetlerimi almam lazım ya," dedim. "Ne zamana kadar böyle idare edeceğim?"

İleriye bakarak yürürken "Koray'la bir daha baş başa kalamazsın," dedi. Neden dediğini bilsem de beni abimden sakınması ya da o hale gelmemiz kulağa tuhaf geliyordu. "Selin'e falan söyle o halletsin. Burada bir dolap yaparız sana."

"Tamam," diye mırıldanırken içimden Hakan'ın yanında ne zamana kadar kalabileceğimi düşünüyordum. Acıydı ama bunun sonunun olabilme ihtimalini de aklıma getirmek zorundaydım. Tam o sırada o da aynı şeyi düşünüyor olacak ki sanki zihnimi okumuş gibi, "Burası senin de evin artık," dedi. "Kendin gitmek istemediğin sürece kimse seni alamaz ya da başka bir pürüz çıkmaz. Hatta bir noktadan sonra sen istediğinde bile gitmene izin vermem."

Alayla gülerek, "O nokta çok uç bir nokta," diye cevap verdim. O da cevap olarak "Göreceğiz," demişti.

Hande'nin kıyafetlerinin bulunduğu dolabın olduğu küçük odaya geldiğimizde benim ardımdan Hakan'ın da "Hande'nin kıyafetleri biraz şeydir..." diyerek içeri girmeye yeltendiğini fark etmemle hemen arkamı dönüp onu karnından dışarı itmeye çalıştım. "Kombinimi tek başıma yapmak istiyorum."

Onu dışarıya itmeme izin verip işaret parmağını havaya kaldırarak "Bana bak..." diye başlayan cümlesini devam ettiriyordu ki "O zaman gitmeyelim Hakan?" diyerek lafı ağzına tıkadım, meydan okuyan bir tavırla. "Ben zaten gitmek istemiyorum, bir de kıyafetime mi karışacaksın? Hem orası bizim değil mi? Yoksa seni tınlamayıp beni süzeceklerinden mi korkuyorsun?"

"Ne münasebet lan," dedi omuzlarını silkerek. "Kimse bir saniyeden uzun bakamaz sana. O bir saniyeyi de kazara olabilir diye kabul ediyorum."

"Ee?" dedim kaşlarımı havaya kaldırarak. "Kendi mekanımda rahat giyinemeyeceksem giderim başka bara. Ne anlamı kaldı?"

Düşünceli bir tavırla kısa bir süre susup "İyi," dedi zar zor. "Zaten kimsenin bir şey yapabileceğinden değil de... evde giysen o tür şeyleri daha iyi olurdu sanki... neyse..."

Sırtından hafifçe onu odasına doğru yönlendirdim. "Sen de düz renk bir gömlekle kot pantolon giy. Öyle yakışıyor sana."

"Biliyorum," deyip kafasını bana çevirdi ve baygınlaşan bakışlarıma aldırış etmeden "Bekletme çok," diye ekledi.

Kıkırdadım. "Özler misin?"

Çapkın bir bakış attı. "Aksi mümkün mü?"

Ben aptal aptal sırıtmaya başlarken o da gülerek önüne döndü ve odasına doğru ilerlemesiyle ben de önüme dönüp odanın kapısının içinden geçtim. Kapıyı kapadığımda Hakan'ın müsaade almadan içeri girmeyeceğini bildiğim için kilitlemeye gerek duymadım ve hemen gardıropun önüne geçip kapaklarını açtım. Ellerim hala kapağın kulplarındayken içinde şöyle bir göz gezdirdim. Tek parça elbise mi giyinmeliydim yoksa kombin mi oluşturmalıydım? Burası kalabalıktı ve kombin oluşturmak gelmişti içimden. Düz siyah ya da herhangi bir tek renk, sade bir elbise görürsem de bu olabilirdi ancak kısaca göz attığımda elbiselerin hepsinin şaşaalı olduğunu gördüm. Yine de kombin oluşturamazsam bunlara tekrar dönebilirdim. Büstleri incelemeye başladığımda çok iddialı ve dikkat çekici şeyler vardı. Tek sorun altıma bir şey uyduramazsam kullanamazdım, bu yüzden bu defa alt parçalara yöneldim ve bakmaya başladım. Şortlar, pantolonlar, etekler... Çok güzel parçalar vardı ama görür görmez aşık olduğum bir şey bulamamıştım. Burası epeydir kullanılmadığından dolayı oluşan karışıklıktan dolayı karıştırmaya devam ettim ve görür görmez kaptığım etekle beraber kamuflaj desenine ilgim olduğunu bir kez daha fark ettim. Yeşil, kamuflaj desenli kısa bir etekti ve bayılmıştım! Beli olmasa dahi kemer takmayı düşünüyordum.

Ana parçadan artık emin olduğum için tekrar büstlere döndüm ve bu kez aradığım siyah, düz renkte bir şeydi. Eteğe gölge düşürmek istemiyordum. Birkaç tane siyah büstiyer vardı ve her birini tek tek eteğin üstüne tuttuğumda en yakışanını yanıma alıp arkamdaki koltuğa ikisini bıraktım. Siyah, kalın askılı, kısa bir büstiyerdi. Yere çömelip alta yerleştirilen ayakkabılara baktığımda topuklular çoğunluktaydı ama sıradan bir topuklu ayakkabı hoş durmayacaktı. Sporlara da üstten bir göz attım ancak onlar da çok spordu! Alt dudağımı emerek kararsızca ayakkabılara bakmaya devam ederken en arkalarda bir çizme dikkatimi çekti ve yanaşıp tekini elime aldım. Havaya kaldırıp modeline baktığımda "Oha!" kelimesi çıktı ağzımdan. Başlı başına olay yaratacak bir çizmeydi ve aşırı tarzdı! Hande'nin bunu burda bıraktığını mı yoksa unuttuğunu mu düşünmeye başlamıştım ancak umrumda değildi çünkü bunu giyecektim! Diz kapağımın üstüne kadar gelecek bir boyu vardı ve sonuna kadar bağcıklarla bağlanmıştı, siyahtı. Çok pahalı olduğu her halinden anlaşılıyordu.

Çizmeleri hızlıca kavradıktan sonra yere bıraktım ve gardıropun kapaklarını kapayıp hızlıca soyunmaya başladım. İçimden bedenleri konusunda bir sıkıntı çıkmaması için art arda dualar ediyordum. Birinden biri dahi olmazsa çok üzülecektim. İlk olarak büstiyeri başımdan aşağı geçirmiştim ve olması en muhtemel olan bu olduğundan tam olmuştu. Eteğe elimi biraz korkarak atsam da kemerle çözüm bulabileceğini bildiğimden hızlıca giyinip fermuarını çektim ancak kalçamı sağa sola kıpırdattığımda aşağı kaymaya niyeti olduğunu gördüm. Tam tahmin ettiğim gibi kemer gerekiyordu. Dolabın kapaklarını tekrar araladığımda içinde kemer falan görmediğimi biliyordum ancak şansımı tekrar denemeye çalıştım. Umutsuzca elbiselerin önünü arkasını eşelesem de yoktu. Asık suratımla yönümü odaya dönüp göz gezdirdim ve gözüme dört çekmeceli, tepesinde aynası olan bir şifoniyer dikkatimi çekti. O çekmecelerin içinde ne vardı? Hızlı adımlarla yanına gidip ilk çekmeceyi kendime çektiğimde önüme serilen göz alabildiğince parfüm şişesi ve makyaj malzemeleriydi. Bir yanım bunlara da çocuk gibi sevinirken hedefime yakın şeyler bulduğumu düşünüyordum ama diğer yanım rahatlayamamıştı. Onu kapatıp ikinciyi açtığımda ilk önce birkaç şapka görüp ardından kıvrılarak katlanmış kemerleri fark ettim! Yüzüme salak bir sırıtma yerleşirken orta ebatta siyah, önünde dore renk bir detayı olan kemeri elime aldım ve hızlıca eteğime geçirdim. Üzerimden tonlarca ağırlık kalkmış gibiydi.

Bu çekmeceyi kapatıp az önce tam dikkatimi veremediğim birinci çekmeceyi tekrar açtım ve sevinçle üzerlerinde göz gezdirdim. Sırt çantamda da birkaç parça malzeme vardı ama bunlarla yapabileceğim makyajı onlarla asla yapamazdım. İlk olarak fondötenleri incelerken ten rengime en uygun olanını seçmeye çalıştım ve eğilerek karşımdaki aynanın hizasına indim. Süngerlerden birinin yardımıyla fondöteni yüzüme dağıttığımda zaten sorunlu bir cildim yoktu fakat daha canlı ve kusursuz bir yüze ulaşmıştım ve Çıkmaz'a böyle bile gidebilirdim. Ancak pürüzsüz duran yüzüm makyaj yapayım diye yalvarıyordu adeta. Ne yaparsam yapayım çok yakışacak gibi duruyordu. Elime rimelleri sırasıyla alıp fırçalarına bakarak inceledim ve gözüme kestirdiğim bir tanesini alıp diğerlerini çekmeceye sıyırdıktan sonra kafamı aynaya yaklaştırarak rimelimi sürdüm. Anında etkisi belli olmuştu ancak biraz daha hacimli olmasını istediğimden bir kat daha üzerlerinden geçip iki kat sürmüştüm ve takma kirpikten aşağı kalır yanı yoktu. Rimelin kapağını kapatırken geri çekilip kirpiklerimi kırpıştırarak aynaya uzaktan bir bakış attım. Gayet güzel gözüküyorlardı. Sırada ruj seçmem gerektiğini idrak edip rujlara döndüm ve pembe ve pembe tonlarını anında eledim. Geriye kahverengi ve kırmızı tonlular kalmıştı. İlk olarak elim kahverengilere gitse de parlak, kırmızı bir ruj dikkatimi çekmişti ve deneme önceliğini ona vermiştim. Fırçası sayesinde dudağımın şeklini kolayca verebilmiştim ve tatlı kırmızının üstünde şeffaf, parıltılı bir tabaka vardı ve çok güzel duruyordu. Dudaklarımı birbirine bastırdığım sırada elimi tokama atıp saçımdan sıyırdım ve kafamı sağa sola sallayarak saçlarımı dağıttım. Zaten düzdü ve kolay kolay dalgalanıp kabarmıyordu. Kafamın tepesinden bir çizgi çekerek tam ortadan olmayacak şekilde saçlarımı ikiye ayırdım.

Son kez aynaya baktığımda güzel seçimler sayesinde bu kadar kısa sürede en fazla ne kadar şık olunabilirse o kadar olmuştum. Ama daha bitmemişti! Arkamı dönüp çizmelere baktım ve ayağıma olmasını umut ederek elime alıp koltuğun kenarına oturarak giyinmeye başladım. Tabi ki boylu boyunca süren bağcıklarla uğraşmayıp fermuarı açılarak giyiliyordu ve rahatsızlık duymamıştım henüz. İkinciyi de alelacele ayağıma geçirdikten sonra hızla ayağa kalktım ve deneme amaçlı, temkinlice birkaç adım atarak yürüdüm. Derken odayı gezmiştim ama ayağımı kavrayışı müthişti! Ben de bir rahatsızlık duymak ister gibi gereğinden fazla duyar gösteriyordum fakat hayır, deneyip almış kadar rahat olmuşlardı.

Israrla yürümeye devam ettiğim sırada kapımın tıklatılmasıyla durdum. "Yavrum?"

Hakan'ın sesiyle asıl mühim olan kısma geldiğimi idrak ettim. Acaba beğenecek miydi? Elimi yumruk yaparak ağzıma götürdüm ve yalancıktan öksürerek boğazımı temizledikten sonra, "Girebilirsin," dedim ama kalp ritmim çoktan yükselişe geçmişti bile. Kapı kolu yavaşça aşağı indikten sonra ağır ağır bir aralık belirdi ve Hakan boynunu kapıdan içeri uzattı. Gözleri anlık olarak gözlerimi bulsa da hemen ardından aşağı kaymıştı ve anladığım kadarıyla ağzından "Uff," kelimesinin kaçmasına engel olamadı, hatta farkında bile değildi. Ağır adımlarla içeri girip gözlerini hipnotize olmuş gibi bedenimden ayırmadan üzerime doğru yürümeye başladı. Açıktan beni süzerken diken üstünde gibi hissetmemi sağlıyordu. Tam önüme gelip durduğunda iyice kasılmıştım. İki elini belimin iki kenara koyarak gerçek olup olmadığımı tartar gibi kavradı. "Hakan," dedim güler gibi.

"Hakan yok," dedi. "Hakan'ın kafa yükseklerde şu an."

Göz teması kuracaktı da sanki gözlerini alamıyordu. Yalancıktan öksürüp, "Hakan abi," dedim. "Ayıp oluyor ama."

Ciddi miydi şaka mı yapıyordu anlamamıştım ama "Başlatma abine," demişti. Evet, inanması güçtü ama demişti. "Hakan..." diyerek ellerini belimden ittim. Bunun üstüne yüzüme bakmıştı. "Güzel olmuşsun de kurtul... germe beni. Utandırıyorsun."

Üstümü bir kez daha süzdü ve dudaklarını birbirine bastırarak kafasını iki yana salladı. "Bugün kaç leş çıkacak acaba," dedi kendiyle konuşur gibi. "Gitmesek mi acaba? Müşterilerimi katletmek istemiyorum."

Gözlerimi gülerek devirdim. "Saçmalama. O kadar kızdan bana mı bakacaklar?"

"Onlar kız, sen... sen Barbie'sin, anlıyor musun?"

Öne doğru bir adım atarak aramızdaki mesafeyi kapattım ve tek elimle karnına tutunarak parmak ucumda yükselerek yüzüne yanaştım, "Yakından da öyle miyim Hakan?" diye sordum nefesimin yüzüne çarptığını bile bile. Geri çekilir diye bekliyordum çünkü doğrusu o çok hakim olduğu iradesini ölçüyordum fakat tek eliyle beni belimdenkavrayıp kendine çekti. Karınlarımız bitiştiğinde gözle görülür cinsten şaşkındım. Delip geçebilecek gibi keskin olan bakışlarıyla gözlerimi, içimi, gücümü eritirken, "Beni kışkırtma," dedi tehdit eder gibi. Belimi avucunun içinde, kontrollü bir güçle sıkarken "Zararlı çıkarsın," diye de ekledi. Sanki güçlü koluyla o ayakta durmamı sağlıyordu, kendimi çoktan salmıştım. Ona bu kadar yakınken sağlıklı kalabilmek imkansızdı. Yavaşça yutkunmaya çalışırken nutkum tutulmuştu, bir süre daha beni bu şekilde göz hapsinde tuttuktan sonra birdenbire bıraktı ve yönünü kapıya dönerken "Yakından çok daha nefissin," dedi düz bir sesle.

Kalakalan bedenimden şaşırtıcı bir şekilde ileriye atılıp onu yakaladım ve "Sorun ne o zaman?" diye sordum gereğinden fazla yüksek çıkan sesimle. "Neden olamıyoruz? Neyi bekliyoruz?"

Gözlerime bakmayıp bakışlarını uzaklara dikti ve benim coşkuma karşılık sakince sessiz kaldı. "Sana diyorum!" dedim tekrar. "Ne var Hakan önümüzde? Daha nelerden vazgeçmeliyim senin için? Ne zaman seni hak edeceğim?"

Cümlelerimle sürülmüş tarlalar kadar düz ve boş gözlerini bana dikmesini sağladım ve benzer bir sesle, "Belki ben seni hak etmiyorumdur?" dedi sorar gibi. "Canını yakmak istemiyorum Ceren."

Agresif bir sesle "Böyle hiç yakmıyorsun çünkü," diye cevap verdim. "Ne yaptığını sen de bilmiyorsun bence. Ne yapmaya çalıştığın hakkında bir fikrin var mı?"

"Kontrolümü kaybetmemeye çalışıyorum," diyerek kestirip attı ve "Konu kapanmıştır," deyip araladığım ağzımı kapatmamı sağlayarak kapıdan dışarı çıktı. Arkasından yıkılmış bir ifadeyle bakarken ciddi anlamda allak bullak olmuştum. Beni beğeniyordu, kıskanıyordu, beraber vakit geçirmekten keyif alıyordu ama ilişki deneme girişiminde bulunamıyorduk!

Çıkmadan önce üzerime siyah bir ceket geçirmiştim. "Geri zekalı," diye söylenerek kapıdan çıktım ve koridoru yürüyüp dış kapıya geldiğimde aralık bırakıldığını gördüm. Kapıyı çekerek dışarı çıktım ve bahçe yolunu adımladıktan sonra bahçe kapısının önünde durdum. Sağa sola bakındığımda etrafta ne araba ne de o vardı. Kaşlarım hafifçe çatılırken caddeye müthiş bir hızla siyah bir araba dönüş yapmıştı. Epey sarsılarak caddeye adapte oldu ve birkaç saniyede önümde bitti. Arabanın hızının oluşturduğu rüzgarlarla saçlarım dalgalanmıştı ama asık suratımdan asla taviz vermeden kapıyı açıp hızlı ve ondan tarafa bakmayarak koltuğa yerleşip kapıyı kapadım. Ancak o inadına yapar gibi yüzümü süzüyordu. Bir süre bu şekilde bekledikten sonra gaza bastı ve araba birden hızla öne atıldı. Asfaltta yağ gibi kayarken sessiz ama avına hızla yaklaşan bir hayvan gibiydi. Yol boyunca hiç konuşmadık, hele benim hiç niyetim yoktu. Çıkmaz'ın olduğu sokağa girdiğimizde arabayı durdurduğu sırada bir şey söylemek ister gibi benden tarafa döndü ve ona doğru gram meyletmeyince tekrar önüne dönmüş ve elini kapının koluna atmıştı. Onunla beraber ben de aynısını yaptım ve aşağıya hızlıca inip arabasının kapısını sertçe kapattım. Arabasının etrafını dolanıp yanıma geldiğinde elini belime attı ancak elinin altında kendimi o kadar sıktım ki neredeyse kaybolacaktım. Bunu onun da fark ettiğine emindim ancak bozuntuya vermeden beni mekana doğru ilerletmeye başladı. Sokak yine karışıktı, duvarlardaki yazılara yenileri eklenmişti sanki. Teneke kutularda ateşler yanıyordu, bazıları duvar diplerinde sızmıştı, bazılarıysa bir şeyler konuşuyor, bir kız ise kapıda birini bekliyor gibiydi. Gözlerin üzerimize dikildiğini anlamak için göz göze gelmeye gerek yoktu fakat etrafı incelerken hepsiyle göz göze gelmiştim. Hakan etrafına değil dimdik karşıya bakıyordu. Nihayetinde inşaattan içeri girmiştik. Kırık dökük yerleri hızlıca geçerken yine hiç konuşmadan koridora çıkmıştık ve kırmızı, uzun halının üstünde bana bir kez daha partnerlik yapıyordu. İlk gelişimde iki sap kız olarak -zar zor- girdiğimiz mekanın koridorundaydık. O zamanlar Hakan benim için hayal bile değildi. Tam olarak istediğimi hala almış sayılmazdım fakat nihayetinde güçbela içine alındığım mekanın şu an sahibi konumundaydım. En azından insanların gözünde. Fark göz yaşartıcıydı.

Güvenliğin yanına geldiğimizde Hakan elini üstümden çekti ve çenesiyle kapıyı göstererek "Geç sen," dedi emir verir gibi. Cevap vermeden kapıyı sertçe ittim ve içeri girip yüzlerine kapıyı kapadım. Kafamı kaldırıp mekana baktığımda gerek müzik gerekse insanlarından burası benim şu anki ruh halime çok tersti. İnsanlar çıldırmış gibi dans ediyor ve içki içiyordu. Nefesimi seslice dışarı verdim; tamam, artık buraya alışmam gerekiyordu. Omuzlarıma attığım siyah ceketi indirdim ve kendimden emin adımlarla önümdeki iki basamağı inip kalabalığa attım kendimi. Fakat karışmış sayılmazdım çünkü nerdeyse geri çekilip bana yol veriyorlardı. Erkeklerin öyle bakışlarını yakalamıştım ki bu yapılan Hakan'ın sözde sevgilisi olduğumdan mı yoksa dikkat çekiciliğimden mi kaynaklanıyor, bilememiştim. Kendimi olabilecek en kısa sürede boş koltuklardan birine atmış ve beni takip eden gözleri yok saymaya çalışarak telefonumla uğraşmaya başlamıştım. Hakan olmadan pek de özgüvenli olamıyordum itiraf etmek gerekirse. İnsanların bakışları da rahatsız olmamı sağlıyordu. Hele Hakan yokken biri gelip konuşmaya çalışsa ne yaparım bilmiyordum. İlişkimiz hakkında soru sorulursa? Kesin her şeyi batırırdım!

Bir-iki dakika sonra çok önemli bir işim varmış gibi uğraştığım ama aslında içten içe kendimi kastığım için bir işe yaramayan telefonumdan kafamı kaldırmama sebep olan şey bana olduğunu anladığım "Selam," kelimesiydi.

Kafamı kaldırıp tepemde dikilen çocuğa baktığımda ve onun gülümsemesine karşılık zoraki bir tavırla gülümseyerek karşılık verdiğimde beynim tehlike sinyalleri veriyordu. "Selam?" diye mırıldandım.

Koltuğu işaret ederek "Oturabilir miyim?" diye sordu.

"Şey, aslında..." diye geveleyerek cümleme başlamıştım ki çocuk itiraz kabul etmeyen bir tavırla arada büyük bir boşluk bırakarak koltuğa oturup "Merak etme canım," dedi. "Sarkıntılık edecek tiplerden değilim. Konuşmak istiyorum sadece. İçki almayacak mısın?"

Hakan tam şu anda gelirse neler olur diye kafamdan geçirirken çocuğun yüzüne bir süre kayıtsız bir ifadeyle baktığımın farkında değildim. Kendime geldiğimde, "Ben içmiyorum, teşekkür ederim," dedim. "Hatta..."

"Takdir edilesi doğrusu," diyerek bir kez daha sözümü kesmişti. "Peki... bir şey sorabilir miyim... Böyle bir ortamda ne işin var?"

Anlaşıldığı üzere çocuk beni hatta belki de Hakan'ı tanımıyordu ve sevgilim olduğunu söyleyebilmem için güzel bir fırsattı bu soru. Kendimi cevaba hazırlarken bir çocuk daha kadrajıma girdi ve "Kenan, ne yapıyorsun lan burada?" diye yanımdaki çocuğa seslendi.

Adının Kenan olduğunu öğrendiğim çocuk "Arkadaş ediniyorum kardeşim?" dedi ne sormaya çalıştığını anlamadığını belli eden bir sesle.

Öteki çocuk hızlı hareketlerle Kenan'ı kolundan tutup ayağa kaldırdığı sırada bana özür dileyen bakışlar atıyordu. "İstanbul'a yeni geldi de... hiçbir şeyi bilmiyor." Belli ki bu çocuk Hakan'ı tanıyordu. Yüzündeki dehşet beni de ürkütse de "Yo, sorun değil," demeyi başardım ama yanımdan sanki yırtıcı bir hayvanmışım gibi kaçmalarına şaşkınlıkla bakakalmıştım. Diğer yandan Hakan gelmeden gitmelerine seviniyordum ama nerede kalmıştı? Bu çocuk gibi başka çocuklar da gelirse ve Hakan yakalarsa neler olacağını düşünmek bile istemiyordum. Sıkıntıyla etrafı süzdüğüm sırada "Birini mi arıyorsun?" diyerek kalabalığın içinden Hakan çıktı. Suratımı kasti olarak tekrardan asarken "Hayır," dedim dilimin ucuyla. "Bebeğim, yapma böyle," dedi. Sesi keyifli çıkıyordu. Yüzüne bakmamakta diretirken "Daha ezik, kenarda köşede bir koltuk bulamadın mı?" diye sorduğunda kendimi konumumuzu incelerken bulmuştum. "Ne var yani?" diye sordum yüzüne bakıp. "Kalabalığın içinden nasıl çıktım, biliyor musun?"

Kolumdan tutarak beni ayağa kaldırıp kendine çektiğinde kolunu omzuma attı ve "Nasıl çıktın, anlat bakayım," diyerek gevşek bir tavırla soru sordu. Tam üfleyerek kolunu aşağı indirmeye yelteniyordum ki dişlerini sıkarak kulağıma fısıldadığı "Evde değiliz," cümlesi yeterince korkutucu oldu. Sesimi çıkarmayıp debelenmeyi kestim ve onun götürdüğü şu ankinden çok daha görkemli olan masa ve koltuğa yerleştik. Yan yana oturmuştuk ve her açıdan gözükebildiğimiz gibi biz de buradan mekanın her tarafını görebiliyorduk. Etrafın gürültüsü ve insanlar beni yorup korkuturken Hakan'a kızgın olduğumu unutup kafamı göğsüne yatırarak ona sarıldım. Kolunu üstüme bir çarşaf gibi örttükten sonra elini saçlarıma attı ve hafif hafif okşamaya başladı. Çekingen gözlerle etrafı süzerken öyle karışık, öyle göz yoran bir görüntü vardı ki... Utanmasam ağlayarak Hakan'ı eve döndürecektim. İnsanlardan korkmaya başladığımı fark ediyordum. Ne getirecekleri hiç belli olmuyordu. Hakan'dan önceki hayatım aklıma geldiğinde meydana gelen değişimler afallamamı sağlıyordu. Geniş bir çevrenin hep daha eğlenceli olacağını düşünüyordum. Arkadaş edinmekten, yeni ortamlara girmekten ne çekinir ne de korkardım. Çünkü toz pembe hayatımın pembe insanları vardı. Ya da ben insanları tanıyamamıştım. Şimdi ise... insanları çok tehlikeli buluyordum. Kabuğuna ne kadar çekilirsen o kadar güvende olunduğunu düşünüyordum. Ve benim kabuğum Hakan ve Hakan'ın eviydi. Neyse ki o yanımdaydı, benim için sığınakların en güzeli ve güçlüsü olduğu için bu düşünce az da olsa içimi ferahlatıyordu. Kimsenin bana zarar vermesine izin vermeyeceğini biliyordum çünkü o konuda kendisi dahi bana temkinli davranmaya çalışıyordu.

Kafamı yukarı kaldırıp yüzüne baktığımda o da başını aşağı eğdi. "Beni bırakmayacaksın, değil mi?" diye sordum cılız bir sesle.

"Benim olan bir şeyi ne paylaşmaktan, ne bırakmaktan, ne de atmaktan hoşlanırım." Sesi benimkinin aksine tok, içi dolu çıkıyordu. Yüzü ifadesizdi ama güven veriyordu. Boynumu biraz daha dikleştirdim ve yanağından öpüp tekrar geri çekildim. Eli saçlarımla oynamaya devam etmeye başlarken, "Sinirin söndü bakıyorum?" diye sorar gibi konuştu gülümseyerek.

Başımı önüme çevirirken omuz silktim. "Evet. Beraber olmamız yeterli. Kendine göre sebeplerin olduğunu da biliyorum... İlişkimize isim vermeye gerek yok."

"Sonunda özüne döndün," dedi rahatlamış gibi. "Hiçbir şeye karşılık vermek zorunda değilsin diyen kızla evdeki kızın arasında dağlar kadar fark vardı."

"Doğru, değilsin. Ben sadece önümüzde artık bir engel kalmadığından neden olamadığımızı sorgulamaya çalıştım. Ama cevap belli aslında, beni ne kadar sevsen ya da benimsesen de bu aşk değil. Benimki gibi hiç değil. Zaten şu an ilişkimiz güzel... Ben biraz doyumsuzum galiba."

Bir eli saçlarımı okşamaya devam ederken kafamı yasladığım yerden yüzünü göremesem de hemen cevabını verdi. "Öyle olmasan şu an burada bu şekilde olamazdık. Olsak bile maksimum rol yapıyor olurduk. Anlıyor musun? Sen oyunu gerçek yapabilecek bir kızsın."

"Sen de tüm aklıma ve mantığıma rağmen bütün yıkımları en baştan kabul ettirerek kendine aşık eden adamsın," dedim. "Hem de hiç haberin olmadan."

Bir el hiç durmadan saçlarımı okşarken yine aynı saçlarımın üstünde bir dudak gezindi. Saçlarımın, hatta benliğimin alıp alabileceği en güzel şefkat, ilgi, tam olarak buydu ve şu an yaşanıyordu. Bazen kalabalığın içinde dahi kendini kabuğuna çekebilmek mümkündü.

Bütün gece bizim açımızdan bu şekilde sakin, çoğuncası konuşmadan geçmişti. Yalnız Çıkmaz asla sakin değildi, birileri çıkıyor, yeni insanlar geliyor, masalar boşalıyor, tekrar doluyordu. Hakan da anladığım kadarıyla viski içiyordu ve benim tabi ki de burada içecek bir şeyler bulmam sıkıntılıydı. Ne düşündüğümüz belli değildi ama düşünceli bir sessizlik hakimdi bizim masamıza.

Tahminimce bir saat ya da biraz daha geçtikten sonra Hakan da sıkılmış olacak ki, "Kalkalım mı?" diye sordu. Yerimde dikleşirken anında, "Olur," dedim.

İlk olarak Hakan, ardından ben koltuktan kalktık ve arkalı önlü bir şekilde ilerlemeye başladık. Kalabalığa girmeden önce elini bana doğru uzatmıştı. Götüreceği yer sorgusuz sualsiz kabulüm olacağı tek el sanırım bu eldi. Elinin içine elim kaydığında sıkıca kavradı ve kalabalığın içine girdi. O nasıl yapıyor bilmiyordum ama fazla rahattı, ben bize gözünü kırpmadan ve herkesin hangi ifadeyle baktığı belli olmayan insanların gözlerini umursamadan edemiyordum. En azından kızlar bana pek sevecen bir tavırla bakmıyordu. Bu kadar göz önünde olmak rahatsız etse de Hakan'ın yanında, Hakan'a yakışır bir şekilde özgüvenli ve vakur bir tavırla yürümek zorundaydım. Boş bakışlarımla göz göze geldiğim insanlara karşılık verirken bu kalabalığa oranla inanılmaz bir çabuklukla kapıya gelmiştik. Hakan tam basamaklara geleceği sırada bir arkadaşını görmüş olacak ki ileride bir yerlere bakıp bana döndü ve "İki dakika bekle beni," dedi. Kapıyı işaret edip "Koridora çıksam olur mu?" diye sordum.

Kafasını salladı. "Görevlinin yanında dur."

İkimiz de farklı yönlere yöneldiğimizde basamakları çıkıp ağır kapıyı açtım ve öteki tarafta bekleyen güvenlikle göz göze geldim. Kapıyı kapatıp onunla boş koridorda yalnız kaldığımda ne yapacağımı bilemeyip zoraki bir tavırla gülümsedim. Hakan senin yanında beklememi tembihledi, diyemezdim değil mi? Adamın yüz ifadesi asla değişemez gibi bir haldeyken sırtımı duvara yaslayıp başımı yere eğdim ve çizmeleri incelemeye başladım. Gerçekten harika gözüküyorlardı!

Kapının aralandığını müzik sesinin artmasıyla anlayıp kafamı kaldırdım ve Hakan yerine Cengiz'le karşılaşınca şaşırdım. O da şaşkınca "Ceren?" dedi. "Ne yapıyorsun burada?" Beni görüp peşimden geldiği belliydi. Ne mi yapıyordum? Sevgilimin mekanına gelmiştim. "Hakan'la beraber geldik," dedim. "Sen?"

"Ben de takılmaya geldim... Neden okula gelmiyorsun? Zor durumda bırakmamak için arayamadım da... yani babam öyle söyledi."

Elimi alnıma atarak sıkıntıyla kaşıdım ve "Iı..." diye mırıldandım. "Abim pürüz çıkarıyor. Sen ve babamla görüştüğümü öğrenmiş de... tahmin edersin ki..."

Dudaklarını birbirine bastırarak "Hadi ya," dedi. "İstersen ben bir konuşayım, ne sığ düşünceli bir çocuk!"

"Yok, yok, diyerek ikaz ettim. "Daha yumuşadı sayılır. Hallediyorum onu ben."

Kapının bir kez daha aralanmasıyla kafalarımızı yana çevirdik ve içeriden çıkan Hakan bir bana bir Cengiz'e baktı. "Gidiyor musunuz?" diye sordu Cengiz ortaya.

"Evet," diye cevap verdim. "Hakan beni eve bırakacak."

Hakan'a tek elini uzattı ve el sıkışıp kafalarını tokuşturdular. Cengiz benimle kardeş çıkmamızı ima ederek Hakan'a, "Kaderin işini görüyor musun?" diye sordu. Hakan dudaklarını birbirine bastırdı. "Sorma. Ceren'in dengesi çok bozuldu. Olacak iş değil gerçekten..."

Cengiz de düşünceli bir tavırla sustu ve sonrasında, "Neyse, tutmayayım sizi ben," deyip bana döndü. "Bir sıkıntın olursa ara beni. Evden çıkabildiğinde de bize gel. Annem merak ediyor seni. Babam da."

Kafamı aşağı yukarı salladım. "İnşallah."

Cengiz mekana girerken ben ve Hakan da koridorda ilerlemeye başlamıştık. Beline tek elimle sarılırken, "Ucuz atlattık," dedim.

İlk önce inşaat viranelerini geçip ardından sokağa çıktık ve Hakan anında arabasının kilidini açıp hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. Arabanın önünü dolaştım ve ön yolcu koltuğuna oturdum. Hakan da bu sırada kilide anahtarı takıp çevirdi ve arabanın arkasını kontrol ederek çıkmaz sokaktan geri geri çıkmaya başladı. Tam yönümüzü asfalta döneceğimiz sırada Cengiz inşaatın içinden alelacele çıktı ve bizi fark eder etmez yanımıza ilerlemeye başladı. Benim kapıma doğru gelmeye başlayınca Hakan kapıları kilitledi. "Ne oluyor ya?" diye mırıldandım sessizce. Hakan, Cengiz artık arabanın yanına geldiğinde benim camımı aşağı indirdi ve Cengiz telaşlı ve sinirli bir ifadeyle "Hakan'ın evine mi gidiyorsun sen?" diye sordu. "Okula gitmene izin vermeyen çocuk sevgilinle gezip tozmaya mı izin verecek? Doğruyu söyle, Hakan'da mı kalıyorsun?"

Yüzüne bön bön bakarken asla cevap verebilecek gibi değildim. Hakan bunu fark etmiş olacak ki arabayı yavaşça hareket ettirerek Cengiz'e döndü ve "Cengiz, uzatma birader," dedi mesafeli bir sesle.

Cengiz "Koray izin verdi mi buna?" diye sordu. Hemen ardından kapımın kolunu yoklayarak açmaya çalıştı ve açamayınca Hakan'a dönüp "Aç şunu!" dedi. Onu ilk defa bu kadar sinirli görüyordum ve aklıma birdenbire katil olduğu gelmişti. "Hakan! Sana diyorum! Sana kız mı emanet edilir lan? Koray'ın haberi yok, değil mi?" Hakan umursamaz bir tavırla cevap vermeyip hatta gözlerini etrafta gezdirince Cengiz ateş saçan gözlerini bana dikti. "İn arabadan!"

Hakan her kelimeye vurgu yaparak "Sen Ceren'e emir veremezsin," dedi birden kafasını Cengiz'e çevirerek. Bu defa o da çok sinirli gözüküyordu. "Bak kendi işine!"

Cengiz bir şeyler söylemeye çalışsa da Hakan camı kapattı ve gaza yüklenip arabanın asfalta atılmasını sağladı. Kısa sürede asfaltta epey yol alırken midem allak bullak olmuştu ama umrumda değildi. "Ne yapacağız?" diye sordum umutsuz çıkan sesimle.

Hakan ise benim aksime gayet serin çıkan bir sesle "Hiçbir şey," diye cevap verdi.

Sinirini hissettiğimden üstelemedim ama içimden çok korkuyordum. Ya Cengiz babama söyleseydi de babam buna karşı çıksaydı, ne olacaktı? Onun sözünü dinleyeceğimden değildi ama reşit olmadığım için beni yanına alabilirdi. Ki Cengiz Hakan'la kalmama bu kadar tepki gösteriyorsa mümkündü. Zaten onun hakkındaki düşüncelerini biliyordum, Hakan'ı tasvip etmiyordu. Kaygıyla yolu izlerken ilk önce trafiğin içinde ilerlemiş ardından Hakan'ın evine giden tenha yollara sapmıştık. Yol bomboş olmasına rağmen birden bir ses yükselince kendimi arkaya bakarken bulmuştum ve Cengiz ve motoruyla karşılaşmayı beklemiyordum. "Hakan," diye sızlandım buruk çıkan sesimle. Hakan aynadan arkayı kontrol etti ve vitesi artırıp gaza daha fazla yüklendi ancak bir motorla ne kadar yarışabilirdi ki? Gözlerim istemsizce dolarken arkaya bakmaya çalışıp "Beni eve götürmeye çalışacak," dedim ağlamaklı çıkan sesimle. "Ben demiştim işte! Dışarıya çıkmayalım demiştim!"

Artık tutamadığım gözyaşlarımı salarak önüme döndüm ve koltuğa yaslandıktan sonra ellerimle yüzümü temizlemeye başladım. Hakan gözünü ayırmadığı yoldan anlık olarak dönüp bana baktı ve "Ağlama," dedi. "Sen istemediğin sürece seni kimse alamaz, demedim mi ben sana? Korkma."

Cengiz'in bize çok yaklaştığını fark etmemle ağlamam ikiye katlandı. "Ben o eve gitmek istemiyorum," dedim ağlamamın arasından. "Keşke çıkmasaydık, fark etti işte!"

Hakan yüzüme anlık bir bakış atıp sert sesiyle, "Ceren," dedi uyarır gibi. "Alamaz kimse yanımdan diyorum. İsterse feriştahı gelsin, abi ayağı falan da dinlemem; gördük abilerin ne yaptığını. Ben asıl seni kimseye emanet edemem. Kendi ailene bile. Benimlesin, bitti."

Bir yandan Hakan'ın sözleri güven verirken diğer yandan Cengiz'in yan şeride, yani burnumuzun dibine geldiğini gördüm. Hatta ve hatta motorunun ön tekerleğini havaya kaldırarak bizi de geçti ve ilk önce farkı aralayıp ardından iki şeridi de ortalayıp geçmemize izin vermeyecek şekilde motorunu yolun ortasında, yan bir şekilde durdurdu.

Hakan "Hassiktir, orospu çocuğu," derken artık arabayı durdurup aşağı ineceğimizi ve daha fazla kaçamayacağımızı biliyorduk. "Hakan, lütfen," dedim son kez.

Yavaşlasak da ister istemez motorun önüne geldiğimizde durduk ve Hakan arabanın içinden hışımla indi. Ben de peşinden inmek zorunda kalmıştım. "Nereye kaçıyorsun?" diye sordu Cengiz Hakan'a. "Evini yurdunu bilmiyor muyuz?"

"Cengiz," dedi Hakan sakinleşmek ister gibi yavaşça. "Derdin ne, onu söyle. Oyalama bizi."

Cengiz bunun üzerine sesini yükselterek, "Bu kız senin evinde kalamaz!" diye bağırdı tane tane. "Duydun mu? Şimdi salıyorsun kızı, bize götürüyorum..." Bana imalı bir bakış attı. "Babama da hiçbir şeyden bahsetmiyorum."

Hakan rahat bir tavırla omuz silkti ve "Kız zaten serbest," dedi. "Sor bakalım kimi seçiyor."

Cengiz bana döktü ve ağladığımı fark eder gibi yüzümü inceledikten sonra "Onun seçimi de umrumda değil," dedi tek kaşını kaldırarak. "Bu kız daha on yedi yaşında. Ailesiyle kalmalı."

Çatlak çıkan sesimle gözlerimi kısarak, "Ne ailesi ya?" diye sordum üzerine doğru birkaç adım atıp. "Ne ailesinden bahsediyorsun sen? O eve geldiğimde aile ortamıma girmiş gibi hissedeceğimi mi sanıyorsun? Ben zaten şu an ailemle kalıyorum. Şu zamana kadar umursamadığınızı şimdi de bir erkekle kalıyor diye umursamayın bence."

Tavizsiz bir yüz ifadesiyle, "Onu eve gidince babana anlatırsın," diye diretti. "Ben öğrenir öğrenmez umursamaya başladım. İçinde bulunduğumuz durumu eliyle işaret etti. "Şekil A'da olduğu gibi."

Ağzımdan çıkan "İyi bok yedin!" cümlesine karşılık Hakan'ın ağzından bir kahkaha kaçtı ama hemen toparladı. Normalde olsa onu güldürmeyi başardığım için sevinirdim ancak şu an üstünde duramamıştım bile. Cengiz'e doğru ilerledim ve bu sefer de ılımlı yaklaşmayı denedim. Ya da başka çarem yoktu. Kafamı hafifçe yana eğdim ve "Lütfen, Cengiz," dedim yalvarır gibi. "Hakan'la çok mutluyum. Sizin evde rahat edemem ki. Lütfen babama söyleme."

Kafasını sağa sola salladı ve Hakan'ı göstererek "Bu manyak en son ne zaman bir kızla kaldı acaba," dedi. "Nasıl güveniyorsun şuna?"

Hakan Cengiz'i hiç duymamış gibi, "Bir fikrim var," dedi sakin çıkan sesiyle. İkimiz de ondan tarafa döndük. "Önce Ceren sen gel yanıma." Ağır adımlarla yanına gittiğimde "Ceren arasın, babasından izin alsın," dedi Cengiz'e bakarak. "Ama sen konuşmayacaksın. Kabul mü?"

Cengiz kısa bir süre duraksadı ve başını yana eğerek "Tamam," diye kabul etti. Hakan kafasını bana çevirip "Çıkar telefonunu," dediğinde yüzüne şüpheyle bakıyordum. Babam niye izin versindi ki? Yine de Cengiz'e oranla daha esnek ve Hakan'ın bir bildiği olmasını umuyordum. Telefonumu cebimden çıkardım ve rehbere girerken duraksayıp Cengiz'e baktım. "Numarasını ver."

Cengiz'den numarayı aldıktan sonra aramayı başlattım ve sesi hopörlere verdim. Babamın telefonu "Kızım?" die açışından benim numaramın onda olduğunu anladım ve "Baba? dedim önce. "Nasılsın?"

"Ben iyiyim bebeğim. Sen nasılsın? Bir şey mi var?"

"Baba, şey... ben abimle kavga ettim de... Cengiz'le görüştüğümü falan öğrenmiş, beni evden kovdu..."

"E bize gel?" diyerek sözümü kestiğinde Cengiz bilmiş bakışlar atıyordu. "Nerdesin, alayım seni?"

"Yok baba, şey... bir arkadaşım var da... arkadaş da değil aslında..." Nasıl sevgilim diyecektim ki! "Her neyse... Ben onlarda kalacağım bir süre. Haberin olsun diye aradım. Bir sıkıntı var mı senin için?"

"Arkadaş dediğin... erkek arkadaşın falan mı?" diye sordu.

"Şey... evet," diye geveledim.

"Kızım senin evin var zaten? Ondan rica etmene gerek yok ki?"

"Rica etmiyorum baba, zaten o da orada kalmamı istiyor. Açıkçası sizin evdense orada daha rahat ederim..."

Nefesini verdiğini duydum ve "Nasıl istersen öyle olsun yavrum," dedi sonrasında. "Benim düştüğüm hatalara düşmeni istemem. İçinde ukte kalmasın hiçbir şey için. Ama rahat edemezsen ya da... yanlış bir hareketini görürsen hemen beni ara, tamam mı?"

"Tamam babacığım, merak etme!" dedim sevinçle. Hakan'ın dudakları kibirle kıvrılırken başına önüne eğdi. Cengiz ise elini sinirle bacaklarına vurup "Vay arkadaş!" diye söyleniyordu. Telefonu kapadığımda gülerek Cengiz'e baktım ve "Gözün arkada kalmasın," dedim. "Hakan gerçekten iyi ev sahipliği yapıyor." Hakan'a tiksinir gibi bir bakış attı ve tekrar bana dönüp "Umarım pişman olmazsın," dedi. Hakan ellerini omuzlarıma koyarak beni arabaya ilerletti ve beni işaret ederek "Beddua değil ama döner dolaşır beni bulur," dedi sırıtarak. Kapımı açıp binmeme yardım etti ve ardından kapattı. Arabanın önünü dolaşırken Cengiz de motoruna yerleşiyordu, bakıştılar.

Yolculuk doğal olarak keyifli geçmişti ve eve geldiğimizde çok yorgunduk. İkimiz de hemen soyunmuş ve eşofmanlarımızı giymiştik. Hemen sonrasında salonda televizyonun karşısında yerimizi almıştık. Hakan koltukta sırtı yaslı bir şekilde uzanmıştı, ben de tam önündeydim ve ona sırtımı yaslamıştım. Yanımızdaki sehpada ve kucağımda hazırladığımız dev cips kaseleri vardı. Bardak bardak kola içmiştik. "Çok korktum biliyor musun?" diye sordum. "Az kalsın şu an burada olmayacaktım."

"Bana güvenmeni söylemedim mi? Cengiz'e yalvarman da hiç hoşuma gitmedi."

"Ne yapabilirim?" diye cevap verdim. "Ya babam izin vermeseydi?"

"Cengiz doldurmadığı sürece izin vermeme ihtimali yoktu, bu yüzden senin aramanı istedim."

"Nerden biliyorsun?"

"Basit. İstemediğin bir şeyi yaptıramaz, buna hakkı olmadığının farkında. Zorla alıkoyabilirdi ama bu seni ondan itmekten başka bir şeye yaramazdı. O şu an senden puan toplamaya çalışıyor. Asla öyle bir hata yapmaz."

Hiç bu yönden bakmadığım için şaşırmıştım. Oda karanlıktı, üzerimize vuran televizyon ışığıyla aydınlanıyorduk. Film neydi bilmiyordum, bu defa Hakan seçmişti. Zaten çok da önemli değildi çünkü yan yana olduğumuz için şükrediyordum. Sırtımı yasladığım gövde bir çınardan farksızdı. Nefes alışının hissedildiği bir mesafede olmak müthiş bir huzur veriyor ve hep bu yakınlıkta olabilmeyi dilettiriyordu. Çünkü çehresinin aydınlatmadığı bir ben, ne güneş ne de ay ışığı hiç görmemiş gibi olurdum.

Sehpaya bıraktığı eline kafamı çevirerek baktım ve elimi elinin üstüne bıraktım. Bu hareketim üzerine "Şu an burada olmamanı ben de hiç istemezdim," dedi itiraf etmekten daha çok kendinin duymasını istiyormuş gibi. Elimle elini hafifçe sıkarken kendi kendime gülümsedim. Herkesi karanlık altında bırakan bu gece benim aydınlığım olmuştu, ızdırap dolu günlerden sonra bu olanlar bana mükafat gibiydi sanki. Dahası, ben o zor günleri böyle bir yakınlığa geleceğimizi bilmeden çekmiştim. Eğer yolun sonunda beni bu benzersiz ve paha biçilemez günlerin beklediğini bilseydim onlar kadar bir sürü daha derde hazırdım çünkü şu an yaşadığım duyguların dille tarifi asla mümkün olmadığı gibi ömrümce aklımdan çıkmayacağını da biliyordum.

~

Selam! Upuzuun bir bölüm okudunuz, nasıl hissediyorsunuz? Yorumlarınızı beklediğimi söylememe gerek yok herhalde :) Bölüm, hikaye geneli ve kurgunun nereye gittiği hakkında aklınızdan ne geçiyorsa yazın!

Bölüm sınırı önceki bölüme koyduğum gibi. Fark ettiyseniz oy sınırı dolmadan bölümü yayınladım çünkü önceliğimin 1M olmak olduğunu biliyordunuz. O kadar da acımasız değilmişim, değil mi? 600-700 civarı oy olsa yeterli. Daha önce hazır olsa yayınlarım ama dolarsa eğer yazmak zorunda olurum. Mantık bu.

Neyse, bu bölüm hakkında karşılıklı konuşabilmek için birkaç gün içerisinde Takıntı'nın İnstagram hesabından canlı yayın açarım ve saati de oradan duyururum. Parodi hesaplarımıza da baksanız hiç pişman olmazsınız. Adresleri alta bırakıyorum. Hoşça kalın, sizi seviyorum!

İnstagram:

suhedaozz

takintiwattpad

cerenssoysal

hakanatann

(Ve diğerlerine kolayca ulaşabilirsiniz.)

Continue Reading

You'll Also Like

129K 6.4K 32
"Anlat! Herşeyi!" Salağa yat iyi fikir "Neyi anlatayım" "Mesela vücudundaki morluklardan başlayabilirsin" sustum hiç bir şey demedim çünkü ne diye...
257K 15K 45
okumanızı önermiyorum cidden hangi kafayla böyle bir kitap yazdım ben bnc okmyn yni ✘KÜFÜR İÇERİR!✘ ♛ ♛ ''İstersen tekrar döv beni. V...
2.7K 264 11
Ben Okyanus Kara. Kimileri için bir kurtarıcı, Kimileri için bir hırsız, kimileri için bir çıkış yolu, kimileri için bir katil, kimileri için bir mel...
17.3K 2.2K 50
Karşılıksız aşk, cüretkâr bir teklif ve çarpık bir intikam oyunu... Sare'nin kalbi çocukluk arkadaşı Emir'e aittir, ancak kaderin başka planları vard...