İntihar Süsü.

By Undominel

5.2K 283 109

Tanrı diyor ki aranızda dolaşan katiller var... Sizlere ip ucu verdim, işte onlar! Gözlerinden akan zehri sak... More

1.Bölüm ☀ Eskici Bar.
2.Bölüm ☀ Dedektif.
3.Bölüm ☀ Delil.
4.Bölüm ☀ Yüzük.
5.Bölüm ☀ İpucu.
6.Bölüm ☀ Ayaz Ateş.
7.Bölüm ☀ 1996.
8.Bölüm ☀ Kanıt.
10.Bölüm ☀ M Harfi.
11.Bölüm ☀ Bul beni.
12.Bölüm ☀ Oyun.
13.Bölüm ☀ Kuzey.
14.Bölüm ☀ İstihbarat.
15.Bölüm ☀ Rusya.
16.Bölüm ☀ Balo gecesi.
17.Bölüm ☀ Köstebek.
18.Bölüm ☀ İhanet.
19.Bölüm ☀ Suikast.
20.Bölüm ☀ Final.

9.Bölüm ☀ Kadir Cerrah.

172 17 5
By Undominel


Adım, öfkeyle mühürlenmiş dudaklar arasından rüzgâra karışan bir uğultu gibi yavaşça dökülürken, gözlerim mezar taşının hemen uzağında bulunan ağacı buldu. Uzun gecenin karanlığından dolayı koyu renkte duran ağacın, anlatabileceği çok şey vardı. Sanki arkamda duran kişiyi biliyor ve az sonra yaşanacak cinayete sessiz kalmak için kendini gizler gibiydi.

Ölümü bu kadar kolay kabullenen birisi değildim.

Belimdeki silahı yavaşça kavrarken, ''İlginç.'' diyen bir ses geldi arkamdan. Ses tonu, ölümün ezgisine baş kaldıracak cinstendi. Bu güzel dolunayın olduğu gece, ölüm tangosuna davet edilmiş gibi hissediyordum kendimi. Bu ses, başımı döndürüyordu.

''Bir dedektife göre fazla cesursun.''

Gözlerimi kapattım. Bu kişinin kim olduğunu bilmek çok da zor değildi.

''Bir ölüye göre fazla canlısın.'' dediğim esnada kast ettiğim şey Kadir Cerrah'ın ölüm hikayesiydi.

Gerçekleri artık biliyordum. Kuzey, Kadir Cerrah'ın ta kendisiydi.

''Tanrı'dan korkmuyorsun dedektif.'' derken sesinde bir his aradım fakat yoktu. ''Ölüm meleği kılığında karşına çıkmamış olmam, seni öldürmeyeceğim anlamına gelmiyor.''

Yutkundum.

''Ben-''

''Vazgeç.'' dedi ve ölümün sessizliğine tok bir ses bıraktı. ''Benim peşimden gelmekten vazgeç.'' Silahın namlusunun gittikçe bana yakınlaştığını hissediyordum. Toprak zeminde atılan bir ses, kalbimi yerinden çıkartmıştı. Kendimi dondurulmuş bir balmumu heykeli gibi hissediyordum. Katil arkamdaydı ve ben hiçbir şey yapamıyordum.

''Ölümü bu kadar erken davet etme. Daha yapacağın şeyler olduğunu düşünüyorum. Neden intihara meyilli bir aptal gibi davranıyorsun?''

''Peki ya sen?'' derken tüm cesaretimi sesime yüklemiştim. ''Neden alçak bir adam gibi yeşil gözlüleri ve masumları öldürüyorsun?''

Ortamda oluşan tek şey sessizlikti. İki ruhu ayıran o büyük boşlukta yankılanan sessizlik, yerin yedi kat altında yanan insanların çıkarttığı çığlıklarla örselenmekteydi.

''Babanın izinden gidiyorum diyelim.'' Namlu, şimdi tam arkamdaydı. ''Masumlar koleksiyonu yapmak yerine, bir yeşil göz koleksiyonunu tercih ediyorum. Ah inan bana, yaşattığı zevki doruklarına çıktığım bir sevişme esnasında bile alamıyorum.''

Güldü. O kadar soğuk bir gülüştü ki... İnsanın tenini bıçak gibi ürpertecek ve görünmez bir kanın aktığına şahitlik edecek kadar gerçekçiydi.

''Kelime oyunu yapıyorsun. Seni şu anda burada öldürebilirim, Kuzey. Burası sana tanıdık geldi mi? Tam da mezarının başındayım. Senin, insanları öldüğüne inandırdığın o mezarının başında. Bak şuraya, bomboş... Aynı senin gibi! Çocukken öldüğünü iddia ediyorsun fakat şimdi tam arkamdasın.''

Başım ile beraber, tüm bedenimi bir hışımla çevirip arkaya döndüğümde, namlu tam gözlerimin hizasındaydı. Onu gördüm, güzel kirpikleri, dolunayın cılız ışığı altında parlayan güzel kahverengi gözleri ve kemerli bir burnu vardı. Yüzünün her hattı belli olmasa da kalın güzel dudakları, suratını kaplayan kirli sakalı ve öfkeli bir surat ifadesi vardı.

Tek kaşını havaya kaldırdı. Suratında kaşından başka tek bir mimik dahi hareket etmiyordu.

''Beni kimse öldüremez.'' silahını yavaşça aşağıya indiriyordu. ''Ben istemediğim sürece, beni kimse göremez. Ben istemediğim sürece, kimse benim adımı duyamaz.'' Silahın ucunu şah damarıma doğru yasladığında, tüm vücudumun gerildiğini hissettim.

''Ve ben istemediğim sürece, kimse ölemez.'' Üst dudağı alayla kıvrıldığında, gözlerinde biriken kana baktım. Uykusuz ve yorgundu, yüzünün her hattından bu belli oluyordu. İstemsizce ona dokunmak istedim, parmaklarımın yüzünde dolaşmasını ve sonra parmaklarımın yavaşça aşağılara inip, boynuna bir ahtapot gibi sarılmasını. Ardından onu nefessiz bırakarak öldürmeyi fakat buna cesaretim yoktu. 

"Sen kimsin ki böyle bir söylemde bulunabiliyorsun?"

''Unuttun mu? Ben Tanrı'yım.''

Gözlerimi devirdim ve bir adım ona doğru ilerledim. Namlu, şah damarıma baskı uyguluyordu.

 ''Kuzey-''

''Ayça, çok yanlış bir denizde kulaç atıyorsun. Attığın her hamleden haberim olduğunu asla kestiremiyorsun... Ve her şeye rağmen, bu gece burada benimle konuştuğunu kimseye kanıtlayamayacağını bilmiyorsun.''

Silahın ucuyla şah damarımı tehditkâr bir edayla okşamaya devam ettiği sırada nefesini sıkıntıyla dışarıya bıraktı. Yıllardır aradığım katille burun burunaydım. Gözleri gözlerimdeydi ve nefesi, şimdi tüm uzuvlarımdaydı. Onun varlığını iliklerime kadar hissediyordum. Sanki gökyüzü açıktı fakat şimşeği çaktıran kişi o adamdı.

''Kendini Tanrı olarak ilan etmen umurumda bile değil. Senden korktuğumu mu sanıyorsun?''

Gözlerim, meydan okurcasına gözlerini bulmuştu. ''Beni şu anda burada öldürsen, bundan korkacağımı mı zannediyorsun?'' Güldüm. ''Seni annenin yanına göndermek için her ne kadar sabırsızlansam da sanırım bu şu anlık-'' dediğim esnada bir tık sesi duymuştum. Akabinde gözlerim ardına kadar açılmıştı. Gözlerime dahi yayılan acının sebebini bilmiyordum.

Ayak uçlarımdan başlayıp, tüm vücudumu saran ateşin sebebini de...

Gözlerim bulanıklaşmaya başladığı sırada tüm vücudumu alan titremenin sebebi, muhtemelen şah damarımdan içeriye giren bir iğnenin ucundan akan sıvı sebepti. Kuzey'in elindeki gerçek bir silah değil, bir iğne silahıydı. İğnenin içindeki sıvı tüm damarlarıma yayılırken, hissediyordum.

Mezarlığın ürkütücü sessizliğini... Tenimi bir bıçak gibi kesen o soğuğu ve Kuzey'in suratında yer edinen gizemli gülümsemesini. Yıllar sonra onunla burada karşılaşmak, beklediğim bir hamle değildi. Şah damarımdan içeriye enjekte ettiği bu sıvıda...

Gözlerim ve tüm bedenim hakimiyetini kaybederken, havaya kalkmış olan elim yavaşça aşağıya doğru düştü. Parmaklarımın değdiği son nokta, Kuzey'in havadan bile daha soğuk olan elleriydi. Parmaklarım ellerine değdi ve bedenim hakimiyetini kaybedip, sağa doğru düştü.

Başımı sert bir zemine vurduğumu hissediyordum.

Sesimi ve nefesimi kesen katilin ayak sesleri şimdi zihnimin içindeydi.


''Hanımefendi?''

Bir el yüzüme dokunduğu sırada suratıma dokunan eli, ani bir refleksle sıkıca kavramış ve gözlerimi ardına kadar açmıştım.

Uyuduğumuz an, en savunmasız olduğumuz andı.

''Sakin olun, amacım size zarar vermek değildi. Sizi korkutmak istememiştim.'' Adam bir iki adım gerilemiş, ellerini havaya kaldırmıştı. ''Ben size yardım etmek istemiştim.''

Adam, uzun boylu ve oldukça zayıftı. Mavi gözleri üzerimde bir atmaca gibi dolaşırken, elini bana doğru uzattı. ''Kalkmanız için yardım edeyim mi?''

''Gerek yok.'' yattığım yerden yavaşça ayağa kalktım. Bulunduğum yer mezarlıktı. Gözlerimle etrafı kolaçan ederken, ''Üstünüz kirlenmiş.'' diyen bir ses, solumdan ısrarla gelmeye devam ediyordu.

Dün geceyi hatırlamam ile beraber, beynim bir uyarı vermişti. Öyle ki boynumda bir sızı hissettim. Elimi boynuma yaslarken, bana yardım etmek için yanıp tutuşan adama göz gezdirdim. Kumral kısacık saçları ve siyah kemik gözlükleri vardı. Üzerindeki hâkî yeşili paltosunun önünü sıkı sıkıya kapatmış, boynunu açıkta bırakmıştı.

''Hava soğuk.'' derken gülümsedi. ''Sanırım bir yakınınızı kaybettiniz ve acısı sizi buralara sürükledi.'' elleri cebindeydi. ''Biliyorum, acınızı anlayabiliyorum. Benim de çok sevdiğim babam burada yatıyor.'' derken elini bana doğru uzattı.

''Bu arada İnanç ben, ya siz?''

Bana doğru uzattığı eline birkaç saniye baktım ve ardından gözlerimi mezarlığın çıkışına çevirdim. Onu kaybetmiştim... Kuzey'i resmen kaybetmiştim! Ona bu kadar yakınken, tuzağına düştüğüm için kendimi affetmeyecektim.

''Tanışma merasimleriyle ilgilenmiyorum.'' yere düşen silahımı almak için tam yere doğru eğiliyordum ki Kadir Cerrah'ın; dün açtırdığım mezarının bugün toprakla örtülü olduğunu fark ettim. Dün açık olan mezarın üzeri, toprakla kaplıydı ve sanki senelerdir hiç bozulmamıştı.

Silahı toprak zeminden alıp doğrulduğumda, yaşadığım şaşkınlık inanılmazdı. ''Bir şey soracağım.'' deyip, işaret parmağımla Kadir Cerrah'ın mezarını işaret ettim. ''Siz geldiğinizde, bu mezar açık mıydı?''

Adam, suratıma sen ciddi misin? bakışı atmıştı. Feri sönmüş gözlerini kısarak, bir süre mezarlığa baktı ve ardından, ''Hayır.'' dedi. ''Açık değildi fakat siz, düşmüş olabilir misiniz? Başınıza darbe almışa benziyorsunuz. Ben bir doktorum, lütfen beni yanlış anlamayın. Size bakmama izin verir misiniz?'' 

Üzerime doğru eğilmişti. Bir eliyle başımın sol tarafını yoklarken, gözlerim şah damarında asılı duran dövmeye takıldı.

''M'' harfi...

Aklıma, Fırtına Aras gelmişti. Onun da şah damarında yer edinen bu dövmenin aynısı, İnanç'ta da vardı. Bir hışımla onu geriye doğru itmiş ve yere düşmesini sağlamıştım. Benden aldığı bu darbeyi beklemediği o kadar açıktı ki... Gafil avlanıp, yere düşmüştü.

''N-ne yapıyorsunuz!'' diye bağırdığı an, topuklu ayakkabılarımın sivri kısmını kasıklarına bastırmış ve ona doğru eğilmiştim. Silah şimdi gözlerinin hizasındaydı.

''Kim olduğunu söyle, derhâl!''

Adamın suratı acıyla ekşimişti. Acı çektiği o kadar çok belli oluyordu ki...

''B-ben İnanç. İnanç Akıl. Nöroloji doktoruyum. Yemin ederim.''

''Kes şunu.'' silahı ateşlemek için arkasındaki aparatı indirmiştim. ''Kim olduğunu söyle, yoksa seni gebertirim.''

''Ben-ben gerçekten, yalan söylemiyorum.''

''M harfi de neyin nesi? Bana bu dövmeni açıkla!''

''Kızımın-'' derken nefesi gittikçe kayboluyordu. Muhtemelen ikinci nefes aldığı yerlere uyguladığım baskıdan ötürü, ölüme birkaç adım yaklaşmıştı. ''Kızımın baş harfi-'' derken eliyle toprak zemine vurdu. ''İsmi, Me-Melisa.''

O esnada mideme saplanan bir kramp, baş dönmemi de beraberinde getirmişti. Durduğum yerden bir iki adım gerileyip, yere doğru kusarken midemde olmayan bir şeyleri çıkartıyormuş gibi hissediyordum. Birkaç saniye daha bulunduğum yerde öğürürken, başımı arkaya çevirmemle, İnanç'ın kaybolduğunu görmem bir olmuştu.


Elimi yeşil ekrana yasladım.

''Tarama, doğrulandı.''

Gözlerimi, yeşil ışıkların bulunduğu yere tutarken: ''Ayça Soylukan.'' diye bir ses yayıldı. ''Göz taraması onaylandı.''

Çelik kapı aniden açıldığında, açılan bölmeden yavaşça içeriye girdim. Üzerim baştan aşağıya toprak kokuyordu. Gözlerimde yayılan bulanıklık hâlâ geçmemiş, dışarıdan nasıl göründüğümü bilmiyordum. En acısı ise dün gece Kuzey'i gördüğümü, onlara söyleyemiyordum...

Merdivenlerin bulunduğu yere ilerlerken, Merve omzuma çarpmıştı. 

''Pardon.'' derken sesi oldukça sakindi. ''Evet, evet Çınar.'' Beni görmezden gelmiş, kulağında bulunan kırmızı renkli kulaklığına elini yaslamış, elindeki dosyalara bakıp bir şeyler söylüyordu. Hemen ileri ki bölmede gözüken Mahir, elini havaya kaldırıp gülümsedi. Suratımdaki tek bir mimiği dahi oynatacak halim yoktu.

Merdivenlerden hızlıca aşağıya indiğimde, karşıma çıkan kişi Çınar'dı. Bir acelesi olduğunu, daha sonra yanıma uğrayıp bu halimin sebebini soracağını söylerken, hızlıca yanımdan ayrılmıştı.

Bedenimi taşıyan ilahi güçlerin olduğunu düşünüyordum. Aksi hâlde bu durumda ayakta kalmak neredeyse imkansızdı. Bir kat daha aşağıya indiğimde, Faruk şimdi tam karşımdaydı. Elinde tuttuğu bıçağı yavaşça çeviriyor ve kendisine göre oldukça çekici hareketler sergiliyordu.

''Neredeydin sen?'' dediğinde bile, gözleri halen daha bıçağındaydı.

''Buradayım.''

''Telefonuna neden bakmadın?''

''Gerek duymadım.'' Faruk kolumdan tutmuş beni geriye doğru çekmişti.

''Böyle bir lüksün olmadığını biliyorsun değil mi?''

''Evet,'' derken başımla söylediklerini onayladım. ''Senin de beni esir almak ve bana hesap sormak tarzında bir lüksün olmadığı gibi.''

Kolumu, elinin hapsinden çektiğimde Faruk suratını ekşitmişti. ''İyiliğini neden düşünüyorum ki sanki. Ne bok yersen ye, umurumda değil.''

''Kes sesini.''

''Ayça?''

Semih Zorbey'in sesi kulaklarıma çalınmıştı. Bulunduğum yerden birkaç adım ilerlediğimde, karanlık koridorun en sonundan yükselen sesin sahibini yeni yeni görüyordum. Üzerindeki gri renkli gömleğinin manşet kısımlarını yukarıya doğru kıvırmış, yorgun mavi gözleriyle beni izliyordu.

''Sana da Merhaba.''

''Merhaba, Dedektif Zorbey.''

''Nereden geliyorsunuz böyle Dedektif Soylukan?'' Gözlerindeki ifadeye baktığımda, dedektiflik unvanının hakkını verdiğini düşünüyordum. Bu adam yalnızca gözleriyle bile; beni tepemde beyaz ışığın sallandığı küçük bir odada sorguya çeker gibiydi. 

''Evden geliyordum. Kedim ile alakalı birkaç sorun vardı, onu veterinere götürdüm.''

''Bir ev ortamı için fazlaca kirli görünüyorsun.''

''Her seferinde kalçalarımı dikizlemeyi bırakıp, suratıma odaklanırsanız... Detaylar fazlaca göze batmayacaktır.'' Omzumun gerisine bakıp gülümsedim. ''Dedektif Zorbey.''

Suratındaki ifade inanılmazdı. Kesinlikle kayda değer bu ifadeyi, an be an kaydetmek istesem de yeterli vaktim olmadığını biliyordum. İçimden beni rahat bırakması için Tanrı'ya dua ediyordum fakat Tanrı beni duymuyordu.

''Görüşme odasına git.'' dedi yavaşça. ''General Çevik, seninle konuşmak için bekliyor.''

General Çevik'in ismini duyduğumda, bedenim yaydan çıkan bir ok gibi yerinden fırlamıştı. Kendimi, bedenime adrenalin iğnesi enjekte edilmiş gibi hissediyordum. General Çevik benimle ne zaman görüşmek istese, mutlaka bir problem vuku bulmuş oluyordu.

''Tabii.'' derken, sesimi yeni yeni bulmuştum. Karanlık koridorun ilk kapısından içeriye girerken, odanın bomboş olduğunu fark ettim. Gözüme çarpan kahve makinesine acıyan gözlerle bakarken, onu es geçtim.

General Çevik'in karşısında kahve içemezdim.

TV ekranın tam karşısına geçtiğim sırada siyah dijital ekrana yansıyan sinirli bir surat beni karşılamıştı. Lacivert ceketine asılı duran rozetlerine baktım. Gözleri benim üzerimdeydi.

''Dedektif Ayça Soylukan.'' dediği esnada kendimi bir mahkeme salonunda gibi hissetmiştim. Belimi, arkamda bulunan siyah ahşap masaya yasladım. ''Evet, General Çevik? Benimle görüşmek istemişsiniz sanırım.''

''Konuya gireceğim, fazla uzatmaya gerek yok sanıyorum ki. Bundan birkaç hafta önce, seninle bir konu hakkında anlaştığımızı düşünüyordum fakat görüyorum ki sen beni ve söylediklerimi fazla ciddiye almamışsın.''

''Böyle bir şey mümkün değil, efendim." başımı öne eğdim. "Yalnızca ben-"

''Yalan söylememelisin.'' derken kaşlarını çatmıştı. Gözlerimi kapattım. Şah damarım sızlamaya devam ediyordu. İçimi kaynatan duyguların esareti altındayım. Çok şey biliyor fakat konuşamıyordum.

''Doğru.'' derken sesim cılız çıkmıştı. ''Doğru fakat artık bu konuyla ilgilenmiyorum, söz verdiğim gibi.'' Gözlerim tekrardan General'i buldu. ''Onunla alakalı bir dosyayla değil, babamın ölümüyle alakalı dosya ile ilgileniyorum.''

''Baban ile Kuzey'in ne alakası var?''

''Babamın günlüğünde yazılı olan 26 Ekim 1996 günü ile alakalı derin araştırmalara girdim, General. Tüm bunların sonucunda, Başak Cerrah dosyası ile karşılaştım. Babam ve Ajan Didem, bir masumun ölümüne sebep olmuşlar. Sırf bu yüzden babam, infaz edilmiş. Kuzey ile bağlantısına gelecek olursak, bu daha trajik. Çünkü babam ve Ajan Didem'in ölümüne sebep oldukları Başak Cerrah, Kadir Cerrah'ın annesi."

"Kadir Cerrah?" dediğinde General Çevik, gülümsedim. Hikâyenin en can alıcı kısmı gelmişti.

"Kadir Cerrah, altı yaşlarında dere kenarında ölü bulunan bir çocuk. Fakat aynı zamanda Kuzey, bu çocuk ile birebir uyuşmakta. Aslında Kadir Cerrah'ı öldürüp, yeni bir Kuzey yaratılmış ve ikisi aynı kişi.

''Bunu bana kanıtlayabiliyor musun?'' dediği esnada ellerime baktım. Buna dair hiçbir kanıtım yoktu. Mezarını açtırdığımı ve içinden bir kemik dahi çıkmadığını söyleyemezdim. Onlardan gizli yaptığım için bu işlem suç sayılırdı. Öte yandan elimde bir kanıt olmadan, kendimi aklayamazdım.

''Şu an size bunu kanıtlayabileceğim bir belge yok fakat,'' elimi saçlarımdan geçirdiğim esnada Ayaz kapıda belirmişti. Kapıyı yavaşça araladığında, başını evet anlamında salladı ve sadece dudaklarını oynatarak şöyle söyledi.

''Elinde kanıt olduğunu söyle.''

''Yani, aslında birkaç belge var tabii.'' gözlerim tekrardan Generali bulmuştu. ''Size bunu kanıtlayacak belgeleri bulabileceğim bir yer var. Başak Cerrah'ın yaşadığı ev. Eğer izin verirseniz, o evi araştırmak istiyorum.''

''Pekâlâ öyleyse...'' 


''Bir hafta.'' demişti. ''Bana söylediğin bu bilgileri kanıtlaman için sana sadece bir hafta tahsis ediyorum. Eğer bu zaman zarfı içinde söylediğin gibi belgeleri kanıtlayamazsan, Dedektiflik unvanın ve rozetinle beraber, bu ekipten atılacaksın.''

Kadıköy Eskici Bar'ın önünden geçerken, şarap rengi paltomun kuşağını sıktım. İnsanlar barın önünde sigara içiyor ve gelişigüzel sohbet ediyordu. Başak Cerrah ve oğlunun yaşadığı ev, birkaç sokak arkadaydı.

''Beni bekle.''

Ve tabii ki buraya bile yalnız gelememiştim.

''Neden sürekli peşimdesin?'' gözlerim, solumda dikilen Ayaz'ı buldu. Taba rengindeki paltosunun içinde, oldukça karizmatik duruyordu. Omuzlarını dikleştirdi ve ensesini soğuğa karşı siper etti.

''Bebek bakıcılığı yapıyorum.'' derken gülümsedi. ''Başını sürekli belaya sokan bir bebek var da.''

Güldüm. Ayaz, bu kadar tehlike arasında beni gülümsetebilen nadir insanlardan biriydi. Kirli sakalının bulunduğu suratına yerleşen gülüşü, çok güzeldi. Gelecekte yaşanacak olan bütün kötülüklerden habersiz, emin adımlarla ilerliyorduk. Önümüzdeki ilk yol ayrımından sağa dönmüştük ve sonra sola, sonra tekrar sağa. Titreyen parmaklarımın arasına sıkışmış kağıt parçasına baktım.

Adres burasıydı.

''Geldik.'' dedi Ayaz. Cebinden çıkarttığı eldivenleri bana doğru uzattı. Elinde bulunan eldivenleri alıp, parmaklarımdan geçirdiğim sırada aynı işlemi o da yapmıştı.

Geçmişte türlü anlara şahitlik yapmış, kahverengi iki katlı müstakil bir ev. Paslanmış siyah demir parmaklıklara dokunup kapıyı açtığımda, beni çürümüş bir bahçe karşılaşmıştı. Eskiden rengarenk çiçeklerin olduğu bu bahçe, şimdi oldukça yalnız ve ıssızdı. Kocaman iki katlı evin perdesiz camları kapalıydı. 

Üzerine bastığımız toprak kuruydu. Sanki yeryüzünü ıslatan yağmur, burayı es geçmiş gibiydi. Köhne bir ara sokağın arasında, bir zamanlar mücevher gibi parlayan bu ev, katilimizin eviydi.

Üzerinde kilit bulunan evin kapısında izler vardı. Bahçeden içeriye bir adım attığımda, gözlerim yerde bulunan küpeye takıldı. Küpenin etrafı minik turkuaz renkli taşlarla süslü. Ucunda sallanan bir damla motifi vardı. 


Geçmiş;

26 Ekim 1996

Henüz altı yaşındaydı.

Altı yaşın ona getirdiği ve geleceğinde şekillenmesine yardımcı olacak acı bir yaş olduğunu bilmeden evinden dışarıya, çok sevdiği çiçeklerinin bulunduğu bahçesine doğru bir adım atmıştı, Kadir Cerrah.

Altıncı yaş gününde üflediği ilk mumun ardından, elinde tuttuğu kırmızı balonu havaya kaldırmış ve çığlık atmıştı. O esnada annesi, yere kadar uzanan ve açık duran pencere pervazına omzunu yaslarken gülümsedi.

''Benim yakışıklı oğlum, altı yaşında oldu!''

Kadir, annesinin iri göz bebeklerine baktı. Annesi anaç bir kadındı. Siyah bukleli saçları omuzlarından aşağıya bir su dalgası gibi dökülüyor, iri kahverengi göz bebeklerinin içerisinde, Kadir kendisini görüyordu. 

Boynundan aşağıya doğru sarkan kolyesine dokunurken güldü.

''Seni seviyorum anne.''

Kadir, annesine düşkün bir çocuktu. Dünyaya geleli sadece altı sene oluyordu ve annesi yanında olmadan nefes aldığı bir saniyesi dahi yoktu. Onun için dünyada yer edinen tek insan annesiydi. Diğer insanları annesinin bir yansıması olarak düşünüyordu, Kadir.

Sanki herkes annesini taklit ediyordu. Hatta, Tanrı bile.

''Tanrıçalar ölmez.'' deyip omuz silkmişti Kadir, annesinin en yakın arkadaşının kızı, ona annelerin de ölebileceğini söylediği gün. ''Benim annem asla ölmeyecek, o ölümsüz.''

Güzel ayakkabılarıyla çimlere basıp, geniş bahçede koşuşturmaya başladığı esnada annesinin sesi evin içinden bahçeye taşıyordu.

''Oğlum, turkuaz renkli küpeleri mi gördün mü?'' Kadir, evini boylu boyunca kaplayan cam pencerenin dışından annesinin siluetine baktı. Muhtemelen annesi evin her köşesinde küpesini aramakla meşguldü. Kadir güldü ve eliyle cebini yokladı. Çünkü annesinin küpeleri cebindeydi. Onu olduğundan daha güzel gösteren küpelerini saklamak istemişti ve bu küçük oyunu akşama kadar sürdürecekti.

''Görmedim anneciğim.''

Elinde tuttuğu balonuyla etrafta koşuştururken, aradan geçen saat dilimi sadece beş dakikaydı. O beş dakika içinde güneş birdenbire yok oluvermişti. Hava kendisini kapatmış, siyah bulutlar gökyüzüne üşüşüyordu. Buna rağmen Kadir, ona birkaç beden büyük gelen gömleğinin içinde doyasıya eğleniyor, bahçede koşuşturmaya devam ediyordu.

Elinde tuttuğu balonun siyah ipini sıkıca kavrarken, bir gürültü duydu. Gözleri, minik kahverengi gözleri kapıya çevrildi. Bir kadın kapıyı ısrarla zorluyor ve açmak için kendisiyle cebelleşiyordu. Bu kadın, kumral renkli saçlarını tam tepeden toplamış, önünde kâkülü vardı. Tüm gücüyle kapıyı zorluyor ve açılması için uğraşıyordu.

Kadın, birkaç arkadaşının yardımıyla kapıyı açtığı esnada ''Çevreyi kontrol edin!'' diye komut vermişti. Kadir, olanları meraklı gözlerle izlemeye devam ediyordu. Onlar kimdi ve neden gelmişlerdi? Aklına gün boyu televizyonda izlediği filmler geldi. Onlar birer polisti ve kendisini suçlu ilan etmişti. ''Beni yakalayamazlar.'' derken güldü. ''Beni yakalayamayacaklar...''

O esnada bir çığlık sesi, tüm dünyayı ayağa kaldırmıştı. Belki de Kadir'in asla unutamayacağı bu çığlık sesi, o gün kulaklarına kazınmıştı. Bu ses, annesinin sesiydi...

''Silahınızı indirin!''

Bir kadın sesi yükselmişti evin oradan. Bu ses kime aitti? Kadir, korkak adımlarıyla bahçede ilerliyor, deli gibi etrafına bakınıyordu. Annesi neden bağırmıştı ve neden ev, birdenbire kalabalıklaşmıştı? Bilmiyordu.

İşaret parmağını dudağına yasladı, içini kaplayan korkusunun tarifi yoktu. Minicik bedeninden taşan korku eşliğinde ilerlerken, bir ses daha işitti.

''Bakın, yaptığınız suç tamam mı? Eğer hemen silahınızı indirmezseniz...'' Bir bedenin yere düşme sesi ardından yeniden annesinin sesi... ''Oğlum dışarıda, onu korkutacaksınız. Hemen evimden def olup gidiyorsunuz, yoksa sizi şikâyet edeceğim!''

Kuzey, elinde tuttuğu kırmızı balonun ipini sıkıca kavrıyor ve bırakmıyordu. Evin çevresini dolaştı ve arka camı buldu. Cam boydan boya evin çeperini sarmış, perdeleri yere kadar uzanıyordu.

''Sizi şikâyet edeceğim gidin buradan! Bana ve oğluma dokunamazsınız!''

''Yeter bu kadar!''

''Silahını indir-''

''Sizi öldüreceğim...''

Ölüm... Kadir bu kelimeyi duyduğu an, gözleri ardına kadar açılmıştı. Çünkü bu kelimeyi duymasının hemen ardından, tüm camları titretecek kadar gürültülü bir ses yayılmıştı.

Bir el silah sesi...

"Aradığımız kadının fiziksel özelliklerini buldum, Didem." Özgür, elinde tuttuğu kâğıdı Didem'e uzattı. "Saçları sarı ve gözleri koyu bir mavi. Rus göçmeni olduğu düşünülüyor. Üstelik aşırı zayıf ve uzun boylu. Aradığımız kadının bu olmadığı kesin."

Didem, titreyen parmaklarıyla kâğıdı kavradı ve "Kahretsin!" diye bağırdı. "Neden bu kadar geciktin?"

"Yanlış bir şey yapmadığını umacağım?" Özgür'ün gözleri adeta korku doluydu. Didem'i nazikçe kenara itti ve bir adım ilerledi fakat tam o esnada yerde yatan ölü bir beden ile karşılaştı. Gözleri ardına kadar açıldığı esnada, vücudundaki bütün kanın çekildiğini hissetti. Bir iki adım gerilerken, elleri saçlarını buldu.

''Onu öldürdüm.'' dedi Didem. Yaptığı eylemin onda yarattığı etki, suratından belli oluyordu. Öyle ki silahı tutan eli titriyordu. ''Onu öldürdüm, neden bu kadar geç kaldın? Neden beni tek bıraktın Özgür? Neden, kahretsin neden!''

''Allah kahretsin!''

Kadir, aralık olan cam pencerenin dışından içeriye doğru baktığında, kelimenin tam anlamıyla donup kalmıştı. Elinde sıkı sıkıya tuttuğu balonunu serbest bırakmış, balon usulca havaya doğru süzülüvermişti. Güzel kahverengi gözlerinin karşılaştığı manzara, ona hiç tanıdık gelmiyordu.

''Anne.'' dedi yavaşça. ''Anneciğim...''

Gözünden süzülen bir damla yaşı diğeri takip etmişti. Karşılaştığı manzarayı halen daha idrak edememişti. Didem, ona doğru koşarak gelen küçük çocuğu son anda fark etmiş ve silahı arkasına saklamıştı.

Kadir, annesinin yerde yatan ölü bedenine bakarken ne hissettiğini tam olarak bilmiyordu. Aslında ne hissetmesi gerektiğini de öyle... Annesi neden yerdeydi ve neden hareket etmiyordu?

Kadir, attığı birkaç adımın ardından içeriye girdi. Adamlardan biri onu tutmaya çalışmış fakat o buna izin vermemişti. Annesinin dudaklarından süzülen kana baktı. Ardından gözlerinden süzülen bir damla yaş, parmak boğumlarına karıştı.

''Anne!'' diye bağırdı tüm gücüyle. Ona sesini duyurabileceğini düşünmüştü. Tanrıçalara ölüm yoktu, annesi ölmüş olamazdı...

''Anne!''

Elini tuttu. Üşüdüğü her gecenin sabahına kadar annesinin tuttuğu o elleri, artık sıcak değildi. Ölüm arsızca tüm bedenini kefenlemişti. Soğuk, annesinin tenini bir sarmaşık gibi sarıyorken, hissiz dudaklarında ölümün öpücüğü gizliydi.

''Anne...'' derken ağlıyordu Kadir. İşaret parmağı ve minik elleri annesinin yüzünü bulduğunda, ağlıyordu. Annesi artık uyanmayacak ve ona cevap vermeyecek miydi?

''Anne ben geldim.'' dedi tekrardan. ''Anneciğim lütfen cevap ver, geldim ben. Koruyacağım seni, Anne!''

Ne yaparsa yapsın annesini uyandıramıyordu. Hissettiği yoğun acının tarifi yoktu. Ona doğru uzanan adamın eline sertçe vurduğu esnada, Dünya'yı bir çocuğun nefreti kaplamıştı.

Ve beyaz renkli tabloda sergilenen bu resime, siyah bir kan sıçramıştı.

''Annemi sen öldürdün!'' diye bağırdı Kadir. ''Onu sen öldürdün!''

Kadir'in gördüğü son şey, Didem'in koyuya çalan yeşil gözleriydi.

Yeşil gözlü kadın, annesinin katiliydi.


Günümüz;

''Ayça?''

Ayaz'ın sesini duyduğum esnada gerçek dünya ile bağlantımı geri kazanmıştım. Avucumda sıktığım eskimiş küpeyi cebime sıkıştırırken, gözlerimi Ayaz'a çevirdim.

''Gelmiyor musun?''

''Geliyorum.'' 

Kocaman bahçeyi arkamda bıraktım ve birkaç saniye sonra Kuzey'in bir zamanlar yaşadığını düşündüğüm o evin içindeydim. Ev çok havasızdı. Kan kokuyordu, ısrarla ölüm ve gözyaşı kokuyordu. Evden içeriye girer girmez, suratımı ekşitmiştim. Mobilyalar uzunca süre kullanılmamaktan eskimiş, her yerde küçük örümcek ağları bulunuyordu.

Salonda gezinirken, Ayaz: ''Mutfağa da bakacağım.'' deyip yanımdan ayrılmıştı. Ahşap parkelerin üzerinde bana eşlik eden şeyler küçük toz tanecikleriydi. Salonun hemen köşesinde bulunan kırmızı renkli koltuğun üstü, tozdan neredeyse görünmez hale gelmişti. Salonun hemen köşesinde duran şöminenin içindeki odunlar yanmıştı. Şöminenin etrafı küçük notlarla doluyken, hemen üstünde asılı duran bir pusula resmi vardı. Pusulanın ucu, Kuzey yönünü gösteriyordu. 

''Bu nedir?'' 

Ayaz, mutfaktan çoktan ayrılmıştı. ''Ne, nedir?''

''Şu.'' derken, elimle pusulayı andıran resmi gösterdim.

''Bir pusula resmi, yönü Kuzey'i gösteriyor.'' Ayaz o esnada kaşlarını çatmış ve tekrar etmişti cümlesini. ''Kuzey'i gösteriyor...''

Ayaz hızlı birkaç adımından sonra elinde tuttuğu bardağı gürültüyle masaya bırakmış ve boyunun uzandığı yerden, pusula resminin bulunduğu çerçeveyi çekip almıştı. ''Pekâlâ bir bakalım, buradan bize ne çıkabilir?''

Ayaz, meraklı hareketlerle çerçevenin arkasını çevirdiğinde, çerçevenin küçük bir bölmesi olduğunu fark etmiştik. Çürümeye yüz tutmuş sarı renkli çerçevenin gizli bölmesinden, küçük bir kâğıt çıkmıştı. Kâğıdı elime alıp incelerken, yazıların çoktan silinmeye yüz tuttuğunu fark etmiştim.

''Babam Kuzey tarafında, bizi bekliyor.''  ve hemen yanına çizilen bir çöp adam resmi vardı.

Elimde tuttuğum kâğıdı havaya kaldırırken, Ayaz gözlerimin içine bakıyordu.

''Katilimiz de bir zamanlar çocuktu değil mi?'' derken, kâğıdı elimden çekip aldı. ''Duygusala bağlamamalısın.''

''Bağlamıyorum.'' derken, ifadesiz bir surat ile ona baktım. Cidden, ne düşünüyordu?

''Bunu General'in karşısına kanıt diye çıkartamayız.'' elini belime yasladı. ''Bu Kadir denen çocuğun odasını bulmalıyız.'' Belime, eliyle nazik bir baskı uyguladığında, seri adımlarla merdivenlerden çıkmıştık. 

Üst kat, alt kata göre daha temiz ve daha tenhaydı. Boyaları dökülmüş duvarların ardından ilerlerken, koridorun hemen bitişiğinde duran kapıyı açtım. Burası, Kadir'in odasıydı.

İçerisi gerçekten güzel bir çocuk odasıydı. 90'lı yılların mobilyaları ve çocuk eşyaları vardı. Kadir'in yatağı dağınıktı. Muhtemelen sabah kalktığında, olaylardan habersizdi ve sonra o yatağına bir daha geri dönememiş, yatağını bir daha toplayamamıştı.

Yaklaşık yarım saattir odayı talan etmeme rağmen, hiçbir ize rastlamamıştım. Bir çocuğun odasında olabilecek her şey vardı. Ama Kadir'in aslında Kuzey olduğuna dair hiçbir işaret yoktu.

Yatak odasına girdiğimde, açtığım ikinci çekmecede bir beze sarılmış olan bir künye vardı. Künyeyi açığa çıkartıp havaya kaldırdığımda ise gördüğüm isim cidden dikkatimi çekmişti.

Kuzey Cerrah.

1960

Gri renkli künyenin üzerinde bulunan, silik yazılar vardı. Çekmecelerin bulunduğu şifonyerin hemen üzerinde ise bir çerçeve. Çerçevenin içinde siyah beyaz bir fotoğraf, ayakta duran hamile bir kadın ve yanında dikilen yakışıklı bir adam vardı. Tanrım, hatırlıyordum! Fotoğraftaki Başak Cerrah'tı. Yanında dikilen adam ise muhtemelen Kuzey'in babasıydı.

Fotoğrafın arkasında yazan küçük bir not vardı.

Kuzey Cerrah- Başak Cerrah.

Ve üç ay sonra, ailemize katılacak olan küçük Kuzey; Kadir Cerrah.

09.05.1990

Gözlerimi bir süreliğine uzağa diktiğimde, her şey tüm netliğiyle kafama yatmıştı.

Kuzey, Kadir'in gerçek babasının adıydı.


Aradan günler geçmişti. Kadir'in evinde bulduğumuz her şeyi bir poşetin içine doldurup, havayla temasını engellemiş ve güvendiğimiz bir yere kilitlemiştik. Onun yanı sıra son günlerde Gaye, hepimize karşı oldukça mesafeli ve ''Benden uzak durun!'' tavrıyla çalışıyordu.

İddialara göre Faruk, onu dışarıdan birine bir şeyler söylerken yakalamış ve açığa çıkmaması adına, herkesi susturmaya çalışıyordu.

Üzerimde bulunan paltoyu çıkarttım. Odamın bulunduğu yere doğru giderken, Ayaz kendisine bir fincan kahve alacağını, bana da getirip getirmemesi gerektiğini düşündüğünü sormuştu. Getirmesini söyledim.

Kuzey'in olayları beni o kadar çok yoruyordu ki... Her seferinde bir bilinmezliğin içine sürüklenmekten sıkılmıştım. Artık bir çözüme ulaşma vaktiydi. Masamın bulunduğu yere emin adımlarla ilerledim ve siyah deri koltuğa kendimi bıraktım. Günler sonra oturabilmek, çok güzeldi.

Gözlerimle etrafı kolaçan ederken, masamın hemen üzerinde üstü kapalı duran kâğıda takıldım. Beyaz bir kâğıt, gelişigüzel masama bırakılmıştı.

''Ayça, analiz sonuçları için acilen aşağıya gel. Sana ulaşamadım. 

- Gaye.''

Yanımda duran telefonuma baktım. Telefonum tüm gün açıktı ve bir kere dahi çalmamıştı. Üstelik Gaye, neyin analiz sonuçlarından bahsediyordu? O esnada kapı gürültüyle açıldı. Ayaz, iki elinde taşıdığı fincan yüzünden hayıflanırken, kaşlarımı çatıp Ayaz'a baktım. Bir terslik olduğunun o da farkındaydı.

''Ne?'' dedi. ''Bir şey mi oldu?''

''Gaye, masama not bırakmış. Sen bugün Gaye'yi hiç gördün mü?''

''Hayır, görmeli miydim?'' dedi Ayaz. Suratındaki şaşkınlıktan, bunun bir şaka olmadığını kestirebiliyordum. ''Tanrı aşkına, ne olduğunu söyleyecek misin?''

Gözlerim ardına kadar açıldığında boğazıma oturan bir yumru, kalbimden yukarıya doğru yükselen bir ateş vardı. Elimde tuttuğum kâğıdı sert bir şekilde masaya yapıştırdım ve Ayaz'ın önünden bir rüzgâr edasıyla geçerek, hızlıca laboratuvara indim.

Koridor boşluğunu yaran gür sesimle, ''Gaye!'' diye bağırdım fakat ses gelmemişti. ''Çınar?''

Laboratuvara giden odanın kapısını gürültüyle açtığımda, keskin kan kokusu ani bir hızla burnuma dolmuştu. Sanki bir cinayet mahallinin tam da önündeydim. Ayakkabıma değen ıslaklık için yere baktığımda, laboratuvarın kan gölünden farksız olmadığını fark ettim.

Gözlerim, kan gölünü istemeyerek takip ediyordu. Yeşil renkli gözlerimi kamaştıran manzara korkunçtu. Gaye ve Çınar'ın yerde yatan ölü bedenlerini fark ettim.

Gaye ve Çınar, öldürülmüştü.

Continue Reading

You'll Also Like

2.7K 1.7K 21
3 Kadın. 3 Katil. Asel'in Ateş'i. Azra'nın Gölge'si. Yankı'nın Karanlık'ı. İhanetler, suçlar ve acılar. Tayfun 'un 3 kızı. Dünyanın 3 katili. Aileler...
1M 56K 24
"Benim adım yok Narin, gölgem yok, ayak izim yok." dedi umutsuzca. "Olsun!" dedim omuz silkerek. Onun aksine umarsız çıkıyordu sesim. "Adını dilim...
ZİFİR By J'AS

Teen Fiction

432 144 6
İntihar etmiş yıldızlar dileklerimizi gerçekleştiremez. ☆ Mengü Çağar henüz 22 yaşında bir genç kızdır. Monoton hayatı, psikolojik sorunlarından dola...
382 145 3
° +16 ° ~ Pranga Zinciri ~ "Gemi'nin ortasında bir aşk üçgeni" • • • Küçük yaşta tekne yapımı işinde çalışan annesini ve b...