TAKINTI

By suheda_zsy

3.7M 141K 50.3K

Ona hiç sarılamamıştım mesela. Hiç elini tutamamıştım. Hiç öpememiştim. Hiç koklayamamıştım. Hiç sevdiğimi sö... More

TAKINTI
1.Bölüm "OKUL"
2.Bölüm "ÖZLEM"
3.Bölüm "ŞOK"
4.Bölüm "KARMAŞIK"
5.Bölüm "ENDİŞE"
6.Bölüm "BEKLENMEYEN YOLCULUK"
7.Bölüm "ÇIKMAZ SOKAK"
8.Bölüm "ÇIĞLIK"
9.Bölüm "YALNIZLIK"
10.Bölüm "BİR HAFTA"
11.Bölüm "YÜZLEŞME"
12.Bölüm "SESSİZLİK"
13.Bölüm "CESARET"
14.Bölüm "DUYGULAR"
14.Bölüm "DUYGULAR" (2.KISIM)
15.Bölüm "PİŞMANLIK"
16.Bölüm "AİLE"
17.Bölüm "UMUT"
18.Bölüm "ARAF" (1. Kısım)
18.Bölüm "ARAF" (2.Kısım)
19.Bölüm "SARHOŞ"
20.Bölüm "SERZENİŞ"
21.Bölüm "MUCİZE"
22.Bölüm "RENKLER"
23.Bölüm "MEDCEZİR"
24.Bölüm "MEFTUN"
25.Bölüm "HİCRAN"
26.Bölüm "KAYIP"
27.Bölüm "YARI ÇIPLAK"
28.Bölüm "MESAFE"
29.Bölüm "YANKI"
30.Bölüm "NEFES"
31. Bölüm "KUMPAS"
Yazar'dan
31.Bölüm "KUMPAS" (2.KISIM)
32.Bölüm "İRTİCA"
33.Bölüm "PUNT"
34. Bölüm "İNTİKAM"
35. Bölüm
35. Bölüm "ENKAZ" (2.Kısım)
36. Bölüm "NEFRET"
37. Bölüm "AVDET"
38. Bölüm "ÇAĞRI"
39.Bölüm "VİRAJ"
40.Bölüm "İTTİHAT" (1. Kısım)
40.Bölüm "İTTİHAT" (2. Kısım)
41. Bölüm "ANDAÇ"
42. Bölüm "FORSA"
43. Bölüm "DERSAADET"
44. Bölüm "EZA"
46. Bölüm "YEİS"
47. Bölüm "ELFİDA"
48. Bölüm "FEVERAN"
49. Bölüm "GİRİFT"
50. Bölüm "İZAN"
51. Bölüm "TEMAŞA"
52. Bölüm "KOYGUN"
53. Bölüm "MUNTAZAR" & ÇEKİLİŞ
54. Bölüm "MEYİL"
55. Bölüm "İLTİMAS"
56. Bölüm "GİZ"
57. Bölüm "TESHİR"
58. Bölüm "İSTİNAT"
59. Bölüm "PERESTİŞ"
60. Bölüm "FEYİZ"
61. Bölüm "KIVANÇ"
62. Bölüm "VUSLAT"
63. Bölüm "İŞTİYAK"
64. Bölüm "TEMAYÜL"
65. Bölüm "DANS"
66. Bölüm "İNTİBAH"
67. Bölüm "İNHİDAM"
68. Bölüm "DİLHUN"
69. Bölüm "HİTAM" -SON-
Yazar'dan
H.P
ÖZEL BÖLÜM DUYURUSU ✨
ÖZEL BÖLÜM YAYINDA!

45. Bölüm "NİHAN"

32K 1.1K 912
By suheda_zsy


Boğazımızdan teker teker, bir daha tırmanamamak suretiyle aşağı yuvarlanan kelimeler, gırtlağımızı yakıp kavuran o acı sıcaklıktan da anlaşılacağı üzere içimize attığımız anda zehre dönüşür. Titrek dudaklarımızdan kurtulamayan sözlerin sorumlusu korkak dilimizdir, rüzgarı estiren havada asılı kalan kelimelerdir. Kelimeler sese dönüşse esip gürleyecek olan muhatabımız olacaktır. Bu yüzden susarız, kasırgalara, fırtınalara sebep oluruz. Ama bunu bir insana değil, soluduğumuz havaya yaparız. En yapılmaması gerekene yaparız.

Yuttuğumuz kelimeler çığ olur, içimiz katman katman kabarır fakat tek oluru da sıkça yutkunmaktır. Şu saatten sonra konuşmanın da bir tıslamadan farksız olacağı kaçınılmaz bir gerçektir. İşitilemeyen her kelimenin harfleri dikene dönüşüp ağzımızda bir yumak oluşturur, o yumak oradayken başka şeyler konuşmak ağzımızın kan revan içinde kalmasını sağlar.

Ancak bu yolu biz seçmeyiz, kelimelerimiz tehlike içeriklidir, bunu yapmaya mecbur kalırız. Oysa ne çok çığlık çığlığa ağlanması, ne çok haykırılması gereken yerlerde dudaklarımıza fermuar çekmişizdir. Bu büyükçe bir kayıp ve hallerin en yazığıdır. O anları bir daha geri getirecek imkan yoktur, tam o anın içindeyken boğaz patlatıncaya kadar bağırmak, çağırmak, ağlamak veya gülmek gerekir. Susarak en pasifini, en etkisizini kendimize reva görürüz ve tıpkı dile getiremediğimiz kelimeler gibi veremediğimiz tepkiler de içimizde birikerek bir yığın oluşturur.

Oluşan yığından elbette ki kimsenin haberi olmaz, herkes kendi içinde, kendi savaşını, kendisiyle verir. Biz gerektiği yerde ağlamayınca insanlar bize daha beterini yüklemeye çalışır, her defasında ağlamamak biraz daha güçleşir. Biz ağlamazsak, gülmezsek, gerektiği yerde kaş çatmaz ve gerektiği yerde dilimizin arkasında durmazsak zaten hiçbir şeye tepki vermeyen, arka plan insanları oluruz. Halbuki dilin direksiyonu bizdedir, yön vermek ve çeşitli manevra darbeleri yapmak çocuk oyuncağıdır. Çeşitli kaygılar ve korkular bizi susturmaya yeter, halbuki yaptığımız kaygıları ya da korkuları yenmek değil asıl karakterimizin üstüne perde çekerek kişiliğimizi gizlemektir. Bu da hiçbir halta yaramadığı gibi en dandik çözümden daha da dandik olan aldatmacaya girer. Konuşmalıyız, kızmalıyız, seslenmeliyiz, gülmeliyiz, ağlamalıyız; kendimiz olmalıyız ve bizi biz olduğumuz için kabul eden insanlara hayatımızda yer verip sürekli kendini frenleyen bir araba gibi duraksaya duraksaya ilerlememeliyiz.

Asıl benliğimiz, konuştuklarımızda değil konuşamadıklarımızda saklıdır. Ölüm meleği kapımıza geldiğinde bak sen şu hale, ne yazık! Artık asla dile getiremeyeceğiz hecelerden ibaret iç karartıcı bir cesediz. Oysa konuşmamız gereken ne çok konu kaldı, oysa biz neden bu kadar içimize atmışız, ne acı!

O an konuşmamak için sebep gibi gelen her şey ne de boş gözüküyor gözüne. Aman Allah'ım, ne manasız şeyler önümüze geçmiş de tam anlamıyla içimizden gelen tepkiyi verebildiğimiz çok az zamanımız olmuş. Aman Allah'ım, içimiz ve dışımız gerçekten de birbirine olabildiğince zıt!

Sadece biz miyiz böyle? Yo! Asla kimsenin gerçek manada ne düşündüğünü bilemeyeceğiz. Yüzümüze gülenin hangi oyunla karşımıza çıkacağını asla tahmin edemeyeceğiz. Bir biz değiliz böyle, asla ve asla, içiyle dışı birebir orantılı insanlarla denk gelemeyeceğiz. Çeşitli menfaatler ve çıkarlar buna izin vermeyen etkenler çünkü. Eğer yaparsak, işsiz kalırız, evsiz kalırız, dışlanırız... Hepimiz satranç tahtasının üstündeki piyonlarız ve tepemizdeki parmaklar dünyanın doğası gereği bize yüklediği dayatmalar. En özgür insan bile kendini özgür zanneden ahmaktan başka bir şey değildir çünkü varolduğumuz dünyada, tam anlamıyla özgürlük diye bir şey yoktur. Doğduğumuz anda dahi, kimlik beyan eden herkes bazı yapması ve yapmaması gereken şeylerin altına girerek çoktan kendi dünyasının kurallarına göre oynamak zorunda olan bir esire dönüşmüştür. Bence bu dünyada özgürlüğü aramak, cenneti dünyada aramak kadar boş ve de anlamsızdır.

Bu satranç tahtasının üstündeki taşları her sustuğumuz şey olarak simgelersek ise, benim şahım kesinlikle aşkımdı. Özgür olmadığımı en çok başıma kakan şey de, en çok kendimi zor zaptettiğim ve zaptetmediğim surette en çok kayıbı vereceğim şey de aşkımdı. Kendi dünyamın dayatmalarına başkaldırdığım en büyük, kendi dünyamın kurallarına asi geldiğim en yüce şey aşkımdı. Hakan şahlar şahıydı, ona duyduğum aşk varoluşuma tersti. Bu nedenle susmaya mecbur bırakılıyordum. Oysa beni kahrediyordu yaşlı bir bedene dönüşmüşken vücudum, gençlik yıllarımı içimde kalan uktelerle hatırlayacak olmak. Bu kahroluş şimdiden içimi kemiriyordu, öyle iki büklüm, öyle çaresiz hissediyordum ki sessiz bir kabulleniş göstermek haksız yere idam edilmek kadar beterdi.

Oysa ne saçma değil mi, mantığa ters bir kere. Kim ne hakla bana sınır çizer?

Hakan, gel geç karşıma, seninle konuşmamız gereken mühim bir mesele var. Bu konuyu seninle hiç konuşamadık. Kim koymuş bu kuralları yahu! Bana sormuşlar mı, ben bu düzeni kabul ediyor muyum? Etmiyorum efendim! Hakan, beni dinlemelisin. Dayatmalar arasında eriyip gitmeme izin vermemelisin. Bana herkesten farklı bakıp kimsenin göremediklerini görmelisin. Bana da abimi seçme hakkı vermediler ya canım! Beni de anlamalısın. Zaten anlatmanın imkanı yok, bir yolunu bulup sen anlamalısın çünkü bunların hepsi senin anladığın dilden yazılır. Sırf sen anla diye her şey sana göre tasarlanır fakat sen anlamamak için anlayış biçimini değiştirecek birisin. Hakan, olanları görmemek adına bunca çabayı sarf etmemelisin.

Sen gel bir karşıma otur, anlatacak çok şey var. Yeter ki karşıma gel. Yeter ki gel. Yeter ki gelmek iste.

Hakan, yeter ki benim için bir şeyler yap.

Sen geç hele bir karşıma, gerisi olmazsa varsın olmasın. Bu hiç de mühim değil. Bir kez olsun sana tamamıyla dürüst olduktan sonra, bütün dengelerimiz değişsin, hiç umrumda değil. Lütfen beni gözlerimden anla ve konuşmaya ihtiyacım olduğunu çözüp karşıma geç, bu benim düğümümü açan son hamle olduğu gibi seni de düğümleyen bir hareket olacaktır. Ne dersin, belki de böylelikle dünyaya en büyük darbeyi indiren biz oluruz? Çünkü imkansızlığı oluşturan dünya imkanı da oluşturmasını bilir. Bunu kullanmayı bilmeyen insanlardır. Kısacası sen bir karşıma geç... olacakları beraber görelim. Fitili ateşle ve dev bir yangın çıkaralım!

Farkında olmadan yaptığın ufak bir hareket, iki hayatı birden değiştirebilir. Hem de öyle bir değiştirir ki, ikisi birbiriyle içiçe geçip tek bir hayata dönüşür. Yaptığın ufak bir hareket, her şeyi baştan sona farklılaştırabilir.

Beklenen ufak bir hareketin gerçekleşeceğine dair duyduğum ölümüne bir inanç, umutla ve yine aynı hareketin katiyen meydana gelmeyeceğini hissederek darmaduman kafamı titreşen göz kapaklarımla beraber geriye yatırdım; kafamın içi, midem, vücudum olduğu gibi allak bullaktı. Üşüyordum ama ayakta durmak zorunda gibi hissediyordum, birbirine çarpan bacaklarım gerçek hayatın hala var olduğunu düşündürüyor, gözlerimi kapamaya zorlayan, vücudumda kol gezen sızı beni kendimden geçiriyordu. Her şey gözüme zor gelirken vücudumda zerre direnç ve güç kalmamış gibiydi, öyle halsiz hissediyor ve bedenimi etkisiz hale getiren şeyle savaşamıyordum. Bilincimin üstüne kalın bir tül örtülmüş gibi hissediyordum, göz kapaklarımı yukarı kaldıracak takatim yoktu. Ne bu dünyada var gibi, ne de yok gibiydim. Her şey bu kadar karışık ve kafam toparlanmaya son derece uzakken, üstüne üstlük nerden ve nasıl geldiğine hiç anlam veremediğim bir su, buz gibi soğuk bir su üstüme doğru fışkırmaya başlayınca histerik olarak arka arkaya adımlar atmaya başladım fakat kısa sürede ayağım daha fazla gerileyemeyeceğimin sinyalini veren bir yere çarpınca baygın kafayla dahi olsa kaçacak yerimin kalmadığını anladım; sanki su şimdi daha soğuktu. Yüzümü başta olmak üzere bütün vücudumu ıslatmaya yetiyordu, normalinden kilolarca ağırlaşmış hissettiğim kafamı sakınmaya çalışırken bulunduğum dar yerde ayaklarım birbirine dolaştı ve dengemi kaybedip öne doğru savruluyordum ki kendime tutunacak bir dal buldum. Kısık, hiçbir şeyi göremeyecek kadar bulanık gören gözlerimle seçmeye çalışsam da onla başarılı olamayıp el yordamıyla bunun bir insan bedeni olduğunu anladım. Tepemden soğuk sular akmaya devam ediyordu ve ben çoktan titremeye başlamıştım. Sıkı sıkı asıldığım şey bir koldu, ellerimi yavaş yavaş yukarı kaydırdıkça o kol kalınlaştı, daha geniş, sert bir kas hissettim. Kanıma karışan alkol yüzünden olsa gerek, şu an pek de uzağa saramayan aklımla ne nerde olduğumu, ne de bu suyun nerden geldiğini ya da nasıl kesebileceğimi düşünebildim. Sadece tutunduğum kol sıcacıktı, daha fazla sokulursam hem sudan korunurum hem de ısınırım diye düşündüm ve kolun sahibinin gövdesine sarılır vaziyette yanaştım. Şu an pek mantıklı düşünemesem de bu gerçekten işe yaradı, az da olsa bir sıcaklık hissetmiştim ki yine aynı kol beni iterek kendinden uzaklaştırdı, kola tutunmaya çalıştım ama sert bir hareketle benden kurtuldu, bu sefer su daha sert yüzüme çarpmaya başladı. Ellerimi yüzüme siper ettiğim sırada aniden başım döndü ve sendeleyerek kontrollü bir şekilde yere düşercesine oturdum. Her yer ıslaktı, ağzıma kaçmaya başlayan sular birden öğürmemi sağladı ve benim bile anlayamadığım bir sürede kendimi şiddetli bir halde kusarken buldum. Kustukça rahatladım fakat boğazımı yakan acı yüzümü buruş buruş etti. Tamamen kusmamı zar zor bekleyebildim, bittiğini hissettiğimde buz gibi suya rağmen şiddetlice titreyen bedenimle olabildiğince kıvrılıp başımı çaresizce ıslak zemine koydum.

Kıpırdayacak dermanım yoktu, burda soğuktan donarak ölsem de kolumu bile kaldıramazdım. Sonra bana uğultulu gelen seslerin arasından su sesi sıyrılıp yok oldu; bedenime çarpan sular da birden kesildiğinde suyun kapatıldığını anladım. Birkaç kulağa tanıdık gelen fakat benim şu an ne olduğunu çıkaramadığım sesten sonra kolumu biri sıkıca kavradı ve çekmeye başladı. "Kalk," dedi sert ama duygusuz bir sesle. Ses tonu korkunç olsa bile duygusuz olduğu kadar çok korkamazdım, hissizlik her zaman daha ötesini yaptırabilirdi. Beynim dediğini idrak etti, hatta ve hatta onca kuru kalabalık gibi gelen sesin ardından bu sesin Hakan'a ait olduğunu da anladı, saygı göstermek istedi fakat ne beynim ne de ben bedenime komut veremiyorduk. Cesetten farksız bir halde yere yığılıydım, bu ya yorgunluktan ya da alkoldendi. Aynı ses, "Sana ayılman için daha fazla vakit vereceğimi sanmıyorum," dedi. Korkuyordum, düşümde birdenbire ayılmış hatta ayağa dikilmiş bir vaziyete çoktan geçmiştim ama gerçekte bunu yapmam mümkün değildi. "Uykum var," diye geveledim zar zor.

"Burası uyuyabileceğin bir yer değil," dedikten hemen sonra kolumdaki baskının arttığını ve yerden yukarı havalandığımı hissettim, tökezleyerek ayağımı zemine bastığımda göz kapaklarımı aralayarak küçük bir boşluk oluşturmayı başardım ve buranın Hakan'ın evinin banyosu olduğunu biraz zaman geçtikten sonra idrak edebildim. Uyuşmuş bedenimle Hakan'ın gövdesine sıkıca tutundum ve o da beni belimden sıkıca tutarak onunla beraber yürümeye zorladı. Güçlükle açmayı başardığım aralık kısa sürede kapandı, karanlığa mahkum kalırken Hakan'a ayak uydurmaktan başka çarem yoktu. Bedenimi kavrayan kollarıyla yürümemde ve yönümü bulmamda büyük katkıda bulunarak geçirdiğimiz sıkıntılı bir yürüyüşten sonra yatağa oturduğumu hissettim ve beni dik tutan kollar bedenimden çekilir çekilmez yatağa yığıldım. Kulağıma bir dil şaklaması geldi ve hemen ardından iki omzumdan tutularak tekrar oturur vaziyete getirildim. Öyle yorgun, öyle uyuşmuş ve uykulu hissediyordum ki uykuya geçememek benim için başlı başına işkenceydi. Hatta o kadar yoğundu ki bu, şiddetli bir şekilde titrediğimi dahi ara ara unutuyordum. "Üstünü değiştirebilecek misin?" diye sordu Hakan. Tepemde dikildiğini ve yüzüme baktığını hayal edebiliyordum. Cevabı bilmememe rağmen konuşmak istedim fakat ağzımı açmamın bir türlü yolunu bulamadım, yetmezmiş gibi kafam kendiliğinden önüme düştü. Bıkkın bir iç çekiş duyduktan sonra üstümde gömleğimin düğmelerini çözen bir el hissettim. Bir yanım kendimi koruma içgüdüsüyle eli itmek istese de diğer yanım o elin bana zarar verme ihtimali karşısında sakin bir denizden farksızdı. Teslim olmuş bir vaziyette beklemeye ve uyuklamaya başladım. Gömleğim çıkarıldıktan sonra bir süre hiçbir şey gerçekleşmedi, Hakan'ın duraksadığını hissettim. Bu süreçte ise sanki aklım gitgide yerine geliyor, uykum ve yorgunluğumsa artıyordu. "Ceren," dedi garip bir ses tonuyla. Aradan biraz zaman geçtikten sonra devam etti. "İç çamaşırlarını da benim değiştirmemi isteyeceğinden emin değilim."

Doğru anlayıp anlamadığımı teyit ettiğim kısa bir süreden sonra gözlerimi yavaşça açtım ve yüzüne sert bir bakış attım. "Neden beni iç çamaşırlarıma kadar ıslatma ihtiyacı hissettin?" diye sordum sinirli bir biçimde.

Aynı şekilde karşılık verip ters bir üslupla, "Dibine kadar sarhoş olduğun için olabilir mi?" diye cevap verdi.

Tek elimi alnıma attım ve ağrıdan buruş buruş olmuş yüzümle ayağa kalkmaya çalıştım. Bir iki adım geri çıkarak önümü açtı ve bana dikkat kesilerek izlemeye başladı. Dengemi toparlayamayıp birkaç adım sendeleyince durdum ve kendime gelmeyi bekledim. Bu sırada Hakan, "Geri zekalı," dedi ağız dolusu bir öfkeyle. "Sen neyine güveniyorsun da bu kadar içiyorsun?"

"Tamam," diyerek onu geçiştirdim ve "Arkanı döner misin?" diye sordum. "Soyunacağım."

"Yapabileceğinden emin misin?" diye sordu ses tonu biraz daha yumuşamış bir vaziyetteyken, hafifçe eğilip gözlerimin içine bakarak.

Ağrıdan gümbür gümbür olan başım yüzünden gözlerimi kısarak sıkıntılı bir bakış attım ve "Başka çaremiz mi var... Hakan abi?" diye sordum bastırarak.

Belli bir süre hiç kıpırdamadan ve gözlerini gözlerimden ayırmadan öylece kaldı fakat sonunda "Doğru," deyip geri çekilerek pes etti. Yavaşça arkasını döndü. "Hızlı hareket etme. Ben bekliyorum."

En ufak bir hareketimle dönmeyi bekleyen başıma malzeme vermemek adına ağır adımlarla odanın içindeki dolaba doğru ilerlemeye başladım ve dolabın önüne geldiğimde ellerimi yavaşça sütyenimin kopçasına attım. İstemsizce gözlerim Hakan'a kaydı ve onu kontrol ederken buldum kendimi. Tabi ki her zaman olduğu gibi güvenimi sarsacak bir vaziyette değildi, arkasına dümdüz dönmüş sessizce bekliyordu. Islak sütyenimi çıkarırken küçük de olsa bir kısmım ayılınca "Selin'e ne oldu?" diye geveledim.

Sütyenimi koltuğun ucuna bıraktıktan sonra üst eşofmanını alıp kafamdan aşağı geçirdim. Yerine başkasının iç çamaşırını giyemezdim, benimkiler kuruyana kadar böyle duracaktım. Eteğimin fermuarını indirirken, "Orda kaldı," diye cevap verdi umursamaz bir sesle.

Eteğim bacaklarımdan aşağı düştüğü sırada "Nasıl yani?" diye sordum. "O bizle gelmedi mi?"

Düz bir sesle "Hayır?" dedi. "Aklını çeldirdiği yetmiyormuş gibi bir de arabama mı alayım?"

Yaptığı kabalığın verdiği şaşkınlıkla "Ne alakası var!" diye cırladım. "Ben..."

Sesini yükseltip, "Bana maval anlatma Ceren!" diyerek sözümü kesti. "Özrün kabahatinden büyük. İyi bir sopayı hak ediyorsun da bakma benim gözüm almıyor..."

Kurcaladığım dolaptan külot yerine giyebileceğim bir mini şort bulunca ilk önce onu, ardından da alt eşofmanımı üstüme geçirdim ve iç çamaşırlarımla formalarımı kucağımda toplayıncaya dek Hakan'a cevap vermedim.  "Giyindim."

Ağır ağır bana döndüğünde fark ettim ki o da eşofmanlarıylaydı, gözü kucağımdakilere kayınca "Bunlar nerde kuruyacak?" diye sordum.

Bana doğru geldikten sonra kucağımdakilere uzandı ve bende ona doğru yaklaşıp çamaşırları kollarına bıraktım. Odanın kapısına doğru ilerlerken omzunun üstünden bana doğru baktı ve "Açıldığını hissediyor musun?" diye sordu. "Kahve içelim mi?"

Umutsuz bir yüz ifadesiyle omuzlarımı silktim. "Ayılmak istemiyorum ki. Hem sen ne diye bunun için uğraşıyorsun? Yatırsaydın ya yatağa?"

Kaşlarını havaya kaldırarak "Yok öyle yavrum," dedi. "Burası otel değil. Elini kolunu sallaya sallaya girip çıkamazsın. Bazı sorumluluklara, hatta zorunluluklara uyman lazım."

Kaşlarımı çatarak, "Ne gibi?" diye sordum.

"Bugün olanları anlatman gibi," diye cevap verdi hemen. Bu sırada eli kapı kolunun üstündeydi, açmak üzereydi ama benle konuştuğu için erteliyordu.

"Ne kıymetli evin varmış!" diye isyan ettim yalancıktan. "Ayrıca yarın da anlatabilirdim."

Sinir bozucu bir ifadeyle dudaklarını birbirine bastırıp, "Bugün istiyorum," dedi ve "Mühim olan ev değil," diye devam etti. "Sen iste evi üstüne yapayım. Mühim olan... bana emanet olman. Ve benim emanetimden bihaber olmam. Anlıyor musun? Delikanlıyı bozar. O yüzden ben ikimize de kahve yapıyorum ve sen kahveni içerken bugün benim görüş alanımın dışında yaptığın her şeyi birer birer anlatıyorsun."

Bugün olanlar aklıma geldikçe yere bakıp yanaklarımı şişirerek derin bir "Of," çektim ve ardından Hakan'ın yüzüne bakıp, "Tamam," diyerek kabul ettim. "En rezil halimi gözlerinle gördün zaten. Saklayacak hiçbir şeyim yok."

Önüne dönüp kapıyı açtıktan sonra "Güzel," diye mırıldanarak odadan çıktı ve gerisinde bakışları kaygı dolu olan beni bıraktı. Cidden çok rezil bir durumdu ve beni o halde görmüştü... Şimdikinin sinirinin yatışmış hali olduğunu tahmin etmek güç değildi. Acaba abime söyler miydi? Sanmıyordum... Hakan onunla bir olduğum sürece ispiyonculuk yapacak bir tip değildi. Peki nedenimin Çağatay olduğunu öğrenince ne düşünecekti? Hala ona karşı bir şeyler hissettiğimi düşünmesini istemiyordum, içimdeki duyguları doğru aktarabilecek miydim?

Ağır ve orantısız adımlarla kapıya doğru ilerlemeye başlarken düşünmeye devam ediyordum. Bu sırada dengem hala daha yerine oturmamıştı fakat gözlerimi banyoda açtığım ana göre çok daha iyi hissediyordum. Acele etmeden salona geçtim ve geniş koltuklardan birine kollarımı önümde bağlayarak oturdum. Merve ve Çağatay... hazmedemediğim aptal yerine konmam ve Çağatay'ı bunları yaptıracak kadar kışkırtan şeyin bir yalan olmasıydı. Gözümün önünde olacak olmaları, benim sayemde tanışmış olmaları ve o kaşarın bizi ayırması da cabasıydı üstelik!

Birkaç dakika sonra mutfak kapısının içinden siyah kazaklı, uzun boylu, elinde iki kahveyle çıkan Hakan'ı görünce tesellilerin en büyüğünün yanı başımda olduğunu düşündüm. Aslında onun nefes aldığını görebildiğim bir yakınlıkta olduğum sürece çemberimiz dışında dönen oyunlar ikiye katlanabilirdi, herkes birbiriyle kapışabilirdi ancak ne olursa olsun Hakan'ı merkezden, yerinden kimse oynatamazdı ve beni de ancak Hakan benimle göz teması kurduğu ana dek etkileyebilirlerdi. Bir anda her şeyi unutuverdim sanki, Çağatay'ın verebileceği acının birkaç kadehlik bir ömrü mü vardı yoksa? Belki de Merve ile olması benim için iyi olabilirdi, bir isim veremediğimiz münasebetimiz son bulmuş ve hayatımda kendiliğinden gerçekleşmiş ufak bir temizlik yapılmış olurdu. Hakan önümüzdeki masanın üstüne kahveleri bırakıp koltuğa aramızda bir kişinin sığabileceği bir boşluk bırakarak yönü bana dönük bir şekilde oturdu ve dirseğini koltuğun sırtlığına yasladığı kolunun eliyle diğer elini birleştirerek "Evet..." dedi. Bunun üzerine ben de tek bacağımı koltuğun üstüne atarak ondan tarafa döndüm. "Anlat bakalım... Bugün başından neler geçti?"

"Doktorum olarak mı?" diye sordum kahve kupasını kulpundan kavrayıp ellerimle sardığım sırada.

"Nasıl istersen."

Yere bakarak iç geçirdim. Zaten her türlü anlatacaktım, bari bunu seans biçiminde yaparak onun da Gizemli Kız'dan bir şeyler anlatmasını sağlasaydım. "Şimdi doktor beyciğim..." dedim yavaşça. Hakan kaşlarını kaldırdı. "Bugün okuluma güzelce gittim, öğle arasına kadar bütün derslerde vardım ve hiçbir sorun yoktu. Fakat öğle arasında... eski sevgilim Çağatay'ı gördüm."

Umursamazca omuz silkti. "Doğal."

"Yanında bir kız vardı?"

"Doğal."

Konuşurken tek kaşım kendiliğinden ayaklandı. "Ancak yanındaki kız bizim ayrılmamıza sebep olan kızdı."

Tepkisini beklerken sakinliğinden hiçbir ödün vermedi. "Şimdi doktorun sana 'zaten ateş olmayan yerden duman çıkmazdı' diyecek."

"Öyle mi bilmiyorum..." dedim kararsızca. Bence değildi ve artık bunun çok da bir önemi kalmamıştı ama Hakan'ı ikna için çabalamakla uğraşamazdım. "Onları görünce sinirlenip sınıfa çıktım tabi... Bir yandan da olanlara anlam vermeye çalışıyorum." Dumanları tüten kahvemi dudaklarıma yakınlaştırdım ve temkinli bir yudum aldıktan sonra devam ettim. "Sonra kız sınıftan içeri girmesin mi... Benimle konuşmak istiyormuş. Konuştuk. Meğer sevgili olmuşlar. Bana önceki olayla bu ilişkinin hiçbir ilgisi olmadığını söyledi ve seni duymuş, beni tebrik edip iyi dilekler diledi falan. Seninle oynadığımız oyun yüzünden ağzımı açıp bir şey diyemedim tabii... Kendi sevgilim varken Çağatay'a nasıl karışabilirim ki? Sonra kız dost kalmak istediğini söyledi... gitti... Bende de ders dinleyecek moral kalmadı haliyle. Okuldan çıktım ve Selin'le buluştum. Biraz konuştuk, anlattım. İçmenin iyi geleceğini söyledi... beni o gördüğün yere götürdü... İlk başta içmiyordum aslında, yemin ederim. Sonra ne olduysa oldu, sarhoş oldum. Gerisini biliyorsun işte..."

Kahvemden bir yudum daha alırken alttan alttan yüzüne baktım, bana şüpheci bakışlarla karşılık verip, "Umarım sen de olgun hareket etmediğini biliyorsundur," dedi.

"Evet," dedim. "Biliyorum. Ama kendime engel olamadım."

Beni hiç duymamış gibi, "Bunlar fiiliyatlar," dedi. "Gittim, geldim, yaptım, ettim... Bunları geç. Olay hikayesi istemedi kimse senden." İki parmağını kalbinin üstüne koydu. "Burdaki durumlara gelelim."

Başımı önüme eğerek gülümsedim ve bir süre kendime o şekilde zaman tanıdım, kafamı kaldırıp yüzüne baktığımda ise, "Çağatay'la ilgili olanlara mı?" diye sordum.

Arkasına yaslanırken, "Zaten bir kalbe ancak bir kişi sığar," dedi ve bunu der demez, "Çağatay'ın artık kalbimde olduğunu sanmıyorum," diye cevap verdim. "Evet, yeri ayrı ama belki aklımda, belki hafızamda, belki de hatıralarımda... kalbimde değil."

"Kalbinde olmayan için bunları yapıyorsan kalbinde olan için neler yaparsın kestiremiyorum," diye cevap verdi. Bunun üzerine gözlerim gözlerine öyle dikkat kesilip odaklandı ki önüme bir kağıt kalem verseler çizebilirdim. "Her şeyi," dedim hem fısıltılı hem de çok güçlü çıkan sesimle.

Birbirine kilitlenen gözlerimizi ikimiz de belli bir süre hiç kıpırdatmadık fakat gözbebeklerine baktıkça sanki gitgide farklı şeyler beliriyordu gözümün önünde, en sonunda dayanamayıp gözlerimi kaçırdım. Aramızda geçen manalı bir sessizlikten sonra ben kahvemle uğraşırken, "Devam et," dedi. "Dök içini."

"Çağatay..." diye mırıldandım etrafta göz gezdirirken. "Seni duyunca çok sinirlenmiş... İntikam almaya çalışıyor. Herhangi bir başka kızla olacak olan ilişkisine saygı duyacağımı ve canımı yeterince yakamayacağını biliyor. Ama bu kız... o olaydan sonra benim düşmanım gibi bir şey... Sen de Çağatay için öylesin. Kısasa kısas demeye getiriyor bir nevi. Ona da kızmamam gerek aslında. Ama o kızla olması... beni tiye almaları demek. Sinirimi bozan bu... ve de... şey... anlaşmamız bir yalan, biliyorsun. Yalan uğruna bunların yaşanması, Çağatay'ın senle olduğumu düşünmesi ve bir yalanın onu yıpratması..." kafamı çevirdim ve yüzüne baktım. "Gerçekten çok sinir bozucu."

"Neden bana bunları anlatmıyorsun?" diye sordu şefkatli bir sesle. "Neden yalan söylüyorsun? Neden benden yardım istemekten çekiniyorsun?"

Başımı önüme eğip ellerime baktım. "Bugün biraz senden kaçar gibi oldu, farkındayım. Ama... beni anlayabileceğini düşünmedim."

"Anlamaya çalışıyorum," dedi net bir sesle ve kısa bir süre sustuktan sonra, "Anlaşmamızdan pişman mısın?" diye sordu.

"Hayır," dedim kafamı iki yana sallayarak. "Çağatay'ın buna kendini hazırlaması gerekir."

Kaşlarını çatarak, "Anlamadım?" diye sorar gibi konuştu.

"Yani, şey..." diye geveledim gözlerimi kaçırarak. "Eninde sonunda duyacaktı. Hem... artık benden umudu kesmesi de gerekiyordu bir şekilde. Çünkü benim artık ona dönüşüm yok."

Kafasını beğeniyle salladı. "Bunu bildiğine sevindim. Benden sonra ona dönüşün yok ve seni sıkmak istemem ama kesinlikle onların ilişkilerine karşı duyduğun herhangi bir kötü düşünceyi dışına yansıtmaman lazım. Bu dışardan farklı yorumlanabilir. Biliyorum, arada bir dengen kaçıyor ve ikimizi sevgili gibi göstermeye adapte olamıyorsun ama bir yola girdik bir kere... Kendi yalanımıza kendimiz batmamalıyız." Kafasını eğdi ve gözlerime bakmaya çalıştı. "Tamam mı güzel kızım?"

Son iki kelime yüzümdeki buhranı anında etrafa saçarken yerine kocaman bir gülümseme yeşerdi ve ona doğru yanaşırken "Sarılabilir miyim?" diye sordum. Ufakça bir tebessüm edip kollarını açtı. "Gel." Koltuğun üzerinden dizlerimin üstünde yanına doğru ilerledim ve kollarımı beline dolayıp kafamı göğsüme yasladım. Tek eliyle belimi tuttu. "Bugün için özür dilerim," dedim net çıkmayan sesimle. "Sorumsuzca hareket ettim."

"Bir daha olmaması şartıyla özrünü kabul ederim," diye cevap verdi. Tek bacağımı onun iki bacağının arasına attım ve bu hareket ona daha rahatça sarılmakla birlikte üstünde yatmak gibi bir şey oldu. Kollarımı belinden çekmedim. "Kendimi yalnız hissediyorum," diye itiraf ettim birden. Devam ediyordum ki sustum. Onun bir şey demesini bekledim. "Neden?" diye sordu çok geçmeden. Bu sırada diğer elini başıma atmıştı, saçlarımı yavaş yavaş okşuyordu. "Bilirsin işte... Çağatay hiç yıkılmayacak bir kale gibiydi. Yıkıldı. Doğru düzgün ailem yok... babam nerde belli değil. Kötü bir zamanımda kim beni anlar, kime sığınmam gerekir, cidden cevabı bulamıyorum. Bir başıma gibiyim."

Saçlarımı okşamaya devam ederken, "Öyle düşünme," diye uyardı beni. "En başta arkanda dağ gibi abin var. Herhangi bir şeyde başı sıkışan o kadar çok kız ilk olarak abini arıyor ki görsen şaşırmaktan kendini alamazsın. Ne olursa sana yardım edecek bir annen var ve... hepsini unut, başına bir şey gelebilir korkusuyla her an yanında olmak isteyen ben varım..." Devam ediyordu ki başımı havaya dikip "Gerçekten mi?" diye sordum. Gözlerini benden ayırıp "Evet..." dedi sıkıntıyla. "Bugün bundan emin oldum. Yanımda değilken huzursuz oluyorum."

Büyülenmiş bir vaziyette tek elimi kaldırdım ve Hakan'ın yanağına yavaşça koydum. "Hakan..." dedim. Sesim ne zaman çıkmıştı, ne ara konuşmuştum idrak dahi edemiyordum. Akışına bırakıyordum sadece. "Bunun senin sorumluluğunda olduğum için olmadığına emin misin?"

Kafasını umutsuzca iki yana salladı. "Bazen Koray aklıma gelmiyor bile."

Yeni çıkmış sakallı yanağını yavaşça okşadım. "Beni bırakma, olur mu?"

"Ben seni çoktan sorumluluk haline getirdim," dedi pürüzsüz çıkan sesiyle. "Abin emanet etmeden önce de, öz abinden daha çok, seni sorumluluk haline getirdim. Hatta, biliyor musun..." Merakla yüzüne baktım. "Sen abinle kaldığında ben seni abine emanet ediyormuş gibi hissediyorum."

Duyduklarım karşısında sevinç ve şaşkınlık arası bir şey yaşıyordum, beni öz abimden daha çok sahiplendiğini mi iddia ediyordu? Fakat ne sıfatla? Yine bir abi mi? Beni bahsettiği kadar benimsemesi tarif edilemeyecek kadar müthiş hissettiyordu ki zaten bunun üzerine gözlerimin dolduğunu hissettim. Yaş dolu gözlerimle, "Ne olur beni bırakma," dedim yalvarır gibi. Ellerimle yavaşça yakasından tutundum. "Babam gibi, Çağatay gibi, annem gibi, bir zamanlar Aras'ın yaptığı gibi... ne olur beni hiç bırakma."

Yavaşça, "Sana, söz..." diye başladığı cümlesini devam ettiriyordu ki tek elim benden bağımsız olarak ağzını kapadı. "Hayır, olmaz!" diye ikaz ettim heyecanla. "Söz verme! Sözler hayal kırıklığı oluşturmak içindir. Söz verme! Hayır, vazgeçtim! Şimdi olmaz!"

Aynı panik ve heyecanla aklıma geleni konuşmaya devam edecektim ki elini yavaşça ağzını kapadığım elimin üstüne koydu ve aşağı kaydırdı. Ardından beni kalçalarımdan tuttu ve kucağına doğru iyice çektikten sonra bacaklarımdan tutarak ayağa kalktı. Ellerimle boynuna tutundum. "Ceren..." dedi ilerlerken. "Karşımda on yedi yaşında, kanı deli akan, çılgın mı çılgın, bıcır bıcır bir kız olması gerekirken... şiddetli bir şekilde yıpranmış, güveni sarsılmış bir enkaz görmek... bugüne kadar hiç yaşamadığım şekilde... içimde bir ağrıya sebep oluyor ve bu ağrı... nedense beni kinlendiriyor. Senin hayatını silbaştan başlatmak istiyorum. Bakış açını tamamen onarmak ve yaşında yaşını yaşamanı istiyorum. Ve bir şey söyleyeyim mi..." Kaldığım odanın kapısını ayağıyla itti ve içeri girdi. Kirpiklerim ona bakayım derken kaşımı ıslatıyordu. "Hiçbir şeyi bu kadar çok istediğimi hatırlamıyorum."

Zar zor yutkundum ve konuşabileceğimi düşündüğüm anda konuşmaya başladım. "İnsanlığa karşı genel tutumumu değiştiremezsin. Değiştirmemelisin de. Değiştirmen demek, benim tekrar tekrar acıyla yoğrulmam demek. Şimdi iyiyim... tecrübeliyim. Acı da olsa gerçekleri bilmek güzel. Bunun verdiği bir olgunluk kaçınılmaz... enkaza dönüşmüş olabilirim, hiç önemli değil. Sen ancak sana olan güvenimi sarsmayarak elinden geleni yapmış olursun. Zaten sana sırtımı yaslayabilecek kadar güveniyor olmam, bütün insanlığa sırtımı dönmeme bedeldir. Ve bir kişi, yanında olduğunu hissettiğin tek bir kişi, yeter de artar bile. Sana güvenmek istiyorum demeyeceğim, sana güveniyorum." Burukça güldüm. "Ben akıllanmam oğlum." O da güldü ama o kadar zorakiydi ki dudakları zar zor kıvrıldı. Daha çok büyük bir dikkat ve kederle beni dinliyordu. "Ama güvenimi boşa çıkarır korkusu, içimde hep ön planda olacak bir korku. Karanlıktan bile daha önce..."

Bu sırada Hakan'ın hala kucağındaydım, koltuğa oturmuştu. "Aklımdan geçeni bir bilsen beni bıçaklayabilirsin," dedi garip sesle.

Şüpheyle kaşlarımı çattım. "Neymiş?"

"Baban yanında olmadığı için seviniyorum..." dedi ağır ağır. Kaşlarım daha derinden çatıldı. "Hatta seni bu hale getirenlere de bir yanım teşekkür etmek istiyor."

"Dengesiz misin sen?" diye sordum burun kırıştırarak.

Yere bakarak derin bir iç geçirdi. "Bir yanım çok duyarlı, sana senden daha çok üzülüyorum. Diğer yanım çok bencil, seni bu hale; herkese mavi boncuklar dağıtmayan ve bana sığınmış bir hale getirdikleri için onlara teşekkür etmek istiyorum. Bana ihtiyacın olmasıydı, şu an burda, bu şekilde olmazdık. Aramızda herhangi bir bağ asla oluşmazdı."

Söyledikleri üzerine bir an ne düşüneceğimi bilemedim. Benimle bağlantılı olmaktan mutlu ve memnun olduğunu mu söylüyordu yoksa ben mi yanlış duyuyordum? "Bana arkadaşının kardeşinden daha öte bir değer verdiğini bilmiyordum," dedim şaşkınlığımı gizlemeye gerek duymayarak.

Bir elini sırtıma ve diğer elini dizlerimin arkasına atarak beni kucaklayıp ayağa kalktı ve eğilip koltuğa yatırırken, "Arkadaşımın kırılmış, yıpranmış, sevgi ve ilgiye doymamış, küçük cimcime kardeşi..." diye mırıldandı daha çok kendiyle konuşur gibi. Beni yatırdıktan sonra arkasını döndü ve dolaba doğru ilerlemeye başladı. Bu sırada o kadar tuhaf duygular hissediyordum ki yüreğim ağzımdan çıkacak gibiydi; bir yanımsa Hakan'ın dengesiz biri olduğunu söylüyor, anlık gelen bir merhametle bunları konuştuğunu ve yarın unutacak olduğunu düşünüyordu. Tam da bu konuyu konuşurken benim hala güven problemine dayalı düşüncelerim kafamı allak bullak etti, ne düşünmem gerektiğini şaşırmış bir vaziyetteydim.

Hakan elinde yastık ve yorganlarla yüzünü bana döndü, karşımdaki koltuğa kucağındakileri bıraktı ve aralarından yastığı eline alıp bana doğru gelmeye başladı. İyice dibime girdiğinde yastığı koyacağını anladım ve yavaşça başımı havaya kaldırdım, yastığı başımın altına yerleştirmesiyle ise tekrar kafamı geriye doğru bıraktım. Koltuğa doğru tekrar ilerledi ve bu defa yorganı kavrayıp bana getirmeye başladı. Başımda dikildiğinde yorganı boylu boyunca havaya doğru silkeleyerek üstüme serdi ve benim tek yaptığım alttan alttan, ilgiyle onu izlemekti. "Daha iyi misin?" diye sordu yüzüme bakarak. "Ayıldın değil mi iyice?"

"Sarhoş eden alkol değil."

"Bak sen," dedi muzip bir tavırla. "Meyhanede hiç öyle gözükmüyordun?"

"O fiziki sarhoşluk..." İkimizde sessiz kalınca ve Hakan'ın yavaştan gideceğini anlayınca "Bu gece burda kalır mısın?" diye sordum. Yüzüme bir süre baktıktan sonra iç geçirerek "Pekala..." dedi ve bir yastık yorganda kendine alıp karşı koltuğu kendi için hazırladı. Ardından ışığı kapamak için düğmeye doğru ilerledi ve tuşu bulup dokunarak odayı karanlığa buladı. "Teşekkür ederim," dedim sessizce. "Seni düzeninden ediyorum."

Yatağına yerleşirken "Düzensiz düzenimden..." diye geveledi.

Yatağa yattığında bir süre sessiz kaldık, hatta uykuya geçeceğim sıradaydım fakat var gücümle gözlerimi açık tuttum ve "Bana şiir okur musun?" diye sordum. Galiba o da uykuya dalmak üzereydi, "Şu an mı?" diye sordu hem uykulu hem agresif çıkan sesiyle. "Evet..." dedim varla yok arası bir sesle. "Sonra hemen uyuyacağım, söz."

Düşünüyormuş gibi bir ses çıkardı. Susarak ona düşünmesi için zaman tanıdım ve çok geçmeden biçimli sesi kulaklarıma ulaşmaya başladı. "Bir akşamüstü pencerenden bakıyordun. Ağır ağır, yollara inen karanlığa." Onu göremediğim halde sesin geldiği tarafa yönümü döndüm ve ellerimi kafamın altında birleştirdim. "Bana benzeyen biri geçti evinin önünden. Kalbin hızlı hızlı atmaya başladı. O geçen ben değildim." Biraz susma payı bırakıp devam etti. "Bir gece, yatağında uyuyordun. Uyanıverdin birden, sessiz dünyaya. Bir rüyanın parçasıydı gözlerini açan. Ve karanlıklar içindeydi odan. Seni gören ben değildim."

Sesi, her defasında ilk defa duyuyormuş hissi oluşturuyor, kulaklarım daha fazlasını istiyor, yüreğim en manasız cümlede bile o sesin bende ne manalar uyandıracağını bildiği için coşkuyla kıpraşıyordu. "Ben çok uzaktaydım o zaman. Gözlerin kavuştu ağlamaya, sebepsiz ağlamaya. Artık beni düşünmeye başladığından, bıraktın kendini aşk içinde yaşamaya... Bunu bilen ben değildim."

Karanlığa alışan gözlerimin Hakan'ı net olmasa da alaca bir karanlıktan az çok seçmesi, karanlığa rağmen ona bakmaktam vazgeçmeyişimin mükafatıydı. Kollarını ensesinde birleştirmişti, tavanı seyrediyordu. "Bir kitap okuyordun dalgın. İçinde insanlar seviyor ya da ölüyorlardı. Genç bir adamı öldürdüler romanda. Korktun, bütün yininle ağlamaya başladın. O ölen ben değildim."

Şiirin bittiğini devam etmeyişinden anladım. Oysa daha önce de anlamıştım da inanmak istememiştim. Sözüm gereği sesimi çıkaramadım. Uykuluydum da zaten ama o bir laf atsa hemen dağıtabilirdim. Yatağın içinde iyice kıvrıldım, hala aynı şekilde yatıyor ve tavanı izliyordu. Fakat göz kapaklarını kapatıp açtığını görebiliyordum, belki de hayaldi. Sessiz olmaya özen göstererek onu izlerken birden bana döndü ve "Senin de aklında var mı bir şeyler?" diye sordu.

Kısa bir süre düşünmenin ardından, "Evet..." dedim kararsızca. "Dilini bırak da şakısın o zaman Barbie."

Dudaklarımı yalayarak, "Pekala..." diye mırıldandım ve sessizce boğazımı temizleyip alçak ama vurgulu bir sesle okumaya başladım. Bu sırada kafasını benden çevirmemişti, aramızda sis var gibiydi ama sisin arkasında da biri olduğu çok net belliydi. "Aşkınla ne garip hallere düştüm. Her şeyim tamam da bir sendin noksan. Yağmur taş demeden yollara düştüm. İçim ürperiyor, ya evde yoksan." Kısa bir süre sustum ve devam ettim. "Elbisem gündelik, pabucum delik. Haberin olsa da sobayı yaksan. Yağmur iliğime geçti üstelik. İçim ürperiyor, ya evde yoksan."

"Sarhoşsan kapıyı çaldığım anda,
Fahişeler gibi açık saçıksan,
Bir de ufak rakı masanda,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan."

"Bakkala gitmeme lüzum kalmasa,
Durumu anlardın, takvime baksan,
Allah vere misafirin olmasa,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan."

"Kıvırcık marulun vardır inşallah,
Bir salata yapsan, bol limon sıksan,
Senin iştahın iyi maşallah,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan."

"Sabahlara kadar içsek, sevişsek,
Ne ben işe gitsem, ne sen ayıksan,
Derin bir uykunun içine düşsek,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan."

"Ne kadar üşüdüm, nasıl acıktım,
İlk önce sıcacık banyoya soksan,
Sanırsın şu anda denizden çıktım,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan."

"Yanlış mı aklımda kaldı acaba,
Muhabbet sokağı numara doksan,
Boşa mı gidecek, bu kadar çaba,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan?"

"Ya yolumu kaybettim, ya ben kayboldum,
Ne olur bir yerden karşıma çıksan,
Tepeden tırnağa sırılsıklamım,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan."

Ben sustum, o da bir şey söylemedi. Kafamızı kıpırdatmadık, öylece kaldık. Sanırım birbirimize bakıyorduk. Aradan dakikalar geçti, bu defa gerçekten uykuya dalmak üzereydim ki sızmadan hemen önce son duyduğum, "İyi geceler dileğine ihtiyaç kalmadı," deyişi oldu.

~

Neler getireceğini bilmediğim yeni bir günün habercisi olan güneş doğalı uzun bir zaman olmuştu. Hava önceki güne göre daha sıcaktı fakat yine de soğuk denilebilirdi. Günlerden cumartesiydi, dışarısı umrumda değildi. Bu evde günlerce dursam gıkım çıkmaz, hiç bıkmadan yaşamaya devam edebilirdim. Tabii içinde Hakan varken. Cumartesi kahvaltımız keyifli geçmişti, dün gece unutulmuş gibiydi, ben de içimde tuhaf bir neşe hissediyordum. Yataklar toplanmıştı, onun üzerine kahvaltı sofrası dahi toplanmıştı. Saat öğleni geçiyordu. İçi dolu vakit geçirdiğimiz söylenemezdi ama en azından yan yanaydık ve kötü de geçmiyordu. Hakan oturduğu sandalyenin üstünde hafifçe doğrularak kahve kupasını diğer eline aldı ve boşta kalan elini döndürerek bileğindeki saate baktı. Kahve bardağımı dudaklarıma götürüp bir yudum aldım onu izlerken. Acaba bir yere mi gidecekti? Bir şey söylemek için ağzını aralamıştı ki masanın üstündeki telefonum çalmaya başlayınca ikimizin de bakışları telefona kaydı. Selin'in aradığını görünce ben telefonu elime alırken Hakan gözlerini devirmişti. Aramayı onaylayıp kulağıma götürdükten sonra, "Efendim?" diye açtım telefonu yumuşak bir sesle.

"Alo, n'aber?"

"İyiyim canım, sen...?"

"İyi ben de..." dedikten sonra kısa bir süre susup devam etti. "O salak çocuk yanında mı?"

Hakan'a çaktırmadan baktığımı sansam da göz göze geldik. Kupasını ağzına götürürken gözlerini kıstı. "Evet..." dedim çekinerek.

"Piç ya!" dedi sinirle. "Dün beni arabaya almadan bastı gitti orospu çocuğu."

Hakan duyacak düşüncesiyle "Duydum," dedim sessizce.

"Neyse, sana kızdı mı?"

"Pek sayılmaz."

"İyi bari... Şey, bugün ne yapıyorsun?"

"Bugün mü?" diye mırıldandım. "Bilmem... planım yok."

Selin'in, "Kaykay sürmeye gidecektik," demesiyle, Hakan'ın, "Bugün benimlesin," deyişi çakıştı. Hakan'a bakarken tek kaşım kendiliğinden ayağa kalktı. "Şey..." dedim telefona. "Dünkü olay olmasaydı evet ama şimdi... gelebileceğimi sanmıyorum..." Hakan'la göz gözeydik, aynen öyle der gibi gözlerini yumdu. "Hım..." dedi Selin umutsuzca. "Benle görüşmene de karşı geliyordur şimdi o..."

"Eh," diye sayıkladım kısaca. "Anladım..." dedi. "Zaten rahat konuşamıyorsun bile. Başka zaman mutlaka gidelim ama?"

"Aynen. Ben de özledim zaten. Eve dönünce kesin yaparız."

"Tamam o zaman. Bir şeye ihtiyacın olursa ara. Benim ev de müsait biliyorsun."

"Biliyorum, teşekkür ederim. Görüşürüz."

"Görüşürüz."

Telefonu kulağımdan indirip kapadım ve masanın üstüne koyduktan sonra Hakan'a bakıp "Ne yapacağız bugün?" diye sordum.

"Koray çok yakın bir zamanda ayaklanacak," dedi ağır ağır. "Son birkez beraber gözüksek iyi olur. Akşama Çıkmaz'a gideceğiz. Epeydir boşluyorum zaten, kim bilir kimler doluşmuştur içeri. Ansızın gideceğiz. Ama ondan önce seni götürmek istediğim bir yer var. Ona şimdi çıksak ancak yetişir. Hazırlan ama bir daha eve geçmeden Çıkmaz'a gideceğimizi göz önünde bulundurarak giyin."

"Peki... ilk olarak nereye gidiyoruz?"

Dudaklarını geriye doğru büktü. "Bilmem." Kısa bir ara verdikten sonra, "Ama kıyafetin sorun olacağı bir yer değil. Sen Çıkmaz'a uygun giyinmeye bak," diye devam etti.

Tek elimi alnıma atıp sıkıntıyla kaşıdım. "Keşke kıyafetlerim burada olsa."

Bunun üzerine, "Hande'nin kıyafetleri de güzeldir," diye cevap verdi. "Seveceğin şeyler bulabilirsin. Hatta..." derken ayağa kalktı. "O dolaptakilerden ibaret de değil." Boş kupayı masanın üstüne bıraktı ve kapıya doğru ilerlemeye başlayınca ben de hızlıca nerdeyse yarıya kadar dolu olan kupamı masaya bırakıp hızlı adımlarla ona yetiştim.

Koridoru peşpeşe yürüdük ve benim kaldığım odaya girdikten sonra Hakan'ın dolaba doğru yürümesiyle onu takip ettim. Dolabın kapaklarını açtı ve benim nerdeyse hepsini incelediğim kıyafetleri gözümün önüne birkez daha serdi. Hepsi askıya takılıydı, ben Hakan sırasıyla bu kıyafetleri inceler zannederken Hakan kıyafetlerin altında duran büyükçe bir çantayı çekip çıkardı ve fermuarına elini attı. Aynı zamanda,"Bunlar yıkanmış paklanmış Hande'ye gönderilecek olan kıyafetlerken hanımefendi istemeyince öylece çantada kaldı," diye açıklama yaptı.

"Neden istemiyor?" diye sordum.

"Şımarık," diye cevap verdi. "Nasıl olsa Hakan ona para basıyor." Sesi yakınır gibiydi. "Belki de hiç giymedikleri bile vardır."

Çantanın fermuarını açtıktan sonra altından kavrayarak ters çevirdi ve içindekileri yere devirdi. Anında gözümü alan parçalar ayaklarımın dibine düşerken Hakan çantayı kenara bırakıp yere çömeldi ve "Gel seçelim," dedi. Bunun üzerine ben de kıyafetlerin dibine çömeldim. İlk işim gündelik olanları kenara sıyırmak olmuştu. Sırayla hepsini incelerken elime siyah, bir karışlık şortun gelmesiyle onu tutup havaya kaldırdım ve Hakan'ın belirginleşen gözleriyle göz göze geldim. "Eğer kombinime uygun olursa..." diye açıklama yapmaya çalışsam da tavizsiz çıkan sesiyle "Yere bırak onu," dedi anında.

Amacım zaten sinirlendirmekti, bu havada giyip donmak ben de istemiyordum. "Ama neden?" diye bilerek uzattım. "Hande'ye giydirmişsin?"

Eli elbiselerde gezerken, "Yeni görüyorum bu şortu," dedi yüzüme bakmadan. Yalandan oflayarak kıyafetlere döndüm. Yazlık şeyler ağırlıktaydı, bunların arasından bir tane kaba ve salaş duran kot ceketi görünce hemen aldım ve kenara bıraktım. Üzerindeki yırtıkları ve metal detaylarıyla Çıkmaz'a uydurmuştum. "Bunu giyeceğim," dedim Hakan'a. Kafasını kaldırdı ve cekete baktı. "İçine ve altına ne giyeceğimi bulmamız lazım."

Sesini çıkarmayıp önünde döndü ve elini siyah, askılı, yaka kısmı V gelen bir üste atıp havaya kaldırdı. Ben de gözüme kestirdiğim siyah beyaz, yarım gömleği havaya kaldırdım ve "Bu nasıl?" diye sordum. Gömleğin yakasına bakarak, "Boğazı güzel de devamı nerde bunun?" diye sordu. "Bunun modeli böyle," diye cevapladım. "Beli açık kalacak. Ama küçük bir kısım. Altıma giyeceğim pantolonu ya da taytı çekiştiririm yukarı."

Yüzüme ikna olmamış gibi bakınca "Olmazsa ceketin önünü kapatırız," dedim. Tabi ki bunu yapmayacaktım. "Bunun olmayacağını ikimiz de biliyoruz ama neyse," diyerek kafasını yere eğdi ve eline aldığı siyah taytı paçasından tutup havaya kaldırdı. "Bunları dene bakalım." Ayağa kalktı ve kapıya doğru ilerlemeye başladı. "Hazırlanınca seslenirsin."

Elini kapı koluna atmıştı ki, benim "Şey..." diye mırıldanmamla tekrar bana baktı. "Burda topuklu ayakkabı da var mı acaba?"

Kısaca, "Bakarım," dedikten sonra önüne döndü ve kapıyı açıp dışarı çıktı. Yerden destek alarak hemen ayağa fırladım ve elimi üstümdekilere atıp hızlıca soyunmaya başladım. Acaba nereye gidecektik? Aslında pek bir önemi yoktu, nasıl olsa Hakan'la olacaktım ve Çıkmaz'a gideceğimizi biliyordum. Çıkmaz aklıma gelince gerçekten özlediğimi hissettim. Orada baktığım her yer Hakan'ın el emeği göz nuruydu, bunun bilincinde olduğum için oranın kısa bir süre dahi parçası olmak bana onur veriyordu. Hele... hele Hakan'ın kolundaki kadın olarak orada yer almak... inanılmaz bir hazdı. 

Sadece iç çamaşırlarımla kaldığımda ilk olarak gömleğe uzandım ve düğmelerini açtıktan sonra kollarımı içinden geçirdim. Omuzları çok az daha geniş olsaydı tamamen üstüme oturacaktı, aşağıdan başlayarak düğmelerimi sırasıyla ilikledikten sonra yere eğilip siyah taytı kavradım ve tekrar doğrulup bacaklarımı taytın içinden geçirmeye başladım. Taytın bacak boyu birazcık bana kısa gelmişti ve beli de kendini hissettirecek kadar sıkı değildi fakat bunlar incelenmedikçe fark edilmeyecek kadar küçük detaylardı. Yere eğilip kıyafetleri kucakladığım gibi aynı çantaya doldurmamla yerdeki yığını ve ayakaltındaki çantayı imha etmiş oldum ve son olarak kot ceketi sırtıma geçirdim. Zaten salaş ve hafiften hantal gözüken ceket ve montlara bayılıyordum, bana kalırsa yakışmıştı ve güzel bir kombin olmuştu.

Kafamı önüme eğmiş bir vaziyette üzerimdekileri görmeye çalışırken kapının tıklatılmasıyla kafamı kaldırdım ve "Giyindim!" diye seslendim. Ardından kapı kolu aşağı inip açıldı ve oluşan boşluktan Hakan kafasını içeri uzattı. İlk olarak yüzüme baktıktan sonra gözü aşağılara kaydı ve kıyafetleri gelişigüzel süzüp, "Yakışmış," diye yorumunu belirtti ve konuşmama izin vermeden, "Buldum siyah bir ayakkabı, gel bakalım olacak mı," dedi. Tek elimi havaya kaldırıp işaret parmağımı gösterdim ve "Hemen geliyorum," deyip sırt çantamın yanına koşturdum. Çantamın fermuarını açarken göz ucuyla gördüğüm kadarıyla kapıyı çekmişti. Birkaç gözü karıştırdıktan sonra çantamda taşıdığım bazı makyaj malzemelerimi buldum ve çantamın fermuarını tekrar kapayıp yerine bıraktıktan sonra kapıya doğru koşturdum.

Dışarı çıktığımda direkt olarak Hakan'la karşı karşıya geldik ve onun gözü elimdeki malzemelere kayarken benimki de tuttuğu ayakkabılara kaymıştı. "Bakayım," deyip eğildim ve ayakkabılardan tekini elime alıp incelemeye başladım. Siyah, ayrıca hiçbir detayı olmayan, bileğe kadar kapalı, bot tarzı, platform topuk bir ayakkabıydı. Sırtımı duvara verip ayakkabıyı üzerime geçirmek için çabalarken, "Üstü kapalı olması iyi," dedim. "Büyük gelse bile ayağımdan çıkmaz."

Ayağım ayakkabıya geçtiği sırada Hakan "Sanmıyorum," dedi. "Olur gibi geliyor."

Ayağımı yere basıp nasıl olduğunu anlamaya çalıştığımda nerdeyse kendi ayakkabılarım kadar rahat olduğunu fark ettim. "Otuz yedi mi bunlar?" diye sorup Hakan'ın elinden diğer ayakkabıyı da kaptım ve tabanını çevirdim. Otuz sekiz yazıyordu. "Sekizmiş... ama tam oldu gibi bir şey."

Diğerini de ayağıma geçirdikten sonra koridorda ileri geri yürüdüm ve Hakan'a bakıp "Sorun yok," dedim. Göğsünde ellerini kavuşturarak, "Tahmin etmiştim," diye cevap verdi ve tek omzunu duvara yasladıktan sonra kaşlarıyla elimdekileri işaret etti. "Hadi ne yapacaksan yap."

"Tamam," diye mırıldanıp hızlıca arkamı döndüm ve banyoya doğru yürümeye başladım. İçeri girdiğimde ilk önce aynalardan kendimi süzmeye başlamıştım, üstümdeki gömlek hafiften dar gibiydi, göğüs kısmım olabildiğince gerilmişti. Fakat oradaki dolgunluk aşağı inildikçe kayboluyor ve yerini ince bir bele bırakıyor, ardından sert bir kavisle tekrar dolgunlaşıyor ve tayttan dolayı nerdeyse açıkta olan kalçalarıma iniyordu. İnce uzun bacaklarımın topuklu ayakkabıların da etkisiyle olduğundan daha uzun gözükmesiyle de beraber fiziğimin kusursuz gözüktüğünü fark ettim. Yalnız üzerimdeki bol ceket kıvrımlarımı biraz gölgeliyordu fakat bundan rahatsız değildim. Aynaya doğru iyice yanaşıp elimdeki malzemeleri kenara bıraktım ve sırasına göre makyajımı yapmaya başladım.

İlk önce bir kat fondöten ve sonrasında siyah bir rimel ve bordo renkte bir ruj sürdüm, siyah ağırlıklı kombinimin tamamlayıcısı kesinlikle bordo rujum olmuştu. Ardından saçlarımı saldım ve sağa sola dağıttıktan sonra ellerimle şekil verip serbest bıraktım. Elimde malzemelerle dışarı çıktığımda Hakan hala beni bekliyordu. Görüş alanına girer girmez gözleri beni süzmeye başladı. Yanından geçerken, elimdekileri işaret edip, "Şunları bırakıp geliyorum," diyerek kapıyı açacağım sırada önüme geçince kalakaldım. Yüzüne boş boş bakarken, "Bir kişinin bile seninle konuşurken gözleri dudaklarına kayarsa, çizerim, anlıyor musun?" diye sordu. "Zaten kimseyle konuşmayacağım," dedim şirin bir sesle ellerimi iki yana açarak.

Bir süre hiç konuşmadan ve gözlerini ayırmadan yüzüme baksa da sonunda önümden çekilmişti ve ben de içeri girip elimdekileri tekrar çantaya apar topar tıkabilmiştim. Tekrar çıktığımda Hakan beni görür görmez arkasını dönüp kapıya doğru yürüdü ve geriye benim adıma onu takip etmek kaldı. Montlarımızı giydikten sonra peşpeşe evden çıktık ve yine aynı şekilde arabaya doğru ilerlemeye başladık. Siyah, lüks otomobilin ön yolcu koltuğuna oturduktan sonrasının devamı sıradan bir yolculuk olarak geçmişti. Çok bir şey konuşmamıştık, ben ara sıra nereye gittiğimizi öğrenme konusunda ona laf atıp duruyordum o kadar. Tabi ki soruma cevap alamamıştım. Ta ki Hakan'ın arabayı durduğu yerde aşağı inip, onun arkasından içeri girdiğim kapının ardını görene kadar.

Gözlerim etrafı hızla tararken adımlarımı daha da hızlandırıp yetiştikten sonra Hakan'ın koluna sokuldum ve "Ciddi olamazsın," diye sayıkladım.

Yüzüme bakmadan yürümeye devam ederken "Aynen öyleyim," diye cevap verdi.

"Ama ben reşit değilim," diye mırıldandım sessizce.

İlerlemeye devam ederken "Bunların benim umrumda olmadığını ne zaman anlayacaksın?" diye sordu ama öylesine sorulmuş bir soruydu, zaten ben de cevap vermedim ve etrafa bakına bakına Hakan'ı takip ederken kilolu ve uzun boylu bir adam bizi fark edip yanımıza gelmeye başladı. Hakan da ona doğru yürüdü ve ortada buluştuğumuzda adam tek eliyle üstünde üç rakamı bulunan kapıyı işaret etti ve "Abi siz buraya geçiyorsunuz," dedikten sonra Hakan'a elini uzattı. "Hoş geldiniz."

Hakan adamın elini sıkıp, "Hoş bulduk," dedi ve "İçeride her şey hazır mı?" diye sordu. Adam kafasını salladı. "Evet abi, her şey tamam. İsterseniz gelin beraber bakalım?"

Hakan gösterilen kapıya doğru yönelince adam bunu onay olarak aldı ve Hakan'dan daha hızlı yürüyerek kapıya ulaşıp bizden önce içeri girdi. Onun hemen ardından ben ve Hakan da üç numaralı poligon salonuna girmiştik. İçeri girer girmez her şey önüme serilmişti; hedef tahtası, silahlar... Hakan'ın montunu çıkardığını görünce ben de çıkarmaya başladım ve kendininkini duvara monteli askıya astıktan sonra benimkini de fark edip elimden aldı ve onu da astı. Adam tezgah gibi bir düzlemin önüne gitti ve peşinden biz de yanında dikildiğimizde sırayla her şeyi saymaya başladı. Siyah tabancayı gösterdi. "Tabanca." Yanına bırakılmış iki dolu şarjörü işaret etti. "Şarjörler. Kulaklıklar. Gözlükler." Ardından kırmızı bir tuşu gösterdi Hakan'a. "Bu da hedef tahtasını önünüze getiren ve vuruşlarınızı incelemenizi sağlayacak olan tuş."

Hakan etrafı süzerek yavaşça kafasını salladı. "Sağ ol. Gerisini biz hallederiz."

Adam kafasını sallayıp kapıya doğru birkaç adım atmıştı ki tekrar geri dönüp Hakan'a "Abi, güvenlik önlemlerine dikkat edin, olur mu?" dedi rica eder gibi. Ardından bana baktı. "Yenge de böyle oynattığımızı sağda solda ağzından kaçırmazsa iyi olur."

Hakan adamı dinlemeyi bırakmış gibiydi, tezgaha yanaştı ve tabancayı eline alıp incelemeye başladığı sırada baştan savma bir tavırla, "Sen merak etme," dedi. Adam bunun üzerine kafasını selam verir gibi yana eğip önüne döndü ve kapıyı açıp dışarı çıktıktan sonra tekrar kapıyı çekti.

Hakan'la başbaşa kaldığımız aklıma gelince gözlerim yavaşça ona doğru kaydı. Hala durduğu yerde tabancayı inceliyordu. Ben ona bakarken, "Silahlarımı kullanmak istediğinde aklıma bu fikir geldi," dedi. "İyi düşünmüş müyüm?"

Yanına doğru iyice yanaşıp tezgaha belimi yasladım ve ellerimle de tutundum. "Evet..." diye mırıldandım onun düşünceli tavrını incelerken. "Gayet iyi düşünmüşsün."

"Senin içinde olduğun şeylerde kararlar almak çok güç," demesiyle kaşlarım hafifçe çatıldı. "Kimsede bu kadar çelişkiye düştüğümü hatırlamıyorum."

Sustuğunu anlayınca "Mesela?" diye sorar gibi konuştum.

"Mesela..." diye tekrar etti yavaşça ve kafasını tabancadan kaldırıp yüzüme baktı. "Bir yanım elinin silah tutmaması ve hiç tanışmaman gerektiğini söylüyor. Senin hayatında böyle figürler yapay duracak gibi... Hiç olmaması gerekiyormuş gibi. Diğer yanım ise... bir şekilde öğrenmen gerektiğini ve kendini müdafaa etmen gereken durumlarla karşılaşabileceğini düşünüyor. Tabi bu... basit bir örnek. Çoğu konuda tek bir doğrultuda şeyler düşünemiyorum."

O bu konudan rahatsız gibi olsa da bu benim hoşuma gitmişti, sırıtarak, "İnsan önem verdiği şeylerde etraflıca ve uzun uzun düşünme ihtiyacı duyar," diye cevap verdim.

Cevabım üzerine hafifçe gülümsedi ve bana doğru bir adım atıp saçımı yarı şaka yarı gerçek bir tavırla okşayarak, "Bakış açın gözlerimi yaşartıyor," dedi.

Gülerek karşılık vermem üzerine elini saçımdan çekti ve bir adım geri çıkıp "Her neyse," dedi. "Bunu diğer insanların yaptığı gibi oyun oynuyormuş gibi düşün. İlerde silah kullanmak zorunda kalabilme ihtimaline hazırlık olacakmış gibi değil. Oyun oynuyormuş gibi. Tamam?"

Hızlıca kafamı salladım. "Tamam."

Dudaklarını yaladıktan sonra, "Pekala," dedi. "Hadi başlayalım."

Tezgahın üzerinden gözlüğü aldı ve takmam için bana uzattı. Elinden alıp gözlüğü taktıktan sonra bu defa tabancayı önüme itti. Onu almadan önce kısa bir süre düşünsem de ardından düşüncelerimi dağıtabilmeyi başardım ve tereddütle elime aldıktan sonra Hakan çelik kadar sert ve düz bakışlarını üzerimden çekmeden bu defa önüme şarjörü itti. Şarjörü de elime aldıktan sonra sanırım şarjör yuvası denilen şeyin içine itmeyi başardım. "Sürgüyü çek," dedi ardından bir emir gibi.

Döndüm ve çaresizce yüzüne baktım. "Nasıl yapacağım?"

İşaret parmağıyla tabancanın üst yüzeyine dokundu. "Burayı kendine doğru çek."

Tabancayı ona doğru uzattım. "Sen yapsana?"

Ellerini arkasında birleştirdi. "Sen yapacaksın."

Yüzüne hiçbir şey demeden bir süre baksam da göstermiş olduğu tavizsizliği istemeye istemeye de olsa idrak edip önüme döndüm ve silaha umutsuz bir bakış attım. "Patlamayacak değil mi?"

"Tetiği çekmediğin sürece hayır."

Gösterdiği bölgeyi kendime doğru çektim ve metalik bir ses çıkmasıyla yapmam gereken şeyi yapabildiğimi anladım.

"İlk önce kendin vur bakalım, ne çıkacak ortaya," dedi ve kulaklığı alıp kafama geçirmeye başladı. Kulaklık kulağıma yerleştiğinde "Sen neden takmıyorsun?" diye sordum. Umursamaz bir tavırla, "Bana gerek yok," diye cevap verdi ama tabi ki ikna olmayıp "Sen de takmazsan başlamam," diye şart sundum.

Bunun üzerine yanaklarını şişirerek ilk önce kulaklığı, ardından gözlüğü taktı ve sonrasında kafasıyla hedef tahtasını gösterdi. Hedef tahtasına doğru döndüm ve önceden gördüğüm gibi taklidi bir şekilde tabancayı iki elimle kavrayıp havaya kaldırdım. Hedef tahtasını kendi çapımda hedef aldım ve kollarımı iyice gerdirdikten sonra cesaretimi toplamayı bir süre bekleyip tetiğe parmağımı bastırdım. İlk deneyim gözlemi olarak, tabanca tahmin ettiğimden daha fazla hareket etmişti. Hedef tahtası dalgalanırken tabancayı indirdim ve kulaklığı enseme indirip Hakan'a dönerek "Nasıldı?" diye sordum.

O da benim gibi kulaklığı ensesine itti ve adamın gösterdiği tuşa tıkladı. Bunun sonucu olarak hedef tahtası yerinden oynayıp bana doğru kaymaya başladı ve tam önüme kadar geldiğinde durdu. Şimdi çok yakınımdaydı, kurşunun nereye isabet ettiğini görebiliyordum. Çok... alakasız bir yere. En geniş dairenin içindeki rakama bile denk gelmemişti, kağıdın aşağılarında bir yerdeydi. "Ama ben ne anlarım ki bunlardan...?" diye sızlanarak Hakan'a döndüm. Tekrar aynı tuşa basıp hedef tahtasının uzaklaşarak aynı yerine gitmesini sağlarken "Gözlüğünün camının opak olmadığına emin misin?" diye sorunca gözlerimi kıstım. "Ha ha ha!"

Eliyle tabancamı işaret edip "Ver," deyince kaldırıp avucunu koydum. Bu defa o tek eliyle kavradı ve "Hiç gez, göz, arpacık, diye bir şey duymadın mı?" diye sordu. "Bilmiyorum..." diye mırıldandım.

Tabancanın üst yüzeyinin en başındaki çıkıntıya dokunarak "Bak buraya gez deniyor," dedi. "Bunun içinden bakıp..." Bu defa tabancanın üst yüzeyinin en sonundaki çıkıntıya dokundu ve "burayı kontrol edeceksin," dedi. "Bu da arpacık oluyor."

"Göz neresi?" diye sordum safça.

İşaret parmağını bu defa yüzüme yaklaştırdı ve histerik olarak gözlerimi kapayınca göz kapaklarıma dokundu. "O da burası."

Parmağımı gözümden çekince göz kapaklarımı araladım. "Pekala..."

Tabancayı bana uzatınca elinden aldım. Sonrasında Hakan arkama geçti ve "Önüne dön," dedi. Tekrar hedef tahtasına doğru yönümü döndüm. Bunun üzerine Hakan iki elini belimin iki yanına yerleştirince kendimi kasmadan edemedim fakat bir yandan da fark ettirmemeye çalışıyordum. "Dik dur ve bacaklarını hafifçe aç," dedi ve dediklerini uyguladıktan sonra "Şimdi nefes alıp ver ve kollarını gergin bir şekilde ileriye uzat," diye devam etti. Derin bir nefes alıp verdim ve silahı güzelce kavrayıp dediği gibi kollarımı ileriye doğru gerdirdim. Bu sırada Hakan ellerini belimden çekti ve ben daha ne olduğunu anlamadan "Ve gez, göz, arpacık," diyip kulaklığımı kulaklarıma geçirdi. Kısa bir süre sonra -o süre içinde onun da kulaklığını taktığını düşünmüştüm- ellerini tekrar aynı yere koydu. Dediği gibi gez denilen yerin içinden baktım ve arpacığı kontrol ederken hedef tahtasının tam ortasına hedef aldım. Acele etmemek adına birkaç saniye bekledikten sonra tetiğe bastım, bu mesafeden dalganan hedef tahtasının neresinin delindiği net gözükmüyordu fakat eskisine oranla daha hakim bir atış olduğunu hissetmiştim. Kulaklıklarımı indirdim ve omzumun üstünden yukarı doğru çok yakınımda duran Hakan'a doğru gülümseyerek baktım, o da indirdi ve "Nasıldı sence?" soruma gülümseyerek, "Fena değildi," diye cevap verdi. Burun kırıştırarak yüzüne baktım, buna karşılık olarak çenemden nazikçe tutup beni önüme döndürdü ve kafasını kafama yaslayıp benimle beraber hedefe bakarken, "Unutma," dedi. "En iyi savunma saldırıdır."

Tekrar nefes alışverişi yaptım ve duruşumu ayarlayıp kollarımı ileri doğru uzattım. Hakan geri çekilip kulaklığımı taktı ve ellerini tekrar belime yerleştirdi. Gez, göz, arpacık yaptım ve tetiğe parmağımı bastım. Bu defa hızımı kesmeye niyetim yoktu, aynı tetkikleri tekrar yaptıktan sonra birkez daha, birkez daha, şarjör boşalana kadar atış yaptım ve şarjörün boşaldığından da Hakan sayesinde haberim oldu. Ellerini belimden çekti ve kulaklığımı çıkardı. Ona doğru döndüm ve boş boş yüzüne bakınca, "Şarjör bitti," diye açıkladı.

Ardından kendi kulaklığını ve gözlüğünü çıkardı ve tezgaha bıraktıktan sonra elimden silahı alıp onu da onların yanına bıraktı. "Şimdi atışlarına bakacağız, eğer merkeze hiç denk getirememişsen ikinci şarjörü takacağım ve devam edeceğiz."

Kafamı sallayarak "Tamam," dedim. Bu sırada Hakan tuşa basmıştı bile. Hedef tahtası hızla yanımıza kayarken kısa sürede önümüze geldi ve bir atışın tam ortaya saplandığını, diğer üçünün ise ona çok yakın yerlerde olduğunu gördüm. İlk başta buna ben de şaşırsam da tabi ki belli etmeyip kendimden emin bir tavırla Hakan'a döndüm ve sırıtarak yüzüne baktım. Hedef tahtasından gözlerini ayırmadan hem inanamamış hem de takdir eder gibi tek kaşı yukarı ayaklandı. "Yaaa," dedim şımararak. "Gözlüklerim opak mıymış saydam mı..."

"Aferin," dedi o da gülerek. "Benle takılmanın sen de meydana getirdiği sirayetler sanırım.."

"Hı..." dedim kaşlarımı havaya kaldırarak. "Eminim." Sustum ve aklıma gelen fikirle "Sen neden oynamıyorsun?" diye sordum. "Göstersene marifetlerini."

"Ben orta noktada değil de düşmanın alnının çatında göstermeyi tercih ediyorum," deyip göz kırptı ve "Hadi," dedi. "Bunu da kaptığına göre montunu giy de bir de Çıkmaz'ın ifadesini alalım."

"Hay hay," dedim ve askılığın yanına ilerleyip parmak ucumda ayağa kalkarak onun ve benim montumu kavradım. Elimden kendi montunu aldıktan sonra o da ben de giyinmeye başladık ve salondan çıktığımızda elimizi kolumuzu sallayarak, ücret ödemeden dışarı çıktığımızı fark edince, "Nasıl ayarlayabiliyorsun bunları?" diye sordum. Arabasına doğru ilerlerken, "Elimiz kolumuz uzun diyelim," diyerek kaçamak bir cevap verdi.

Yolculuk sessiz geçiyordu, Hakan sadece bir ara artık klasikleşen, Çıkmaz'da nasıl davranmalıyım, nasıl davranmamalıyım, nelerle karşılaşabilirim içerikli bir konuşma yapmıştı o kadar. Birkaç yerde trafiğe takılmıştık, Çıkmaz'ın mesafesi de uzak denecek kadar ileride olduğu için uzun diyebileceğim bir süreden sonra Çıkmaz'a vardık. Hava kararalı epey olmuştu, Hakan arabasını Çıkmaz'ın girişinde bir yere park etmişti. Arabadan dışarı ayak bastığımda havanın soğuduğunu ve buranın atmosferini özlediğimi fark etmiştim. Hakan arabasının önünü dolanarak yanıma geldi ve elini belime attıktan sonra beraberce çıkmaz sokaktan içeri girdik. Gelmeyeli duvarlardaki grafiti, duvar yazıları ve desenlerin arttığını fark ettim. Aralıklı aralıklı yerlere içinde ateş yanan teneke kutuları yerleştirilmişti. Sokağa taşmış sarhoş kızlar görüyordum. Burda her şey karışıktı, ama hepsini incelemeyi isteyecek kadar ilgi çekicilerdi. Hakan etraflıca incelememe izin vermeden beni hızlıca harabe inşaatın içine soktu ve yerlere bakarak "Dikkat et," diye uyardı. Yerdeki çok sayıda çerçöpe takılıp düşmemeye çalışarak, Hakan'ın da yardımıyla yolu yürüdüm ve nihayetinde Çıkmaz'a çıkacak olan koridora attık kendimizi. Koridorun sonunda her zamanki güvenlik görevlisi duruyordu, kapıya doğru Hakan'ın eşlik ettiği bir kız olarak yürümek bu mekanda da, benim gözümde de, paha biçilemezdi.

Güvenliğe iyice yaklaştığımızda Hakan göz kırparak "Ne var ne yok?" diye sordu. Adam, "Abi içeride bir hareketlilik var ama ne olduğunu anlayamadım," dedi. "Levent görev yerinde yok. Ben de buraya bırakıp bir yere gidemedim. Gelmen iyi oldu."

Hakan kırışan alnıyla adamın tek omzuna iki kez sağ ol der gibi vurdu ve beni de kolumdan tutarak kapıyı itip içeri girdi. İçeri girdiğimizde her defasında olduğu gibi ilk olarak ışıklara ve sese evcil bir hayvanın yabani bir ortama girmesi gibi tepki verdim fakat Hakan beni hiç bırakmadan emin adımlarla ilerlemeye başlayınca bu his yavaş yavaş azalmaya başladı.

Bar tezgahına ulaşana dek Hakan beni hiç bırakmadı, oraya gelince ise bir sandalyeye oturttu ve barmen onu görünce hemen yanımıza geldi. "Ne var ne yok?" diye sordu Hakan ona da.

Çocuk hemen anlatmaya başladı. "Abi birkaç gündür bir grup gelip gidiyor buraya. Giyimleri falan şekil. Para da bok gibi. Bir sıkıntı çıkardıkları yok. Ama fazla rahatlar, göze batıyorlar. Mekanın tepesine bindiler gibi bir şey. Geceleri hep burda geçirmeye başladılar. Niyetleri ne bilmiyorum. Her gün burdan başka bir hatun düşüyorlar. Onun dışında senin arkadaşlar hiç boş bırakmadı burayı. Gelirimiz de tıkırında Allah'a şükür."

Hakan gözlerini kıstı. "Kaç kişilik bir gruptan bahsediyoruz?"

"Valla altı yedi kişi varlar abi."

"Kaç gibi geliyorlar?"

Barmen çocuk kol saatine çevirip baktı. "En geç bir saate burdalar eğer gelirlerse."

Hakan sandalyelerden tekine yaslanıp "Bana bir şeyler getir," dedi ve ardından gözü bana takıldı. "Kıza da getir. Alkolsüz olsun."

Barmen konuşmak için ağzını aralamıştı ki Hakan, "Sakın alkolsüz içeceğimiz yok deme, bu konuşmayı daha önce de yapmıştık," diyerek lafı ağzına tıkadı. "Bul bir şeyler."

Barmen kafasını sallayıp yanımızdan uzaklaşınca Hakan'a "Ne yapacaksın?" diye sordum. Nefesini dışarı vererek arkasına yaslandı. "Benim gözlemem lazım. Niyetleri neymiş anlarım. Ama kimse benim mekanımda benim izin verdiğimden daha fazlasına cüret edemez. Bilmiyorlardır, öğretiriz. Beni ya da Koray'ı hiç görmedikleri için ilk olarak bir şey yapmam."

Kollarımı önümde birleştirip, "Hım," diye mırıldandım. "Başta biri olmayınca hep böyle dadanırlar mı?"

Dudaklarını birbirine bastırıp "Maalesef," dedi. "Ama cahil cesareti bunlar, başka bir şey değil."

Saçımı sıkıntıyla kaşıyıp "Kendimi suçlu hissettim," dedim gülmeyle karışık. "Sana yük oluyorum..."

"Yo..." dedi. "İki dakkalık işi var bunların."

Dudaklarımı birbirine bastırıp sustum ve etrafıma bakındım. Buranın çeşitliliğinin sınırı yok gibiydi; insanı bile, en fakiri, en zengini, en güzeli, en çirkini gibi her telden çalıyordu. Barmen önümüze içecekleri yerleştirdiğinde önüme döndüm ve kendi bardağıma bakıp, "Bu ne?" diye sordum. "Limonata mı?"

Barmen "Evet yenge..." diye cevap verdikten sonra Hakan'a çaktırmadan baktı. "Yenge, değil mi?"

Hakan tebessüm ederek kafasını salladı. "Yenge, yenge..."

"Limonata ne ya?" diye isyan eder gibi konuştum Hakan'a. "Çok konuşma," diye karşılık verdi sırıtarak. Bu sırada barmen yanımızdan gitmişti, arkadan bir çocuk gülerek yanımıza yaklaştı ve Hakan'ın omzuna dokunup, "King is back," dedi. Hakan kafasını kaldırıp çocuğa baktı ve "Kardeşim..." dedikten sonra elini uzattı, tokalaştılar. "Nerdesin abi ya?" diye sordu çocuk hemen. "Koray yok, sen yoksun. Çıkmaz'ı gözden mi çıkardınız yoksa?" Abimin adı geçtiği anda huzursuz oldum, ortak arkadaşları beni hep tedirgin edecekti.

"Yok be oğlum, gözümü çıkarırım Çıkmaz'ı gözden çıkarmam," diye cevap verdi Hakan. "E, neyle meşgulsün o zaman?" diye sordu bu defa çocuk. Hakan'ın gözleri yavaşça bana kayınca çocuk da bana baktı. Gülümsemek zorunda hissettim kendimi ve zorla tebessüm ettim. Çocuk elini uzatırken, "Merhaba," dedi. Ben de elimi uzattım ve "Merhaba," diye karşılık verdim.

Ellerimiz ayrılınca çocuk Hakan'a döndü. Yuvarlak yüzlü biriydi, saçı sakalı yoktu, saçları, kaşı, kirpiği koyu kahveydi. "Yengemiz mi yoksa?"

Hakan kafasını salladı. "Öyle."

Çocuk gülerek bana döndü ve "Turnayı gözünden vurmuşsun yenge," diyerek takıldı.

Sırıtarak Hakan'a döndüm ve "Atışlarım iyidir," dedim poligona gönderme yaparak.

Çocuk "Oo," çekerken Hakan kısık gözleriyle "Buraya gelmeden önce poligona gittik de ondan bahsediyor," diye açıklık getirdi.

Çocuk, "İyi mi bari?" diye sorunca Hakan. "Olmaz mı? Sniper," dedi gülerek. Ardından birden ciddileşti ve "Birkaç gündür yabancılar dadanmış buraya, sen gördün mü hiç?" diye sordu çocuğa.

"Evet," dedi çocuk. "Gözüme çarptılar. Zenginler ya da arkalarında birileri var. Özgüvenleri yüksek. Efendi gibi gelip gitmiyorlar. Ben onları gözetledim bir süre ama yanlış bir şey yakalayamadım, tek sorun, senden bile daha sahip gibi davranıyorlar o kadar."

"Kulağıma geldi," dedi Hakan. "Onları bekliyorum. Buralarda ol."

"Tamam abi," dedi çocuk. "Yakınındayım."

Sonra bana döndü ve "Görüşürüz yenge," dedi. "Daha sık buralara gel de kızlara fırsat çıkmasın."

"Hakan abi ne zaman getirirse geliyorum işte." Abi kelimesini bilerek ve sessizce telaffuz etmiştim. Tahmin ettiğim gibi çocuk anlamadı, Hakan'ın kaşlarının sertçe çatıldığını göz ucuyla gördüm. "Hadi eyvallah," dedikten sonra çocuk yanımızdan ayrıldı.

Tabii Hakan'ın "Ne yapıyorsun kızım sen?" diye hırlaması da uzun sürmedi. "O kadar tekrarlatırsan böyle olur. Ağzımdan kaçırdım işte," dedim mağduru oynayarak. Evet, sırf bunu söyleyebilmek için abi kelimesini kullanmıştım. "Düşünmeden konuşma," dedi kaskatı kesilen çenesiyle.

"Tamam..." diye cevap verdim sessizce.

İkimiz de susmuştuk, hatta ben yere bakıyordum, tam bu esnada yüksek gürültüyle konuşmalar duymaya başlayınca kafamı kaldırdım, beş altı kişilik ve bize doğru yaklaşan erkek grubunu görmemek imkansızdı. Ne konuştukları açık seçik ortada olacak kadar sesli konuşup gülüşerek ilerliyorlardı ve görünüşe bakarak bizim yanımızdan geçeceklerdi. Huzursuzca Hakan'a döndüğümde sert bakışlarını gruba kilitlediğini ve çene kemiğinin dışarı taştığını gördüm. Çocuklar bize iyice yaklaşmıştı, içlerinden biri yanımızdan geçerken "Kapıdaki arabayı gördünüz mü beyler?" diye sordu. Diğeri "Görülmeyecek gibi mi..." derken bir başkası "Eleman kim merak ettim," dedi ve yanımızdan uzaklaşmaya başladılar. Hakan'ın alttan alttan attığı keskin bakışları asla odağını kaybetmiyordu. "Sanırım bunlar..." diye mırıldandım. Gözlerini güçlükle o taraftan ayırdı ve dişlerini sıkarak bana dönüp, "Onlar olmasa bile bunların da ayara ihtiyacı var," diye cevap verdi. Aslında çocukların tipleri zengin ama kibar tiplerdi, daha çok İstanbul'un gözde, sosyete mekanlarında takılacak gibiydiler.

Saat ilerledikçe içerisi kalabalıklaşıyor gibiydi, etraf insandan gözükmüyordu. Hakan etrafı süzerek içkisini yudumladığında ben de mecburen limonatamdan içtim. Hiç konuşmadan dakikalar geçti, Hakan'ın içkisi sürekli olarak yenilenmişti. Bu sırada o çocuklar için aklından neler geçiyor onu düşünmekle meşguldüm. Hakan'ın bir elinde telefon vardı ve biriyle mesajlaşıyordu, arada kafasını kaldırıp bakış attığı yerden anladığım kadarıyla az önce yanımıza gelen çocukla yazışıyordu, çocuk çaprazımızdaydı. Olanları incelerken devredışıydım, ne yapmaya çalıştıklarını anlamaya çalışıyordum. Dakikalar buna benzer şekilde birbiri ardına sıralanırken ikimizin arasına "Selam, çekirdek ailem," diyerek gökten düşer gibi bir kız girdi. Şaşkın şaşkın kıza bakarken yüzü saçlarının arasından seçildiğinde Hande olduğunu anladık. Yüksek sesle, "Senin ne işin var lan burda?" diye parladı Hakan.

"Canım içmek istedi..." dedi Hande rahat bir tavırla. "Kardeşimin mekanı varken başka yere gideyim de enayi gibi hesap mı ödeyeyim?"

"Gelmeden önce ara, geri zekalı!" diye tısladı Hakan. Gerçekten sinirlenmişti. "Ne o?" dedi Hande. "Yanlış bir zamanda mı geldim?"

"Ceren'i bile eve göndermeyi düşünürken geldin," diye yanıtladı Hakan agresif bir sesle.

"Oo," dedi Hande. "O zaman olay var. Nedir? Hemen halledeyim?"

Hakan'ı Hande'nin bu tavırları daha da sinirlendirdi ve "Salak salak konuşma lan," diye tersledi.

Hande tek elini havaya kaldırıp "Tamam..." dedi "Gideceğim. Ama ne olur ne yapacaksan yarım saat sonra yap. Birazcık içeyim..."

Hakan kısa bir süre sessiz kalıp ardından, "Tamam," dedi. "Hızlı ol."

Hande tezgaha dayanıp barmene işaret ettiğinde arkasından Hakan'a bakarak, dudaklarımı oynatır vaziyette "O neden içiyor?" diye çemkirdim. Bana karşılık olarak o da dudaklarını oynatarak "Yaştan kurtarıyor," diye cevap verdi.

Ardından Hande elinde içki bardağıyla bizden tarafa döndü ve bir dikişte içerek fondip yapmasıyla gerisingeriye tekrar arkasını dönmesi bir oldu. İkinci bardağı da aynı şekilde içmişti, üçüncüyü daha aheste içti, dördüncü doldurulduğunda ise Hakan'a dönüp "Girişte bir yerlerde arkadaşlarımı görmüştüm, onlara bakacağım," dedi.

Hakan, "Sakın geç kalma," dediğinde Hande kalabalığa karışmıştı bile. Hande'nin araya karıştığı kalabalıktan cılız bir çocuk çıkageldi ve Hakan'a yanaşıp elindeki gazete kağıdına sarılı şeyi uzattı, Hakan elindekini cebine sokarken çocuk bu sırada Hakan'ın kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Geri çekildiğinde Hakan sadece kafasını salladı ve çocuk tekrar geldiği kalabalığa girerek gözden kayboldu.

"O neydi?" diye sordum merakla.

Hakan "Fazla merak iyi değil, diye bir söz duydun mu hiç?" diye sorunca yüzüne bir süre baktım ve "Gerginsin..." diye mırıldandım.

Önüne dönüp "Geçecek," dedi.

Aradan dakikalar geçmişti, yerimden kıpırdayamıyordum. Hakan'ın yanına uğrayanların sayısı haddinden fazla bir hale gelmişti fakat Hande hala ortada yoktu. Son gelen adamın Hakan'ın kulağına söylediği şeyle Hakan sandalyesinden aşağı indi. Sonrasında bana döndü ve "Ufak bir işim var," dedi. "O geri zekalı Hande'yi bul. Döndüğümde sizi yollayacağım."

Tam, "Ama," diyerek itiraz içeren cümleme başlamıştım ki "Aması yok," diyerek sözümü kesti. "Döndüğümde ikinizi de burada göreceğim."

Cevap vermeme fırsat vermeden yanındaki adamla beraber hızlı adımlarla yürümeye başladı ve kısa sürede görüş alanımdan çıktı. Kafamı önüme dönmeye zorlayarak ayaklarımı güçlükle yere bastım ve sandalyeden indikten sonra hiç istemediğim o kalabalığa girdim. Ciddi manada girmediğim delik kalmamıştı, kendimi çok değişik insanların içinde defalarca kez bulmuştum ama Hande Çıkmaz'da yoktu. Bundan artık kesinlikle emindim çünkü hiç bilmediğim yerlere dahi sızıp dikkatle herkesi incelemiştim. Hande zaten özellikle saçlarından dolayı aşırı derecede dikkat çeken bir kızdı, tanımamaya ihtimal vermiyordum. Önümde duran kapıya kararsız bir bakış attım. Acaba çıkmalı mıydım? Belki yakındaydı, çıkar çıkmaz bulacaktım? Belki de başı beladaydı? Bir terslik olduğu besbelliydi. Önümdeki küçük korkuluklardan tutunup iki basamağı çıktım ve kapıya iki kez vurdum. Güvenlik kapıyı aralarken hemen dışarı attım kendimi ve tam konuşacağı sırada iki elimi belimin hizasında kendime siper edip "Hakan'ın haberi var," dedim ve koşturarak koridoru aşmaya başladım.

İnşaata girdiğimde köşede yere yığılmış iki tane oğlan görünce korktum ama aldırmamayı öğrenip kendimi çıkmaz sokağa olabildiğince kısa sürede attım. Sokak da tenha sayılmazdı, kısaca herkesi gözden geçirdikten sonra Hande'yi burda da bulamadım ve etrafa umudumu yitirmiş bir halde bakınmaya başladım. Nereye gidebilirdi ki?

Gözüme karşı bina takıldığında orayı Hakan'ın bir adamı bıçaklayacakken girdiğim aklıma geldi. İçerisini hatırladığım kadarıyla korkulacak bir şey yoktu. Ama niye oraya girsindi ki? Öte yandan da başka bir ihtimal mi kalmıştı sanki?

Binaya tereddütle bakarken duvara yaslanmış iki çocuktan biri, "Birine mi baktın fıstık?" diyince bunca stresin içinde ona dönüp aşağılayıcı bir bakış attım. Diğer çocuk "Atan'ın manitası aptal!" diyerek ona kızdı ve çocuğun gözle görülür cinsten sırıtması solup rengi attı. "Pardon," dedi titreyen sesiyle. "Bilmiyordum."

Aynı aşağılayıcı bakışla bir süre daha yüzüne kıpırdamadan baktım ve sonrasında verdiğim ani kararla karşımdaki binaya hızla girdim. İçeriyi güçsüz lambalar ve içinde ateş yakılmış teneke kutular aydınlatıyordu. Burda tek tük, tuhaf tipli insanlar vardı. Birkaç erkeği geçip ilerlemeye devam ettim ve etrafta kız görme umuduyla göz gezdirirken karşımda Çağatay'ı gördüm. O da aynı anda beni görmüştü. "Çağatay?" dedim şaşkınlıkla. O da aynı ifadeyle "Ceren?" dedi ve arkadaşını bırakıp hızlıca yanıma geldi. "Ne yapıyorsun sen burda? Dolaşma tek başına, Hakan'ın yanına git," dedi telaşla. İkimiz de aramızdaki husumeti unutmuş gibiydik, ya da denize düşen yılana sarılır misali zaruriletten olan bir şeydi. İçimde bastırmaya çalıştığım telaş duygusu onun tepkisiyle gün yüzüne çıkmıştı ve "Hande'yi bulamıyorum," dedim panikle. "Hakan Hande'yi bulmamı söyledi ama hiçbir yerde yok!"

Çağatay elini omzuma koyup "Tamam," dedi yatıştırıcı sesiyle. "Hemen hallederiz."

Diğer elini cebine attı ve telefonunu çıkarıp birkaç tuşa bastıktan sonra kulağına götürdü. Bu benim neden aklıma gelmedi diye düşündüğüm sırada zaten Hande'nin numarasının ben de olmadığını hatırladım. Kısa bir süre Çağatay öylece bekledikten sonra karşı tarafın konuşmasına izin vermeden kendisi konuştu. "Ceren seni arıyor. Çıkmaz'ın karşısındaki binadayız. Hemen gel," dedi ve telefonu kapattı.

Sergilemiş olduğu tavır aklıma o ve Hande arasındaki ilişkiyi getirmişti. Gözlerimi kısarak "Hande ile aranda ne var senin?" diye sordum.

Ansızın bunu duymak balyoz yemiş gibi olmasına sebep olmuştu, büyümüş gözleriyle bana döndü ve "Hiçbir şey," dedi pot kırmamaya çalışarak. Ama potların en büyüğünü az önce kırmıştı. "Nasıl hiçbir şey?" diye sorarak ona birkez daha açıklaması için fırsat vermiştim. Omuz silkti. "Tanımıyorum bile."

Omzumu elinden kurtarıp gözlerimi kıstım. "Az önce Hande denilen kızın kim olduğunu dahi sormadan telefonunu çıkardın ve onu aradın. Dahası, numarasını bile sormadan. Tanımadığını mı iddia ediyorsun?"

Gözlerimle afalladığını görsem de bu çok kısa sürdü, hemen kendini toparlayıp "Tamam, uzaktan tanışmışlığımız var," dedi.

Kaşlarımı havaya kaldırdım. "Uzaktan?"

Gözlerini benden kaçırdı. "Aynen."

"Eski sevgili olduğunuzu biliyorum," dedim yavaşça.

Kaşları sertçe çatıldı. "Nerden?"

"Biliyorum işte," dedim omuz silkerek. "Ne yaşadınız siz? Nasıl böyle kanlı bıçaklı oldunuz?"

Çağatay tavana doğru bakıp yanaklarını şişirerek ofladı. Bir süre öyle kalarak kendine zaman tanıdı, sesimi çıkarmadım. Bana tekrar döndüğünde "Hande'yle sevgiliydik," dedi. "Hakan'ın da haberi vardı. Zaten o zamanlar aramız iyiydi, neyse işte... uzun bir süredir beraberdik. Sonra bir gün... beraber olmak istedik. İkimizin de kararıydı bu. Zaten Hande benden daha büyük ve daha olgun, biliyorsun. Onun için de bir sıkıntı yoktu. Kimseye hesap vermek zorunda değildik. Beraber olduk. Sonra Hakan öğrenmiş bunu. Bilirsin, kendisi her boku yer ama yakınındaki kızlar söz konusu olunca namus bekçisi kesilir. O günden beri kanlı bıçaklıyız işte. Onun yüzünden ayrıldık."

Doğrulatmak ister gibi, "Onunla yattın diye mi?" diye sordum inanamazca.

Çağatay'ın dudakları kıpırdayınca doğal olarak onun sesini duyacağımı düşündüm, fakat bunun yerine tanıdık bir kız sesi "Senden sonra iki arkadaşın da bunu yapmaya kalkışınca..." deyince küçük dilimi yutacağımı sandım. Yuvasından fırlayacakmış gibi açılan gözlerimle sesin geldiği yöne döndüm ve binanın içindeki sütunlardan birine yaslanmış Hande'yi gördüm. Bakışlarını Çağatay'dan alıp bana verdi ve "Hikayenin sonuna iki kişi daha ekliyoruz Cerenciğim..." dedi. "Çağatay'dan sonra aynı evdeki iki erkek arkadaşı da bana aynı boku yaptılar ve senin adam yerine koyup az önce konuştuğun pezevenk buna izin verdi."

Sesleri işitiyordum fakat algılayamıyordum, bu söylenenler beynimin bir oyunu ya da gaipten gelen bir ses miydi? Dudaklarım da gözlerim gibi açılırken nutkum tutuldu. Buradaki her şey gerçekti, Hande gerçekti, Çağatay gerçekti, en kötüsü; Çağatay'ın sessiz kalışı gerçekti.

"Nasıl ya?" diye sordum titrek sesimle.

"Biliyorum," dedi Hande benim aksime gayet sakin bir şekilde. "Duyunca bile sindirmek güç. Ama bunlar maalesef yaşandı."

Birden teklemeye başladığını hissettiğim kalp atışımla tamamen donmuş bir vaziyette Hande'ye bakmaya devam edip ardından aslında hareket ettiremeyeceğimi düşündüğüm bedenimi güç bela Çağatay'a çevirdim ve çıktığında benim bile yüksekliğine şaşırdığım bir ses tonuyla "Yalan de!" diye bağırdım. Çağatay tek eliyle sertçe yüzünü sıvazladı, bu hareketi bir kabulleniş olarak algılayınca daha bir coştum ve "Yapmadım de!" diye çığırdım. Binanın içinde yankılanan sesim tekrar bana döndüğünde irkildim, şu an yaşadığım duygu her neyse tüylerimi ayağa dikmişti. Çağatay, "Bak Ceren," dedi yalvarır gibi. "Küçüktüm... Kafam yerinde değildi... Sonrasında köpek gibi pişman oldum..."

Ayan beyan gerçek olduğuyla yüzleşince titreyen ellerimi hızla yüzüme kapattım. Allah'ım, doğru mu duyuyordum? "Şimdi bundan deli gibi utanıyorum, kendimden nefret ediyorum... ama o zamanlar öyle düşünemedim. Ceren lütfen, yalvarırım beni dinle... Senin için hiç öyle düşünmedim. Seni gözümden sakındım ben... Ceren beni öyle tanıma, lütfen."

Sarsılarak ağlamaya başlamıştım, gözlerimi araladığımda Çağatay'ın da ağladığını gördüm. "Bana öyle yapmasan ne olur," dedim artık güçsüzleşmiş, çatallı çıkan sesimle. "Bir kadına yapmışsın, ben de kadın değil miyim?"

Göz yaşlarının arasından "Yemin ederim cahillikten başka bir şey değildi," dedi. "Nefret ediyorum onu hatırlamaktan, Hande'yi görmekten, Hakan'a sonsuz mahcubiyet hissetmekten, erkek olmaktan nefret ediyorum Ceren aklıma gelince... Yıllar oldu, ben zaten kendimi affedemiyorum, sizin verdiğiniz tepkilerin aynısını insanın kendisine vermesi nasıl bir şey, biliyor musun?"

İkimiz de şiddetli bir ağlama krizine girmiş gibi ağlıyorduk, söylenecek söz bulamıyordum, bütün kavramların içi boşaltılmış gibiydi. Hande yerinden doğruldu ve Çağatay'a bakarak "Yüreğinin yetmediği şeylere dilin esmesin," dedi. Ardından beni kolumdan sıkıca tuttu. "Özünde iyi biri olabilirsin ama biz inmiyoruz o kadar derine. En yüzeyselinden bir kızın gençliğini siktin. Ha, şey... gerçek anlamda."

Beni çekerek hızlıca peşinden sürüklemeye başladı ve gitgide kulaklarımı dolduran tek ağlama sesi kendiminki olmaya başladı. Adımları dengemi bozacak kadar hızlıydı, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede sokağa çıktık. Çıktığımızda durdu ve bana döndü. Ben hala iç çeke çeke ağlarken o dümdüz bir suratla, hiçbir şey olmamış gibi, "Hakan nerede?" diye sordu.

Ara sıra içime kaçan sesimle, "İçerde, bizi eve götürecekmiş," dedim hıçkırıklarımın arasından.

Bana hiç aldırmadan, "O zaman girmemize gerek yok," dedi ve cebinden telefonunu çıkarıp kulağına götürdü.

"Biz kapının önündeyiz... Tamam, gel..."

Telefonu kapatıp cebine koyduğunda beklemeye başladık, ben bu sırada ağlamamı dizginlemek için savaşıyordum ama sanki çabaladıkça daha çok şiddetleniyordu. Hande hiç etkilenmemiş gibi gözüküyordu. Olanlar beynimin içinde her dönmesinde birkez daha dengemi kaybediyordum, zaman, mekan, kişi kavramını yitirmiş gibiydim, beynimin içinde dönen cümlelerden öte hiçbir şey düşünemiyordum.

Hakan'ı karşımda görünce daha kuvvetli ağlamaya başladım. O mesafeli adamın içinde zamanında ne fırtınalar kopmuştu demek. Demek bilmemekten yakındığım geçmişinde ne kaldıramayacağım yaşanmışlıklar vardı. Demek duygusuzluğu normaldi, demek hiçbir şeyi bilmeden onu eleştirmeye kalkan ben ne aptaldım!

Hakan beni bu halde görünce telaşla yanıma fırladı ve "Ne oldu?" diye sordu kollarımı tutarak dehşete düşmüş gibi çıkan sesiyle. Konuşmadan, ağlamaya devam ederek kollarımı ardına kadar açıp ona sıkıca sarıldım ve yüzümü göğsüne gömüp ağlamaya devam ettim. Hakan tek elini saçıma atarken neden ağladığımı sormuş olacak ki Hande umursamaz çıkan bir sesle "Hayat hikayemi öğrendi," diye cevap verdi. Hakan'ın ne tepki verdiği göremedim, bir dakikaya yakın beni göğsünde öylece tuttu fakat sonunda omuzlarımdan tutup beni kendinden ayırdı ve aşağı eğilerek benimle aynı hizaya geldi. "Güzelim.... sen bunları takma, tamam mı?" Baş parmaklarıyla göz altlarımı sildi. "Keşke öğrenmeseydin. Ama öğrenmişsin... kabullenmekten başka çaren yok... Düşünme. Düşünmemeye çalış." Bu sırada dibimizde bir araba durdu, Hande anında arka kapağı açıp arabaya yerleşti. Hakan beni bir kez daha kafamdan tutup kendine bastırdı. "Ayrılmak zorundayız... Siz Hande'yle bizim eve gidiyorsunuz. Benim kaçta geleceğim belli olmaz. Anahtarı ona verdim." Omuzlarımdan tutup beni kendinden ayırdı ve elleriyle ovuşturarak "Güçlü ol Barbie, tamam mı?" diye sordu. "Hem Hande... sen ağladıkça hatırlar, üzülür." Eğildi ve saçımdan öptü. "Sana inanıyorum."

Belimden tutarak beni arabaya doğru ilerletti ve arka koltuğa, Hande'nin yanına yerleştirdi. Ardından yavaşça geri çekildi ve kapıyı kapadı, camın diğer tarafında kalırken aramızda manalı bir bakışma geçti. Sürücü koltuğundaki adam gaza basınca Hakan geride kaldı; daha hakkında neleri bilmediğim adam geride kaldı.

Ben ise; aynı adamın bambaşka iki tarafını görmüş iki kadın olarak Hande'yle yan yana, bu defa yine başka bir adamın farklı konumlarda ama ikimizin de hayatının merkezinde, evine doğru gidiyordum.

Hande ve ben bir adamın en fazla ne kadar iyi olabilir ve en fazla ne kadar kötü olabilir deneyine tabii tutulmuş gibiydik. Benim eski sevgilimle onun eski sevgilisi aynı kişi olamazdı. Yaşadığım en büyük ironi olduğunu fark ettiğim anda beynim düşünmekten çatlayacak gibiydi. Tuhaf olansa iyi yüzünü gören ben olduğum halde ağlayan da bendim.

~

İyi geceleeeer! Tabii artık ne kadar iyi olabilirse :)) Nasılsınız? Neler düşünüyorsunuz? Cumartesiyi bu bölüme yatırmış biri olarak kafam kaynıyor 🤕 Umarım herkes uyumamıştır da az da olsa yorumları okuyabilirim. Ciddi manada düşüncelerinizi çook merak ediyorum, oy ve yorum yapmayı sakın unutmayın!

Gelelim bölümün geç gelişine😓 Öncelikle başta tatilde yayınlayacağımı söylediğim okuyucularım olmak üzere yeni bölüm bekleyen bütün okuyucularımdan özür dilerim. Uzun bir düşünce zincirlemesinden sonra bunun nedeninin bazı şeylere karşı olan inancımın körelmesi sonucu olduğuna vardım. Kitabı yazmaya başlayalı yaklaşık üç yıl olmuş. Başlardaki gibi hevesle yazamıyorum çünkü başlardaki, genel bir isim verecek olursak, hayallerime olan inancım ve hissettiğim yakınlık körelmiş durumda. Dev bir yangından ufak bir köz kaldı diyelim. O közle yazmaya çalışıyorum. Zor oluyor. Beni anlayın falan demeyeceğim çünkü anlayışınıza hayranım ve onun için ayrıca teşekkür ediyorum! Umarım atlatılabilir bir şeydir ve atlatırım. Fakat her ne olursa olsun sizi ve TAKINTI'yı yarı yolda bırakmayacağım. Belki geç olacak ama olacak. Sizin de beni bırakmayacağınızı biliyorum❤️ Hele de bomba bölümler serisinin başlangıcını yapmışken💁🏻

Bir başka bir şey var ve o da şu... Wp grubumuzdan öne çıkan bir fikirle Takıntılılar olarak kendimize bir emoji seçmeye ve o emojileri sosyal medya hesaplarımızın biyografi kısmına bir nevi amblem gibi yerleştirmeye karar verdik. Örgütleniyoruz😈 Bu sayede sizi tanıyacağım, siz birbirinizi tanıyacaksınız ve etrafı saracağız👻 TAKINTI'nın ve benim İnstagram adresimi takip edenler bundan çoktan haberdar oldu ve uyguladılar bile. Siz de önceden haberdar olmak, yeni bölümden kesitler okumak, canlı yayınlara katılmak ve benimle kitap hakkında dilediğiniz gibi sohbet etmek isterseniz adresimiz: takintiwattpad. Bu hesaptan benim kişisel hesabıma ve bölümden geçen bazı yerlerin fotoğrafa dönüşmüş halini ve daha bir sürü detayı paylaşan parodi hesaplarımıza ulaşabilirsiniz.

Unutmadan, emojimiz: 🔗

Sizi seviyorum ve en kısa zamanda görüşebilmeyi yürekten diliyorum, hoşça kalın!

Continue Reading

You'll Also Like

Eftalya By esmaa

Teen Fiction

291K 13K 21
Eftal: Hamileyim Dora. Eftal: Cidden hamileyim.
25.1M 898K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...
9.7K 1K 98
Dudakları dudaklarıma çarparken sırtımı duvara yaslamaya devam ettim. "Opal," dedi tüm sakinliğiyle. Lenslerinin ardındaki mavi gözleri ismimi fısıld...
1.1M 115K 32
[omegaverse] Sokakta gördüğü sarhoş Alfa'yı evine alan Jeongguk, onun kim olduğundan habersizdi |SemeTae| Alfa Taehyung Omega Jeongguk ~texting + te...