KARANLIĞIN ŞEHRİ

By sulisindunyasi

23.4M 1.4M 2.8M

Doğum gününden sonra, kardeşiyle eğlenmek için konsere giden bir genç kız... Fırtına yüzünden iptal olan kons... More

Bölüm Bir - Kayıp
Bölüm İki - Karanlıkla Tanışma
Bölüm Üç - Şeker Mi Şaka Mı?
Bölüm Beş - Bataklık
Bölüm Altı - Dirayet
Bölüm Yedi - Kurban
Bölüm Sekiz - Nefes
Bölüm Dokuz - Arayış
Bölüm On - Cesur
Bölüm On Bir - Kedi ve Fare
Bölüm On İki - Temash Uçurumu
Bölüm On Üç - Tehlike
Bölüm On Dört - Soğuk|Sıcak
Bölüm On Beş - Bozuk Kalp Ritmi
Bölüm On Altı - Davet
Bölüm On Yedi - Karar
Bölüm On Sekiz - Cesur ve Güzel
Bölüm On Dokuz - Kurtarıcı
Bölüm Yirmi - Daha Güvende
Bölüm Yirmi Bir - Kabus Çınlaması
Bölüm Yirmi İki - Kırmızı İrisler
Bölüm Yirmi Üç - Sevgi ve Çıkar
Bölüm Yirmi Dört - Kül
Bölüm Yirmi Beş - Kadmos
Bölüm Yirmi Altı - Ateş
Bölüm Yirmi Yedi - Efsun
Bölüm Yirmi Sekiz - Anlaşma
Bölüm Yirmi Dokuz - Sembol
Bölüm Otuz - Hafıza
Bölüm Otuz Bir - Bağ
Bölüm Otuz İki - Kapan
Bölüm Otuz Üç - Radar
Bölüm Otuz Dört - Kanla Çevrili Zindan
Bölüm Otuz Beş - Zehir
Bölüm Otuz Altı - İz
Bölüm Otuz Yedi - Yabancı
Bölüm Otuz Sekiz - Suçüstü
Bölüm Otuz Dokuz - "Aklından Çıkarma."
Bölüm Kırk - Bant
Bölüm Kırk Bir - Zarf
Bölüm Kırk İki - Aitlik
Bölüm Kırk Üç - Kadmos Krallığı
Bölüm Kırk Dört - Zihin Kalkanı (Kısım 1)
Bölüm Kırk Dört - Zihin Kalkanı (Kısım 2)
Bölüm Kırk Beş - Korku ve Aşk
Bölüm Kırk Altı - Maskeler ve Hisler
Bölüm Kırk Yedi - Çınara Aşık Yaprak ve Fırtına
Bölüm Kırk Sekiz - Güller ve Dikenler
Bölüm Kırk Dokuz - Sanrılardan Doğan Çığlıklar
Bölüm Elli - Yeni Başlangıçlar Ya Da Başlayamamalar
Bölüm Elli Bir - Fırtına ve Enkaz
Bölüm Elli İki - Resurgam | Sezon Finali
ÖZEL BÖLÜM | ( Alaz Şahzade'den)
Bölüm Elli Üç - Can Kırıkları (2. Sezon)
Bölüm Elli Dört - Taç Giyme Töreni
Bölüm Elli Beş - Alışılmadık Alışılmışlar
Bölüm Elli Altı - Zehir ve Tuzak
Bölüm Elli Yedi - Büyük Oklar Derin Yaralar
Bölüm Elli Sekiz - Tuzla Buz
ÖZEL BÖLÜM | İlk Karşılaşma
Bölüm Elli Dokuz - Vuslatın Güneşi
Bölüm Altmış - Ruh Kapanı
Bölüm Altmış Bir - Dökülen Yapraklar ve Dik Duran Dallar
Bölüm Altmış İki - Piyonlar ve Şahlar
Karanlığın Şehri Kitap Oluyor!
Soru-Cevap | Kitaplaşma süreciyle ilgili merak ettikleriniz.
KARANLIĞIN ŞEHRİ KİTAP KAPAĞIMIZ
Karanlığın Şehri Ön Sipariş
Karanlığın Şehri 2 Kitap Kapağı
Bölüm Altmış Üç - Tanıdık Bir Yabancı
Bölüm Altmış Dört - Gizler ve Esrarengizler
Bölüm Altmış Beş - Maşuk ve Maktul
Bölüm Altmış Altı - Vezirin Oyunu
Bölüm Altmış Yedi - Hatıralardan Damlayan Kan
Bölüm Altmış Sekiz - Yıkıntılar ve Zedelenen Umutlar
Bölüm Altmış Dokuz 🌙 Sadakat, İhanet, Sevgi

Bölüm Dört - İnfaz

416K 27.8K 35.4K
By sulisindunyasi

Selam Karanlığın veliahtları!

Biliyorum, bölüm biraz gecikti; amma velâkin, Ateşin Oğlu'nun kitap düzenlemeri beklediğimden fazla zamanımı aldı. Benim bir suçum yok yani...

Neyse, bundan sonra -bir aksilik olmazsa- her hafta yeni bölüm için tam burada olacağız, okey mi?

Çok ekşın dolu bir bölüm yazdım; benim içime sindi, bakalım siz de beğenecek misiniz?

Bol bol yorum bekliyorum, haberiniz ola!   Şöyle +1000 yorumu falan geçsek, ben doya doya yorumlarınızı okuyup motivasyon alsam çok hoj olur.

Seviyorum sizi, keyifli okumalar. :*

Bölüm Dört - İnfaz


Olaylar zinciri beynimde fink atıyordu. Bir sürü ayrıntı, bilmediğim birden fazla detay vardı. Başta tek bilinmeyenin 'bu kasvetli şehre nasıl geldiğim' olduğunu düşünüyordum ancak şimdi içinde daha başka olaylar döndüğüne, çözmem gereken birden çok sırrın olduğuna emindim.

Uykularım kabuslu bir korku yuvasına, soluklarım her içime çektiğimde tüm organlarımı yakan zehirli bir gaza dönüşmüştü.

Her ne kadar güçlü durmaya çalışsam da korkuyordum. Bilmediğim bir yerde yaşamak zorunda bırakılmıştım ve buradan hiçbir çıkışım yokmuş gibi görünüyordu. Üstelik önümdeki bilgisayar bile bana hiç yardımcı olmuyordu.

Barın'ın bilgisayarını ondan ödünç istediğimde yapmak istediğim şey Nephan'ı araştırmak ve buradan, duyduklarımdan daha fazla bilgi almaktı. Bunun için hevesle önümdeki dizüstü bilgisayara Nephan yazmış, karşıma çıkacak sonuçları beklemeye koyulmuştum.

Lakin sonuç: ''Hiçbir şey''di.

İnternette Nephan hakkında en ufak bir bilgi yoktu. Arama motorunda "Ulaşmak istediğiniz bu bilgi kilitlidir" yazıyordu. Pes etmeden, derin bir nefes alıp vererek diğer şehirleri yazmaya çalışmıştım ancak sonuç hepsinde aynıydı.

En nihayetinde parmaklarımı klavyenin üzerine getirip "Türkiye" yazdım ve sonuçların çıkmasını bekledim. Heyecanla, parmaklarımı oturduğum masanın üzerine koyarak yavaş bir ritim tutturdum. Masanın üzerinden tık tık efektleri yankılanırken yutkunarak açılmasını bekledim.

"Nephan hakkında bilgilere internetten ulaşamazsın."

Bir anda Barın'ın sesini kulaklarımın içinde işittiğimde korkuyla yerimde sıçradım. Hoplayan yüreğim uçmayı yeni deneyen küçük bir kuşunki gibi atarken kafamı ona doğru kaldırdım ve "Nephan'dan nefret etmem için bir sebep daha," dedim önümdeki bilgisayarda çıkan Türkiye arama sonuçlarının da yanıtsız olması karşılığında bilgisayarı sertçe  kapatarak.

"Ben neden buradayım?"

Barın masadaki meyve sepetinden yeşil elma aldıktan sonra elmayı ısırıp kaslı kollarının tepesinde bulunan omuzlarını ''bilmiyorum'' dercesine silkti. "Kim bilir, belki de esas ait olduğun yer burasıdır."

Ellerimi günlerdir ağrıyan başımın üzerine koydum ve sakinleşmeye çalıştım. Fantastik bir kitabın baş karakteri olsam ancak bu kadar bilinmezliğe düşebilirdim.

"Ait olduğum yer..." diye tekrarladım Barın'ı. Sonrasında ''hayır'' düşüncesiyle kafamı sallayıp toparlandım. "Bu şehrin sorumlusu kim? Valisi, güvenliği... Her ne haltsa."

"Şehrimizin karanlık bir veliahdı var..." Mehsa'nın ince sesi odaya hakim olduğunda gözlerimi onun masmavi bakışlarıyla birleştirdim. Odasının kapısının pervazına omuzunu yaslamış bir halde bizi izliyordu. "İsmi Alaz olan bir karanlık veliaht. Senin, ona buradan olduğunu çaktırmaman gereken en önemli kişi yani. Zihninde onunla ilgili bir plan varsa hemen at Efsan, o çocuk göründüğünden daha tehlikeli."

Saçma bir şey söylüyormuş gibi gülümsedim. "Hem, bana gizemleri çözmem konusunda hiç yardımcı olmuyorsunuz hem bu şehirle ilgili bilgi alabileceğim en doğru kişinin Alaz olduğunu ima ediyorsunuz hem de onunla konuşmamam gerektiğini söylüyorsunuz. Sizce de komik değil mi?"

"Hep bu kadar düşüncesiz misindir?" Barın dış kapının arkasında asılı duran koyu renk kot ceketini alıp omuzlarına geçirdiğinde, söylediği bu cümleyle tekrar ona döndüm. Bal rengi gözleri, bakışlarıma odaklandıktan sonra, "Sana anlatamadığımız bir şey varsa, senin iyiliğin içindir. Şimdilik geldiğin bu yerin tadını çıkarmaya bak," diyerek siyah beresini başına geçirmeden önce kahverengi saçlarını tek eliyle silkeledi. "Hem, aile baskısı falan da yok. Anladığıma göre çok kısıtlanan bir kızdın. Sürekli 'Burası neresi? Ben neredeyim? Aman Tanrım...' kafasında olacağına alışmaya çalış. Zamanla her şey çözülür."

Kurduğu cümleler neredeyse hastalıklı bir kahkaha atmama vesile olacakken kafamı sallayıp önüme dönerek oturduğum sandalyenin yere düşmesini umursamadan bir fırtına gibi iki kardeşin önünden geçip, kaldığım odanın eskimiş kapısını sertçe açarak içeri girdim ve kapıyı hızla yüzlerine kapattım. Başıma giren ağrılar beynimi zorlarken sulanan gözlerimle kendimi kahverengi nevresimin üzerine örtüldüğü yatağa bıraktım. Ne yapacağımı bilmiyordum, ne yapmam gerektiğine dair en ufak bir fikrim yoktu.

Ve bu midemde kusma hissi oluşturuyordu.

Sanki bir çemberin içine hapsedilmiştim ve ne kadar dolanırsam dolayım hep aynı noktaya geliyordum.

Belki de bir girdaptaydım ve içine hapsolacak, sonra da yitip gidecektim.

Hayır.

Hayır.

Hayır.

Olayların bu şekilde seyir almasına izin veremezdim. Madem düşmüştüm bu şehre, o zaman kurtulmak için elimden geleni yapmalıydım. Ama önce kurtuluşumu bulmalıydım...

Mehsa ve Barın'ın evden gidişinin ardından havanın kararmasıyla kalmam için verilen odanın yatağından kalktığımda gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Yatağın kenarına koyduğum siyah botlarımı ayağıma geçirirken aklımda bir şey vardı.

Belki aldığım uyarılara karşın yapacağım bu eylem, hayatımın tehlikeye girmesine neden olacaktı fakat umursamadım. Botlarımın bağcıklarını düğümledikten sonra ayağa kalktım ve neredeyse eskilikten yıkılacak olan, gri, çatlamış duvarlara sahip odanın bozuk kilitli kapısından dışarı çıktım. Üzerimdeki siyah deri ceketin fermuarını sonuna kadar çektiğimde, evin dış kapısının kulpunu tutarak aşağı çektim ve yağmurlu havada oluşan rüzgarın, kapıyı açmama yardımcı olmasını seyrettim. Hiç düşünmeden, sağanak yağışın çamurlaştırdığı toprak yola ayak basmamın hemen ardından arkamdaki kapıyı büyük bir güç uygulayarak kapattım.

Simsiyah gökyüzünden aşağı süzülen damlalar anında saçlarımın üzerinden aşağı akıp ceketimden yere doğru kaymaya devam ederken kafamı yukarı kaldırdım.

Sema...

Bu bilmediğim evrenin, geldiğim yerle olan tek benzerliği. Kara bulutların ardındaki küçük kutup yıldızını gözüme kestirdiğim an zihnimde ailemin görüntüsü canlandığında dişlerimi sıktım. Gözlerim hasretin çığır aştığı ifademle dolarken bir anda yaşadığım eski günler aklımda canlandı.

Kabuslarla dolu uykularla geçen çocukluğumda her gece ağlayarak uyanırdım. Öyle ağlardım ki bağırmaktan ses tellerim yırtılır, sesim kısılırdı. Dehşet dolu kabuslardan sonra annem koşarak odama girer, baş ucuma gelir ve ben hâlâ ağlarken bana sarılırdı. Fakat canımın acısı böyle geçmezdi, yüzüm mosmor olana dek bağıra çağıra ağlamaya devam ederdim.

Annem beni sakinleştiremeyeceğini anladığında bir hikayeye başlardı. Başrollerinde perilerin, cadıların olduğu, masalsı bir hikayeye.

Hikayenin içeriği, küçüklüğümde kalmıştı, büyüdükçe kabuslarımdan tek başıma kurtulmayı başarmıştım lakin annemin o yumuşak tutmayı denediği korku dolu sesini hâlâ kulaklarımda işitiyordum...

Aniden çakan yıldırımın mor ışıklarının göğü aydınlatmasıyla zihnimdeki geçmişin aralanan perdesini tekrar çektim ve başımı sallayarak bakışlarımı gökten kaçırdım. Kolumla gözlerimi sildikten sonra botlarımın üzerine sıçrayan çamurlara aldırmadan yürümeye başladım.

Belki de en sevdiğim özelliğimdi korkusuzluğum. Ya da, gizlemeyi başarabildiğim korkusuzluğum. Normal bir insan gecenin bir vakti bilmediği bir şehrin ıssız sokaklarında yürümeye cesaret edemezdi belki ancak ben bu tehlikeli şehrin, en tehlikeli adamının kapkaranlık duran evine gizlice gidecek kadar cesaretliydim. Kafayı yemeden önce, kaybedecek hiçbir şeyim yoktu.

Gök, bir daha gürlediğinde irkilmedim. Su damlaları yüzümde geziniyor, ara sıra nefes almak için açtığım dudaklarımın arasından içeriye giriyor ve yutkunmama neden oluyordu. İrislerimi her adımımda biraz daha netleşen kara bir şatoya benzeyen evden ayırmıyordum.

Karanlık bahçe kapısının önüne geldiğimde demiri pas tutmuş kapıyı açacağım an çamurlaşan zeminde attığım son adım kayıp düşmeme neden olacaktı neredeyse. Fakat ıslak demir kapının başlığından tutunarak düşmeme mani oldum. Üzerine uyguladığım baskı ile açılan kapının ardından, içeri girip girmemek konusunda bir saniyeden az düşündüm. Fakat kararım netti. Alaz denilen çocuk, bu evi ne zaman kullanıyordu bilmiyordum, buraya geldiğimden beri akşamları ışıklarını bir kez bile açık görmemiştim ve bu bana ayrı bir cesaret katıyordu.

Mehsa ve Barın, onun buranın sahibi olduğunu ima edip benim onunla iletişimim kurmamamı istiyorlardı. Bense, onunla iletişim kurmayıp işimi gizlice halledecektim.

Tabii, evin içine girebilirsem.

Tabii, her şey yolunda giderse...

Yıldırım bir kez daha çakıp etrafı aydınlatırken gürültülü şimşek ona eşlik etmişti. Nephan'ın yağmurları, ormanlarının derinliğinden gelen kurt ulumalarıyla beraber korkunç bir hal alıyordu. Titreyen çenem, takırdayan dişlerimle bu kasvetli evin kapısına doğru yürürken, kendimi bir korku filminin başrol karakteri gibi hissetmemem imkansızdı.

Kuruyan dallarından süzülen suların yerle buluştuğu cılız ağaçların önünden geçtikten sonra nihayet baştan ayağa siyahla boyanmış iki katlı evin kömür karası çelik kapısıyla karşı karşıya kaldığımda giriş kulpunu bulmak için sağ elimle sıkıca kavradığım el fenerini havaya kaldırdım ve düğmesine basıp ışık saçmasını sağladım.

Tepesindeki gölgeliğin ıslanmasını engellediği kapıdaki yuvarlak küçük kilit kısmını gördüğümde bir ihtimal karşılaşmayı düşündüğüm kulp yahut anahtarın olmayışı kafamdaki cam kırıkları efektine sebep olmuştu.

Ne bekliyordum ki? Her yaptığı sır gibi saklanan adamın, evinin kapısını açık bırakarak dışarı çıkacağını mı?

Yine de pes etmeyip kapıyı aynı ihtimalle itmeye çalıştım. Ancak çelik kapı değil açılmak, yerinden bile oynamamıştı. Bezmiş bir halde soluyarak birkaç adım geriledim ve feneri biraz daha kaldırıp evin giriş katındaki pencerelere tuttum. Ama hiçbiri açık değildi ve içeri girmem imkansız görünüyordu.

Sinirle, "Ah,''ladım ve kendime hakim olamadan karşımdaki kapıya yanımdan gıcık olduğum bir insan geçiyormuş gibi öfkeli bir dirsek attım.

Ve koyu renge sahip gözlerimin kocaman bir şekilde açılmasına sebebiyet verdim.

Çünkü attığım o küçük dirsekle beraber kapının gıcırdayarak açılması, beklediğim şeylerde son sırada bile değildi. Hayretle açılan ağzıma karşın, eve girmeden önce biri var mı diye etrafıma bakındım.

Karanlık bahçeyi çevreleyen cılız ağaçlardan başka bir şey şey göremeyince, bir kez daha önüme döndüm ve hafifçe aralanan kapıyı parmak uçlarımla yavaşça ittirdim. Gıcırdayarak evin içine doğru açılan kapıyla beraber, içimde bin bir türlü kıvılcımlar baş göstermeye başladı. Bir yanım, ''Gir,'' diyordu, öbür yanım, tehlikeli olabileceğini düşünerek, ''Kaç!'' diye haykırıyordu. Arafta sayılırdım.

Fakat, içinde kurtuluşumun gizlenmiş olabileceği bu evi başka ne zaman böyle müsait bulabilirdim?

Zihnim titredi.

Belki de hiçbir zaman.

Bu fikir doğrultusunda, girmeden hemen önce el fenerini evin içine tuttum ve birisinin olup olmadığını kontrol ettim. Işığın odağına bir insan takılmadığında, bir ajan edasını taşıyan yavaş adımlarla eve girdim ve işittiğim sesle beraber ilk olarak feneri sağa tuttum. Rüzgarın eve dolması nedeniyle karanlıktan rengini seçemediğim boş duvarın önündeki tahtadan, sallanan koltuk hareket ediyor ve tahminimce eskiliğinden vidalarının oynaması sebebiyle gıcırdıyordu.

Sesin kaynağının o antika koltuk olduğunu anlayarak rahat bir nefes verip aynı şekilde evin sağ bölümüne bakmak için hareketlendim.

Fakat ne olduğunu anlamadığım bir anda, kolumda hissettiğim sert baskıyla bileğimin çevrilip belime sabitlenerek, gövdemin, bir başkası tarafından kapanan kapıya yapıştırılmasıyla, dudaklarımdan çıkan tiz bir çığlıkla evi inceleme işlemim son bulmuştu.

Yüzüm de gövdem gibi yan bir şekilde kapıya yapışıkken arkamdaki sırtıma yapışık olan güçlü bedenin sahibinin nefesi kulağıma doğru yayıldığında yüreğimin atışlarındaki artışı hissettim. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki şimdi yapışık olduğum kapı bu nedenle delinse hiç şaşırmazdım.

"Sana, bu şehrin yasaklı bölgelerinden bahsetmediler mi, Efsun?" Neredeyse kulağıma değen dudaklardan çıkan bu cümleyle, beynimden vurulmuşa döndüm. Fısıltı şeklinde, yanlış söylenen ismim kulaklarımda yankılanırken, sesin sahibini tanımamam için seksen yaşında hafızası zedelenen bir insan olmam gerekiyordu ancak ben gayet sağlıklıydım ve arkamdaki kişinin kim olduğunu anlamam, içimin yakalanma hissiyle tutuşmasına eden olmuştu.

Burnumdan solurken hiç istemediğim bu kapana kıstırılmayı yediremediğim gururumla beraber debelenerek, kapı ve sert gövdesi arasında sıkışan bedenimi kurtarmaya çalıştım. "Bırak beni!"

Bükerek sırtıma yapıştırdığı bileğimi ellerinin arasından kurtarmak amacıyla çektiğimde bırakmak yerine biraz daha büktü ve dudaklarımdan acı dolu bir inleme dökülüp elimdeki fenerin tıkırdayarak yere düşmesine sebep oldu. Yerde yuvarlanan el feneri nihayet durup ışıklarını suratlarımıza bahşederken, "Suçlu birine göre fazla hırçınsın," dedi Alaz, aynı sinir bozucu etkileyiciliğe sahip pürüzsüz ses tonuyla.

"Suçlu değilim," dedim yapılacak en iyi açıklamanın inkar ve itirazdan oluşacağını düşünerek. Ardından terlemeye başlayan suratımı hareket ettirerek tekrar ettim. "Bırak beni."

Kulağımın dibinde, tam üç kere cıkladı. Yakınlığı sersemletici bir etkiye sahipti, ses tonunun vücudumdaki tüyleri hareket ettirmesinin başka bir açıklaması olamazdı. Çok yakındık.

"Benim bölgeme adım atmak, bu şehirde yapılacak en kötü suçtur." Bu sefer dudaklarının yağmur suları nedeniyle nemli olan kulağıma değdiğini kesinlikle hissetmiştim. İçim manasız bir kıvılcıma tutulurken dudaklarımı araladım ancak hiçbir şey söyleyemeden geri kapattım. Boğazıma kaçan tükürüğümü boğulmamak amacıyla yutkunduğumda nutkum tutulmuş gibiydi, bir şey söyleyemedim. O da söylememe izin vermedi zaten, devam etti. "Birisi, yasak olan bir şeyi yaptığında, sonuçları ne olur?"

Bir kez daha beni suçladığında, daha fazla baskıya gelemeyerek nihayet kendimi toplamayı seçtim ve "Ben yanlış bir şey yapmadım!" diye bağırarak kolumu sertçe ondan çekip gövdesini iterek hiç zaman kaybetmeden o bir saniyelik dilimde kapı kulpunu kavrayıp aşağı indirdim. Kapıyı aralayacağım sıra tekrar kolumdan tutan Alaz'ın beni kendine çekmesiyle çıkış düşüncem yok oldu. Bu sefer bedenimi itmesiyle yüksek sesle kapanan kapıya sırtımın yaslanmasını sağladı, iki kolumu havaya kaldırıp başımın birkaç santim üzerinden çeliğe sabitledi. Daha deminkinin aksine yüz yüze kaldığımızda dişlerimi sıkıp öfkeli nefesler alıp veriyordum. Canım acıyordu ve ellerinin arasından kurtulamayışım beni çıldırtacaktı.

Yine kendimi hapsinde bulduğum keskin yüz hatlarına uyum sağlayan simsiyah gözleri bakışlarıma odaklandığında uzun, sık kirpiklerini birbirine yaklaştırdı ve "Gözüme batıyorsun," dedi beni öpecek kadar yakınken. Ancak bundan rahatsız oluyormuş gibi değildi. Kapkara irislerinin odağını gözlerimden kesmeden, "Dikkatimi çekiyorsun, Efsun," dedi ismimin üzerine basa basa. Başını hafifçe sağ omuzunun üzerine eğdikten sonra, "Ve inan bana..." diye ekledi. "Bu iyi bir şey değil."

Kurduğu tehdit dolu cümlelerin hiçbirini umursamamaya çalışarak, "Benim adım Efsun değil," dediğimde esmer suratında çarpık bir gülümseme canlandı. Fakat bu yine, içi tehdit dolu gülüşlerindendi, sıcak bir tebessümle alakası bile yoktu. Son kez gözlerimin ta içine baktıktan sonra, beklemediğim bir şekilde uyuşan ellerimi serbest bıraktı. Acıyan bileklerim yapmak zorunda olduğu kan akışına devam ettiğinde, arkasını döndü.

"Yarın akşam, seni tekrar mekanda göreceğim," dediğinde cümlesinden en ufak bir anlam çıkarmadan karşımdaymış gibi kaşlarımı çattım. Dudaklarımı aralayıp ne demek istediğini soracakken, "Şimdi, aklın varsa buradan hemen çıkarsın," demesiyle sözcüklerim boğazıma takıldı.

Fazla uzaklaşmadan, "Ne mekanı? Ne demek istiyorsun?" diye bağırdığımda, duraksadı. Başını omuzunun üzerinden hafifçe çevirdi ve "Birisi, yasak olan bir şeyi yaptığında, sonuçları ne olur?" dedi tekrar.

Ayak seslerinden tahmin ettiğim kadarıyla merdiven basamaklarından çıkmaya başladığında, öylece arkasından bakakalmıştım. Göğsüm, hızla inip kalkarken, ne demek istediğini kavramaya çalıştım ve bir nihayet bir sonuca vardığımda, "Yarın hiçbir yerde olmayacağım!" diye bağırdım. Hemen ardından yerdeki el fenerini alıp, "HİÇBİR YERDE!" diye ekledim ve daha fazla burada beklemeden arkamdaki kapının kulpunu kavrayıp dinmeyen yağmurun ıslatmaya devam ettiği bahçeye çıkarak öfkeli adımlarımla kaldığım eve yürüdüm.

Uykuda olduğumu biliyordum fakat uyanamıyordum. Kapkaranlık bir alandaydım, göz gözü görmüyordu. Bastığım bir yer bile yoktu, her taraf boşluktu. Koşuyordum, lakin ilerleyemiyordum. Uykudan ayrılmak için bir yol bulmam gerekiyordu ancak bulamıyordum. Gök gürlüyordu, tıpkı dün gece dışarıya çıktığımdaki gibi ama yağmur yağmıyordu. Islansam, belki uyanacaktım bu kabustan fakat, olmuyordu.

Derken ıslandım. Ancak bu, sanal bir ıslanış değildi, suratım gerçekten sırılsıklam olmuştu.

Kirpiklerim, bu temasla aralanırken, içine su kaçan gözlerim bir kaç kez açılıp kapandı. Derin derin nefesler aldığımda, burnumdan içeri giren damlalar cızırtılı soluk sesleri çıkarmama neden olurken bir "Hey," sesi işittim. "Nihayet uyandın. Bir an geberiyorsun sandım." Görüşüm, tepemde, ilgi dolu bal rengi gözleriyle bana bakan Barın'ın yüzünü netleştirirken, doğrulmadan hemen önce halsiz elimi yukarı kaldırdım ve onu üzerimden ittim. Anlaşılan o ki, sabah olmuştu ve şen kardeşler evlerine geri dönmüşlerdi.

Sırtımı yatak başlığına yasladığım an, "Neden bu haldesin?" diyen Mehsa'nın her zamanki sevecen mavi bakışlarıyla buluştu irislerim. "Alaz yüzünden mi?"

Sorusuyla beraber, kaşlarımı gözlerimin üzerine indirdim. ''Alaz yüzünden mi?'' demek ne demekti? Dün gece onunla olan irtibatımdan haberleri var mıydı?

Düşünce gücüyle soruma yanıt alamayacağımı bildiğimden, tekrar soludum ve gözlerimi kısarak, "Alaz ne alaka?" diye sordum. Barın ise, tam o sırada yatağımın -bana verilen yatağın diyeyim- ucuna oturmuştu.

Mehsa, mavi gözlerini değerli bir mücevher gibi sarmalamış sarıya çalan kirpiklerini kırpıştırdıktan sonra, "Alaz, dün bize seni sordu," dedi, sonrasında düzeltti. "Daha doğrusu sordurttu; o herkesle iletişim kurmaz."

Beynim, edindiğim bilgiyle ortasına bir tokmakla vurulmuş gibi donakalırken, dudaklarımı kıpırdattım. Ardından, "Na- Nasıl yani?" dedim kekelememe mani olamadan. "Neden sordurtmuş?"

"Alaz mekanında çalışan kimsenin kendi isteğiyle çıkmasına izin vermez. Ancak kendisi kovar. Senin de gitmeyişini istifa olarak görmüş olabilir."

Barın'dan çıkan bu cümle üzerine tekrar ona döndüm. Üzerine giydiği koyu bordo rengi atletle her zamanki gibi kaslarını göstermekten bugün de eksik kalmamıştı. Dikkatimi ne giyindiğinden arındırdıktan sonra yüzüne baktım ve hayrete düşmüş gibi konuştum. "Ben orada resmi bir işe başlamadım değil mi? İstifa ya da kovulma gibi bir durum olmaz."

"Bu Alaz, Efsan'cığım," dedi Barın düz bir sesle. "Kurallarını kendi belirler ve hiçbirimizin ona karşı koymaya hakkı yoktur. Seni bugün tekrar o mekanda görmek istedi, biz de bunu gerçekleştireceğiz."

Ne dediğini kavrayamamış gibi gözlerimi irice açarak, "Siz delirdiniz mi!?" diye sorup,ikisinin de suratına baktım. "Ne yani, sadece istiyor diye o mekana gitmek zorunda mıyım?" Aklımda, dün geceki emrivakisi yer ettikçe, evden dışarı çıkmama kararım kesinleşiyordu. "Ben hiçbir yere gitmeyeceğim."

"Efsan, bu iyi olmaz."

Mehsa araya girdiğinde, "Kendi hakkımda neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verebilecek yaştayım!" dedim öfkeyle.

"Hiçbir boku düşünemeyecek kapasitedesin!" Barın, aynı şekilde bana bağırdığında irkilerek kumral yüzüne döndüm ve laflarının devamını dinlemeye koyuldum. "Seni evimize aldık, sana yardım ediyoruz; kendi canımız pahasına. Bıraksak, dışarıda rahatça yaşayabilirsin, en fazla ne kadar biliyor musun? Üç gün. Üç gün sonunda buradan olmadığın anlaşılır ve bedeni-"

"Abi!"

Mehsa, uyarı tonuyla tekrar araya girdiğinde, "Ne?" dedim titreyen ses tonumla. "Bıraksanız ne olur? Bedenim..."

Omuzuma dokunan sıcak el, beni yatıştırmak ister gibiydi. Samimi kız, buruk tebessümünü takınırken Barın, çoktan odadan çıkıp kapıyı sertçe kapatmıştı. Mehsa abisinin gidişini fırsat bilerek daha sakin bir şekilde tekrar konuştu. "Yaşadıklarının sana ne kadar ağır geldiğini tahmin edebiliyorum canım." Ses tonu beni yatıştırmak ister gibiydi; şefkatinin daha çok sulandırdığı gözlerimi kahverengi nevresime diktikten sonra sessizce söylediklerini dinlemeye devam ettim. "Ama ne olur bizi de anla. Burada, ne kadar saçma yahut aykırı görürsen gör, bir düzenimiz var ve biz bu düzene göre yaşamaya mahkumuz. Emin ol sen de buraya uyum sağladıkça çıkış yolunu, aradığın çareyi daha kolay bulacaksın. Alaz'ın bugün seni görmek istemesi, çıkışını kendi elleriyle vermek istemesindendir. O yüzden lütfen, en azından sadece bugünlük bize uyum sağlamayı dene, ondan sonra bir daha seni istemediğin hiçbir yere götürmeyiz, olur mu?"

Sustum.

Bir yanımda küçüklüğümden beri benliğimde var olan inadım diğer yanımda yine küçüklüğümden beri benliğimde var olan vicdanım duruyordu. Dün Alaz'ın bana yaşattıklarının ardından ona net bir dille mekanına gitmeyeceğimi söylemiştim. Bugünse yanında kaldığım, bu şehre düştüğümden beri elimden tutan iki insan, düzenlerinin bozulmaması adına benden küçük bir iyilik istiyorlardı ve bu durumda vicdanımla inadım, büyük bir çekişmeye tabii tutulmuştu.

Lakin...

Vicdanım kazanacaktı.

"Bize üç bira."

Mekanın raflarına tezgahtaki ıslak bardakları kurulayarak yerleştirirken kulaklarımı tahriş edecek derecede yüksek sesle çalan şarkının sesini bastırmak için bağırarak konuşan bu erkek sesinin kim olduğuna artık bakmıyordum. İçki servisi ile Helen uğraşıyordu ve benim tek derdim şurada kimseye yüzümü dönmeden bardakları yerleştirip sessiz sakince işimi halletmekti.

Ancak Helen'den çıkan, "Ben lavaboya gidiyorum, burası sende." cümlesi midemin üzerine sert bir yumruk yemişim gibi hissettirmişti.

"Bir bira alabilir miyim?" Helen'in adımlarının buradan uzaklaştığını göz ucuyla gördüğüm sıra arkamdan çıkan bu sese karşın, içten içe ufaktan bir küfür edip elimdeki son bardağı sertçe rafa koydum ve sesin sahibine doğru döndüm. O an karşılaştığım mavi gözler suratımı görerek büyüdüğünde yüzüne afallayan bir gülümseme yerleşti. "Sen..." dediğinde alt raftan çıkardığım bir bardağa içki doldurmakla meşguldüm. Kafamı kaldırıp ona baktığımda, "Tanışıyor muyuz?" diye sordum. Sarışın çocuğun parlak gözleri, loş ortamda bir güneş gibi ışıldıyordu.

Bardağını önüne koyduğumda, gülümsemesini düşürmedi. "Geçen ,gece seni takılıp düşmekten kurtarmıştım. Fakat bir ismini alamadım." Bir anda koyu mavi gözler bana tanıdık geldiğinde aklım hemen burada çalıştığım ilk güne gitmişti. Alaz'a içki servis etmemi söyleyen Barın'ın ardından, üzerimdeki kara bakışların etkisiyle titreyen tepsimi bir bedene çarpmıştım. Çarptığım beden ise, en ufak bir hasar almamı engelleyerek beni tutmayı başarmıştı.

O kişi, şimdi karşımda duran bu kişiydi.

Hafızam yerine oturduğunda, kaşlarımı kaldırıp, tezgahı silerek, "İsmimi almamı gerektirecek bir durum yoktu," dedim.

"Belki de vardı." Hemen yanıtladığında tozlanan bezi bir kenara koydum ve bir tebessümün esir aldığı kumrala yakın sarışın suratına bakıp gözlerimi kıstım. "Anlamadım?"

Omuz silkti. "Avhan'da işler nasıl gidiyor bilmiyorum ama, burada güzel bir kız gördüğümüzde, ismini öğrenmemiz gerekir."

Buraya Avhan'dan geldiğimi söylediğim için, aslında daha önce hiç görmediğim o şehri araya kattığında, şehirle ilgilenmek yerine söylediğine yoğunlaşmayı seçtim. "Sıraç ben," diyerek elini uzattığında bir eline, bir de yüzüne baktım. Sonrasında, "Buradaki kızlar nasıl bir tepki veriyor bilmiyorum ama ben sana ismimi söylemeyeceğim," diye yanıtlayıp başımı eğerek tezgahı silmeye devam ettim.

"Öğrenmenin bir yolunu bulurum," dediğinde bir kez daha ona bakmadan, duraksadım. Neredeyse gülümseyecektim ama kendimi frenlemesini bildim.

"İyi şanslar."

Adının Sıraç olduğunu öğrendiğim çocuk, yanımdan uzaklaştıktan sonra, hayatımın geri kalanında önemli bir değişiklik olmamıştı. Alaz'ı bugün mekanında hiç görmemiştim ve kendimi sıkmamı, gerilmemi sağlayacak bir ortam oluşmamıştı bu sayede. Hatta Nephan'a geldiğim andan itibaren, en sakin günlerimden birini yaşıyordum diyebilirdim.

Belki de bunun için, fazla erken konuşmuştum.

Biraz çalıştıktan sonra aldığım arayla, içerisine girdiğim tuvalette işimi halletmek amacıyla pantolonumun düğmesini açacağım an, kapının ardında duyduğum çarpma sesiyle duraksadım. Bir kız acı içerisinde inlediğinde, "Demek buradasın," dedi bir erkek sesi. Kaşlarımı çatarak neler olduğunu kavramak amacıyla kulağımı biraz daha kapıya yasladığımda, "Bırak beni!" diye bağırdı kız. Ancak bu öyle bir bağırıştı ki, neredeyse çığlıkla eş değerdi.

"Senin yaşaman artık bu şehre zarardan başka bir şey getirmez. Yürü."

"Bırak beni! Hayır! Bırak!" Kızın, acı feryatları kulağımı doldurduğunda ne yapacağımı bilemeden elimi kapının kilidine attım. Neler olduğunu, şahit olduğum bu konuşmanın neye delalet olduğunu bilmiyordum. İçimden bir ses, hiç uğraşmayıp hemen mekana geri girmemi söylerken, diğer ses bundan önce neler olduğunu kavramam gerektiğini anlatıyordu.

Çıktıklarını işittiğimde daha fazla beklemeden sürgü kilidi açarak dışarı çıktım. Hızlı adımlarla lavabonun kapısından çıkmadan hemen önce, içimden bir yerlerden yayılan, "Takip et," sesini duyuyordum. Sanki, yanımda biri belirmişti ve yapmam gereken şeyleri bana komutluyordu.

Bileğimdeki gümüş bileklikte bir hareketlilik sezdiğimde gözlerimi oraya değdirdim. Hâlâ, annemin taktığı şekilde durduğunu görünce bunun psikolojik bir his olduğunu düşünüp tuvaletten çıktım. Koridor, mekana giden kapı ve dışarıya çıkan arka kapıdan olmak üzere ikiye ayrılıyordu.

Ya mekana girip duyduğum diyaloğun üzerinde durmayıp sakin bir şekilde günü bitirecektim; ya da açık bırakılan arka çıkış kapısından ilerleyip neler olduğunu kavrayacak, kim bilir, belki o kızı kurtaracak, belki de hayatımın sonlanmasına bu şekilde vesile olacaktım.

Zihnimin derinlerinde, kaliteli bir gerilim filmi müziği çalıyordu, avuçlarımın terlediğini hissediyordum. Ama, içimdeki ses çok güçlüydü, yanlışı doğru gösterecek kadar güçlüydü.

Bu, vicdan mıydı?

Bilmiyordum.

Bildiğim tek şey mekanın arka çıkış kapısına yürürken sezgisel hareket ettiğimdi. Vücudumdaki tüm evham yok olmuştu sanki, bir cesaret hapı yutmuş olsam, ancak bu kadar olurdum.

Aralık kapıdan dışarı çıktıktan sonra, bomboş bir alanla karşılaştım. Yağmur dinmiş, sadece yerdeki küçük gölcüklerini bırakmıştı kanıt olarak. Hiçbir şey göremeyince, nerede olduklarını anlamak için; duymayı denedim.

Sonra, içeriği derin acı barındıran tiz bir çığlık esir aldı kulaklarımı, ürperdim. Yolun sonundaki duvarın ardından gelen bu sese karşın durmadım yahut kaçmadım. Bacaklarımdaki gücü hissederek oraya doğru koştum. Bilmiyorum, belki bir hareketimle yapılacak olan bu kötülüğü durdurabilirdim. Yardım etme dürtülerime engel olamıyordum, bedenim benden ayrı hareket ediyor gibiydi.

Bileğimdeki bileklik canımı acıtmaya başlarken dişlerimi sıktım ve duvarın önüne geldiğimde neler olduğunu kavramak için önce yavaşlayıp gizlice izlemeyi seçtim. Ellerimle duvarın kenarından tutunup başımı hafifçe sesin geldiği yöne doğru çevirdiğimde bana sırtı dönük olan baştan aşağıya simsiyah giysili bir adam gördüm. Karşısında ise sırtını duvara vermiş olan, göz altları mosmor görünen, irisleri irice açılan, sarı saçları birbirine dolanan, yırtık kıyafetli bir kız vardı. Kızın acı çektiği her halinden belli oluyordu. Yüzünü göremediğim adam uzun, ince parmaklara sahip olan ellerini havalandırarak kıza doğru tutup çözemediğim dilden birkaç cümle kurduğunda kızdan bir feryat daha yükseldi. Ne olduğunu anlayamıyordum, adam kıza dokunmuyordu, aralarında birkaç adımlık mesafe vardı ama adamın söyledikleri, el hareketleri, kızın canını acıtıyor gibiydi.

Birden, hızlıca titreyen kızın kızın yüzü kırmızılaşıp, ağzından ve burnundan kanlar fışkırmaya, gözleri çıkacakmış kadar açılmaya başladığında gördüğüm bu manzaraya karşın korkuyla bağırmak adına dudaklarımı açtım.

Fakat tam o anda ağzıma kapanan güçlü eller çığlığımı boğuk bir inlemeye dönüştürüp bedenimi hızla geriye çekmişti. Panikle sahibinin kim olduğunu bilmediğim ellerden kurtulmak amacıyla debelendiğimde vücudumu birkaç metre öteye götüren kişi sırtımı sertçe duvara yasladı, elini ağzımdan ayırmadı. Titreyen uzuvlarımın üzerinde endişe dolu irislerimle beni çekip alan, ne zamandır burada olduğunu bilmediğim Alaz'ın siyah gözlerine baktığımda, ''Bir cadı infazının ortasına dalacak kadar kaçık mısın?'' diye sertçe fısıldamasını duyduktan hemen sonra kendime hakim olamadan bilincimi kaybettim ve karşımdaki kişinin kolları arasına yığılıp kaldım...

Bölüm sonu!

Az çok demeyelim oysuz geçmeyelim. (Bu alışkanlığımdan ne zaman kurtulacağım acaba? dsad)

Vov, Alaz, cadı mı dedi yoksa yanlış mı okuduk? Sizce neler dönüyor?

Bu bölümde en sevdiğiniz sahne ne oldu?

Gelecek bölümde neler olacak sizce?

Nephan'ın gizemini çözmeye başladınız mı, yoksa bu gizem daha çok artmaya mı başladı? '')

Yorumları bekliyoruuuuum!

Takip etmeniz için, kişisel instagram hesabım: Sulisindunyasi

Karanlığın Şehri İnstagram Hesabı: karanliginsehriofficial

Mutlu günlerimiz olsun. Kalp.

Continue Reading

You'll Also Like

12.3K 164 33
MERHABAA ARKADAŞLARR NETFLİX ÖNERİLERİME HOŞGELDİNİZ... NETFLİX HESABINIZ OLMASA BİLE GOOGLE EMMİDEN BULABİLİRSİNİZ :) NE İZLESEM DİYE DÜŞÜNMEYE G...
177K 2.6K 24
En yakın arkadaşımla kocamı bastığım andan beri alevler içindeydim. "Daha hızlı aşkım," diye inleyerek dans eden bedenlerini seyrettim kapıda. Sevgi...
22.5K 3.6K 36
Memur bir kızın çözmesi gereken vaka için gittiği ormanda karşılaştığı şeylerin hayatını değiştirmesine sebep olmasını anlatan bir kurgudur Alıntı; O...
474K 5.9K 10
Ruhuma Dokunan Hayalet Otantik Kitap farkıyla raflarda! Tüm kitap sitelerinden temin edebilirsiniz. Düzenlenmiş yeni haliyle basıldı. Dudaklarının a...