KARANLIĞIN ŞEHRİ

By sulisindunyasi

23.4M 1.4M 2.8M

Doğum gününden sonra, kardeşiyle eğlenmek için konsere giden bir genç kız... Fırtına yüzünden iptal olan kons... More

Bölüm Bir - Kayıp
Bölüm İki - Karanlıkla Tanışma
Bölüm Üç - Şeker Mi Şaka Mı?
Bölüm Dört - İnfaz
Bölüm Beş - Bataklık
Bölüm Altı - Dirayet
Bölüm Yedi - Kurban
Bölüm Sekiz - Nefes
Bölüm Dokuz - Arayış
Bölüm On - Cesur
Bölüm On Bir - Kedi ve Fare
Bölüm On İki - Temash Uçurumu
Bölüm On Üç - Tehlike
Bölüm On Dört - Soğuk|Sıcak
Bölüm On Beş - Bozuk Kalp Ritmi
Bölüm On Altı - Davet
Bölüm On Yedi - Karar
Bölüm On Dokuz - Kurtarıcı
Bölüm Yirmi - Daha Güvende
Bölüm Yirmi Bir - Kabus Çınlaması
Bölüm Yirmi İki - Kırmızı İrisler
Bölüm Yirmi Üç - Sevgi ve Çıkar
Bölüm Yirmi Dört - Kül
Bölüm Yirmi Beş - Kadmos
Bölüm Yirmi Altı - Ateş
Bölüm Yirmi Yedi - Efsun
Bölüm Yirmi Sekiz - Anlaşma
Bölüm Yirmi Dokuz - Sembol
Bölüm Otuz - Hafıza
Bölüm Otuz Bir - Bağ
Bölüm Otuz İki - Kapan
Bölüm Otuz Üç - Radar
Bölüm Otuz Dört - Kanla Çevrili Zindan
Bölüm Otuz Beş - Zehir
Bölüm Otuz Altı - İz
Bölüm Otuz Yedi - Yabancı
Bölüm Otuz Sekiz - Suçüstü
Bölüm Otuz Dokuz - "Aklından Çıkarma."
Bölüm Kırk - Bant
Bölüm Kırk Bir - Zarf
Bölüm Kırk İki - Aitlik
Bölüm Kırk Üç - Kadmos Krallığı
Bölüm Kırk Dört - Zihin Kalkanı (Kısım 1)
Bölüm Kırk Dört - Zihin Kalkanı (Kısım 2)
Bölüm Kırk Beş - Korku ve Aşk
Bölüm Kırk Altı - Maskeler ve Hisler
Bölüm Kırk Yedi - Çınara Aşık Yaprak ve Fırtına
Bölüm Kırk Sekiz - Güller ve Dikenler
Bölüm Kırk Dokuz - Sanrılardan Doğan Çığlıklar
Bölüm Elli - Yeni Başlangıçlar Ya Da Başlayamamalar
Bölüm Elli Bir - Fırtına ve Enkaz
Bölüm Elli İki - Resurgam | Sezon Finali
ÖZEL BÖLÜM | ( Alaz Şahzade'den)
Bölüm Elli Üç - Can Kırıkları (2. Sezon)
Bölüm Elli Dört - Taç Giyme Töreni
Bölüm Elli Beş - Alışılmadık Alışılmışlar
Bölüm Elli Altı - Zehir ve Tuzak
Bölüm Elli Yedi - Büyük Oklar Derin Yaralar
Bölüm Elli Sekiz - Tuzla Buz
ÖZEL BÖLÜM | İlk Karşılaşma
Bölüm Elli Dokuz - Vuslatın Güneşi
Bölüm Altmış - Ruh Kapanı
Bölüm Altmış Bir - Dökülen Yapraklar ve Dik Duran Dallar
Bölüm Altmış İki - Piyonlar ve Şahlar
Karanlığın Şehri Kitap Oluyor!
Soru-Cevap | Kitaplaşma süreciyle ilgili merak ettikleriniz.
KARANLIĞIN ŞEHRİ KİTAP KAPAĞIMIZ
Karanlığın Şehri Ön Sipariş
Karanlığın Şehri 2 Kitap Kapağı
Bölüm Altmış Üç - Tanıdık Bir Yabancı
Bölüm Altmış Dört - Gizler ve Esrarengizler
Bölüm Altmış Beş - Maşuk ve Maktul
Bölüm Altmış Altı - Vezirin Oyunu
Bölüm Altmış Yedi - Hatıralardan Damlayan Kan
Bölüm Altmış Sekiz - Yıkıntılar ve Zedelenen Umutlar
Bölüm Altmış Dokuz 🌙 Sadakat, İhanet, Sevgi

Bölüm On Sekiz - Cesur ve Güzel

321K 20K 33.4K
By sulisindunyasi

Çok beklettim biliyorum, ama elimde değildi instagramdan takip edenler bilir bissürü şey üst üste geldi bissürü.

Her neyse sizi tutmayacağım.

Şöyle 1000 yorumu geçersek çok hoşuma gider ilham almış olurum biraz.

Not: Yarın (Çarşamba) Saat 12:00'da Forum İstanbul Avm'de bir okur-yazar buluşmam olacak. Gelebilen herkesi bekliyorum.

Yeni bölüm öncesi kesitler için instagram adresim: sulisindunyasi

*
"Nedenler sende saklı. Seçim senin. İstersen kabul edip, benimle kalır, aileni bulmanın ve buradan çıkışın yolunda düzgün adımlarla ilerlersin. İstersen, cesedinin Nephan topraklarında kalmasını sağlar ve ailene kavuşmayı gökyüzüne bırakırsın."

Ve vereceğim cevap için zaman sayımı çoktan başlamıştı...

Bölüm On Sekiz - Cesur ve Güzel

Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum, ne yapmam gerektiğini de aynı şekilde. Nasıl düşünmem ya da nasıl davranmam gerektiğini...

Bildiğim tek şey vardı o da yaşamak zorunda olduğumdu. Bedenimin Nephan topraklarında kalmasını istemiyordum. Aileme tekrar kavuşabilmem için bir şekilde nefes alıyor olmam gerekiyordu.

Alaz'ın tek kaşı, ''Cevabın nedir,'' der gibi havalandığında, yutkundum ve kabul etmeden önce, ''Yaşamak için başka ihtimalim yok mu?'' diye sordum. Hâlâ bana yardım edeceğini söylemiş olması garibime gidiyordu. Bunu neden istediği hakkında mantıklı bir sonuca ulaşamamıştım.

''Sana güzel bir teklif sundum, fikrimi değiştirmeden cevabını versen iyi edersin.''

Bir kez daha yutkundum. Ardından ''Seninle kalırım,'' dedim. ''Ama,'' deyip nefeslendim. Cümlelerimi nasıl toparlayacağımı bilemiyordum. ''Ama seninle bir anlaşma yapmak istemiyorum. Bana yardım etmeni istemiyorum yani.''

Gözleri kısıldı. ''Neden?''

''Sonucunda ne isteyeceğini bilemediğim bir anlaşmaya girecek kadar güvenmiyorum çünkü sana.''

Dalga geçer gibi gülümsedi. Başını biraz daha eğip yüzümü daha yakından inceledi. ''Birine güvenmemesi gereken sen değilsin, Efsun.''

Haklıydı lakin haklı olması söylediklerini kabul etmem gerektiği anlamına gelmiyordu. Yutkundum ve irademi toparladım. ''Sonucunda ölmek isteyebileceğim bir şeye sığınarak yaşamayı istemem. Sana güvenmiyorum,'' dedim gözlerinin içine baka baka. Siyah bakışlarında anlık bir duygu değişimi sezdim. Fakat hemen gizlenen ifadesiyle bu değişimin ne olduğunu çözemedim ve söyleyeceklerimi devam ettirdim.  ''Bu yüzden, anlaşmayı kabul etmek istemiyorum. Beni öldür.'' Sesim, bu sefer titremedi.

Alaz'ın çenesi kilitlendi, dişlerini sıktığını fark ettim. Dudaklarını birbirine bastırdıktan sonra uzun ve sık kirpikleri birbirine yaklaştı. ''Ölmeye çok meraklısın,'' dedi sakin bir şekilde. ''Ve ben, seni öldürmeye bir o kadar meraklı değilim.'' Başını, sol omuzuna doğru eğdi. O sırada Mehsa'nın Bars'a bir kez daha bağırdığını duydum. Bakışlarım sesin geldiği yöne doğru yöneldi ancak hâlâ görüş alanımızda değillerdi. ''Arkadaşların içinse aynı şeyi söyleyemem. Ortada sadece senin canın yok.''

Suratım, çıplak ayakla alev alev yanan ateşe basmışım gibi bir hâl aldığında Alaz'a döndüm. Dudağım seğirdi. Ve anında bir açıklama yapma gereği duydum. ''Onların bir suçu yok.''

''Sence suçlu ya da suçsuzu umursuyor muyum?''

Boğazıma büyük bir yumru oturmuş gibi hissettim. Yutkunmama engel olan bir barikat vardı soluk borumda. Burnumdan içeri, çok da derinlere ulaşamayan bir nefes aldım. ''Bu kadar cani olamazsın.''

Alaz, yarım ağız gülümsedi. ''Bana güvenmiyorsun,'' dedi gayet düz bir ses tonuyla. ''Canilik sınırıma nasıl karar verebiliyorsun?''

Bir kez daha haklıydı. Ne kadar canileşebileceğini bilemezdim. Kurallarını kabul etmediğim müddetçe bundan zarar gören tek kişi ben olmayacaktım, Barın ve Mehsa'da bana yardım ve yataklık etmişlerdi. Ve şimdi Alaz onları ortaya atıyordu.

Çığlık atmak istiyordum. Deli gibi bağırmak ve kimsenin beni bulamayacağı yerlere kaçmak. Evet, istediğim şey kesinlikle bunlardı.

''Pekâlâ, yine de sen bilirsin,'' diyerek kolunu duvardan indirdi. Barın, Mehsa ve Bars'ın olduğu alana doğru gideceğini anladığım an, onu çıplak kolundan tuttum ve alelacele ''Bekle,'' dedim.

Anında adımları durdu, önce kolunu tuttuğum elime baktı ve kaldırdığı tek kaşıyla beraber bana döndü. Dudaklarımı birbirine bastırıp burnumdan içeri derin bir nefes aldım. Barın ve Mehsa'nın hayatını tehlikeye atamazdım. Benim için girdikleri bunca zahmetten sonra onları yüzüstü bırakamazdım.

Bu nedenle hızla, "Kabul," dedim. Nasıl bir yola girdiğimi, kendimi nasıl bir ateşe attığımı bilmiyordum. Ama doğru olanı yaptığımı düşünüyordum.

Suratında çarpık bir gülümseme canlandığında önce kolunu tutan elime, sonra yüzüme baktı. "Kararlılık seviyene hayranım."

"Kendi canım umrumda değil," dedim gayet keskin bir ses tonuyla. "Ama benim yüzümden başkalarına zarar vermene müsaade edemem."

Kafasını ağır ağır salladı. "Akıllıca bir hareket olur."

Üzerimde kurduğu hükümler beni daha fazla boğmadan gözlerimi kapatıp açtım. "Barın ve Mehsa'yı artık serbest bırakabilir misin?"

"Elbette," diye yanıtladı ve kafasıyla arkayı işaret etti. "Benimle gel."

Sözünü ikiletmedim ve o yürümeye başlar başlamaz adımlarımla onu takip ettim. Barın, Mehsa ve Bars'ın olduğu bölüme, kaldığımız evin önüne doğru yürüyordu.

Mehsa'dan-

Karşımdaki uzun boylu, kaliteli iki boncuğu andıran masmavi gözlere sahip adama, ilk defa bu kadar yakından bakıyordum. Birkaç haftadır eğitimde onu keserek kendisinden birazcık hoşlanmış olabilirdim fakat bugünden sonra bu hoşlantının devam edeceğini sanmıyordum. Eh, Efsan'ı sakladığımızı öğrenirlerse bizi yaşatacaklarını da sanmıyordum ya...

"Bana bak, ufaklık," dedi uzun boylu mavi gözlü panter. Evet, panter kelimesi ona çok daha uyuyordu. "Zor kullanmamı istemiyorsan yolumdan çekil."

Belime koyduğum ellerimi indirmeden gözlerimi kıstım ve "Bana ufaklık demeyi kes!" diye cırladım. Ardından nefeslenip, gözlerimi daha da çok kıstım. "Efsan burada yok diyoruz işte, neden anlamıyorsun? Yoksa gelişen sadece bedenin mi, beyin gelişmesini henüz gösteremedin mi?"

Kurduğum cümleyle beraber, panterin yanındaki kıvırcık saçlı, yine aynı mavilikte gözlere sahip olan, davete giderken Efsan'ın yanında gördüğüm dalgalı saçlara sahip adam dudaklarını yuvarlak bir şekilde açıp, "Vov!" dedi. Yanıtım hoşuna gitmiş gibiydi.

Ama panterin değil!

Çenesi kasılan sarışın adam, düzgün burnunun kanatlarını iki yana açarak derin bir nefes alıp bakışlarını başka yöne çevirdi. Sakinleşmeye çalıştığını anlayabiliyordum.

Tekrar bana döndükten sonra gözlerini bir kez daha gözlerime kenetledi. Öfke kıvılcımları irislerinin arasında kol geziyordu. Onun namını, kraliyetteki rütbesini çok iyi biliyordum ve şu an ona kafa tuttuğuma inanamıyordum. Galiba, ölmeden önce son adımlarımı cesur atmak istemiştim. En azından öldükten sonra adım kötü bir şekilde anılmazdı.

Ben büyük bir heyecanla ne yapacağını beklerken o, "Sabrımı sınayanları sevmem," dedi ve bir anda beni kenara itmek için hareketlendi. Aynı sırada, abimin "Hey, dur!" dediğini işitmiştim. Bense kendimi savunmak ve içeri girmesini önlemek adına suratına güçlü bir yumruk atmaya yeltendim. Lakin yapacağımı anlamış gibi, -gibisi fazlaydı, bu adamlardan yetenek fışkırıyordu- beni bileğimden tutarak çevik bir hareketle engelleyip ters döndürdü ve boynuma koluyla adeta bir kelepçe yaptı. Sırtım gövdesine yapıştığı gibi dudaklarımdan diz bir çığlık yükselmişti.

Abim bana doğru gelecekken, dalgalı saçlara sahip adam onu tutarak engel oldu. Yüzünde, panterinkine zıt bir şekilde mahcup bir ifade vardı. Bu yüzdendir ki abime "Üzgünüm dostum," dedi.

Abimse sertçe dişlerini sıktı. "Kardeşimi rahat bırakın, bizim kimseyi sakladığımız yok."

"Evi taramadan bilemeyiz," dedi arkamdaki cani. Kokusu da ne güzeldi sahi!

"Kendine gel, Mehsa," diye uyardım kendimi. "Şu an çapkınlığın sırası değil. Adam her an celladın olabilir." İç sesim son derece haklıydı, hormonlarımı kontrol altına almalıydım. Hep yanlış zamanlarda devreye giriyorlardı.

"Mahremiyete saygınız yok mu sizin?" dedim gayet ciddi bir tavırla. "Bu yaptığınız halk refahı yasalarına aykırı."

"Halkın refahı için bunu yapıyoruz," dedi Panter, başını biraz eğip kulağıma doğru nefesini iliştirerek. "Sakın Mehsa," diye telkin ettim kendimi yutkunurken. "Erimenin zamanı değil. Hormonları unut!"

Kendimi anında toparlayıp, "Umurumda değil!" diye bağırdım Panter'e karşı ve elimi yukarı kaldırıp kollarını boğazımdan indirmeye çalışırken ekledim. "Defolun buradan!" Ve sonra, hiç beklemeyeceği bir hamle yaptım.

Kolunu ısırdım!

Hayır, kokusundan büyülenip adamı yiyesim elbette gelmemişti. Sadece acıtırım ve bırakmasına vesile olurum diye düşünmüştüm. Galiba, öyle de olmuştu.

Dudaklarından küçük çapta bir küfür dökülen Panter, acıdığından olacak(?)  kolunu boynumdan çekti ve beni serbest bıraktı. Şaşkınlığım tüm bedenime istila etmeden hızla bir kaç adım uzaklaştım ve arkama dönüp yüzüne baktım.

Gözleri hafifçe kısılmıştı ve yavaş yavaş burnundan soluyordu. Fakat yüzünde en ufak bir acı belirtisi yoktu. Az önce ısırdığım bileği hafiften havadaydı lakin öyle kalmış gibiydi. Gözüm oraya değdiğinde detayları düşünmeden suratıma zafer dolu bir gülümseme kattım  ve "Bir ufaklık olmadığımı  söylemiştim," dedim.

Kasılan yüz ifadesiyle, bana doğru bir adım attığında, korkuyla gerildim. İşte şimdi tüm ciddiyetini almış gibiydi. İşte şimdi, tam bir saray muhafızı gibiydi. Dişlerinin arasından "Sen," dediğinde kalbimin ufak çaplı bir krize girdiğini hissettim. Ben adamı ısırmıştım ama bu adam beni yer mi yerdi!

Ağır bir adım daha attığında bir yerlerden gelen, "Bars!" sesi onu durdurduğunda, "galipten sesler mi duyuyorum acaba" dercesine kaşlarımı çattım. Ve diğerleri gibi sesin geldiği yöne baktım.

Gözlerim ilk önce, kapkaranlık bakışlara sahip olan, kimsenin korkudan yaklaşmaya, konuşmaya cesaret edemediği, son derece otoriter olan, şehrimizin karanlık velihadı Alaz'a kaydı. Bars'ı durduran cümle ondan çıkmıştı.

Alaz'la beraber işlerin bizim tarafımızdan daha kötü bir hâl alacağını düşündüm. Beynimden aşağıya kaynar sular dökülmüştü sanki.  Efsan neredeydi?

Umarım onları görüp buradan kaçmıştır, diye umut ediyordum ki, Alaz'ın arkasından gelen gölgeyi fark ettim.

Gözlerim irice açıldı, boğazıma koca bir yumru oturdu.

Efsan, yakalanmış mıydı? Hem de Alaz tarafından!

Boğazımın kuruluğunu gidermek amacıyla yutkundum ve bize doğru gelen Alaz ve Efsan'ın tarafına gitmek için, "Efsan!" diyerek bir adım attım. Lakin Bars olacak adamın eli bir barikat gibi önüme kalktığında bedenim ona takıldı ve ilerleyemedim.

Agh, bu şerefsiz panter!

Alaz ve Efsan bize doğru gelmeye devam ediyorlardı. Efsan, Alaz'ın birkaç adım arkasındaydı. Surat ifadesinden yakalanmış olmasının kendisini ne kadar üzdüğünü çözebiliyordum. Yaşadığı koşuşturma kendini daha çok yıpratmıştı, buraya geldiği günden beri zayıfladığı yetmiyormuş gibi şimdi de düşünceden göz altları morarmıştı. Yine de bu durum güzelliğine zeval vermiyordu. Ölecek olması içimde dehşet bir sarsıntıya neden olmuştu. Hayır, bu şekilde gitmesine izin veremezdik.

Lakin, daha fazla ne yapabilirdik ki? Kapana kısılmıştık işte.

Alaz'ın yürüyüşü bizim birkaç adım gerimizde durduğunda, Efsan da durdu. Etraftan çıt çıkmıyordu, hepimiz pür dikkat ona bakıyor ve iri dudaklarından çıkacak cümleleri bekliyorduk.

Alaz, nefeslenmesinin ardından nihayet konuştu. "Efsan benimle geliyor, onları serbest bırakabilirsiniz."

Bu cümleye karşılık, en beğendiğim elbisemi paramparça görmüşüm gibi bir ifadeyle "NE?" dedim, dedik. Ağabeyim Barın da benimle aynı tepkiyi vermişti.

Alaz, içerisinde en ufak bir duygu barındırmayan siyah gözleriyle önce Barın'a, sonra bana baktı. Ardından konuştu. "Önceki günler gibi, benimle kalmaya devam edecek."

Yüzüm, far görmüş tavşandan hallice bir simaya dönmüştü. Alaz'ın söylediklerini kavrayamıyordum. Tepedeki yakıcı güneş de kavramama pek yardımcı olmuyordu doğrusu. "Kalmaya devam edecek," ne demekti? Efsan'ı öldürmeyecek miydi?

"Na-Nasıl yani?" diye sordum aklımda binbir türlü soruyu dışa vurmak ister gibi. "Öldürmeyecek mis..."

"Hayır, öldürmeyeceğim," diyen Alaz'ın sesi bir bıçaktan daha keskindi. Öyle bir ifadesi vardı ki, yalan söylüyor olsa bile karşı koyamazdınız.

"Pe-peki neden?"

Alaz'ın gözleri kısıldı. Yanımdaki panterin eli hâlâ önümdeki barikatlık görevini sürdürüyordu. Alaz, bana doğru bir adım daha attığında kalbimin korkudan sıkıştığını hissettim. Kirpikleri birbirine iyice yaklaştı ve ölümcül ses tonuyla sordu. "Ne zamandan beri, yaptıklarım sorgulanıyor?"

Panterinkiler kadar güzel olan mavi gözlerim aşkına! Mehsa sus, yoksa birazdan gerçekten sen olacaksın!

İçimdeki sese katılarak anında sustum ve "Haklısınız efendim," diye karşılık verdim. Dakikalar sonra ilk defa süt dökmüş kediye dönüşümü gördüğünden olacak, Panter'in dudaklarında hafif bir kıvrılma hissettim. Ancak bu hafif şeyi, ona net olarak bakamadığımdan doğrulayamadım.

Cümleme başka bir yanıt vermeden bakışlarını yukarı kaldırıp pantere baktı. "Onları serbest bırakın." Huh, bugün aldığım en güzel haber.

Alaz arkasını dönüp, büyük cipine gitmek için hareketlendiğinde Efsan'ın koyu irislere sahip gözleriyle denkleştim. Bir şey söyleyecek gibi oldum, fakat o sadece "her şey yolunda," der gibi gözlerini kapatıp açtı, ardından tıpkı Alaz gibi arkasını dönüp peşinden ilerledi.

Bu sahne, yüreğimin içine bir çizik atmıştı sanki. Onu kurtaramamamıza üzülüyordum. Alaz'ın, insan olduğunu bildiği halde onu yanında tutmasının bir sebebi olmalıydı, arkadaşımın can güvenliğinden tam olarak emin değildim. Neden Efsan'ı yanında tutmak istiyordu ki?

Yoksa, ona aşık mı olmuştu?

"Saçmalama" dedim kendi kendime. Böyle bir şey imkansızdı, Alaz'ın birine aşık olması yani. Başka bir şey olmalıydı ama ne?

Düşüncelerimin savrulmasına neden olan şey, yanımdaki panterin kaslı kolunun hâlâ önümde olduğunu fark etmem oldu. "Efendini duydun," dedim gözlerimi zar zor kaslarından çekip iğneler gibi masmavi gözlerine bakarak. "Bir daha bizi rahatsız etmezseniz seviniriz." diye ekledim ve eğilerek barikatından çıktım.

Bir an önce abimle evimize gitmek ve Efsan'ın can güvenliğinden tam olarak emin olmak istiyordum...

Efsan'dan

Alaz'ın beni alıp, tekrar evine getirmesiyle kaldığım odaya girip gece vaktine kadar çıkmamıştım. Yol boyunca -arkadaşları da arabada olduğundan olabilir- aramızda en ufak bir konuşma geçmemişti. Eve geldiğimizde ise, kendisi içeri girmemiş, yoluna devam etmişti. İşte o zamandan beri burada duruyordum.

Alaz'ın insan olduğumu öğrenişi, ondan kaçmak isterken yakalanışım ve tekrar buraya dönüşüm, her şeyi başa almışım gibi hissettirmişti. İçim sıkılıyordu, gözlerimi kapatıyordum fakat uyuyamıyordum.

Üstelik insan olduğumu bilen sadece Alaz değildi, onun arkadaş grubu da her şeyi biliyordu ve bu işleri daha detaylı düşünmeme sebep oluyordu. Bu kadar kişinin, beni, kimliğimi ifşa edemeyeceğini nereden bilebilirdim ki?

Cevabı belliydi.

Bilemezdim.

Derince soludum ve rüzgarın, camını titrettiği pencereye baktım. Isı derecesinin büyü aracılığıyla ısıtıldığını düşündüğüm oda oldukça sıcak ve bunaltıcıydı. Öyle ki, neredeyse alnımdan aşağı terler boşalacaktı. Ve bu durum, ruh hâlime pek iyi gelmiyordu.

O an aklıma gelen bir fikirle ayaklarımı yataktan sarkıttım ve beklemeden ayağa kalktım. Dizlerim, tüm gün yük taşımışım gibi sızlıyordu. Eh, kaçma kovalamaca işleri pek de kolay sayılmazdı belki yük taşımış olsam daha az yorulurdum.

Derin ve yakıcı bir nefes alıp yatağımın yanındaki komodinin üzerinde duran gri, yün hırkayı elime alıp siyah, pantolonlu saten gecelik takımımın üzerine geçirdim.  Ardından ellerimi hırkanın cebine atarak yürümeye başladım.

Odamın kapısını kimse çıktığımı anlamasın diye oldukça ağır hareketlerle açıp, uzun ve karanlık koridorda yine kimse uyanmasın diye bir hayalet gibi ilerledim. Hiçbir odanın kapısı açık değildi bu yüzden Alaz'ın gelip gelmediğinden emin olamamıştım. Artık, karşısında bir insanın olduğunu biliyordu. O yüzden ona eskisi gibi davranabilecek miydim bilmiyordum.

Karanlıkta merdivenleri ağır ağır indikten sonra çelik dış kapıyla göz göze geldim. Ardından ellerimle kulpunu yokladım. Kilitli olmamasını dileyerek kulpu aşağı indirdiğimde, ufak bir "klik" sesiyle kapı açıldı. Ve anında serin rüzgar tenimi yokladı.

Bu bile beni rahatlatmıştı fakat daha fazlasını istiyordum o yüzden fazla düşünmeden tamamen dışarı çıktım. Kapıyı da kapanmaması için, geri gireceğimi düşünerek, hafiften aralık bıraktım.

Genel haline göre oldukça kuru olan, kenarları çimenlerle çevrili toprak bahçe yolundan ilerlerken, havanın esintisiyle hırkayı biraz daha bedenime sardım. Sonrasında gözlerim pasparlak gökyüzüyle buluştu. Nephan'da kaldığım günler boyunca havada yıldız olduğunu hiç görmemiştim. Bugünse, tüm günlerin aksine, simsiyah gökü oldukça kalabalık bir yıldız takımı süslemişti. Yıldızlara bakmayı severdim, bana yalnızlığımı hatırlatırlardı. Kalabalık, fakat kimsesizlerdi. Hepsi tekti. Tıpkı benim gibi.

Bakışlarımı gökten indirip tekrar yola çevirdiğimde, yolun sol tarafındaki çimenliklere uzanan bir erkek bedeni gördüm ve irkilerek anlık bir duraksama yaşadım. Adımlarım durur durmaz gözlerimi kıstım ve ellerini başının altında birleştirmiş bir halde gökyüzünü izleyen o kişinin kim olduğunu çözmeye çalıştım. 

Uzun boyu, siyah tişört ve aynı renk pantolonu, üzerindekilerden daha siyah saçları ve kavruk teniyle o kişinin Alaz olduğunu anlamam pek gecikmedi. Ve bu, kalbimin daha fazla gerilmesine sebep oldu. Onunla burada, bu şekilde karşılaşacağımı düşünmüyordum. Tahminlerim, eve gelmemiştir, geldiyse de uyumuştur, yönündeydi.

Peki o, şu an burada ne yapıyordu? Tek başına öylece uzanıp göğü izlemesi oldukça ilgincime gitmişti. Normal biri gibi yıldızları izlemeyi seviyor muydu o da acaba?

"Sana ne, Efsan," diye uyardı iç sesim. Öyleydi de, bana neydi. Tek başına buradaysa, yalnız kalmak istiyor demekti. Tıpkı benim gibi. Neyse neydi, Alaz'la karşılaşmak ve onunla konuşmak istemiyordum.

Bu düşünceme hak vererek daha fazla burada kalıp, beni fark edecek olmasını kuvvetli bir ihtimale dönüştürmemek adına ağır ağır arkamı döndüm ve hayalet rolüme bürünüp sessizce uzaklaşmak için bir adım attım.

"Kaçma." Lakin işittiğim bu tok ses, ayaklarımın bir çivi gibi toprağa mıhlanmasını sağladı. Beni nasıl fark etmişti? Çok sessizdim, nefes bile almamıştım neredeyse.

Başımı omuzumun üzerinden ona çevirdiğimde, hâlâ gökyüzüne baktığını gördüm. Kendi kendine mi konuşuyordu acaba? Olabilirdi, yoluma devam etmem en mantıklısı olacaktı. Bu yüzden bir adım daha attım.

"Sana diyorum, kaçak."

"Kaçak," kelimesi bu şehrin tek kaçağı olduğumun gerçeği gibi aklımda parlarken, bana seslendiğine emin oldum ve bir kez daha arkama baktım. Bu sefer yıldızlara bakmak yerine başını bana doğru çevirmişti.

Gözlerim, simsiyah gözlerine iliştiğinde, hafiften kaşlarımı çattım. "Nasıl fark ettin? Nefes bile almamıştım."

O an, dudaklarını çarpık bir gülümseme esir aldı. Sonrasında kıvrımlı dudaklarını açarak, "Kokun, kaçak," dedi. Gülümsemesi hafiften durağan bir hâl aldı. "Fark edilmeyecek gibi değil."

Yüreğim, bu cümleyle hızlanırken almayı unuttuğum nefesi aldım ve hafiften boğazımı temizleyerek başımı çevirdim. "Eve gireceğim."

Kafasını "hayır," der gibi salladı. Ardından eliyle yanını işaret etti. "Buraya gel."

Yattığı yerden doğrulup oturduğunda kaşlarımı gözlerimin üzerine indirdim. "Neden?"

"Konuşmamız gereken şeyler olmalı, değil mi?"

İşte bu cümle, kalbimi "Kokun fark edilmeyecek gibi değil" cümlesinden bile daha hızlı hale getirmişti. Derince nefeslendim, eh, bunca olaydan sonra hayatıma, hiçbir şey olmamış gibi normal bir şekilde devam etmeyi beklemiyordum. Bir konuşma yapacak olmamız gayet olasıydı.

Aralık kalan dudaklarımı kapatıp, bedenimi tamamen ona doğru döndüm ve dediğini yapıp yan tarafına oturdum. Aramızda bir ayak mesafesi bile yoktu.

Gözlerim kara gözlerine odaklandı. Anında, "Sorguya çekileceğim, değil mi?" diye sordum.

"Kısmen," dedi ve nefeslendi. "Buraya nasıl geldiğini merak ediyorum."

Soluyup, kafamı göğe doğru kaldırdım. "Bunu, ben de merak ediyorum."

Kirpikleri birbirine yanaştı. "Hatırlamıyor musun?"

Ona, neyi söyleyip, neyi söylememem konusunda kararsızdım. Ama yalan söylediğim an anlayacağına adım gibi emindim. Bu nedenle konuşmadan önce dudaklarımı birbirine bastırdım. ''Hatırlamıyorum'dan çok, anlayamıyorum. Her şey bir anda oldu. Kardeşimle beraberdim, konserden eve gidiyorduk. Yanlış durakta indik, ailemi aramak için telefonumu elime aldım, bir adım attım ve bam,'' deyip ellerimi iki yana açtım. ''Nephan'dayım.''

Alaz'ın başı hafifçe sağ omuzuna doğru eğildi. ''Bu kadar mı sahiden?'' diye sorduğunda başımı salladım. Lakin tatmin olmamış gibiydi. ''Zihnini zorlamalısın. Kaçırdığın bir detay olmalı.''

''İnan bana, geldiğim günden beri  yaşadığım o anları defalarca kafamda kurdum. Doğru düzgün, 'Şunu yaptım, şöyle oldu da o yüzden buradayım' diyebileceğim hiçbir olay yok.''

Gözleri birkaç saniye üzerimde durdu, sonra bir şey söylemeden tekrar göğe doğru baktı. Bu sefer konuşan ben oldum. ''Peki sen,'' dedim. Başını gökten çevirmese de göz ucuyla bana baktı. ''Bunu, ne zaman fark ettin? Yani insan olduğumu.''

''Benim için zor değildi,'' dedi ukala gülümsemesiyle beraber sol yanağında canlandığını fark ettiğim gamzeyle.

Eh, büyük ihtimalle ormanda kaybolduğum ve onunla karşılaştığım ilk andan beri bunu biliyordu. Ancak ben, bildiğini anlayamayacak kadar aptaldım işte. Peki madem biliyordu, bunu bana neden belli etmemişti? Hatta, beni direkt orada, ormanın içinde neden öldürmemişti?  Mekan ve zaman bunun için gayet uygundu.

Rüzgar saç tellerimi yavaş yavaş hareketlendirirken, içimdekileri sakince dışa vurdum. ''Beni neden öldürmedin? Karşılaştığımız ilk gün, bunu neden yapmadın?''

''Ölüm, ölüm, ölüm,'' dedi melodik bir şekilde. Kaşları büküldü. ''O anlamsız şeyden bu kadar korkuyor musun gerçekten? İki lafından biri o.''

''Hiçbir şeyden korkum yok,'' dedim, karanlık fobim içten içe bana göz kırparken. Yine de zayıf noktalarımı belli etmeye niyetim yoktu. ''Ölmek istemiyorum, çünkü aileme kavuşabilmem için yaşıyor olmam gerekiyor.''

"Anlaşılan normal hayatında buradakinin aksine bir ana kuzusuydun."

Beni sinirlendirmek amacıyla kurduğuna emin olduğum bu cümleye karşın önce sadece nefeslendim. Sonra, oturduğum yerden dirseğimi dizime koyarak yanağımı elime yasladım. Gözlerim ailemi düşünmemle beraber tekrar yıldızlara ulaşmıştı. ''Öyleydim, fakat bu benim seçimim değildi.''

''Baskıcı bir aile?''

Sorusuna karşılık ona baktım ve ''Hakkımda bilgi mi toplamaya çalışıyorsun?'' dedim.

Onun bakışlarınınsa, gözünü kırpmadan yüzümde sabitlenmiş olmasını beklemiyordum. Bu, beni biraz germişti. Lakin bunun korku dolu bir gerginlik olduğunu söyleyemezdim. İçimde bir şeyler hareketlenmiş gibiydi.

Dudakları hareketlendiğinde bakışlarından etkilenmeyi bırakıp, söylediklerini dinlemeyi seçtim. ''Sana daha iyi yardımcı olabilmem için, hakkında bir şeyleri bilmem gerekiyor.''

''Hâlâ bana neden yardım etmek istediğini bilmiyorum,'' dediğimde, Alaz'ın arkasından bir yıldız kaydı. Gözüm bir saniye oraya odaklansa da, tekrar bakmam gereken esas yeri bulmuştu. ''Hâlâ beni neden yaşattığını bilmiyorum. Beni yanında tutmanı, koruyup kollamanı... Tüm bunların hepsini düşünüyorum lakin hiçbir sonuca varamıyorum.''

''Kim bilir,'' dedi Alaz, bu sefer onun gözleri benim arka tarafıma doğru yükseldi. Ardından bir ok gibi tekrar bakışlarımla buluştu ve kafasını biraz eğip, daha yakın olmamızı sağladı. ''Belki de sana aşık olmuşumdur.''

Yanaklarıma naif bir pembelik hücum ederken, kirpiklerim birkaç kez kendiliğinden kapanıp açıldı. Söylediği şeyin doğru olmadığını biliyordum fakat yine de ilk birkaç saniye öyle durmuştum. Kendimi toparladığımda, bakışlarının etkisinden kurtulmak adına hızla kafamı salladım ve bakışlarımı başka yöne çevirdim. ''İşin gücün ya dalga geçmek, ya da tehdit etmek.''

Genişçe güldüğünü görmesem de iliklerime kadar hissettim. Şu an sırıttığına emindim.

''Hiç sevgilin olmadı, değil mi?'' dediğinde göz ucuyla ona baktım. Bu da nereden çıkmıştı şimdi?

Tek kaşımı kaldırdım. ''Bunu da nereden çıkardın?''

''Üzerinde çok çabuk hakimiyet kurabiliyorum. Böyle şeylere alışık olmadığın belli.''

Alt ve üst kirpiklerim birbirinden uzaklaştı. Yanaklarımdaki pembelik kendini iyiden iyiye kırmızıya dönüştürürken kaşlarımın hırçın bir çocuğunki gibi çatıldığını hissedebiliyordum. ''Hah,'' dedim güler gibi bir tonla. ''Üzerimde hakimiyet kurduğun falan yok.'' Derin bir nefes alarak devam ettim. ''Sürekli çanta değiştirir gibi sevgili yapan kızlardan değildim elbette. Ama kendi şehrimde çok sevdiğim ve beni sevdiğine emin olduğum bir adam vardı.''

Hayranı olduğum Pembe Bisiklet isimli rock müzik grubunun gitaristi ve arka vokali Furkan Aktan. Eh, elbette adamın benden haberi yoktu fakat her röportajında hayranlarını koşulsuz şartsız çok sevdiğini söylüyordu. Bu yüzden yalan söylemiş sayılmazdım. Belki biraz.

Alaz'ın çenesi hafifçe soluna doğru yükseldiğinde, beni izlemeye devam ediyordu. Sanki, yalan söyleyip söylemediğimi anlamaya çalışıyor gibiydi. Biraz sonra, ''Dönmeyi çok istemenin bir sebebi de o mu?'' diye sordu.

Burada kaldığım günler boyunca Furkan Aktan bir kere bile aklıma gelmemişti. Tabii ki onu görmek için dönmeyi istemiyordum. Tek düşündüğüm ailem ve kendi hayatımdı. Ama yine de gözlerinin tam içine bakarak ''Evet,'' dedim. Madem bir yalana başlamıştım, devamını getirmeliydim.

''İşte şimdi, seni kendi dünyana göndermek konusunda biraz daha isteksizleştim.''

Kaşlarım hiçbir şey anlamamış gibi çatılırken dudaklarımdan hayret dolu bir, ''Ne?'' sesi yükselmişti. ''Ne demek isteksizleştim? Neden? Hani yardım edeceğini söylemiştin?''

Bana cevap vermeden önce ayağa kalktığında, bakışlarım onu takip ederek yukarı çıktı. Öyle uzundu ki, sadece bakışlarımı kaldırmam yetmemiş, başımı da aynı şekilde yukarı doğrultmam gerekmişti.

Siyah irisleri benimkilere iliştiğinde ''Her söylediğimi ciddiye alma,'' dedi büyük bir ciddiyetle.

Ardından -kalkmam için olacak- elini uzattı. Önce büyük eline, ardından tekrar gözlerine baktım. Fakat o an düşünüyordum. ''Her söylediğimi ciddiye alma,'' ne demekti? Ciddiye almamam gereken bana yardım edeceğini söylemesi miydi, yoksa beni göndermek konusunda isteksiz oluşu muydu? İkinci seçenek daha olası duruyordu. Yani, sırf sevdiğim  bir adam var diye Alaz'ın beni göndermek istememesi saçmalık olurdu. Keza bu kıskançlığa ya da bir şeyler hissetmeye girerdi ki, Alaz'ın bana karşı bir şeyler hissediyor olma ihtimali binde bir bile olamazdı.

Neler düşünüyordum ben? Saçmalık.

Yine aklımda bir çelişki tohumu bırakan Alaz'ın, bana uzattığı elini tutmadan kendi gücümle ayağa kalktım ve tepkisine bile bakmadan ona arkamı döndüm. Bir an heyecanlandırıp bir hevesimi kırarak, bir an güvendirip, bir an bozguna uğratarak ne yapmaya çalıştığını çözemiyordum. Çözebildiğim tek şey, kalbimin ve aklımın ayarlarıyla oynadığıydı.

*

Ertesi sabah kaldığım odadan çıktığımda gördüğüm ilk yüz Liva'nınki olmuştu. Düz kahverengi saçlarını en tepeden bağlamıştı ve suratında her zamanki o ciddiyeti vardı. Bakışlarımız birbiriyle denkeştiğinde ne yapacağımı bilemedim. Nihayetinde bu grup artık insan olduğumu tam olarak biliyordu ve hepsinin tepkisinin Alaz'ınkiyle eş olacağını düşünemezdim.

Yine de ilk ''Günaydın,'' diyen Liva oldu. Ne kadar sert duruşu olursa olsun benimle konuşmaktan çekinmiyordu. İşin aslı, onu biraz kendime benzetiyordum.

''Günaydın,'' diye karşılık verdim ve son yaralı halinden oldukça kurtulduğunu fark ettim. Balo günü iyileştiği belliydi fakat bugün daha dinç duruyordu. Yine de ''Nasılsın?'' diye sordum.

''Ben mi?'' dedi şaşırmış gibi. Sonra surat ifadesi neden böyle bir şey dediğimi algılamış gibi yerine oturdu. ''Kaslan yarasından bahsediyorsan, etkisi çoktan geçti. Vücudum böyle saldırılar için dirençli. Daha beterlerini görmüştüm.''

Bir kız olması, konuşurken kendimi yanında daha rahat hissettiriyordu. Beraberce salona doğru yürümeye başladığımızda sordum. ''Sürekli böyle şeylerle iç içe olmak zor olmuyor mu? Vahşi hayvanlarla hep karşılaşır mısın?''

Merdiven basamağından aşağı bir adım attığımızda Liva buruk bir şekilde gülümsedi. ''Beş yaşından beri bu amaç doğrultusunda yetiştiriliyorum, kolay bir şeyle karşılaşmadım. O yüzden yaşadıklarım bana zor gelmiyor. Hem,'' dedikten sonra yüzü iğrenir gibi bir hâl aldı. ''İyi ki tek amacım buradaki diğer kızlar gibi  yiyip içip erkeklerle düşüp kalkmak değil. Bunun için kendimi hep şanslı hissederim.''

''Senin gibi olmak isterdim,'' dedim bu, bana çok uzak bir hayalmiş gibi. Öyleydi de. Evime döner dönmez hapis hayatıma devam edeceğim kaçınılmazdı. Yine filmlerdeki o cesur kız karakterlere hayran olmamla kalacaktım.

''Aslına bakarsan, bir insana göre pek de korkak sayılmazsın,'' diye karşılık verdi Liva. ''Eğer Alaz o kadar emin olmasaydı senin sıradan bir insan olduğuna asla inanmazdım.''

Tüm basamaklar bittiğinde, gözlerimi irileştirdim. Dışarıdan güçlü görünüyor muydum sahiden? Eh, koskoca büyücülük sarayı veliahdından kaçmıştım. Bu büyük bir cesaretti. Galiba sandığım kadar güçsüz değildim. 

Liva'yla beraber mutfağa girdiğimde bakışlarım ilk önce mutfak tezgahına belini yaslamış olan Alaz'ı buldu. Elinde bir kahve fincanı bulunuyordu ve son derece ciddi ifadesiyle karşısındaki masanın sandalyesinde oturan Kuray'a ve tüm heybetiyle sırtını duvara yaslayan Bars'a bakıyordu. Bir şey konuştukları belliydi fakat biz geldiğimizde olacak, daha doğrusu ben geldiğimden olacak ne konuşuyorlarsa sustular.

''Ben hazırım,'' dedi Liva benim önümden onlara doğru yürürken. ''Ne zaman çıkarız?''

''Çıkmayacaksınız,'' diye yanıtladı Alaz dümdüz bir sesle.

Liva, Kuray'ın önündeki tabaktan bir dilim salamı ağzına atacakken Kuray'ın bakışları haylaz bir çocuğunki gibi onu takip etti. Fakat savaşçı kız buna aldırmadan Alaz'a baktı. ''Ne demek bu? Görevlerimizi aksattık epeydir.''

''Şimdilik görevlerinizin yerine başkası bakacak,'' derken oldukça ciddiydi Alaz. ''Efsan'ı evine döndürme aşamasında siz de bana yardımcı olacaksınız. Yeni göreviniz bu.''

''Ne?'' diye bağırdı Liva. ''Ama kral ne der? Açıklamamız ne olacak?''

''Sadece sana saldırı düzenleyenleri bulmamız için buradasınız diye biliyorlar.''

Liva'ya saldıran şeyler hakkında Alaz ve Liva'nın ''onlar'' olarak bahsettiklerini hatırlıyordum. Ancak hâlâ kim olduklarını tam olarak bulamamışlardı demek ki. Bir yandan bana yardımcı olacakken, öbür yandan bununla uğraşacaklardı muhakkak.

''Sen hallettiysen sorun yok, her zaman yanındayız,'' dedi Liva elindeki salamı nihayet ağzına attığında.

O sırada Bars'ın güldüğünü gördüm. Lakin bu sıcak ve samimi bir gülüş kesinlikle değildi. Bir şeylerden rahatsız olduğunu belli eden bir tebessümdü. Ve sonra ''Bir lanetli insan koruyuculuğumuz eksikti,'' dedi ve sırtını koyu renkli duvardan çekip mutfağın çıkışına doğru yürümeye başladı. Önümden geçerken bana o mavi gözleriyle öyle iğneleyici bir bakış atmıştı ki, ürpermiştim.

Bars çıktığı an, odada kısa süreli bir sessizlik oldu. Alaz, birkaç saniye arkadaşının arkasından baktı ardından çatık kaşlarıyla Kuray ve Liva'ya baktı. ''Bir daha, hiçbirinizin ağzından Efsan'a insan denildiğini duymayacağım. Anladınız mı?''

''Sakin ol kardeşim, biz demedik zaten. Diyen Bars'tı.'' diye tepki veren Kuray hâlâ yemeğini yemeye devam ediyordu. Ardından tıpkı Bars'ınki gibi mavi olan gözleri  benimkileri buldu. ''Hem ben ona zaten insanlığı yakıştıramıyorum. Bir büyücü çekiciliği var kendisinde.''

Kuray bana göz kırptığında, Alaz'ın ifadesi daha sert bir hâl aldı. ''Yemeğini bitirip ayağa kalkacak mısın, yoksa ben mi sokayım tüm malzemeleri midenden içeri?''

''Neden hep sinirlenilen taraf ben oluyorum,'' diyen Kuray, bir yanağı tıkındığı lokmalarla şişmiş bir halde ayağa kalktı. Ardından kafasını ''her neyse,'' der gibi sallayıp kolunu Liva'nın omuzuna attı. ''Eğitime benim arabamla gitmeye ne dersin vahşirella?''

''Kendimi gözüm kapalı tren raylarının önüne atarım, daha iyi,'' diye yanıtladı Liva ve seri bir hareketle kolunun altından çıkıp ondan önde yürüdü.

Mutfakta yalnızca Alaz'la ben kaldığımızda, birbirimizden başka bakacağımız kimse kalmadığı için göz göze gelmiştik. Ne gece farklıydı irislerinin tonu, ne de gündüz. Her zaman simsiyahtı ve bu etkisini hiç kaybetmiyordu.

''Bars benden pek hoşlanmıyor,'' dedim az önce yaşananlardan sonra biriyle dertleşmek ister gibi.

Alaz, elindeki kahve fincanını dudaklarına götürmeden önce ''Hoşlanmasın zaten,'' dedi böylesi daha iyiymiş gibi. Ardından kalın dudaklarını aralayıp kahvesinden bir yudum aldı.

Şakasına gülmüş gibi yaptım. "Benim yüzümden arkadaşlarınla kötü olmana gerek yok, biliyorsun değil mi?''

Beyaz kupa fincanını tezgahın üzerine koydu bu sefer ve ''Onları sadece arkadaşım olarak düşünme,'' diye yanıtladı. ''Ben aynı zamanda onların efendisiyim, tüm halkın olduğu gibi. Söylediklerimi yapmak zorundalar.''

''Böyle arkadaşlık mı olur?'' dedim küçümser gibi. ''Onların fikirlerini önemsemiyorsun ve köle gibi kullanıyorsun yani.''

Kafasını ''Hayır,'' anlamında salladı. ''Arkadaşım oldukları için bana itiraz edebiliyorlar Efsun. Kölem olsaydılar, kesinlikle karşı çıkma hakları olamazdı.''

Gözlerim kısıldı. ''Peki ben senin neyinim?'' diye sordum. Yanında tutuyordu, arkadaşlarıyla bana destek olmaları için konuşuyordu. Peki benim sıfatım neydi? ''Kölen mi, arkadaşın mı?''

Alaz sustu. Ellerini tezgahtan çekti ve hafifçe doğruldu. Gözleri hâlâ benimkilere odaklıyken, siyah postalların giyili olduğu ayaklarıyla büyük bir adım attı. Attığı adımla kalbim tekledi. Bir adım daha attı. Kuruyan boğazımla yutkunmama sebep oldu. Son adımıyla beraberse, tam karşıma geçmiş oldu. Göz bebeklerinin kenarındaki harelerin kusursuz çizgilerini seçebileceğim yakınlıktaydı.

''Sense Efsun,'' dedi odunsu kokusunu hissettiğimde. Eli havaya yükseldiğinde bakışlarım ne yapacağını anlamak için elini takip etti. Yüzüme dokunacağını anladığımda başımı yana çekip dokunmasını engellemeye çalıştım fakat bunu umursamadı. Parmakları yanağıma değdiğinde içimde bir yerlerde bir kıvılcımın çaktığını hissettim. Hafif dokunuşlarla yanağımda yükselen işaret parmağı alnıma kadar çıktı ve gözümün önüne düşen birkaç saç telini geriye attı. Sonrasında, gözlerimiz tekrar çarpıştı. ''Kölem olamayacak kadar cesur, arkadaşım olamayacak kadar güzelsin.''


Bunu beklemiyordum.

Bunu, böyle bir yanıtı kesinlikle beklemiyordum.

Ve böyle bir yanıt karşısında mideme bir avuç kelebek istilası olacakmış gibi hissedeceğimi de tahmin edemezdim. Hatta yakıştıramazdım bile. Bundandır ki öyle, tabiri yerindeyse mal gibi kalmıştım. Alaz'ın eli hâlâ yanağımdaydı ve dokunduğu kısım ısısını tüm vücuduma yayıyordu. Sanki, dilim yerinden kopmuştu ya da aklım beynimden uçup gitmişti. Konuşmayı bilmeyi bırakın, henüz öğrenemeyen üç yaşındaki çocuklar gibiydim.

Biraz daha bu şekilde kalırsak, akımına daha fazla kapılacağıma emindim bu yüzden yapabileceğim en mantıklı şeyi söyledim. ''Eğitim!'' Sonrasında bir adım geri atarak yüzümün Alaz'ın elinden ayrılmasını sağladım. ''Ders, başlayacak. Ö-öğrenmem gerekenler var.'' Elimi enseme koydum ve serinlemeye çalışarak arkamı döndüm. Lakin elimin ısısının da ensemden hiçbir farkı yoktu. Bir adım attığımda, ayaklarım neredeyse birbirine dolaşacaktı. Son anda toparlandım. Alaz'ınsa arkamdan o alaylı gülümsemesiyle sırıtarak arkamdan geldiğini hissedebiliyordum.

''Salak Efsun!'' dedim kendi kendime. Sonra ismimi yanlış söylediğimi fark ederek kendime sinirlendim. ''Efsan, Efsan, Efsan,'' diye fısıldadım. Efsun değildi adım, Efsan'dı!

İşte bir yakınlığı ve cümlesi daha aklımı allak bullak etmişti. Bu adam bana ne yapıyordu da bu hale gelebiliyordum bilmiyordum.

Yemin ederim bilmiyordum.

*

Alaz'ın arabasıyla eğitim alanına geldiğimizde inmek için aynı anda kapıları açmıştık. Hava yağmurluydu, yağmur bazen bardaktan boşalır gibi yağıyor, bazense çiseliyordu. Şimdi çiseleme evresindeydi fakat bu havanın soğuk olduğu gerçeğini gölgelemiyordu bu yüzden kapıyı kapatır kapatmaz ellerimi ceplerime soktum. Alaz, kaşlarıyla eğitim binasını işaret ettiğinde onu başımı aşağı eğerek onayladım ve bir penguen gibi peşinden ilerlemeye başladım.

Günlerdir bir yerlere beraber gidiyor olsak da, bizim geldiğimizi görenler yine beraberliğimize şaşırmış gibi gözlerini üzerimize tutuyorlardı. Bu his beni rahatsız ediyordu ve bu yüzden ona bakarak çok kısık bir sesle, ''Beni sevgilin olarak göstermek zorunda mıydın?'' diye sordum. Kim bilir akıllarında beraberliğimizin nasıl bir tablosu oluşmuştur...

Bana baktı ve ''Neyim olarak tanıtmamı isterdin?'' diye sordu.

Omuz silktim. ''Ne bileyim, hizmetlim diyebilirdin en basitinden.''

Dudaklarını birbirine bastırarak başını eğdi. ''O zaman sürekli yanımda olamazdın. Hizmetlimle bu şekilde olmam herkesi şüphelendirirdi.''

Yani, beni ''Sevgilim'' diye tanıtması bile beni korumak için miydi? İşte bir hayret dalgası daha hücum etmişti bedenime. Alaz beni gerçekten şaşırtıyordu.

Dudaklarımın ovalliğini ve aklımdaki fikirleri dağıtan şey, uzun zamandır görmediğim bir çift mavi gözün sahibiyle bakışmam oldu. Cadıların eğitim sarayına giden yolun başında, Siraç'ı gördüm. Yürüyüp yoluna devam edecek gibiydi ama beni görünce durdu ve yüzüne sempatik gülümsemelerinden birini ekledi. Sarı saçları yağmur nedeniyle hafiften ıslanmıştı fakat bu karizmatik duruşunu kesinlikle bozmamıştı. Elini kaldırıp bana selam verdiğinde, ona aynı şekilde gülümseyerek karşılık verdim lakin Alaz'ın bedeni bir paravan gibi görüş alanımıza girerek buna engel oldu. Yaptığıyla beraber ''Ne yapıyorsun?'' dercesine kaşlarımı çattım.

Elini belime koyarak beni içeri yönlendirdi. Kapıdan içeri girdiğimizde dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. Ve yine herkes, çok güzel bir şeymiş gibi gözlerini bizim üzerimize dikti. ''Eğer hayatta kalmak istiyorsan, cadı soylulardan uzak durmanı öneririm.''

Nefesi tenimi gıdıklarken ''Neden?'' diye sordum. ''Rakipsiniz diye mi?''

''O kadar kolay düşünme. Bu ülkede hiçbir şey, düşündüğün kadar basit değil.''

''Sırac'ı zararlı görmüyorum.'' diye yanıtladım tenim hâlâ alev alevken. Eğitim dersi başlamadan önce bir lavaboya girsem iyi olacaktı.

Dersliklerin bulunduğu, duvarlarında sıra sıra meşalelerin dizili olduğu koridordan içeri girdiğimizde ''Artık görsen iyi edersin,'' dedi. Kısaca, kendi fikrini kabul etmem için beni zorluyordu. Fakat en azından kimin iyi, kimin kötü olduğunu anlayabilecek kapasitedeydim. Bu yüzden her koşulda onu dinlemek gibi bir düşüncem yoktu.

Eğitimin gerçekleşeceği sınıfın önüne geldiğimizde Alaz durdu, bense lavabo için yürümeye devam edecektim ancak kolumdan tutması buna mani oldu. ''Nereye?''

Şaşkınca önce tuttuğu koluma sonra yüzüne baktıktan sonra, ''Lavaboya,'' dedim. Ardından ekledim. ''Merak etme, bir carisle buluşmayacağım.''

Son cümleme takılmadan kolumu serbest bıraktı ve ''Geç kalma,'' dedi. 

''Emredersiniz'' demek istesem de diyemeden arkamı döndüm ve yoluma devam ettim.

Duvarlarında çeşitli heykellerin, resimlerin ve işlemelerin bulunduğu karanlık koridorlardan geçtikten sonra lavabonun ahşap kapısını gördüm. O sırada yan taraftaki erkeklere ait yerin kapısı açıldı. İçinden tanımadığım, kısa boylu, kahverengi kıvırcık saçlı bir çocuk çıktı. Onu umursamadan kızlar tuvaletinin kapısını açtım ve hızla içeri geçtim. Lavabonun aynası tertemizdi, kenarları bakır oymalarıyla süslenmişti. Musluğu ise aynı şekilde bakırdandı. Suyu açmadan önce esmer suratımı süzdüm. Hava buz gibi olmasına rağmen tenim alev alevdi ve kızarmıştım. Bunun Alaz'ın etkisi olduğuna dair hiçbir şüphem yoktu. Başta ona tamamen sinir olurken zamanla değişen bu hallerim garipti.

Kendime gelmeliydim.

Bu düşünceyle bakır musluğu açıp ellerimi soğuk suyla birleştirdim ve ardından suları yüzüme çarptım.

Kendime gelmeliydim. Alaz'la oluşan yakınlaşmalarımız beni etkilememeliydi.

Yüzümü birkaç kez daha yıkadım, neredeyse soluksuz kaldığımda derin bir nefes alarak musluğu kapattım ve ıslak yüzümü yukarı kaldırdım. Ellerimi mermerin tezgahına koyduktan sonra bir kez daha aynadan kendime bakmak istedim.

Fakat henüz kendimi seçemeden, ayna sayesinde gördüğüm, tam arkamda duran sarışın kızla beraber irkildim. Hafiften yerimde sıçramış olabilirdim. Kız, irkilmemi umursamadı ve çevresini saran kirpiklere rimel bocaladığı belli olan yeşil gözlerini aynadan benimkilerle sabitledi. Ardından bordo rujla çevrili kalın dudaklarını araladı. ''Ben de bu anı bekliyordum.''

Çenem, hafifçe sol omuzuma doğru kalkarken ''Tanışıyor muyuz?'' diye sordum. Bu kızı daha önce gördüğümü sanmıyordum.

Yüzüne oldukça soğuk bir tebessüm kattıktan sonra ''Hayır,'' dedi. ''Ama tanışmak isteyeceğini düşündüm.''

Aynadan bakmak yerine kenardan bir kağıt havlu alıp yüzümü kuruladım ve ıslak peçeteyi çöpe atıp, bedenimi tamamen kıza döndüm. Uzun bir boyu, düzgün, küçük bir burnu vardı. Buğday tene sahipti ve bacak boyunun uzunluğu giydiği kot jeanden belli oluyordu. Model gibiydi. Ellerimi göğsümde birleştirip, ''Neden seninle tanışmak isteyeyim?'' diye sordum. ''Kimsin sen?''

Bana doğru bir adım attığında topuklusundan bir ''Tak'' sesi yükseldi. Beklemeden konuştu. ''Ben, Büyücü Kraliyet Sarayının Başvekili Lodos Halya'nın kızı, aynı zamanda sevgili Veliaht Prensimiz Alaz'ın müstakbel prensesi Sara.'' dedikten sonra tıpkı benim gibi ellerini göğsünde birleştirip, bir kedininki kadar yeşil gözlerini daha fazla kıstı. ''Sara Halya.''

Bölüm sonuuuu!!!

Az çok demeyelim oysuz geçmeyelim!

Bu bölüm ennn sevdiğiniz olay ne oldu?

Gelecek bölümde neler olacak sizce?

Benden size küçük bir spoiler: HER ŞEY DAHA YENİ BAŞLIYOR!!!

Hadi bakalım  upuzuuun yorumlarınızı bekliyorum.

Not: Yarın (Çarşamba) Saat 12:00'da Forum İstanbul Avm'de bir okur-yazar buluşmam olacak. Gelebilen herkesi bekliyorum.

İnstagram: Sulisindunyasi

Mutlu günlerimiz olsun❣️

Continue Reading

You'll Also Like

2.1K 447 6
🖤💛 BOZ-KIR 💛🖤 [ Mızıkçı bir şekilde kollarımı birbirine dolayarak kapıya yaslandım. Gülünce çok gü...
6.7M 622K 72
Elzem Akay'ın sıradan ama güzel bir hayatı vardı. En iyi okullarda okumuş, en güzel oyuncaklara ve kıyafetlere sahip olmuştu. En değerli mücevherler...
19.1K 453 125
Bir kadın düşünün. Kimsesiz, çaresiz ve yalnız. Bir kadın daha düşünün güçlü, kendinden emin ve istikrarlı. Bir yanı masum, diğer yanı günahkar. İki...
6.5K 3.5K 37
Gördüğün, duyduğun ve hatta hissettiğin her şeyin gerçekliğinden nasıl emin olabilirsin? Her şey hatıralarında gizlidir, sen sadece anımsadıklarınla...