Jane Eyre

Від ClassicsTR

69K 5.4K 1.3K

On yaşında öksüz kalan Jane Eyre, kendisini hiçbir zaman sevmeyen, ancak kocasının vasiyeti üzerine bakımını... Більше

1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm
35. Bölüm
36. Bölüm
38. Bölüm
39. Bölüm
40. Bölüm
41. Bölüm
42. Bölüm
43. Bölüm
44. Bölüm
45. Bölüm
46. Bölüm
47. Bölüm
48. Bölüm
49. Bölüm
50. Bölüm
51. Bölüm
52. Bölüm
53. Bölüm
54. Bölüm
55. Bölüm

37. Bölüm

936 86 46
Від ClassicsTR


Sophie sabah yedide beni hazırlamaya geldi. İyice uzattı bu işi. O kadar ki, Mr. Rochester benim gecikmemden sabırsızlanmış olsa gerek, yukarıya haber gönderip neden inmediğimi sordurdu. Bu sırada Sophie duvağımı (o sade, dört köşe tüle kalmıştık gene sonunda), iğneyle saçlarıma tutturmaktaydı. Onun elinden kurtulur kurtulmaz kapıya seğirttim.

Sophie, Fransızca olarak, "Durun!" diye bağırdı. "Aynada kendinize bakın bir kez. Hiç bakmadınız."

Kapıdan, dönüp aynaya baktım: Uzun elbiseli, duvaklı bir hayal gördüm. Her zamanki bana öylesine benzemiyordu ki, bir yabancının hayaliydi sanki.

Aşağıdan, "Jane!" diye bir ses yükseldi, hemen koştum. Merdiven dibinde efendim duruyordu. "Nerelerdesin?" dedi. "Sabırsızlıktan bana ateşler basıyor, sen oyalandıkça oyalanıyorsun."

Beni yemek salonuna aldı, baştan ayağa o keskin bakışlarıyla süzerek "zambaklar gibi nefis" olduğumu, "yalnız gönlünün süruru değil, gözünün de nuru" olduğumu söyledi. Sonra bana kahvaltı için on dakika kadar vereceğini söyleyerek çıngırağı çaldı. Yeni tutmuş olduğu uşaklardan biri geldi.

"John arabayı hazır ediyor mu?"

"Evet, Beyefendi."

"Bavullar indirildi mi?"

"Şimdi indiriyorlar, Beyefendi."

"Sen, çabuk kiliseye git, bak bakalım Rahip Wood'la kâtip bey oradalar mı? Sonra gel, bana haber ver."

Kilise, okuyucumun da bildiği gibi, bahçe kapısından az ötedeydi. Uşağın gidip dönmesi uzun sürmedi.

"Papaz efendi cüppesini giyiyordu, efendim."

"Ya araba?"

"Atları koşuyorlar, Beyefendi."

"Kiliseye giderken arabayı istemiyoruz ama döndüğümüz anda hazır bulmalıyız. Bütün sandıklar, bavullar bağlanmış, arabacı da yerine geçmiş olmalı."

"Baş üstüne, Beyefendi."

"Jane, sen hazır mısın?"

Ayağa kalktım. Ayağımıza bağ olup bizi oyalayacak sağdıçlar, nedimeler, hısım akrabalar yoktu; yalnız Mr. Rochester'la ben. Salondan çıktığımızda Mrs. Fairfax sofada duruyordu. Onunla konuşmak için can attım, ama elimi demir bir pençe sıkmış, beni zor yetişebildiğim bir hızla sürükleyip götürüyordu. Mr. Rochester'ın yüzüne bakmak demek, bir saniyelik bir gecikmenin bile hiçbir surette bağışlanmayacağını bilmek demekti. Dünyada hiç böyle güvey görülmüş müdür acaba? Böyle inatçı, böyle sert azimli... Gür kaşlarının altında gözleri böyle alev alev parlayan... Hava açık mıydı, kapalı mı, bilmiyorum. Araba yolundan aşağı yürürken ne yere bakıyordum, ne göğe. Bütün canım gözlerime toplanmıştı sanki, gözlerim de efendimdeydi. Onun gözlerinde böyle müthiş şimşekler çaktıran şeyi görmek istiyordum. Göğüsleyip karşı geldiği gizli düşünceleri okumak istiyordum. Kilise avlusunun kapısında durdu. Soluk soluğa kalmış olduğunu gördüm.

"Sevda beni zalim mi yapıyor?" diye sordu. "Duralım bir an. Yaslan bana, Jane."

Şimdi bile, o anda karşımızda sessiz yükselen o kurşun renkli Tanrı evini, çan kulesinin çevresinde dönüp dolanan tek bir kargayı, geride uzanan pespembe sabah göklerini görür gibiyim. O yeşil mezar tümsekleri gene gözümün önünde belirir gibi oluyor. Bu tümseklerin arasında gezinerek yosunlu mezar taşlarını okuyan iki yabancı erkeği de unutmuş değilim. Onları hemen ayrımsamıştım; çünkü bizim gelişimizi görünce kilisenin arkasına doğru yürümüşlerdi. Yan kapıdan içeri girip töreni izlemek istediklerinden hiç kuşkum yoktu. Mr. Rochester onları görmedi; çünkü onun gözleri benim heyecandan, yorgunluktan bembeyaz kesilmiş yüzümdeydi. Alnımın ter içinde kaldığını, dudaklarımla yanaklarımın buz kestiğini duyumsuyordum. Çok geçmeden kendimi topladım, efendim de beni, bu kez yavaş yürüterek, kilisenin sundurmasına çıkardı.

O sessiz, alçakgönüllü tapınağa girdik. Basit sunakta papaz, cüppesini giymiş, beklemekteydi. Kâtibi de yanına almıştı. Her şey hareketsiz... Ancak uzak bir köşede kımıldayan iki gölge vardı. İyi tahmin etmişim: Avludaki yabancılar bizim önümüzden içeri girmişler, Rochester'ların, kilisenin yan duvarındaki eski aile kabirlerinin önünde duruyorlardı. Arkaları bize dönük olarak, parmaklıkların arasından mermer gömüte bakıyorlardı. Burada diz çökmüş bir melek heykeli, içsavaşlar sırasında savaş alanında öldürülen Damer De Rochester'la karısı Elizabeth'in naaşlarına bekçilik etmekteydi.

Sunak parmaklığının önündeki yerlerimizi aldık. Bu sırada arkada hafif bir ayak sesi duyarak dönüp baktım: O iki yabancıdan biri (kibar, beyefendi kılıklı biriydi), bize doğru yaklaşıyordu. Tören başladı. Papaz, evliliğin amaçlarını anlatan vaazını verdi, sonra bir adım öne gelip hafifçe efendime doğru eğilerek sözünü sürdürdü:

"O müthiş Kıyamet gününde size sorulan bütün sorulara karşılık vereceksiniz, bütün ruhların gizleri ortaya dökülecek. O gündeymişiz gibi ikinize de buyuruyorum: Karı koca olarak bir araya gelmenize bir engel varsa, bunu da biliyorsanız, şimdi açıkça söyleyin; çünkü şunu iyi bilin ki Tanrı sözüne aykırı olarak birleşenlerin birliğini Tanrı tanımaz, evlenmeleri yasal da sayılmaz."

Papaz buraya gelince, âdet olduğu üzere, duraladı. Bu sorunun ardından çöken bir anlık sessizliğin o soruya verilen bir karşılıkla dağıtıldığı ne zaman görülmüştür? Belki yüz yılda bir kez bile olmaz bu. Nitekim, papaz da gözlerini dua kitabından ayırmamıştı bile; yalnız, bir an için soluğunu tutmuştu. İşte tam törene devam etmek üzereydi... Elini Mr. Rochester'a doğru uzatmış, "Bu kadını eşin olarak kabul ediyor musun?" diye sormak üzere tam ağzını açmıştı ki yanı başımızdan tok bir ses yükseldi:

"Bu nikâh kıyılamaz! Bir engel bulunduğunu ihbar ediyorum."

Papaz başını kaldırdı, konuşmuş olan adama baktı. Sesini çıkarmadı. Kâtip de öyle. Efendim, ayağının altındaki yer oynamışçasına hafifçe bir kımıldadı, yere daha sağlam bastı, ne başını, ne de gözlerini çevirmeden, papaza, "Devam edin," dedi.

Derin, alçak bir sesle söylenen bu sözün üzerine kiliseye bir sessizlik çöktü. Neden sonra Papaz Wood, "Ortaya atılan bu iddia konusunda bir soruşturma yapmadan, doğru ya da yanlış olduğuna ilişkin belge elde etmeden törene devam edemem," dedi.

Arkamızdan yükselen ses, "Törene devam edilmeyecek!" diye araya karıştı. "İddiamı kanıtlayabilecek durumdayım. Bu nikâhın kıyılmasını önleyen aşılmaz bir engel vardır."

Efendim duyuyor, duymazlıktan geliyordu. İnatla, dimdik durmaktaydı. Yaptığı tek hareket benim elimi avucunun içine almak oldu. Eli ne kadar sıcaktı, nasıl da sımsıkı tutuyordu elimi! O solgun, sert, geniş, çıkık alnı şu anda nasıl da damarlı mermere benziyordu! Gözlerinin hem tetikte, hem vahşi, öyle bir parlayışı vardı ki!

Papaz Wood ne yapacağını bilemez durumlara düşmüştü. "Bu engelin aslı nedir?" diye sordu. "Belki ortadan kalkabilir ya da açıklanması yapılabilir."

Ses, "Pek değil," diye karşılık verdi. "Engelin aşılmaz olduğunu söyledim. Bilerek konuşuyorum." Konuşan adam ilerledi, parmaklığa yaslanarak sözünü sürdürdü. Her sözcüğü açıkça, tane tane, sakinlikle, kararla, bağırmadan söylüyordu: "Engel, bundan önce kıyılmış bir nikâhın yürürlükte olmasından ibarettir. Mr. Rochester'ın halen sağ olan bir eşi var."

Alçak sesle söylenen bu sözler benim sinirlerimi, hiçbir gök gürültüsünün ürpertemeyeceği kadar ürpertmişti. Bu sözlerdeki sinsi şiddet en keskin ayazdan, en alevli ateşten daha çok işlemişti kanıma. Ne var ki sakindim. Bayılmaktan falan korktuğum yoktu. Efendime doğru baktım, onu bana bakmaya zorladım. Bütün yüzü renksiz bir kayaydı; gözleri hem taş, hem kıvılcım. Konuşmadı, gülümsemedi. Bakışlarında benim insan olduğumu bile tanımaz gibi bir ifade vardı. Kolunu belime doladı, beni, kıskıvrak, kendine doğru çekti. Sonra yabancıya döndü:

"Siz kimsiniz?"

"Adım Briggs. Avukatım. Londra'dan geliyorum."

"Demek benim omzuma bir eş yüklemek niyetindesiniz."

"Size eşinizin varlığını anımsatmak niyetindeyim, beyefendi. Onu siz tanımıyorsanız bile yasa tanıyor."

"Lütfen bana onun kimliğini söyleyiniz... Adını, ana babasını, oturduğu yeri falan."

"Elbette" diyerek Mr. Briggs cebinden bir kâğıt çıkardı, genizden gelen, resmî bir sesle okumaya başladı:

Ben, Richard Mason, iddia ve ispat ederim ki, bundan on beş yıl önce 20 Ekim günü, İngiltere'de Thornfield ve Ferdean malikâne ve çiftliklerinin sahibi olan Edward Fairfax Rochester, Jamaika'nın Spanish Town kentindeki ... Kilisesi'nde, tüccar Jones Mason'la karısı İspanyol asıllı Antoinetta'nın kızları, benim kız kardeşim olan Bertha Antoinetta Mason'la evlenmiştir. Bu nikâhın kaydı adı geçen kilisede, bu kaydın bir kopyası da benim elimde bulunmaktadır.

İmza: Richard Mason

"Bu geçerli bir belgeyse benim on beş yıl önce evlenmiş olduğumu kanıtlayabilir ama karım olduğu söylenen kadının şimdi yaşadığını ispatlamaz."

Avukat, "Üç ay önce yaşıyordu," dedi.

"Nereden biliyorsunuz?"

"Öyle bir tanığım var ki söylediklerini siz bile yadsıyamayacaksınız beyefendi."

"Çıkar onu ortaya... Yoksa, cehennemin dibine kadar yolun var!"

"Herhangi bir yere gitmeden önce tanığımı ortaya çıkaracağım, efendim; çünkü kendisi buracıkta. Mr. Mason, buraya gelir misiniz lütfen?"

Bu adı duyunca Mr. Rochester'ın dişleri kısıldı; gövdesinden bir ürperti geçti. Yanı başında olduğum için onun öfkeyle, kahırla kasıldığını hissettim. Şimdiye kadar gerilerde oyalanmış olan ikinci yabancı adam da bu sırada yanımıza geldi. Avukatın arkasında soluk bir yüz belirdi. Evet, Mason'du bu, ta kendisi. Mr. Rochester döndü, ona yiyecek gibi baktı. Gözlerinin kara olduğunu söyler dururum; ama şimdi derinliklerinde kestanemsi, hatta kıpkızıl bir parıltı yalazlanmış gibiydi. Yüzünü de kan basmıştı; esmer yanaklarıyla alnı, içini ateş basmışçasına kızardı. Birden, kolunu kaldırdı. İstese Mason'ı vurup yere çalar, tek bir demir yumruğuyla soluğunu keserdi. Mason gerileyip büzülerek, "Ulu Tanrım!" diye inledi. Bunun üzerine, buz gibi bir tiksinti efendimin kızgınlığını sildi. Öfkesi sönüverdi. Mason'a dönerek!

"Senin ne diyeceğin varmış bakalım?" diye sordu. Mason'ın bembeyaz kesilmiş dudaklarından anlaşılmaz sözler döküldü.

Rochester, "Tanrı belanı versin be!" diye haykırdı. "Adam gibi konuşsana! Söyle bakalım, ne diyeceğin var senin?"

Papaz, "Beyefendiciğim... Çok rica ederim..." diye araya girdi. "Kutsal bir yerde olduğunuzu unutuyorsunuz." Sonra Mason'a dönerek yavaşça sordu: "Beyefendi, Mr. Rochester'ın eşinin sağ olup olmadığına ilişkin bilginiz var mı?"

Avukat, "Yılma, Mason!" diye ona güç vermeye çalıştı. "Çekinme, konuş."

Beriki, daha anlaşılır bir sesle, "Mrs. Rochester halen Thornfield Malikânesi'ndedir," dedi. "Nisan ayında orada gördüm onu. Ben kendisinin ağabeyiyim."

Papaz, "Thornfield Malikânesi mi, olamaz!" diye bağırdı. "Beyefendi, ben yıllardır bu yörede otururum, Thornfield'de bir Mrs. Rochester bulunduğunu hiç bilmiyorum."

Mr. Rochester'ın dudakları acı bir gülüşle büküldü, "Bilmezsin ya! Onun gerçekte kim olduğunu kimse bilmesin, öğrenmesin diye her türlü önlemi aldım ben!" diye söylendi. Sonra, birdenbire verilmiş bir kararla, "Yeter!" dedi. "Hepinize paydos, savulun buradan! Rahip Efendi, kitabını kapa, cüppeni çıkar. Kâtip John Green, sen de gidebilirsin. Bugün nikâh falan olmayacak." Kâtip dışarı çıktı. Mr. Rochester da hırsla, pervasızca konuşmasını sürdürdü: "İki karılı olmak çirkin bir şey. Ben ise iki karılı olmak niyetindeydim. Neylersiniz ki felek benden açıkgöz davrandı... Ya da Tanrı önüme çıktı. Bu ikinci olasılık daha kuvvetli. Şu anda, bir şeytandan farksızım ben. Şuradaki papazımızın söyleyeceği gibi, ahiretin en ağır cezalarına layığım besbelli... Sönmeyen ateşinden doymayan kurtlarına kadar! Beyler, planım suya düşmüş bulunuyor. Şu avukatla müvekkilinin söyledikleri doğrudur: Ben evliyim; evli olduğum kadın da sağ.

Papaz Efendi, şu konakta oturan bir Mrs. Rochester' dan hiç haberiniz olmadığını söylediniz. Yalnız, orada, kilit altında, parmaklıklar ardında tutulan bir zırdeli bulunduğuna ilişkin birtakım söylentiler kulağınıza çarpmıştır. Kimi bu deli kadının, benim gayrımeşru üvey kardeşim, kimisi de eski bir sevgilim olduğunu ileri sürer. İşte ben şu anda açıklıyorum ki bu kadın, benim on beş yıl önce nikâhlandığım karımdır... Kızlık adı Bertha Mason. Şu karşınızda tiril tiril titreyip solup sarararak erkeklik örneği veren, yürekli kişinin kardeşidir. Kendine gel be, Dick... Korkma benden! Seni döveceğime bir kadın döverim daha iyi! Beyler, Bertha Mason akıl hastasıdır, bir deliler soyundan gelmedir... Üç kuşak boyunca, budalalardan manyaklardan başka hiçbir şey yetiştirmemiş olan bir soy. Anası olan İspanyol kadını hem deliydi, hem ayyaş. Kızıyla nikâhlandıktan sonra öğrendim bunu; çünkü daha önceden bana aile sırlarını açan olmadı. Bertha, uslu çocuklar gibi, annesinin babasının yolundan yürüyordu her yönden. Ne şahane bir eş edinmiş olduğumu kestirebilirsiniz... Öyle tertemiz, aklı başında, öyle uysal ki evlere şenlik! Onunla ne derece mutlu olduğumu tahmin edebilirsiniz. Ne saatler yaşadık baş başa! Ne günler geçirdik, bir bilseniz!

Size daha fazla açıklamalarda bulunacak değilim. Briggs, Papaz Efendi, Mason, hepiniz buyurun da bizim eve gidip Mrs. Poole'un gözetimi altında bulunan hastayı görelim... Yani eşimi... Karımı! Bana hileyle nasıl bir yaratık yutturdular, kendi gözünüzle görün. Bu sözden dönmeye, hiç olmazsa insan olan bir varlıkla avuntu aramaya hakkım var mıymış, yok muymuş, kendiniz karar verin." Efendim burada bana bakarak, "Papaz Efendi, sizin gibi bu kız da habersizdi bu iğrenç sırdan," diye ekledi. "Her işi dürüst, yasal biliyordu. Kafese konduğundan haberi bile yoktu. Evlenmeye razı olduğu sefilin de kafeslenmiş bir zavallı olduğunu, canavar ruhlu bir deliye kopmaz zincirlerle bağlı bulunduğunu bilmiyordu. Haydi, gelin hepiniz... Düşün peşime!"

Kolumu hâlâ sımsıkı kavramış olarak dışarı çıktı. Öteki üç erkek de arkadan geldiler. Kapının önünde faytonu bulduk.

Efendim soğukkanlılıkla, "Arabayı geri götür, John!" dedi. "Bugün işimize yaramayacak."

Konağa girdiğimizde Mrs. Fairfax, Adela, Sophie, Leah bizi karşılamak için ilerlediler. Efendimiz, "Herkes dağılsın!" diye bağırdı. "Kutlanacak bir şey yok ortada. On beş yıl geç kaldınız!"

Elimi bırakmadan yürüyüp geçti, merdiveni çıktı. Ötekilere de peşimizden gelmelerini işaret etti. İkinci kata çıkıp o balkonlu koridoru boydan boya yürüdük, üçüncü kata tırmanmaya başladık. O alçak, kara kapı Mr. Rochester'ın anahtarlarıyla açıldı, nakışlı perdelerle bezenmiş olan, o kocaman karyolalı, elbise dolabının kapakları Havari portreleriyle süslü, uğursuz odaya girdik.

Yol gösterenimiz, "Sen bu odayı iyi bilirsin, Mason," diye söylendi. "Kız kardeşin seni işte burada dişleyip bıçakla delik deşik etmişti."

Duvardaki perdeleri kaldırarak gizli kapıyı ortaya çıkardı, bunu da açtı. Penceresiz bir oda. Ocakta, yüksek, sık kalın parmaklıklar ardında bir ateş yanıyordu, tavandan da zincirle bir lamba sallandırılmıştı. Grace Poole ateşin üzerine doğru eğilmiş, galiba bir saplı tavada bir şeyler pişirmekteydi. Odanın öbür ucunda, koyu gölgeler içinde bir karaltı, ha bire bir aşağı, bir yukarı koşup duruyordu. Neydi bu? İnsan mı, hayvan mı? İlk bakışta anlaşılmıyordu; çünkü hayvan gibi dört ayağının üzerinde geziniyor, ne olduğu belirsiz bir canavar gibi homurduyor, hırıldıyordu. Yalnız, sırtında insan giysileri vardı ve başından yeleler gibi bakımsız, yabanıl, gür kara saçlar fışkırmıştı.

Efendim, "Günaydın, Mrs. Poole, nasılsın?" diye sordu. "Arkadaşın nasıl bugün?"

Grace Poole kaynayan tavayı dikkatle ateşten alarak, "Oldukça iyiyiz, efendim, eksik olmayın," dedi. "Biraz huysuzluğumuz var üzerimizde ama azgın değiliz."

Tam o sırada yaratıktan yükselen korkunç bir çığlık bu olumlu raporu sanki yalanladı. O insan elbisesi giymiş sırtlan, art ayakları üzerinde, upuzun dikiliverdi.

Grace Poole, telaşla, "Sizi gördü, Beyefendi!" diye bağırdı. "Gidin bari!"

"Şimdi gidiyorum, Grace. Yalnız, izin ver de birkaç dakika kalayım."

"Ama, tetik durun, Beyefendi. Tanrı aşkına dikkatli davranın!"

Yaratık böğürürcesine haykırdı. O kırlaşmış taraz taraz kara saçlarını yüzünden çekerek yabanıl gözlerle konuklarını süzdü. O mosmor, şişmiş yüzü tanımıştım. Grace Poole yanımıza doğru geldi.

Efendim onu bir yana iterek, "Çekil yoldan!" dedi. "Elinde bıçak falan yoktur ya. Korkma, tetikteyim."

"Onun elinde ne olduğunu kimse bilemez, efendim. Öyle kurnaz ki! Düpedüz insanlar onun aklına akıl erdiremez!"

Mason, "Gidelim bari," diye fısıldadı.

Mr. Briggs, "Cehennemin dibine git!" diye söylendi.

Grace Poole birden, "Aman!" diye bağırdı.

Üç erkek aynı anda gerilediler. Mr. Rochester beni o hızla arkasına doğru attı. Zırdeli, yerinden fırlayarak, ifrit gibi, efendimin boynuna yapıştı, yanağını dişledi. Boğuşmaya başladılar. Bertha iriyarı bir kadındı. Boyu hemen hemen kocası kadar vardı, şişmandı da. Müthiş bir güçle savaşıyordu. Kocasını kaç kez neredeyse boğuyordu; oysa, o da pehlivan gibi yapılı bir erkekti; istese hesaplı bir yumrukla kadını yıkabilirdi. Ona karşı elini kaldırmamakta direniyor ancak boğuşuyordu. Sonunda delinin kollarını yakalayabildi. Grace Poole bir ip uzattı, Mr. Rochester karısının kollarını arkadan bağladı. Sonra onu sandalyeye oturttu, sandalyeye de bağladı. Deli kadın avazı çıktığınca çığlıklar atıyor, kaçıp kurtulmak için atılıp duruyordu.

Efendim işini bitirince seyircilerine döndü, hem hırçın hem kederli bir gülümseyişle bakarak, "İşte benim karım bu," dedi... "Benim eşimden görüp görebileceğim tek arkadaşlık, avuntu işte bu!" Sonra elini benim omzuma koyarak, "Elde etmek istediğim de işte buydu," dedi. "Cehennemin eşiğinde böyle sessiz sedasız durmuş, ifritlerin boğuşmasını serinkanlılıkla seyreden şu gencecik kız! Papaz Efendi, Avukat Bey, şu aradaki farka bakın! Şu duru gözlerle karşıdaki kan çanaklarını birbirleriyle karşılaştırın bir an... Bu yüzle o maskeyi... Şu narin vücutla o koca gövdeyi karşılaştırın! Beni ondan sonra yargılayın, ey Tanrı adamıyla yasa adamı! Unutmayın ki karşınızdakini hangi ölçüye göre yargılarsanız, siz de o ölçüye göre yargılanacaksınız. Şimdi artık savulun. Hazinemi kapatıp kilitlemem gerek."

Hepimiz dışarı çıktık. Efendim Grace Poole'a talimat vermek için arkada kaldı. Merdivenden aşağı inerken avukat bana dönerek, "Sizin bu işte hiçbir suçunuz yok, hanımefendi," dedi. "Amcanız bunu duyunca sevinecek. Yalnız, Mr. Mason'ın Madeira'ya dönünce amcanızı sağ bulup bulamayacağı bilinmez."

"Amcam mı? Siz onu tanıyor musunuz?"

"Mr. Mason tanıyor. Amcanız Mr. Eyre yıllardır onların firmasının Founchal'daki temsilcisiymiş. Amcanız sizin Mr. Rochester'la evlenmek üzere olduğunuzu haber veren mektubunuzu aldığı sırada Mr. Mason bir rastlantıyla onun yanındaymış; İngiltere'den Jamaika'ya dönmeden önce, dinlenip sağlığını kazanmak için Madeira'ya uğramış da. Mr. Eyre aldığı haberi ona da açmış; çünkü Mr. Mason'ın İngiltere'de Mr. Rochester diye bir tanıdığı olduğunu biliyormuş. Mr. Mason'ın şaşmış, üzülmüş olduğunu kestirebilirsiniz. Amcanıza durumun iç yüzünü anlatmış. Üzülerek söylüyorum, amcanız hasta yatağındadır. Hastalığının ne olduğu (kendisi veremdir) ve aşaması göz önüne alınırsa bu hasta yatağından bir daha sağ kalkacağı pek mümkün değildir. Sizi düştüğünüz tuzaktan kurtarmak için hemen buraya koşması elinde değilmiş ama Mr. Mason'a hiç zaman geçirmeden bu yalancı nikâhı önlemesi için yalvarmış; benden yardım dilemesini salık vermiş. Ben de elimden geldiğince acele ettim. Şükür ki zamanında yetiştik. Buna siz de şükrediyorsunuzdur. Amcanızın siz ulaşana kadar öleceğinden emin bulunmasam size, Mr. Mason'la birlikte Madeira'ya dönmenizi öğüt verirdim, ama şu sırada Mr. Eyre'in sağlık durumuna ilişkin kesin bir haber alıncaya kadar İngiltere'de kalsanız bence daha uygun olur. Burada yapılacak başka bir işimiz var mı, Mason?"

Mason kaygılı bir tutumla, "Yok, yok gidelim artık," dedi, Mr. Rochester'la vedalaşmak için beklemeden dışarı çıktılar.

Papaz geride kaldı... Cemaatinin şu küstah üyesiyle, azarlama ya da öğüt verme gibi bir şeyler konuşmak için olsa gerek. Bu görevini yerine getirdikten sonra o da gitti. Onun gidişini odamın yarı açık duran kapısından duydum.

Evde yabancı kalmamıştı. Odama çekildim, kapıyı içeriden sürgüledim... Ağlamak ya da yas tutmak için değil. Henüz çok sakindim. Makine gibi hareketlerle gelinliğimi çıkardım, bir gün önce sırtımda olan, "Artık bu son giyişim," diye düşündüğüm kumaş elbisemi giydim. Sonra oturdum. Yorgun, bitkin hissediyordum kendimi. Kollarımı masaya yasladım; başım da kollarımın üstüne düştü. Düşünmeye başladım. Şimdiye kadar yalnız işitmiş, görmüş, yürümüş, nereye çekerlerse oraya gitmiştim. Olayların olayları, açıklamaların açıklamaları kovalayışına seyirci kalmıştım... Şimdi ise düşünüyordum.

Aslında, sakin geçmişti sabah... Deli kadının o kısa süren boğuşması dışında. Örneğin, kilisedeki olay hiç de gürültülü sayılmazdı; ne bir öfke patlaması, ne yüksek sesle sövüşmeler, ne tartışma, ne meydan okuyuş, ne gözyaşı ne de ağlayıp sızlamalar... Alçak sesle birkaç söz söylenmiş, bir nikâhın kıyılmasına engel olunmuştu. Efendim birkaç sert kısa soru sormuş, bunlara karşılıklar verilerek açıklamalarda bulunulmuş, belgeler gösterilmişti. Efendim gerçeği açıkça itiraf etmiş, canlı belge görülmüş, sonra yabancılar çekilip gitmişlerdi.

Ben de işte gene, her zamanki gibi, kendi odamdaydım. Her zamanki bendim gene. Gözle görülür bir değişiklik olmamıştı. Bana ne bir vuran, ne bir dövüp yaralayan vardı.

Peki, ama öyleyse nereye gitmişti o dünkü Jane? Neredeydi şimdi onun yaşamı... Onun umutları? Dün gelin olmanın eşiğinde, yaşam, umut dolu bir genç kadınken işte şimdi gene yapayalnız, kupkuru bir genç kızdı. Bugünü renksiz ve silik, yarını ıpıssız. Yaz ortasında kara kış bastırmıştı; haziran göklerinden lapa lapa kar dökülmüştü; olgun elmalar buz tutmuş, açmış gülleri kırağı vurmuştu. Yemyeşil tarlaların üzerinde buzdan bir kefen vardı. Dün gece çiçeklerle renk renk olan kır yolları bugün üzerinden ayak yürümemiş karlarla kaplıydı; dün tropik bahçeleri gibi yemyeşil, mis kokulu dalgalanan korular şimdi Norveç'in kar altındaki ormanları gibi ıssız, yaban uzanıyordu. Bütün umutlarım sönmüştü... Gözle görülmez bir lanete uğramışçasına.

Daha dün can dolu, pırıl pırıl olan muratlarıma baktım: Bir daha asla can bulmayacak ölüler gibi çırçıplak, buz kesmiş, morarmış durumdaydılar. Sevdama baktım: Efendime ait olan, efendimin yaratmış olduğu o duygu yüreğimin içinde ürperip duruyordu... Soğuk bir beşiğin içindeki hasta bir çocuk gibi perişandı. Mr. Rochester'ın kucağına sığınamazdı artık; onun bağrında barınamazdı: Tanrım! Artık sevdiği adama bir daha hiç dönemezdi; çünkü güvenini kaybetmiş, ona olan inancı çökmüştü. Efendim benim için artık eskiden neyse o değildi; çünkü tanıdığım gibi çıkmamıştı. Onun günahkâr olduğunu söyleyemezdim; beni aldattığını ileri süremezdim; yalnız, ne de olsa tam doğruluğuna da inanamazdım onun. Uzaklaşmam gerekti ondan. Bunu iyice anlıyordum. Ne zaman, nasıl, nereye? Bilemiyordum daha. Gene de kesinlikle biliyordum ki, o kendisi benim bir an önce Thornfield'den uzaklaşmamı isteyecekti. Beni gerçekten sevmiş olamazdı. Geçici bir tutkunluktan ibaretmiş demek onun duyguları. O da geri teptiğine göre, bundan böyle beni istemeyeceği ortadaydı. Şimdi bile onun karşısına çıkmaktan çekinmeliydim artık. Beni görmek istemezdi elbet. Ah, ne körmüşüm! Ne zayıf davranmışım!

Gözlerim yumuluydu. Çevremde buram buram bir karanlık döner, savrulur gibiydi; düşüncelerim kapkara, karmakarışık, bulanık. Perişan, iradesiz, kendimi kuru bir ırmak yatağına bırakıverip uzanmıştım sanki. Uzak dağlardan bir sel boşandığını, azgın suların yaklaştığını duyabiliyordum Yalnız, ne ayağa kalkacak iradem vardı, ne de kaçacak kadar gücüm. Baygın uzanmış, ölümü özlüyordum. İçimde bir nabız gibi atan, canlıya benzer tek bir düşünce vardı: Tanrı düşüncesi. Bu düşünce sessiz bir dua doğurdu içimde. Bu dua ışıksız ruhumda döndü, dolaştı, ama kendisi söze dönüştürecek bir güce rastlayamadı: "Tanrım, benden uzak durma; çünkü bela çok yakınımda, elimden tutacak kimsem de yok."

Bela yakındaydı, gerçek! Daha önceden onu benden uzak tutması için yalvarmamış olduğumdan olsa gerek, şimdi birden üstüme saldırdı. Dağlardan kopan sel tüm azgınlığıyla, bütün o abus suratlı ağırlığıyla üzerime abandı. Hayatımın yıkılmış, sevgimin yitirilmiş, umudumun sönmüş, güvenimin kırılmış olduğunu bütün acılığıyla, bütün gerçekliğiyle birden kavradım. Bu korkunç dakika anlatılamaz! Gerçekten de: "Sular ruhuma yürüdü, çamurlara gömüldüm. Ayakta duramıyorum; derin sulara varmışım... Seller her yanımı kapladı..."

Продовжити читання

Вам також сподобається

18.8K 625 30
Madam Bovary, 19. yüzyıl Fransız kadınının kıstırılmış hayatını ve iç dünyasını oldukça şeffaf bir şekilde ele alırken, dönemin kadın erkek ilişkiler...
1.5K 1K 37
Bu bir yarışma değil, olamaz... Yarışmalarda eğlenirsin. Bu bir ödül değil, olamaz... Kazanacağın şey canın! O zaten sana ait değil mi? Bedeli bu değ...
58.5K 1.8K 7
Satranç, Zweig'ın psikolojik birikimini bütünüyle devreye soktuğu bir öyküdür ve bu öykünün baş kişileri, tamamen yazarın biyografilerinde ele aldığı...
774 60 76
Stendhal'in yaşanmış bir ya da iki olayı birleştirerek kaleme aldığı bu romanın baş kahramanı Julien Sorel'in yazar ile birçok yönden örtüştüğü söyle...