TAKINTI

By suheda_zsy

3.7M 141K 50.3K

Ona hiç sarılamamıştım mesela. Hiç elini tutamamıştım. Hiç öpememiştim. Hiç koklayamamıştım. Hiç sevdiğimi sö... More

TAKINTI
1.Bölüm "OKUL"
2.Bölüm "ÖZLEM"
3.Bölüm "ŞOK"
4.Bölüm "KARMAŞIK"
5.Bölüm "ENDİŞE"
6.Bölüm "BEKLENMEYEN YOLCULUK"
7.Bölüm "ÇIKMAZ SOKAK"
8.Bölüm "ÇIĞLIK"
9.Bölüm "YALNIZLIK"
10.Bölüm "BİR HAFTA"
11.Bölüm "YÜZLEŞME"
12.Bölüm "SESSİZLİK"
13.Bölüm "CESARET"
14.Bölüm "DUYGULAR"
14.Bölüm "DUYGULAR" (2.KISIM)
15.Bölüm "PİŞMANLIK"
16.Bölüm "AİLE"
17.Bölüm "UMUT"
18.Bölüm "ARAF" (1. Kısım)
18.Bölüm "ARAF" (2.Kısım)
19.Bölüm "SARHOŞ"
20.Bölüm "SERZENİŞ"
21.Bölüm "MUCİZE"
22.Bölüm "RENKLER"
23.Bölüm "MEDCEZİR"
24.Bölüm "MEFTUN"
25.Bölüm "HİCRAN"
26.Bölüm "KAYIP"
27.Bölüm "YARI ÇIPLAK"
28.Bölüm "MESAFE"
29.Bölüm "YANKI"
30.Bölüm "NEFES"
31. Bölüm "KUMPAS"
Yazar'dan
31.Bölüm "KUMPAS" (2.KISIM)
32.Bölüm "İRTİCA"
33.Bölüm "PUNT"
34. Bölüm "İNTİKAM"
35. Bölüm
35. Bölüm "ENKAZ" (2.Kısım)
36. Bölüm "NEFRET"
37. Bölüm "AVDET"
38. Bölüm "ÇAĞRI"
39.Bölüm "VİRAJ"
40.Bölüm "İTTİHAT" (1. Kısım)
40.Bölüm "İTTİHAT" (2. Kısım)
41. Bölüm "ANDAÇ"
43. Bölüm "DERSAADET"
44. Bölüm "EZA"
45. Bölüm "NİHAN"
46. Bölüm "YEİS"
47. Bölüm "ELFİDA"
48. Bölüm "FEVERAN"
49. Bölüm "GİRİFT"
50. Bölüm "İZAN"
51. Bölüm "TEMAŞA"
52. Bölüm "KOYGUN"
53. Bölüm "MUNTAZAR" & ÇEKİLİŞ
54. Bölüm "MEYİL"
55. Bölüm "İLTİMAS"
56. Bölüm "GİZ"
57. Bölüm "TESHİR"
58. Bölüm "İSTİNAT"
59. Bölüm "PERESTİŞ"
60. Bölüm "FEYİZ"
61. Bölüm "KIVANÇ"
62. Bölüm "VUSLAT"
63. Bölüm "İŞTİYAK"
64. Bölüm "TEMAYÜL"
65. Bölüm "DANS"
66. Bölüm "İNTİBAH"
67. Bölüm "İNHİDAM"
68. Bölüm "DİLHUN"
69. Bölüm "HİTAM" -SON-
Yazar'dan
H.P
ÖZEL BÖLÜM DUYURUSU ✨
ÖZEL BÖLÜM YAYINDA!

42. Bölüm "FORSA"

31.1K 1.1K 507
By suheda_zsy


İthaf, @blackrainn

Tanıtıma yorum yapanlardan seçeceğim demiştim! Diğer yazanlara da çok teşekkür ederim, yorumların hepsi birbirinden güzeldi 💕

~


Aslında hiçbir şeyin faydası yok, içimizde gün doğumu gibi doğan umudun da, akşam üzeri üzerimize kara bir bulut gibi çöken hasretin de hüznün de, buram buram göğe yükselen özlemin ve kaldırımda yürürken silsile halinde birbiri ardına eklenmiş anıların oluşturduğu yüzümüzdeki düşünceli tavrın da ve hatta, hatta gerçekten daha gerçekçi olan rüyalarımızın da, dokunsan uzanacakmışsın gibi yakında hissettiğin hayallerin de, özene bezene bakıp sakındığımız ümidin, yaptığımız ince hesapların ve tuttuğumuz yasın da, aslında, aslında hiçbir şeyin faydası yok.

Aslında her şey kendi tuttuğu türküde gelişiyor ve su akıp yatağını buluyor. Aslında yaptığımız hiçbir şeyin faydası yok. Yaptığımız tek şey, bir şey yaptığımızı zannetmek. İlerliyor olduğumuzu düşünmek. Yaptığımız her şey aslında hiçbir şey.

Yapmak istediğimiz şeyi yaptığımızı ya da yapmaya yakınlaştığımızı sansak da aslolan yanılgı. Aslında biz, biz kendi ekseninden dışarıya adım dahi atamayan insanlarız. Biz buyuz, bu kadarız. Kimsenin hayatını değiştirebilecek sihirli parmak uçlarına sahip değiliz. Kimsede etki bırakılabilecek bir farkındalığa sahip değiliz. Kimsenin zihnine nakış gibi işleyecek hal ve hareketlerimiz yok. Yıllar geçtiğinde, bulunduğunuz gençlik ortamının her bir genci teker teker birbirinden bağımsız olarak farklı farklı yerlerde yuva kurmuş halde iken, gençlik aşkı olarak anımsanacak hiçbir aşkın sahibi biz değiliz.

Biz bundan ibaretiz. Daha olay halinde akla yer etmeyen, unutulması kolay, her insandan bir parçayı içimizde saklayacak kadar hatır sahibi, her hatıraya kutsal gözüyle bakan fakat ismimizin dahi laf arasında geçmeyeceği sessiz, sönük yaşantılı insanlarız.

Bir sigara kadar bağlılık meydana getiremeyen ve kimsenin ihtiyaç duymadığı, kimsenin özlem duymadığı, kimsenin aniden aklına düşmeyecek olan insanlarız. Kısacası hor görülen kesimiz. Garip. Oysa hiçbir şeyden anladıkları yok. Bir bakışta, bir kokuda kaybolmak nedir bilemezler mesela. Her hareketin ne anlama geldiğini düşünüp kafa patlatmayan insanlardan böyle muamele görmek ne garip. Bizim kafaya takacak bunca şeyimiz varken onların boş kafalarıyla bizi ötekileştirmesi ne garip.

Tükeniyoruz ve kimse farkında değil. Bu bile hayatımızın başka hayatlar üzerinde hiçbir tesiri olmadığının kanıtı. Acı çekiyoruz, kendimizi yerden yere atıyoruz, sürükleniyoruz, debeleniyoruz ve en kötüsü her yeni günde öleceğimiz güne biraz daha yaklaşıyoruz ve hala gelen giden yok. Garip. Aslında yapabileceğimizin en iyisini, elimizden gelen her şeyi yapıyoruz fakat bu bile küçük bir çentik dahi etmiyor. Ve daha garip olan ise sizin her şeyiniz küçük bir çentik bile etmezken, kimisinin hiçbir şeyi koca bir çentik atabiliyor insanların hayatının tam ortasına.

Kaç ay olmuştu bilmiyorum. Nerdeyse hislerim Hakan'ı gördüğüm ilk andan beri vardı ve hala onun gözünde aynı mevkiideydim. Oysa ne türlü türlü uğraşlar içine girmiştim bu zaman içerisinde. Dedim ya, aslında hiçbir şeyin faydası yok. Su akıp yatağını buluyor ve o yatak asla siz olmuyorsunuz. Gizemli Kız'ın ise kılını dahi kıpırdatmadığı halde hala Hakan'ın gözünde ilk günkü gibi aynı duruşa sahip olması zihnen etrafa saldırıp tırnaklarını duvarlara geçiren saldırgan bir yaratığa dönüştürüyordu beni. Haksızlıktı bu. Bu kadar adaletsiz bir müsabakanın içinde olmamalıydım çünkü kazananı daha yarış başlamadan belirlenmişti.

Çaresizliğim çok şiddetli bir hal alıyordu gitgide ve bunu asıl harlayan Gizemli Kız geldiğinde Hakan'ın onun muhtemelen kabul edecek olmasıydı. İşte asıl o zaman elimden hiçbir şey gelmeyecekti ve müdahale edebilecek söz hakkına sahip olmak bir yana, ihtimali dahi söz konusu değildi.

Ne yapacağım bilmiyordum. Elimde avucumda olan birkaç şey de onun gelişiyle birlikte kayıp gidecekti. Hakan benimle daha az vakit geçirecekti. Belki de o kız hiç geçirmemesini sağlayacaktı. Zaten beni sevme ihtimali düşüktü, hiçe inecekti. Belki de zaten hiçti.

Ellerim kafamın altında, yatar bir vaziyette tavanı izlerken birden oflayarak yerimden doğruldum ve oturur vaziyete geçtim. Belki de bu evde bir daha yatılı kalamazdım. Belki de bu eve giremezdim bile. Güneş ışıkları içeri sızıyordu, usulca odayı süzdüğümde burada beraber uyuduğumuz gün aklıma geldi. İntikam günü. Bu düşüncenin daha derinlerine inip o günü tekrar hatırlamamak için kaçarcasına oturduğum yerden hızlıca kalktım ve tek elimi ağzıma götürdükten sonra odanın içinde aşağı yukarı yürümeye başladım. Dışarıdan ses seda gelmiyordu. Ben uyanalı yaklaşık bir saat olmuştu, ilk başta bu evde olmanın tadını çıkarmak istercesine bunu sorun etmemiştim fakat artık Hakan'ın ne zaman uyanacağını merak etmeye başlamıştım. Ya da beni gördüğünde ne tepki vereceğini. Acaba dün geceyle beraber benim buraya neden geldiğimi hatırlayacak mıydı yoksa hiçbir şey hatırlamayacak ve ben birkez daha açıklama yapmak mı zorunda kalacaktım?

Of... Dün gece... Tuhaftı. Hala öyle bir gecenin Hakan ve ben arasında geçtiğine inanamıyordum. Uzun bir süre, belki de daima inanamayabilirdim. Çünkü hiç olmadığı kadar kendiydi, ifadesiz olarak görmeye alışkın olduğum suratı şekilden şekle girmişti, ağlamıştı, hislerini dışa vurmaktan hiç çekinmemişti. Yine de bu gece için iyi diyemiyordum çünkü ağlamıştı. Benim yüzümden ağlamıştı. O kız için ağlamıştı. Göz yaşlarının süzüldüğünü fark ettiğim o an aklıma geldikçe feryat etmek istiyordum, yakıp yıkmak istiyordum, ona sebep olan her şeyi parçalamak isterken sebebin ben olduğunu hatırlayınca kafamı duvardan duvara vurmak istiyordum; sonsuza dek defalarca kesilen avucuna özürlerimi fısıldamak istiyordum. Pişmanlık duyuyordum, af dilemek istiyordum ve affolsam bile kanaat etmeyecek kadar büyük bir kabahatim olduğunu biliyordum. Günün birinde Hakan bana bir şeyler hissetse ve haber yollamak için gönderdiği kuş bana haber getirmese ne hissederdim? Boşa geçen bir ömür demekti. Ve ben Hakan'a bunu yaşatıyordum.

Allah kahretsin! Bu nasıl bir çıkmazdı böyle? Aklımı kaçıracaktım, delirecektim, o notları sakladığım her gün Hakan için dünkü gibi geçecekti. Söylersem ise... bilemiyordum... Tek bildiğim, Hakan'da o kıza karşı sonu gözükmeyen bir kayırma duygusu vardı ve bu da bütün dengelerimi altüst ediyordu. Yok, söyleyemezdim. Kendi sonumu kendim getiremezdim. Kendi umutlarımı kendim biçemezdim. Oraya kadar gelmeye cesareti olan birkez daha gelirdi, tabi bu benim için felaketti ama en azından şu anlık kendimi böyle avutacaktım. Gelmeye niyeti varsa birkez daha gelebilirdi, ayrıca notla falan uğraşmadan, kendi gelmeliydi. Bir şeyler yapardı çok isteseydi ve yine çok isteseydi benim engellemeye gücümün yetmeyecek olduğu şeyler yapardı. Benim yerimde olan herkes benim yaptığımı yapardı.

Pekala, zaten istesem de Hakan'a o notlardan bahsedemezdim, boşa vicdan muhasebesi yapmaya gerek yoktu. Peki Hakan ne zaman uyanacaktı? O odasından çıkmadan ben de çıkmak istemiyordum çünkü beni görünce ne tepki vereceğini bilmiyordum ve  gördüğü anda hortlak görmüş gibi olmasını istemezdim. Hatta şu an içerisinde sıkışıp kaldığım odada bile kendimi sığıntı gibi hissediyordum. Sanki habersiz evine girmişim gibi. Dün geceyi hatırlamıyorsa nitekim öyleydi. Zaten ondan çekiniyordum, bir de bu konuda gerilmemek için dün geceyi hatırlamasını bir an için istedim fakat sonrasında vazgeçtim. Önümde ağladığını hatırlamasını istemiyordum, onun açısından onur kırıcı olabilirdi. Ayrıca ben de ağlamıştım, sen neden ağladın derse ne diyecektim?

Odanın içinde öne arkaya giderken bir kapı kolu gıcırtısı duydum ve gözlerim iri iri olurken yerimde donakaldım. Sonunda uyanmıştı! Karnım heyecanla kasılırken kalp atışlarım hızlanışa geçti ve sanki bir saattir düşündüğüm o değilmiş gibi bir defa daha benim ona ve onun bana nasıl bir yaklaşımda bulunabileceğimizi düşündüm. Hatırlıyor muydu, hatırlamıyor muydu? Bunu bilsem yeterdi.

Kapı kolu gıcırtısından sonra varla yok arası adım sesleri meydana geldi. Hatta onların hayal ürünüm bile olabileceğini düşünmeye başlamıştım ki sesler gittikçe yükseldi, benim bulunduğum odanın önünden geçerken olabileceğinin en yüksek haline geldi ve ben tam acaba içeri girer mi diye düşünürken adım sesleri tekrar düşüşe geçti. Yavaşça bulunduğum odadan uzaklaştı, adım sesleri duyulmaz hale geldi, tahminimce koridoru aşmıştı ve yine tahminimce burada olduğumu hatırlamıyordu çünkü odanın önünden transit geçmişti. Hala uyuduğumu düşünerek rahatsız etmek istememiş olabilir miydi? Gözümün önüne Hakan'ın beni uyandırdığı -oldukça kabaca- sabahlar gelince sırasıyla, asla bu kadar nazik olamayacağında karar kıldım ve muhtemelen hatırlamadığına kanaat getirdim. Zaten zil zurna sarhoştu dün gece, doğaldı.

Evet, sırada cesaretimi toplayıp dışarı çıkmak vardı. Bunu yapmayı hiç istemesem de maalesef mecburdum. İki elimle gözlerimi sildim ve saçlarımı düzelttikten sonra yavaşça kapıya doğru ilerlemeye başladım. Ağır adımlarımdan sonra kapıya ulaştığımda usulca elimi kapının kulpuna koydum ve bastırmadan önce gözlerimi yumup "Bismillahirrahmanirrahim," dedim fısıltıyla. Kendimi aşırı derecede kasmıştım, senin ne işin var burada diyecek olması, dün benim önümde bir nevi özel hayatını ifşa ettiği için kızıp vakitli vakitsiz geldiğim için bana bağıracak olması ihtimallerimin sadece ikisiydi ve aklımdan geçenlerin hepsi gerçeğe çok yakın gözüküyordu. Ama sonuçta sonsuza dek burada duramazdım ve ne kadar erken çıkarsam o kadar iyiydi. Elimi aşağıya doğru bastırmamla kapı aralanmaya başladı. Aralığı yavaşça genişletip içinden geçtim ve az önce Hakan'ın geçtiği koridora adımımı bastım. Kendimi özel hissettim kısa bir süreliğine, ortak noktalarımız gurur sebebimdi. Ürkek ama biraz daha hızlı ayaklarla koridorda ilerledim ve sona yaklaştıkça Hakan ileride belirdi. Dün geceki kıyafetleri olan gri eşofman altı ve siyah tişörtlü sırtıyla bana arkası dönüktü. Ayaktaydı. Omuzlarından biri daha aşağıdaydı. Kafası yere eğikti. Durgun veya şaşkın bir şekilde olduğunu sezdim. Baktığı yere bakınca ise dün geceden kalan cam kırıkları ve kan damlalarını gördüm. Histerik olarak sağ elini havaya kaldırdı ve eline baktı, kravat yoktu.

Yeteri kadar yakınlaştığımı düşünerek elimi ağzıma götürüp boğazımı temizledim ve "Günaydın!" dedim enerjik çıkması için çabaladığım sesimle. Kürek kemiklerinin çıkıntısının belirgin olduğu sırtını irkilerek döndürdü ve bedenini bana çevirdi. Tam tahmin ettiğim gibi şaşırıp, "Ceren?" dedi sorarcasına. "Senin ne işin var burada?"

Güzelliğine saygısızlık olabileceğini bilmesem az kalsın gözlerimi deviriyordum. "Dün geldim ben," dedim gülümseyerek. "Sen biraz sarhoştun, hatırlayamayabilirsin."

Düşünceli bir tavırla kaşları çatıldı ve bakışları yere kaydı. "İyi de... ben epey geç saatte içmiştim?"

"Ben de epey geç geldim zaten," dedim içten olamayan gülümsememle. Gözleri tekrar gözlerime değerken, "Neden?" diye sordu anlam veremiyormuş gibi.

Başımı öne eğme arzusuna boyun eğip parmaklarımla oynamaya başladım ve "Annemle tartıştık..." dedim çekingen bir sesle. "Senin müsait olabileceğini düşünmüştüm... Bir de nereye gitsem ne olduğunu merak edip soracaklardı. Dün hiç anlatacak durumda değildim ve aile sıkıntılarımı bilen biri olarak senin yanına geldim..." Başımı yerden kaldırmadan güldüm. "Senin de kafan güzel olduğu için... Hiçbir şey sormadın, sağ ol..."

Kısaca o da güldü ama hemen ardından keyifsiz bir sesle, "Ah be Ceren, ne yaramaz kızsın," dedi kızar gibi. Garip bir şekilde ailevi sorunlarıma benimle beraber üzülüyor gibiydi. Tabii ya, nasıl unuturum, o bana acıyordu! İşaret parmağımla yerdeki camları işaret edip "Hangimiz daha yaramaz tartışmayalım istersen," dedim.

Gösterdiğim yere bakıp zoraki bir tavırla birkez daha güldü ve "Benim için o artık bir ritüel," diye cevap verdi. Sonra kaşları düşünceli bir tavırla çatıldı ve "Onu ne zaman kırmışım lan ben?" diye sordu yerde göz gezdirirken. Döndü ve hediye paketlerinin olduğu yöne baktı. "Hediye gelen aynayı mı kırmışım?"

"Kırmışsın değil, kırdın." Sırıttım. "Bizzat ben tuttum aynayı."

Yüzünü bana çevirip gözlerime inanamazca baktı ve "Ciddi misin?" diye sordu. "Niye tutuyorsun kızım? Aklından zorun mu var?"

"Tut dedin," deyip omuz silktim.

"Sarhoş kafayla bana ne bakıyorsun sen? Ya sana bir şey olsaydı? Koray'a ne derdim ben?"

"Üff," dedim dudaklarımı uzatarak. "Ne olabilir en fazla? Ayrıca ben o sırada senin sarhoş olduğunu henüz anlayamamıştım, bir de çok sinirli gözüküyordun. Daha ne olduğunu anlayamadan geçirdin yumruğu içinden."

"Bir yerine bir şey oldu mu bari?" Gözlerim az kalsın göğüslerime kayıyordu ki kendimi zaptedip, "Hayır, sadece senin elim kanadı o kadar," dedim. Gözlerim eline kaydı. "Kravatımı bağlamıştım ama..."

"Yatakta kalmıştır," dedi kısaca. Sonra iç geçirerek bana döndü ve "İyi bari, gel, elimizi yüzümüzü yıkayalım," deyip tekrar koridora düştü.

Sırıtarak peşine takıldım ve onu takip etmeye başladım. İçimde kıpır kıpır bir şeyler hareket ediyordu sanki. Çok mutluydum! Beraberdik, başbaşaydık! Ve düşündüğüm kadar kötü bir karşılama da gerçekleşmemişti.

Arkalı önlü ilerleye ilerleye Hakan elini atınca banyo kapısı olduğunu tahmin ettiğim odanın önüne geldik ve kolu aşağı indirip içeri girdi. Açık bıraktığı kapıdan ben de girdim ve o musluğa ilerlerken etrafı incelemeye başladım. Genel itibariyle her şey metaldi ve metal ve siyahtan başka çok az renk vardı. Sağ tarafta duşakabin vardı lakin uzun zamandır kullanılmadığı belliydi, Hakan buraya epeydir girmemişti bana kalırsa. Yerlerde beyaz tüylü paspaslar vardı, duvarlar siyah parlak seramiklerle kaplıydı. Küvet beyazdı. Hakan geri çekilip havluya elini atınca ben lavaboya yanaştım ve yeni indirmiş olduğu tuşu kaldırıp suyu açtım. Hafifçe öne doğru eğilip birleştirdiğim iki avucuma dolan suyu yüzüme çarptıktan sonra iyice ovuşturup, ardından da ellerimi yıkadıktan sonra suyu kapatarak geri çekildim. Hakan yüzüne yasladığı havlusuyla beraber "Başka havlu ister misin?" diye sordu.

Kirpikleri ıslanmıştı, parlıyordu. Kaşları da ıslaktı. Havlunun içinden geçirdiği tek eli gözükmüyordu, o el sayesinde havluyu yanağına bastırmıştı. O havlunun yüzüne değdiğini, suyunu emdiğini, suratıyla yakın temasta olduğunu düşününce tek elim havalanıp havluya kondu. "Yo, sorun değil."

Yumuşak havlu avuçlarıma düşerken onu aldım ve yüzüme götürdüm. Hakan'a çaktırmadan burnuma yaklaştırıp havlunun kokusunu içime çekerken yüzümü okşarcasına sildim. Yüzümü değil de havluyu incitmemek için. Tekrar Hakan'a uzattığımda elimden yavaş ve bir o kadar da pratik bir şekilde aldı ve asması gerekilen yere uzanmak için yan döndüğünde boynu açığa çıktı. Gözüm anında boynunun üzerindeki morluğa kayarken "Buraya ne oldu?" deyip  çatılan kaşlarımla birlikte istemsizce işaret parmağımla oraya dokundum. Bu sırada havluyu yerine asmıştı, ilk başta ne yaptığıma anlam veremese de kısa sürede kavradı ve bir adım geri çıkarak boynunu parmağımdan kurtardı.

Bu hareketiyle içime suçluluk duygusu ve pişmanlığın hücum etmesini sağlarken büyük bir suç işlemiş gibi parmağımı anında geri çektim. "O... sarhoşken bir yere çarptım herhalde," diye geveledi ağzının içinde, soğuk bir sesle. Ses tonu üstelememem gerektiğini açıkça bildiriyordu. Kapıya doğru ilerledi ve beni arkasında bırakıp ağır ağır yürüyerek dışarı çıktı. Bir süre bu ani değişiminin etkisinde kalıp donakalsam da hafifçe kendimi silkeledim ve ben de koridora çıktım. Aramızda kısa bir mesafe vardı, ağır, aheste yürüyüşünü aksatmadan tek elini ensesine attı ve boynunu ani hareketlerle sağ sola yatırarak kütletti. "Sağlam içmişim yalnız..." dedi koridorun sonuna geldiğimizde. Sonra durdu ve tekrar yere, cam kırıklarına baktı. "Sen mutfağa geç, çay suyunu koy, ben de şunları toplayayım," derken tek eliyle mutfağı işaret ediyor ve gözlerime bakıyordu. Ben mutfağa doğru yönelirken o da yere çömeldi ve aniden durup ona baktım. "Elin kesilirse?"

Omzunun üstünden bana düz bir bakış attıktan sonra, "Elinin kesilmesini önemseyecek birine mi benziyorum?" diye sordu. Düzenli olarak aynalara elini geçiren birisiydi, önemsemiyordu elbette. Cevabımı beklemeden önüne döndü ve cam kırıklarını avucuna almaya devam etti. Mutfağa girip açıkta duran ve anında gözüme çarpan çaydanlığa yöneldim ve elime alıp çeşmeye yöneldim. Mutfak büyüktü, karmakarışıktı. Düzenli ve temizdi fakat o kadar çok malzeme ve mutfak eşyası vardı ki bu eve de bir kadın çalışan geldiğinden emin oldum. Çaydanlığın altına yeterli miktarda su doldurup ocağa koydum ve tekrar salona çıktım. Mutfak kapısının eşiğine bedenimi yaslayarak Hakan'ı izlemeye başladığımda elinin kesilmediğini fark ettim, iri birkaç parçayı da yerden aldı ve ayağa kalktı. Yerde dün geceden kalma kurumuş kan izleri vardı, Hakan'ın yüzünde ise dün geceden kalma kurumuş göz yaşları. Ayağa kalktığında şimdi sadece kan lekeleriyle kalmış parkeye sıkıntılı bir bakış atıp tuttuğu nefesi verdi ve bana doğru döndü, baktı, hiç konuşmadı, yaklaştı ve yanımdan geçip mutfağa girdi. Kafam kapıya yaslı öylece kalırken sözsüz bir tartışma havası sezdim. Gerildiğimizi ve ikimizin de söyleyecek şeyleri olmasına rağmen sustuğumuzu, sustuğumuz için de asabileştiğimizi hissettim.

Ben yerimden gram kıpırdamazken yanımdan tekrar geçip salona çıktı ve hiç konuşmadan koridora saptı. Bedeni göz önünden kaybolurken boş koridoru izlemeye devam ettim. Gitse de, gittiği yollar, bastığı yerler ben tarafından hep izlenmeye değer olacaktı. Mutfağa elindekileri çöpe atmak için girmişti, çıktığında yoktu. Ortasında iki çizik oluşmuş çatık kaşlarım ve önümde birleştirdiğim kollarımla koridora bakarken Hakan elinde bir vileda kovasıyla gözüktü ve salonun ortasına gelip kovayı yere bıraktı. Kovanın içinde fırçası da vardı, suyu da hazırlamıştı. "Yerleri silmeye ne dersin?" diye sordu. Dudaklarım kıvrılırken "Neden ben yapıyorum derim," dedim gülümseyerek.

İfadesiz yüzüyle, "Çünkü sen benden daha iyi yaparsın," deyince kollarımı çözdüm ve gülümseyerek yanına yaklaştım. Fırçanın sopasına elimi atarken yüzüne bakıp "Bunu kabul ettiğin sürece her şeyi yaparım," dedim.

Gözlerini gözlerimden ayırmadan bir adım geri çıktı, dudaklarını gram kıpırdatmadan mutfağa yöneldi ve kısa sürede içine girdi. Kapıya bakakalırken fırçayı suya daldırdım ve sıkıp parkeleri silmeyi başladım. Kurumuş kan lekelerinin yerini su damlaları alırken geniş geniş çemberler çizerek salonun ortasını olduğu gibi sildim. Sonra baktım kan lekeleri içkilerin olduğu odaya doğru uzuyor, kovanın içerisine fırçayı daldırdıktan sonra kan lekelerini takip ederek koridorda yol almaya başladım. Uzun koridoru silerek geride bırakmış bir halde içkilerin olduğu odanın kapısına elimi atmıştım ki arkadan, ilk başta Hakan'ın olduğunu anlayamadığım ses, "Oraya gerek yok," deyince sıçrayarak arkaya döndüm.

Hiçbir şey olmamış gibi ifadesini ve sesini düz tutarak, "Oraya gerek yok," diye tekrarladı cümlesini. "Ama oraya da damlaştı," diye mırıldandım tereddütlü sesimle. "Temizlikçi gelecek," dedi ve tekrar arkaya dönüp ilerlemeye başladı. Arkasından onu takip etmeye başladım ve kovanın yanına geldiğimizde içine fırçayı atıp ardından onun peşi sıra mutfağa girdim.

Masanın üstüne belli başlı kahvaltılıklar konmuştu, çatalları da birbirimize karşılıklı gelecek şekilde yerleştirmişti. "Geç sen, ben hallediyorum," diyerek tezgaha doğru yürüdü. Bana yakın olan ve önüne çatal yerleştirilmiş tabureyi çektim ve sessizce dizlerimi kendime çekerek oturdum. Kollarım bacaklarımı sararken kafamı diz kapağıma yaslayıp alttan alttan Hakan'ı izlemeye başladım. Sırtı bana dönüktü, çaydanlığın üstünü alıp içine birkaç kaşık çay attı, ardından kaynamış suyu devirdi ve büyük kısmı ocaktan alıp küçük kısmı onun yerine koydu. Dem kabarmaya başlayınca onu kaldırıp tekrar büyük kısmı ocağa koydu ve onun üzerine de küçük parçayı yerleştirdi. İlk başta olmadığı kadar şu an soğuktu. Ne düşünmüştü veya neyi hesap etmişti bilmiyordum ama beni ilk gördüğü zaman şu ankinden kat kat daha samimi gözüküyordu. Gittikçe rengi atmıştı, gerginleşmişti.

Arkadan sırtını izlerken beni burada istemediğini daha net belli edemezdi diye düşündüm. Yavaşça yanağımı diz kapağıma sürtüp buğulaşan görüntümle Hakan'ı izlemeye devam ettim. Bardakları hazırlıyordu, birden buz gibi kesilmişti. Dengesizliğine veya bana karşı habire ördüğü duvarlara anlam veremiyordum. Bana garezi mi vardı? Ne gerek vardı ki şimdi bu kadar buz kesmeye? Gözlerimde biriken yaşlardan biri yanağıma düşerken, "Biliyorum," dedim pürüzlü çıkan sesimle. Konuşmam gram tepki uyandırmasa da devam ettim. "Sen hoşlanmazsın böyle çatkapı olan şeylerden. Gelmemeliydim. Ama..." Kafamı kaldırıp acı içinde etrafa bakındım. Ses çıkarmamak adına dudaklarım geriye doğru bükülürken bir süre öyle kalıp devam ettim. "Ama annemle kavga ettik işte. Birden kimse gelmedi aklıma. Seni de abi gibi görüyorum biliyorsun... Sorun etmeyeceğini düşünmüştüm."

İki fincana çayları doldurmaya başlayınca bana döneceğini anladım ve alelacele gözlerimi kuruladım. Elindeki çaydanlığı ocağa tekrar bıraktıktan sonra tahmin ettiğim gibi fincanları kulpundan kavrayarak bana döndü. Yanıma yaklaşıp fincanı önüme bırakırken gözlerime baktı, ardından kendi fincanıyla karşıma oturdu ve "Mesele evime gelip gelmemen değil," dedi aramızda kilometrelerce mesafe varmış gibi uzaktan gelen sesiyle. "Az çok tanımışsındır, ev mev umrumda değil, al, hepsi senin olsun. Maddi olan hiçbir şeyi esirgemem kimseden." Kısa bir süre susup, "Asıl mesele," dedikten sonra birkez daha sustu ve dudaklarını birbirine bastırdı. Heyecanla dudaklarına odaklanıp ağzından çıkacak kelimelere dikkat kesildiğim sırada, "Seninle bir konuşma geçmişti aramızda, hatırlıyor musun?" diye sordu ve hemen ardından devam etti. "Daha az görüşmemiz gerektiğiyle ilgiliydi?"

Yine ona benzer bir konuşma yapacak diye ödüm kopsa da sessizce yutkunarak başımı yavaşça salladım. "İşte orda kastetmek istediğim buydu. İnsanın en yakınıyla, ailesiyle bile arasında mesafe olmalı. Onlardan dahi saklayacağı şeyler olabilir. Kaldı ki sen..." Farkında olmadan küçümseyerek söyledi. "Arkadaşımın kardeşisin... Dıdının dıdısı derler ya, onun gibi bir şey. Evime geliyorsun, iyi hoş, gel ama sarhoşken geliyorsun. Sarhoşken kontrol kaybedilir, ki zaten onun için içmiştim, şu an dün geceyi zerre hatırlamıyorum mesela. Ya sana zarar verseydim? Herhangi bir kız da değilsin, Koray'ın kardeşisin, bunun neler doğuracağını biliyor musun? Kendimi dağıtmak için içerken dağılışımı senin görmenin benim hiç hoşuma gitmeyeceğini bilmen gerekir. Normalde dahi sinirine hakim olamayan bir adamın sana hasar verebileceğini ve ertesi gün abinle karşı karşıya kalabileceğini de bilmen gerekir. Asıl sorun ettiğim şeyler bunlar işte. Bana normal bir arkadaşın gözüyle bakma, ben de sana normal bir arkadaş gözüyle bakamam. Arada Koray var. Daha titiz olmalıyız. Aynı evde başbaşa kalmak, benim kendimde olmamam..." Bana bakmadan yüzünü buruşturdu ve ardından yüzüme bakıp tavizsiz sesiyle, "Bir daha asla istemiyorum," dedi. "Habersiz veya gece vakti, bir daha asla istemiyorum."

Tekrar dolmaya başlayan gözlerimi yavaşça gözlerinden kaçırıp kafamı sallayarak tekrar dizlerime gömdüm ve "Özür dilerim," diye fısıldadım. Gözüm uzaklara dalarken buraya gelişime de gelme isteğime de lanet ettim. Kendimi küçük düşürdüğüm gibi rencide de olmuştum. İstisnai de olsa bana hiç iyi, ayrıcalıklı davranamayacak mıydı? Davranamayacaktı! Çünkü ben Koray Soysal'ın kardeşiydim. Yapmayacaktı tabii! Ben hep uzak durup hal ve hareketlerine dikkat etmesi gereken kız olacaktım. Ne güzel!

"Kahvaltını et," demesiyle gözlerimi daldığı yerden koparıp tabureden hızlıca aşağı atladım ve "Ben gidiyorum!" deyip kapıya doğru atıldım. Hızlı adımlarla nerdeyse mutfak kapısından çıkacakken onun da bana yaklaştığını duydum ve çok geçmeden kolumda sıkı bir el hissedip arkaya döndürüldüm. Konuşmaya vakit ayırmadan beni oturduğum tabureye doğru sürüklemeye başladı. "Bırak!" diye bağırdım yerimde sabit kalmak adına direnirken. "Zaten gelmem başından beri hataydı. Bırak diyorum!"

Taburenin yanına geldiğimizde beni zorla oturtturdu ve kalkmamam için de omuzlarımı tuttu. "Bir şeyler yiyeceksin. Hem de hemen."

"Yemeyeceğim!" dedim silkelenerek ellerimi onun omzumdaki ellerine attığımda. Omuzlarıma daha çok bastırarak yanıt verdi ve "Yemek zorundasın," dedi bastırarak. "Başka seçeneğin olduğunu sanmıyorum."

Her şeyi bir kenara ittim ve esas konuya gelip, "Ben de böyle olsun istemezdim," diyerek açıklama yapmaya başladığım sırada gözlerim tekrardan doldu. Ben de böyle bir ilişkim olsun istemezdim, ben de abimin en yakın arkadaşına sevdalanmak istemezdim, ben de ikimizi birden zor durumda bırakmak istemezdim. Ama oldu işte. Göz yaşlarım yanağıma sırayla düşmeye başladığında bir yandan ellerimle silip diğer yandan konuşmaya devam ettim. "Annemle kavga ettiğim için moralim zaten çok bozuk. Gece panikle en iyi sen beni anlarsın diye düşünmüştüm." Hafifçe burnumu çektim ve başımı önüme eğdim. "Hem senin taktiklerin işe yarıyor. Akıl verirsin sanmıştım." Kaçmayacağımı anlamış olacak ki ellerini omuzlarımdan indirdi ve arkamdan çıkıp yanımda durduğunu hissettim. Çatallı çıkan sesimle, "Nerden bilebilirdim senin sarhoş olacağını?" diye sordum. "Rahatsızlık verdiğim için özür dilerim," deyip tekrar inmeye yelteniyordum ki anında engel olup, "Tamam," dedi yatıştırıcı sesiyle. "Haklısın..."

Tek elini saçıma atıp başımı okşadı ve "Doğru," dedi. "Sen nerden bilebilirdin ki? Ben de rahatsız olduğumdan değil, biliyorsun, seni dinlerim, Koray'dan sonra abin olurum. Ama... işin içine sarhoşluk girince insan ister istemez telaş yapıyor tabi. Bir dahakine haber ver, olur mu?" Ağlamayayım diye çocuk avutur gibi konuşuyordu, fark edilmediğini mi sanıyordu acaba? Kafamı salladım hızlıca. "Güzel, şimdi ye yemeğini bakalım."

Temkinli bir şekilde bir adım geri çıktı ve ayağa kalkıp kalkmadığıma baktı. Dadılık yapar gibi tepemde dikilmesi hoşuma gitmediği için bir an önce yerine otursun diye çatalımı elime aldım. Bunu görünce önüne dönüp hızlıca masanın etrafını dolandı ve karşıma geçip oturdu. Bir an çatalı neye batıracağımı bilemeyip masaya boş boş baktım. Ağzıma lokma atacak halde değildim. Yine de Hakan'ın ısrarlarına birkez daha maruz kalmamak adına peynire batırdım ve isteksizce ağzıma atıp çiğnemeye başladım. Yutkunduğumda, "Çok küçük düşünüyorsun," diye kısık sesle mırıldandım hem duymasını hem duymamasını umarak. Yüzüne bakmasam da bir şeye uzandığı sırada duraksadığını hissettim ve "Anlamadım?" diye sorar gibi konuştu garipser bir tavırla.

Tuttuğum nefesi sesli bir şekilde dışarı vererek ona doğru döndüm ve elimdeki çatalı masaya bıraktıktan sonra gözlerimi gözlerine kenetleyerek kararlı bir sesle, "Çok küçük düşünüyorsun," dedim birkez daha, üstüne basarak. Tek kaşı varla yok arası bir belirginlikle yukarı kalkar gibi oldu. "Seni o halde benim değil de o kızın görebileceğini düşünmüyor musun? Kendin dedin, kontrolümü kaybediyorum ve hiçbir şeyi hatırlamıyorum diye. Dün gece ben değil de o kız gelseydi, seni o perişan halinle görseydi ne olacaktı? Bence bana çok takılma, benim yanımda yaptığın her şey benimle kalır. Asla dışarı taşımam. Benle arana bu kadar mesafe öreceğine o kızı biraz düşünsene. Seni o halde görseydi onun gözünde ne kadar küçük düşerdin?"

"Ne demek istiyorsun?" dedi hafifçe kaşlarını çatarak.

"Seni bırakıp giden biri için kendini çok fazla yıpratıyorsun," dedim hiç düşünmeden. "Ne gerek var ki bunca kendini üzmeye? Bakış açını değiştir, sadece o kıza odaklanma. Düşünmemeye çalış. Ne bileyim... yazık ediyorsun."

Kalakaldığı vaziyetten kıpırdayarak yerinde dikleşti ve elini masanın üzerine koydu. "Onun için içtiğimi nereden biliyorsun?" diye sordu ifadesiz yüzüyle.

Gözlerimi gözlerinden kaçırıp "Yapma..." dedim. "Anlamadığımı mı zannediyorsun? Onu bekliyorsun işte. Onun için dertlenip içiyorsun."

Yüzüne kaçamak bir bakış attığımda dirseğini masaya dayayıp kafasını eline yasladığını gördüm. Eli saçlarının arasına geçerken dalgın dalgın masayı izledi.

Hatrı sayılır bir süre kadar sustuk. Susmaya mecbur kaldık. İkimiz için de yollar ağzına kadar tıkanıktı. Düşündük, düşüne düşüne yorgun düştük fakat yine de bir olurunu aramaktan vazgeçmedik. İkimizin de kararlılığı ve direnci takdire şayandı. Tek sorun, taktir etmesi gereken kişilerle aynı çemberde bile değildik, bizi fark etmiyorlardı o kadar. Hayaleti oynuyorduk, senaryonun bizler için dönüm noktası yoktu. Çaresizlikten başka hiçbir şeyin kucak açmadığı kimselerdik. Sessizdik, suskunduk, içedönüktük. Kimseler dışa döndürmeye çalışmadığı için, içedönük olarak kalacak, bir bedene iki insan nasıl sığdırılır ustalaşacaktık.

Yanaklarını şişirip oflayarak patladı en sonunda. "Hele bir gelsin de, tek derdimiz sen misin, derim. Şerefine rakı kaldırsak kadeh yerinden oynamaz, derim." Bana baktı ve dudaklarını zorla kıvırdı. "Denecek şey bulunur yani, o kolay."

Yerinde dikleşerek tekrar masaya döndü ve eline çatalını aldı. "Sen de yemeye başla artık."

Bir şey söylemeden elime çatalımı aldım ve tek tük bir şeyler atıştırmaya başladık. Bu sırada, "Senin okul kaçta?" diye sormasıyla kafama balyoz inmiş gibi yüzüne baktım ve "Eyvah!" dedim endişeyle. "Çok geç kaldım!" Dün gecenin etkisi ve bugünün stresiyle olsa gerek okul şaşırılacak derecede aklımdan çıkmıştı. Sandalyeden inmiştim ki, "Kaldıysan kaldın, karnını doyurmuş ol bari," dedi. "Olmaz," diyerek karşı çıktım bu defa. "Sınavım var." Kaşlarını çattı. "Kaçıncı ders?" Her geçen saniye daha fazla geç kaldığım gerçeğini düşünerek huzursuzca kıpraştım ve "Altı olması lazım," dedim. "Tamam işte," dedi omuz silkerek. "Öğle molasında bırakırım ben seni. Yarım günden bir şey olmaz." Kısa bir süre susup düşündüm ve "Öyle mi dersin?" diye sordum kararsızlıkla. "Dinle sen beni," dedi kendine güvenen bir tavırla. "Gitsen de yarım gün yok yazılacaksın zaten."

"Doğru..." diye mırıldanarak tekrar sandalyeme tırmandım. Birkaç dakika sonra, hala bir şeyler yerken, "Annenle ne oldu?" diye sordu. O sırada çayımı yudumladığımdan yavaşça bardağı masaya bıraktım ve yutkunduktan sonra, "Boş ver ya," dedim burun kırıştırarak. "Kafanı şişirmeyeyim şimdi."

Alayla güldü. "Bugüne kadar şişirebildiğin kadar şişirdin zaten, anlat, sorun olmaz."

Yüzüne gözlerimi kısarak baktım. Güldü. Daha sonra anlatmaya karar verdim ve "Bizim evde çalışan bir kadın var, hatırlıyorsundur?" diye sorar gibi konuştum. Kafasıyla evetledi. "İşte onu evden kovdu. Neymiş, işini savsaklıyormuş, düzgün yapmıyormuş falan. Hayır yani, biz memnunuz, sana ne!"

Birden sinirlendiğimi fark edince, "Sen de rahat durmadın tabi," dedi bilmiş bir tavırla. "Tabi ki Meral ablayı savundum! Sonra ne oldu biliyor musun? Beni de evden kovdu! Ben de bayıla bayıla çıktım evden zaten. O ne zaman döner İzmir'e, ben de o zaman evime dönerim." Panikle yüzüne baktım. "Ama merak etme! Araslara gideceğim."

"Abinin haberi var mı?" diye sordu.

"Evden çıktığımı biliyor. Nerde olduğumu bilmiyor yalnızca."

"Eğer abinden izin alırsan bende kalabilirsin," deyince öyle sevinmeyle şaşkınlık arası bir his yaşadım ki gözlerimden kalp çıkacak sandım. Buna rağmen gayet serin bir tavırla, "Yok, Araslara gideceğim, o hatayı bir kere yaparım," dedim yüzüne bakmadan.

Tehdit dolu bir sesle "Ceren?" dedi sorar gibi.

Yüzüne baktım. "Ne var?"

"Evimde kalmanı sorun etmediğimi biliyorsun, neyi sorun edip etmediğimin gayet farkındasın. Ara abini, izin verirse kal bizde. Sorun olmaz."

Yüzüne kararsız kalmış gibi baktım. Amaç az önceki laflarını yedirmekti. "Hadi hadi," dedi bakışlarımı fark edince. "Nazlanma da ara."

Ağır hareketlerle Hande'nin eşofman altına cebimi sokup telefonumu aldım ve tuş kilidini açıp abimin numarasını tuşladım. Telefon çalmaya başlayınca kulağıma götürdüm ve beklemeye başladım. Benimle beraber Hakan da bekliyordu. Çok geçmeden abim telefonu "Yavrum?" diyerek açtı.

"Abiciğim, n'aber?" diye sordum.

"İyiyim güzelim, asıl haberler sende, nerdesin?"

Bir an için cevap verip veremeyeceğimden şüphe duysam da, "Hakan abilerdeyim," dedim tereddütle. Abi kelimesi ağzımda öyle eğreti duruyordu ki söylemesem daha az dikkat çekerdi.

"Ne alaka?" dedi birden.

"Ya... yanımda çok para yokmuş... Selin ve Aras'ın evi de bizim eve çok ters kalıyor biliyorsun, en yakın burasıydı, ben de buraya geldim."

"Hım," diye mırıldandı garip bir tınıyla. "Kabul etti mi bari seni?"

"Etti," diye cevap verdim Hakan'ın yüzüne bakarak. "Senin için sorun yoksa bu gece de burada kalacağım."

Biraz geciktirse de "Yok..." diyebildi. "Annemle kahvaltıda konuştuk zaten, ben de epey tavrımı belli ettim, birkaç güne gidiyor... çünkü... birkaç güne alçım çıkıyor!"

"Sahiden mi?" dedim sevinçle.

"Valla, nerdeyse tamamı kaynamış."

"Çok sevindim," dedim uzun zamandan sonra gerçek bir sevinçle. "Hastaneye gideceğiniz gün beni de alın, tamam mı?"

"Alırız, alırız almasına da... bence orda burda kalmanın pek bir mantığı yok be kızım. Geçersin odana oturursun, konuşmazsın, olur biter."

"Hayır abi, istemiyorum," diye itiraz ettim buruşuk yüzümle, kesin bir dille.

"İyi, peki," dedi zar zor. "Yine de kararını değiştirirsen Hakan'a söyle bıraksın seni."

"Tamam abicim, hadi kendine iyi bak."

"Sen de. Bir sıkıntın olursa Hakan halleder ama bir telefon kadar uzağındayım, biliyorsun."

"Biliyorum, teşekkür ederim."

"Görüşürüz."

Telefonu kapayıp masanın üstüne bıraktıktan sonra Hakan'a baktım ve anında göz göze geldik. Soru soran gözlerini görünce konuşmasına fırsat vermeden, "İzin verdi," dedim. Daha sonra gözlerimi hafifçe kısarak iğneliyici bir üslupla, "Ama canın içmek falan isterse haber ver, evi terk edeyim de sonra ihale yine bana kalmasın," dedim bilmiş bir tavırla.

"Ne çok konuştun be," dedi sesini yükselterek. "Kadın milleti değil mi, alayınız aynısınız. Dırdır, trip... Bu ne lan böyle?"

"Sen hak ettin ama," dedim gözlerimi açarak. "Ben de her gün annemle kavga edip senin yanına gelmiyorum ya? Ayrıca içtiğini nerden bilebilirim? İyi ki bir abi yerine koyduk yanına geldik, demediğini bırakmadın!"

Yaptığım duygu sömürüsünden sonra çaktırmadan yüzüne baktım. "Haklısın dedik ya, daha ne yapayım?" dedi sesini yalancı bir kızgınlıkla yükselterek. Sonra gerisingeriye alçalttı ve "Benim rahatsız olduğum nokta, tekrar ediyorum, evime gelmen değil," dedi ve devam etti. "Benim sarhoş olmam." Son cümleyi vurgulayarak telaffuz etmişti. "Sıkı içmiştim bir de. Dün gece kafamda duman. Sarhoş olmasam her şey daha iyi olabilirdi. Seni dinlerdim, çözüm üretirdik, misafirperverliğimi görürdün o zaman."

Sırıttım. "Bugün görürüz o zaman."

Bunun üzerine o da pis pis sırıttı ve "O dün gece için geçerliydi," dedi.

"Mızıkçılık yapıyorsun..." diye sızlandığım sırada kapı zili çaldı ve Hakan bana cevap vermek yerine ayağa kalktı. "Birini mi bekliyordun?" diye sordum o masanın etrafını dolanırken. "Yo," dedi kafasını iki yana sallayarak. Ardından mutfak kapısından ve görüş alanımdan çıktı.

Asılan suratımla iç geçirdim. Tam da ortam yumuşamıştı! Kapının açıldığını duydum, sonra tekrar kapandığını ve bir kızın "Günaydın," dediğini.

Sonra bir öpücük sesi duydum ve anında kızın Hakan'ı yanaktan öpen görüntüsü gözümün önünde canlandı. "N'aber?"

"İyidir abla, senden?" Hakan'ın sıkılgan sesi tanıdık gelen kız sesinin Hande olduğunu anlamama yetti ve Hande başka bir yöne doğru gidiyor olacak ki Hakan bu defa "Mutfaktayım," diyerek onu ikaz eder gibi konuştu. Bunun üzerine Hande'nin mutfağa gireceğini anlayıp yerimde kıpraştım. Daha önce doğru düzgün sohbet etme fırsatımız olmamıştı ve de tuhaf -ya da çılgın- bir kız olması beni anlaşıp anlaşamayacağımızı kestiremediğimden geriyordu.

Kapıda bir beden görünce kafamı yerden kaldırdım ve o tarafa baktım. Hande de beni fark edince tuşa basılmış gibi zemine sabitlenirken yüzü şaşırma aşamasından sonra asıldı ve kaşları çatıldı. Kıvırcık saçlarının bir tarafını kulağının arkasına sıkıştırmıştı fakat sıkıştırmadığı diğer tarafındaki saçlar yüzünü gölgeliyordu. Beyaz, spor atletinin üstüne mavi beyaz, yatay çizgileri olan bir gömlek giymişti ve gömleğin düğmeleri yarıya kadar açıktı. Dar, kot pantolonun altında bir de koşu ayakkabılarına benzer ayakkabıları vardı. O da beni kısaca süzdükten sonra dikildiği yerden ileri doğru ilerledi ve gözlerini benden almadan, "Ne işin var burda senin?" diye sordu sinirli bir tavırla.

Hakan da ablasının arkasından geliyordu ve bana alttan bir bakış attı. Hande biraz daha bana yaklaşıp tam ikimizin ortasında durdu ve bir bana bir Hakan'a bakarak, "Benim de aklımda bu konuyu konuşmak vardı, ikinizi bir arada yakaladığım iyi oldu," dedi imalı bir tonla. Bu konudan kastının ne olduğunu ilk başta anlayamasam da kısaca düşünmem yetmiş, Hande'nin Hakan ve beni sevgili olarak bildiğini hatırlamıştım. Keşke gerçekten böyle bir şey olsaydı da Hande'ye ve Hande gibi tepki verecek olan herkese beraber dişimizi sıksaydık. Birazdan sevgili olmadığımızı öğrenecek ve "Ay ben de ne salakmışım, böyle bir şeyin olabileceğini sandım," diyecek olması canımı her şeyden çok sıkıyordu.

"Sen utanmıyor musun burda kalmaya?" derken ellerini beline yerleştirmiş ve yönünü tekrar bana dönmüştü. "Şuna bak, bir de benim pijamalarımı giymiş. Utanmıyor musun abinin en yakın arkadaşıyla ilişki yaşamaya? Yaşın kaç daha senin?"

Dudaklarımı aralamaya niyetimin olmadığını anlamış olacak ki bu defa Hakan'a dönüp "Ya sen?" dedi bağırarak. "Hadi bu küçük, sen eşek kadar oldun hala düşünemiyor musun bazı şeyleri? Koray'a bunu nasıl yaparsın? Öğrenirse ne olur biliyor musun sen?"

Hakan düz bir suratla Hande'yi dinleyip ardından sandalyesine doğru ilerlemeye başladı. Hande burnundan solurken kendini sakin kalmaya zorlayarak Hakan'ın sandalyesine yerleşmesini bekledi ve Hakan sandalyeye iyice yayıldıktan sonra Hande'ye bakıp tek söylediği, "Benimle bu şekilde konuşamazsın," oldu.

Böyle bir cevap beklemediğimden Hande ile beraber ben de şaşırdım. Ne diye uzatıyordu ki? Hande zaten çok sinirli gözüküyordu, tartışmanın ciddi bir hal almasını mı istiyordu? "Yok ya!" dedi Hande sinirle gülerek. "İstersen Koray'ı arayıp haber vereyim o seninle asıl nasıl konuşulması gerektiğini bilir!"

"Canımı sıkma da otur şuraya," dedi Hakan tek eliyle boşta olan sandalyeyi işaret ederek.

"Oturmayacağım!" diye bağırdı Hande. "Bunu hangi mantıkla, hangi zihniyetle yaptığınızı biriniz bana açıklamadan hiçbir yere oturmayacağım."

Kendimi tutamayıp birdenbire, "Belki birbirimize aşık olmuşuzdur?" deyiverdim.

Hande'nin ölümcül bakışları ağır çekimde bana dönerken, "Kızım gidip kendi akranlarına aşık olsana!" diye çığırdı hiddetle.

Bunun üstüne Hakan Hande'den daha yüksek bir sesle, "Yeter lan!" diye gürledi Hande'ye. Bu sırada boynundan kalın bir damar bir anlığına göz kırpıp tekrar içeri kaçtı. "Bağırıp durma kıza. Ya otur şuraya ya da siktir git kaldırma beni ayağa."

Hande tuttuğu nefesi sesli bir şekilde dışarı verirken gözlerini yumdu. Bir süre gözleri kapalı bir halde ayakta öylece dikildikten sonra yavaşça göz kapaklarını aralayıp usul adımlarla Hakan'ın işaret ettiği sandalyeye yanaştı ve ucuna oturdu. Ardından dirseklerini masaya yaslayıp yüzünü avuçlarına koydu ve "Dinliyorum," dedi kadifemsi bir sesle.

Hakan dik dik bakmaya devam ederek bir süre onu rahatsız edici bakışlarla süzdü ve "O üslubunu düzeltmezsen fena olacaksın bir gün," dedi tehditvari bir tavırla.

Bunun üzerine Hande konuşursa ortamın tekrar kızışacağını bildiği için sustu ve Hakan bir süre daha yine aynı ters bakışlarla onu süzdükten sonra tamamen yatışıp nefesini verdi ve "Ceren'le oyun oynuyoruz," dedi.

"Ne oyunu?" diye sordu bunun üzerine Hande. "Kime oynuyorsunuz?"

"Herkese oynuyoruz," dedikten sonra sustu ve sonrasında devam etti. "Tehlikeli oyunlar oynuyoruz... Senin kafan basmaz böyle şeylere. Sevgili falan değiliz yani. Herkes bizi öyle biliyor, biz bitirene kadar bilmeye de devam edecek."

"Neden?" dedi Hande dünyanın en saçma şeyini duymuş gibi. "Ne alaka?" Güler gibi oldu. "Çok saçma."

"Sana hesap vermeyeceğim," dedi Hakan mesafeli bir sesle. "Birinin sevgilim gibi davranması gerekiyordu ve o da Ceren oldu."

Hande sinir bozucu bir tavırla, "Koray sorduğunda da böyle mi cevap vereceksin?" diye sordu ve Hakan'ın taklidini yaptı. "Birinin sevgilim gibi davranması gerekiyordu ve o da Ceren oldu."

Hakan gözlerini kısarak sıkılgan bir bakış attı ve "Niye gelmiştin sen?" diye sordu kovar gibi.

Hande bunun üzerine tek elini kabarık saçlarına gömdü ve kaşıyıp "Şey ya..." dedi. "Biraz para lazım da..."

Hakan çok normal karşılayıp "Ne kadar lazım?" diye sordu hemen.

Hande tek gözünü kısarak, "Bir beş yüz, altı yüz işimi görür galiba..." dedi.

Bunun üzerine Hakan ayağa kalktı ve "Geliyorum hemen," deyip hızlı adımlarla mutfak kapısından çıktı. Çok geçmeden Hande başbaşa kaldığımızı idrak etmiş gibi bakışlarını bana döndürdü ve "Seninle bir türlü sağlıklı bir iletişim kuramıyoruz..." dedi öncekine göre daha ılımlı bir sesle.

Dudaklarımı birbirine bastırarak üzülmüş gibi yaptım. "Öyle oluyor."

"Peki sevgili değilseniz ne yapıyorsun burada?" diye sordu yeni fark ediyormuş gibi.

"Annemle biraz tartıştım," dedim sıkıntılı çıkan sesimle. "Hakan da benim ailevi sorunlarımı biliyor. Ona anlatıyorum genelde. Onu konuşmaya gelmiştim."

Düşünceli bir sesle "Hım," diye mırıldandıktan sonra "Anladım," dedi ardından.

Ben sessiz kalmayı tercih ederken çok geçmeden kapıda Hakan elindeki siyah cüzdanıyla belirdi. Cüzdanın içini karıştırarak bize doğru yaklaşırken Hande yönünü ondan tarafa döndü. Hakan yavaş adımlarla Hande'nin yanına kadar geldi ve önünde durup cüzdanın içinden nerdeyse bir deste çıkararak Hande'ye uzattı. Hande iki yüzlüklerden oluşan para demetine garip bir bakış atıp tekrar Hakan'a dikti gözlerini ve "Bu kadara gerek yok," dedi.

Hakan parayı biraz daha ona doğru yaklaştırıp "Yarın tekrar gelme diye yapıyorum," dedi. "Al."

Göz ucuyla paraları süzdüğümde nerden baksan üç beş milyar ettiğini gördüm. Hande uzun tırnaklı elini kaldırıp desteyi kıvrakça kavradı ve "Teşekkür ederim," dedi. Paraları incelediği ve tırnağını uçlarında gezdirdiği sırada, "Aslan parçası, aslan..." dedi Hakan'a hitaben. Bunun üzerine Hakan Hande'nin kıvırcık saçlarını elleriyle toparlayıp ensesinde sabitleyerek yüzünü açığa çıkardı ve Hande sandalyede oturur vaziyette olduğu için hafifçe eğilerek onun hizasına inip yanağından öptü. "Bir daha bağırttırma kendine."

Hande de sandalyesinden usulca inip parmak ucunda yükselerek Hakan'ı öptü ve şakayla "Erkeğim benim," diyerek onu sevdi.

Ardından Hakan'dan ayrılıp bana döndü ve "Ben artık gitmeliyim," dedikten sonra tek elini uzattı. "Yine yarım yamalak olmakla beraber tanıştığımıza tekrar memnun oldum."

Gülümsedim ve elimi uzattım. "Umarım bir gün daha geniş bir zamanda denk geliriz."

Elimi sıkarken "Ben de çok isterim," dedi ve tam çekeceği sırada gözü bir şeye takılmış gibi kaşlarını çattı. Ne olduğunu anlamak için bakacağım sırada "Eline ne oldu?" diye sorarak konuya açıklık getirdi.

Gözlerim elimin üstüne kayarken rengimin gözle görülür cinsten attığını hissetim ve ben daha "O mu... Şey..." diye gevelerken Hakan bir adım öne çıkıp boynunu uzattı. Elimi Hande'nin elinden alıp inceledi ve "Yanığa benziyor bu," dedi. "Hem de sigara ucu ebatında."

Ne diyeceğimi bilemez halde şaşkın şaşkın etrafa bakarken elimi çevirdi ve iç kısımdakini de görünce çelik kadar sert bakışları gözlerime kilitlendi. Daha fazla direnemedim ve gözlerimi gözlerinden kaçırmak zorunda kaldım. Anlamış gibiydi, ona yalan söylemek veya bir şey saklamak mümkün değilmiş gibi hissediyordum. "Sakın bana bunların dün gece olduğunu söyleme," dedi sıktığı dişlerinin arasından.

Başımı önüme eğdim ve bakışlarımı ürkekçe yerde gezdirdim, aklıma söylenebilecek herhangi bir yalan veya mantıklı bir mazeret gelmiyordu. Birden elimi bıraktı ve hırsla arkasını dönüp ileriye doğru birkaç adım attı, volta atar gibi tekrar geriye dönüyordu ki tezgahın kenarında duran bardağa elinin tersiyle öyle bir vurdu ki bardak duvara çarpıp parçalandı. Hande ile aynı anda çığlık atıp kollarımızla başımızı sararken Hakan'ın hala sert adım sesleri duyuluyordu, refleks olarak sardığım kollarımı yavaşça aşağı indirdim ve yüzüne baktım.

Hande, "Ne oluyor?" diye sordu tedirgin bir sesle.

Hakan o kadar sinirli gözüküyordu ki buraya geldiğim için tekrar beni suçlayıp bağıracak diye ödüm kopuyordu. Bundan dolayı Hande'ye cevap verecek kişi olma cesaretini kendimde bulamadım. Hakan ellerini beline yerleştirmiş bir vaziyette aşağı yukarı yürürken soluk sesleri duyuluyordu, gözleri herhangi bir yeri izliyordu ve aynı anda hem sinirli hem düşünceli gözüküyordu. Kısa bir süreden sonra aniden yürümeyi kesti ve Hande'ye bakıp "Yok bir şey," dedi. "Hani sen gitmiyor muydun? Biz kendi aramızda hallederiz."

Hande'yi gönderme çabası daha bir ürkütse de müdahalede bulunamamıştım ve Hande'nin kararsız bir ifadeyle bir bana bir Hakan'a bakıp, "İyi..." dedikten sonra evden çıkmasının ardından yaklaşık yarım saat geçmişti.

Hakan'ın odasına çıkmıştık, o yatağında uzanıyordu, bense tek kişilik koltuklardan birinde bağdaş kurarak oturuyordum. "Sen eminsin yani başka bir şey olmadığına?" diye sordu birkez daha.

Yanaklarımı şişirerek ofladım. "Olmadı diyorum!"

"Sadece canını yakmak olarak değil... Anlarsın ya... yılışık davranmışımdır... öyle de mi olmadı?"

Bıkkınlığımı "Ol-ma-dı!" diye heceleyerek meydana getirdim.

Üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi gözlerini "Oh," diyerek yumdu. Bir süre o vaziyette kaldıktan sonra tekrar gözlerini açtı ve "Beni ne hallere soktuğunun farkındasın, değil mi?" diye sordu. "Ortada bir şey yokken bile yaşadığım stresin? Sen benim için busun işte; en yakın arkadaşımı kaybetme biletisin."

Sözleri bir anda kendimi acı içinde bulmamı sağladı, hayal kırıklığı içinde gözlerine baktım ve "Sadece bundan mı ibaretim?" diye sordum.

"Benim için asıl önemli olan bu olduğu için gördüğüm kısım da bu," diyerek cevapladı.

"Anladım..." diye cevapladım fısıltıyla. Bir yandan da hissizleştiğimi fark ediyordum, ya da artık alışmış olacağım ki canımı sıkmaktan öteye gidemiyordu bu laflar. Zaten Hakan'ın gözünde nasıl bir konumda olduğumu gayet iyi biliyordum, ondan duymak artık eskisi gibi daha fazla canımı yakmıyordu. Şimdi yapmam gereken bir atak yapmaktı, bulunduğumuz konumdan ileriye sıçramaktı. Bir şeyler yapmalıydım; arkadaşının kardeşi olmaktan daha fazla şey uyandırmalıydım onda. Ama ne...? Yapabileceğim en büyük atak aşkımı itiraf etmek olurdu ama Hakan hala o kızı bekliyor ve abimle arasındaki bağa  bu kadar önem veriyorken yaptığım onu kendimden daha fazla uzaklaştırmaktan başka bir şey olmazdı. Başka ne olabilirdi, başka....?

Aklıma aniden abimle Hakan'ın arasını bozmak geldi, bu defa hem en yakın arkadaşının kız kardeşi olmaktan çıkardım hem de şu sevgili rolümüzü daha içten yapardık, insanlar Hakan'a en yakın arkadaşının kardeşiyle çıkıyor gözüyle bakamazdı. Belki de Hakan ciddi anlamda abimle kanlı bıçaklı olursa benimle çıkarak abimin canını yakmak isteyebilirdi.

Ne diyordum! Düşüncesi dahi utanç vericiydi. Bir gün sevgili olacaksak bu abime inat değil, abimi de karşımıza alma riskini göze alarak olmalıydı. Bu fikir saçmaydı. Evet evet, kesinlikle unutmalıydım.

Hakan'ın, "Peki neden yaptım?" deyişiyle kendime geldim. Koyu renk gözlerine bakarak dalgın bir ifadeyle, "Tamamen yanlışlıkla oldu..." dedim. "Elimin olduğunu fark etmedin. Suçluluk çekecek bir şey yok yani. Kimse böyle olsun istemezdi. Çok konuşmadın da zaten. Uyuyakaldın. Belli, o kızı düşünüyordun... Beni gördüğünden emin bile değilim."

Yavaşça koltuktan ayağa kalkıp etrafa göz attım. "Odan çok güzel..."

Safsak adımlarla odanın içinde gezinmeye başladım. Spor tarzda bir odası vardı, genel olarak hafif bir dağınıklık söz konusu olsa da gereksiz eşyalara yer verilmemişti. Dört çekmeceli dolaba doğru ilerledim ve önünde yavaşça oturup en alttaki çekmeceyi kendime doğru çektim. İçinde dünyanın en gereksiz şeyleri olsa dahi sırf Hakan'ın diye benim için büyük bir önem arz edecekti zaten, o nedenle acaba içinde ne vardır kaygısına düşmemiştim fakat itiraf etmeliyim ki içini görünce şaşırmaktan kendimi alamadım, aklımın ucundan dahi geçmeyecek şeyler vardı. Şeyler... Ne olduklarını bilmiyordum. Metal aletlerdi, bana hiç tanıdık gelmiyorlardı ve tuhaf şekilleri vardı. Çekmece ağzına kadar bunlarla doluydu. Yalnız bir uçta bunlardan farklı olarak hasır bir kutu vardı ki hepsini kenara itip elimi ilk önce ona attım. Kapağı iki elimle havaya kaldırdığımda göz ucuyla Hakan'ın yataktan hızla fırladığını gördüm, asıl baktığım şey ise siyah bir el tabancasıydı. Kaşlarım şaşkınlıkla yukarı kalkarken kapağı kenara bırakıp tam elimi atacağım sırada bir el silahı kavradı ve önümden çekip aldı. Kafamı havaya dikerek Hakan'a baktım ve "Ne yapıyorsun?" diye sordum kızarak.

Tabancanın kabzasını kavramış bir vaziyette tek elini havaya kaldırdı, oturduğumdan dolayı zaten epey olan mesafe ikiye katlandı. "Yaramazlık yapma," dedi kaşlarını yalandan çatıp yüzüme bakarak. Biraz debelenerek ayağa kalktım ve koluna zıplayarak uzanmaya çalıştım. "Bakacağım sadece ya..." diye sızlanıyordum aynı zamanda. Bir adım geri çıktı ve "Rahat dur..." diye ikaz etti. Daha çok üstüne gidip parmak ucumda ayağa kalktım. "Ben buldum onu bir kere!"

Hakan'ın bir adım daha geri çekilmesi ve benim de onu takip etmem sonucunda karnına yapışırken buldum kendimi. Kasıklarının biraz üstüne elimi atıp tutunmaya çalışırken o da anında boştaki eliyle belimi kavradı. Bedenlerimiz bitiştiğinde elimin altındaki kan dolaşımı Hakan'a aitti, Hakan'ındı. Bedeninin bir yay gibi gerildiğini büsbütün hissettim, başını yere eğmiş bir vaziyette çatık kaşlarla bana bakıyordu. Tişörtüne tutunarak hafifçe doğruldum ve gülmeye çalışarak bir adım geri çekildim. "Ben iyiyim..."

Çatık kaşları normale dönse de ciddi yüz ifadesinden taviz vermeyip tabancayı tutan elini aşağı indirdi ve önümden geçip dolabın önüne çöktü. "Buna dokunmak yasak."

O tabancayı kutusuna yerleştirirken yavaşça ben de yanına çöktüm uzaktan da olsa tabancayı inceleme altına aldım. "Peki hiç mi?" diye sordum kedi gibi çıkan sesimle.

"Hiç," dedikten sonra kutunun kapağını kapattı. Sonrasında omzunun üstünden yüzüme baktı, başımı yana eğdim ve "Ama neden?" diye sorarak mızmızlandım. "Sadece bir silah, merak ettim. Hem... içini boşaltırsın?"

Yüzüne mağdur bir halde baktığım sırada ayağa kalktı ve "Bakarız..." dedi. "Nasıl olsa burdasın birkaç gün. Kurcalayacak başka şeyler bulursun kendine."

Bunu evet olarak kabul edip "Teşekkür  ederim," dedim gülümseyerek ve işaret parmağımla tekrar aralık olan çekmeceyi işaret edip "Peki şu şeylere bakabilir miyim?" diye sordum.

Kararsız bir ifadeyle gösterdiğim yere bir süre baktı ve en sonunda pes eder gibi arkasını dönüp yatağına doğru ilerlemeye başladı. Bu sırada "Nasıl kızsın sen ya..." diye söyleniyordu.

Bunu da olumlu bir cevap olarak kabul edip usulca çekmeceye daha bir yanaştım ve sonuna kadar çekip aletlerde göz gezdirmeye başladım. Göz ucuyla gördüğüm kadarıyla Hakan yatağının ucuna her an yerinden fırlayacakmış gibi tetikte bekler bir vaziyette oturuyordu. Elimi kendime en yakın hissettiğim takıya benzer alete attım ve avucuma alıp incelemeye başladım. Dört tane demir halka birbiri ardına eklenmiş bir vaziyetteydi, yüzük boyutundalardı ve ele geçirildiğini anlamıştım. Vakit kaybetmeden dört küçük halkaya baş parmağım hariç olmak üzere parmaklarımı geçirdim ve bol gelse de elimi ileri doğru uzatarak nasıl gözüktüğüne baktım. Hala incelerken Hakan da beni izliyordu. "Bu ne? Yüzük mü?" diye sordum merak edip.

Kısa bir süre duraksadıktan sonra "Yavrum muşta o," dedi garip bir sesle.

Kullandığı kelimeyi ilk defa duymanın garipserliğiyle kaşlarım çatılsa da çaktırmadım ve yavaşça elimi aşağı indirip "Ne işe yarıyor yani?" diye sordum yüzüne bakarak. Üzerimde diğer kullandığı kelimenin de ilk defa duymanın garipserliği olduğu için yüzümde nasıl şapşal bir ifade var tahmin etmeye zorlanıyordum. Ama sürekli olarak zihnimde tekrar ediyor haldeydi.

"Sık yumruğunu," dedi emir verir gibi.

Beceriksizce elimi yumruk yaptım ve yüzüne baktım. "Şimdi diğerini sık," dedi bu defa. Dediğini yaptım ve iki elimi de yan yana getirdim. "Sence hangisi daha fazla acıtır?"

Muşta denilen aletin olduğu yumruğumu hafifçe yukarı kaldırdım. Hakan olumlu mırıltılar çıkardıktan sonra "Biri morartırken diğeri adamın yüzünü dağıtır," diye açıkladı. Kaşlarım havalanırken içten bir dehşet içinde alete, aletin gözümde canlandırdıklarına baktım. Ne düşündüğümü anlamış gibi, "Korkma," dedi. "Ben pek gerek duymuyorum."

"Sağ ol ya," dedim yüzüne alayla bakarak. "Çok rahatlatıcı oldu."

O da güldü ve muşta denilen alet huzursuz hissetmemi sağlayınca parmaklarımdan çıkarıp tekrar yerine koyarken bir yandan da diğerlerini inceliyordum. Yerine tahta, üzerinde oymaları olan bir sap aldım ve tersini düzünü çevirip incelemeye koyuldum. Gri renkte bir tuş ilgimi çekince üzerine bastım ve sapın içinden hızla bir bıçağın dışarı fırlaması son anda parmaklarımı geri çekmeme ve haliyle anlık da olsa korkmama sebep oldu.

"Dikkat et," diye uyardı Hakan. Bakışlarının keskinliğini üzerimde hissedebiliyordum, her an müdahale etmeye hazır bir vaziyette beni gözlüyordu. "Bu bildiğimiz bıçak," dedim elimdekine bakıp.

"Çakı," diye düzeltti.

Dikkatle bıçağı tekrar tahta yuvasına iterken "Ne işe yaradığını az çok tahmin edebiliyorum," dedim gülümseyerek.

Hakan da hafifçe gülerken dudağının tek bir kenarı ruhsuzca yukarı tırmandı. Çakıyı da yerine koyduğumda bu defa gerçekten adını ve nasıl kullanıldığını bildiğim bir alet gördüm ve onu elime aldım. İki elimle birden havaya kaldırarak incelediğimde, "Tutuklandığın günlerin birinden mi hediye?" diye sordum dalga geçerek.

Kelepçeye öylesine bir bakış attı ve sırıtarak, "Yok," dedi. "Onu genelde ben başkalarına karşı kullanıyorum."

Burun kırıştırırken "Anlamadım?" dedim boş bir ifadeyle.

Pis pis sırıtmasına devam ederek ayağa kalktı ve "Hemcinslerin iyi bilir," diyerek üzerime gelmeye başladı. Tam önümde durdu, elimden nazikçe kelepçeyi aldı ve yüzümde hala şaşkın ifade olduğunu görünce, "Boş ver," dedi hala aynı pişkin bir tavırla. Yukarıdan kelepçeyi çekmecesine attı ve ayağıyla kapağı itti. Sonra tekrar bana dönüp, "Hazırlanmaya başla istersen artık," dedi az önceki konuya tamamen çizgi çekmiş tavırla. "Geç kalmayalım."

"Tamam," diye mırıldandıktan sonra, "Ama akşama o tabancayı bana kullandıracaksın?" diye şart koştum.

Elini kalkmama yardım etmek istercesine bana uzattı ve "Cimcimelik yapma da kalk ayağa," dedi.

İri elini bileğinden tutmaya çalışıp asıldım ve nerdeyse bütün ağırlığımı vermeme rağmen beni ayağa kaldırabilirdi. Sonra dişleri gözükecek şekilde güldü. "Tam dayaklıksın..."

Ben de güldüm ve "Ben hemen hazırlanırım," dedim aklım elinden kayan elime kayarken. "Sen de hazırlan, on beş yirmi dakikaya tamam olurum."

"Ben her daim hazırım kızım..."

Bu konuşmanın üzerinden on dakikaya yakın bir zaman geçtikten sonra sadece belden aşağım okula hazır bir vaziyette tekrar aynı yere, Hakan'ın odasının kapısının önüne gelmiş ve kapıyı tıklatır haldeydim.

İçeriden "Parolayı söyle!" diye bağırınca gülerek gözlerimi devirdim ve "Hakan bir iki üç!" diye cevap verdim. Ardından "H büyük," diye ekleme yaptım kıkırdayarak. Güler gibi çıkan sesiyle "Doğru, gir!" diye tekrar bağırdı.

Sırıtarak içeri daldığımda Hakan'ı füme rengi, yapay örgü bir kazak ve kot bir pantolonla buldum. Beynimin içinde bazı şeyler artık onu tasvir etmekte zorlanıyordu çünkü bugüne dek her defasında kusursuzca tarif edilen bir başka birine daha rastlamamışlardı. Bu yeniliğe yenik düşmek üzereydiler. Göz ucuyla bana baktı ve "Yarım gün gideceğin için mi yarını okul hali diğer yarını ise ev hali olarak ikiye böldün?" diyerek kendi çapında espri yapmıştı ki, "Ha ha," dedim yapmacık bir tavırla. "Gömleğim kan olmuş. Onu giyemem."

"Neden?" diye sorunca tabi ki göğsümden bulaştığını söylemeyip "Elinden damladı herhalde..." dedim rahat bir tavırla.

"Ee?" dedi sorar gibi.  "Ne yapmam gerekiyor? Al benimkilerden giy istersen."

"Bir şeyler ayarlayamaz mısın?" diye sordum rica eder gibi.

Düşünür gibi yaptı ve "Hande'nin birkaç parça bir şeyi olması lazım, bakayım..." deyip gardırobuna döndü. İçimden bana uygun bir şeyler çıkması için dualar etmeye başladım çünkü üzerimdeki eşofmandan başka bir şeyim yoktu. Tek eliyle gardırobunun kapağını geriye itti ve içini kurcalamaya başladı. Bir süre bekledim. Sonra elinde tuttuğu beyaz kumaşla bana döndü. "Beyaz gömlek yok ama bu var."

Daha yakından inceleyebilmek adına yanına gittim ve elime aldım. Omuzlarından tutup havaya kaldırdığımda bunun uzun kollu, beyaz renkte bir Lacoste olduğunu gördüm. "Tabi ki olur..." dedim sevinçle. Daha fazla zaman kaybetmemek adına elimi üst eşofmanının eteklerine attım ve "Arkanı dön," dedim hızlıca.

Anında sırtını bana dönerken "N'olur önümde soyun," diyerek dalga geçti.

"Dalgasına söylenmeyenlerini de duymuştum," dedim cevap olarak. Bu sırada eşofmanı başımdan aşağı sıyırdım ve kenara bırakıp Lacoste gömleği kafamdan geçirdim. Etek uçlarını da düzeltip kumaşın altında kalan saçlarımı dışarı çıkardıktan sonra "Tamamdır," dedim.

Bunun üzerine Hakan tekrar benden tarafa dönerken ben odanın içinde ilerleyip aynanın karşısına geçtim. Elimi saçlarıma atıp acele acele tokayı sıyırıp aldım ve iki yana savurup tekrar toplamak adına ellerimle saçlarımı kavrayıp tepeye çıkardım. Bileğimdeki lastiği kavradığım at kuyruğuna geçirirken onun ardından sırasıyla birkaç kez daha geçirdim ve sıkı bir at kuyruğu olduğuna emin olduktan sonra arkamı dönüp tekrar Hakan'a baktım. Yatağının kenarından eğilip bir şey aldı eline. "Bir sorunumuz daha var," dedim bu sırada.

Yine ne var demese de bakışlarıyla bunu anlattı. "Benim montum yok," dedim. "Dün çıkarken sinirden almayı unutmuşum."

"O var bak işte," dedi kendinden emin bir sesle.

Bu kadar kolay olacağını tahmin etmediğim için, "Gerçekten mi?" diyerek sordum şaşkınlıkla sevinç arası bir ton arasından.

"Evet," dedi düz düz. "Hande bir ara yatılı olarak bende kalmıştı. O zamandan kalma bir sürü eşyası var burda. Almaya gerek duymadı."

"Süper o zaman, çıkabiliriz," dedim kapıya doğru yanaşıp. Tek elini havaya kaldırıp "Bu senin galiba ama..." dedi elindekine pekte iç açıcı gözlerle bakmazken. Durup gözlerimi eline çevirdim ve kurumuş kan lekelerine bezenmiş kravatımı gördüm. "Takılmayacak halde," dedim ikimizin de aklından geçeni sözlü olarak dile getirip. Ardından kafamı kaldırıp yüzüne baktım ve "Çamaşır makinen var mı?" diye sordum.

Dudaklarını geriye doğru büktü. "Vardır herhalde." Yüzüne baygın baygın bakacağım sırada, "Bugün gelecek olan çalışana söylerim, o halleder," diyerek konuyu geçiştirdi.

"Gömleğimi de göster, olur mu?" diye sordum yalvaran gözlerle. "Olmuş bil," deyip önüme geçti ve kapıya doğru ilerlemeye başladı.

Anında peşine takılsam da o benden önce kapıya ulaşıp araladı ve geçmem için izin verdi. Önünden süzülerek kapıdan çıktım ve o da peşimden gelirken, "Eteğin devamı yok mu?" diye sordu.

Arkama bakmadan yürümeye devam ettim. "Hepsi bu."

Hakan'ın "O halde seni okula götüremem," diye ayak diremesi, benim bir çocuk gibi onun gönlünü eğlemem ve ikna etmem, sonrasında ise didişmeye devam edişimiz okula kadar sürdü. Okul bahçesinden içeri arabasıyla beraber girip kapının önünde durduğunda adeta yorulmuş bir vaziyette çantamı sapından kavrayarak omuzlarımı düşürdüm. Aynı zamanda etrafı gözlüyordum, herkes hala molada olduğunu için acele etmeme gerek yoktu. Bahçe kalabalık değildi, tanıdık birine de rastlamamıştım. "Of," dedim yanaklarımı şişirerek. Ardından kafamı ondan tarafa çevirdim ve "Sabahtan beri hiçbir yere varamadığımızın farkındasın, değil mi?" diye sordum.

"Evet," dedi, gayet rahat. "Bu etek boyuyla seni onca erkeğin arasına salamam. Bu yüzden yarın bunu giymiyorsun," dedi kesin bir tavırla.

Opak çorabımı tuttum ve çekiştirdim. "Çorabım var, görmüyor musun?" dedim gözlerimi büyüterek.

"Yok ya!" dedi alayla. "Neyi değiştiriyor?"

Dudaklarımı yaladıktan sonra, "Bir şey diyeceğim de," dedim. "Abim bile buna müsaade ediyor, sense sadece formaliteden abilik yapan birisin, neden bu kadar rolünü abartıyorsun?"

Arkasına yaslandı ve şakayla karışık, ağzını yayarak "Abin gevşek be ya," dedi tek elini rastgele sallayarak. "Hih!" dedim yalancıktan ve kıkırdayarak "Seni abime söyleyeceğim!" diye tehdit ettim.

Aynı tehdit ve şaka ifadesiyle "Sakın," dedi ve koltuğundan biraz doğrularak arka cebinden cüzdanını çıkardıktan sonra tekrar oturdu. Sonrasında içerisinden iki yüzlük çıkardı ve bana uzattı, "Al şu parayı sus," dedi hala eğlenir gibi. Kıkırdamaya devam ettiğim sırada tek elimi kapının kulpuna attım ve kendime doğru çektikten sonra ileri itip kapıya doğru bedenimi kaydırdım. "Hadi görüşürüz."

Elindeki parayı biraz daha yanaştırdı ve "Ciddiyim," dedi bu defa gülmeyerek.

Ben de ciddileşip, "Saçmalama," diye cevap verdim. "Çocuk gibi ispiyonlayacak değilim."

Baygın bir ifadeyle bir süre kafasını çevirip başka tarafa baktı ve tekrar bana döndüğünde "Parayı alman konusunda ciddiydim," dedi.

Yüzüne uzaylı görmüş gibi baktım. "Neden?"

"Biz de kalmıyor musun? Harçlığını veriyorum işte," dedi bezmiş bir halde.

"Tam donanımlı bir ebeveyn olmaya dünden razı olduğunu bilseydim daha erken gelirdim yanına," dedikten sonra "Gerek yok," dedim ve aşağı inmeye yeltendim.

"Paran var mı?" diye sordu bu sefer. Doğrusu son paramı dün taksiciye vermiştim, yoktu ama ondan da istemeye çekiniyordum. "Var," diye cevap verdim tereddütlü çıkan sesimle. "Varsa da birkaç güne bitecek," dedi. "Al şunu. Sıkıldım seninle şu para muhabbetlerinde bu kadar zaman kaybetmekten."

Gerçekten sıkılmış olduğunu ve sabrının tükenmeye başladığını fark edince, ve en çok da dönüş için param olmadığından parayı aldım ve "Teşekkür ederim," diye mırıldandım çekimser bir tavırla. "Abimden aldığımda ben sana veririm."

"Boş konuşma," diyerek beni geçiştirdi ve kapıyı gösterdi. Tebessüm ederek aşağı indim. Dünyanın hem en düşünceli hem de en düşüncesiz insanı olma potansiyeli Hakan'da ciddi manada vardı. Kafamı aşağı eğip içeri boynumu uzattım ve "Dörtte çıkıyoruz biz," dedim. "Taksiyle gelirim. Muhakkak evde ol, kapıda kalmayayım."

"Emredersin küçük hanım," dedi sinir bozucu bir tavırla. "İstersen anahtar da bastırayım?"

Gülerek "Olur," dedim u harfini gereğinden fazla uzatıp.

Gözlerini devirdi ve ardından çenesinin ucuyla okul binasını işaret ederek, "O orospu çocuğu seni rahatsız ediyor mu hala?" diye sordu.

Yüzüne düz düz baktım. "Rahatsız eden bir şey yoktu ortada Hakan. Biz onunla çıkıyorduk. Hani karşılıklı sevgiden oluşan türden."

"Hakan mı dedin sen az önce?" diye sordu tek kulağını uzatıp. Gözlerimi yere eğdim ve eğreti bir sesle "Hakan abi," diye düzelttim.

Bu sırada ders zili çalmaya başlayınca Hakan "Hadi kapat kapıyı da gir içeri, bu araba da su yakmıyor," diyerek odunluğuna yer verdi ve bunun üzerine ben de "Görüşürüz," deyip geri çekildikten sonra kapıyı kapattım.

Okul binasından içeri girdiğimde safsak adımlarla koridorda yürüyordum, sarhoş gibiydim. Ve birkez daha anlamıştım ki, sarhoş eden alkol değil. Onun yanından bir an olsun ayrılmak ölüm gibiydi, bir dahaki kavuşmamıza dek geçen saatler asır gibi geliyordu. Keşke evim o olsaydı, okulum o olsaydı, memleketim o olsaydı da koynundan hiç çıkmadan bütün dünyaya ulaşabilseydim. Keşke birkez olsun beni koynuna alsaydı da bütün dünyaya sırt çevirseydim.

Etrafımdan geçen insanlar ondan sonra bana boş geliyorlardı, hiçbir anlam yükleyemediğim gibi göz ucuyla bakmak bile kayıp gibi geliyordu bana. Herkes o olmalıydı, ona dönüşmeliydi, onunla zaman geçirebilmek varken beni alıkoyan her şey ateşe verilmeliydi. Sevdiklerimizin içerisinde olmadığı dört duvara hapis denirdi, kimse kimseyi tutsak etme hürriyetine sahip değildi. Bedenimize zincirler bağlanmasa da ruhumuzun çevresinden sıkıca ipler geçiriliyor, tam da sevdanın doldurduğu boşluğa kilidi takıyorlardı. Ruhumuz sıkışıyordu, bize sevgilimizin olmadığı her yer gurbetti ve biz sürekli asıl vatanını özleyen ağır işçilerdik.

Zordu... Zordu tabii... Yarin yanına gitsen bile onun senin yüzüne bakmayacak olması zordu, acınasıydı. O senin yanından ayrıldığı andan itibaren kendine bir uğraş bulurken senin onu yanındayken bile özlemen hiç adil değildi. Can sıkıcıydı. Fakat şöyle bir düşününce "O bunu hak ediyor," demekten kendinizi alıkoyamıyordunuz. "O buna değer."

Doğru, değerdi. Onun için her şey yapılmaya değer, her şey harcanmayı hak ederdi. Onun uğruna verilen kayıplar en ala kazancın da üstündeydi. Bir gün sevebilecek olabilme ihtimaline bile bu kadar fedakarlık etmek onur vericiydi, fakat bir de sevebilme ihtimalini bile gözden çıkarıp hiç çıkarsız beklentisiz bunca tolerans göstermek... kendini, hayatını, daha farklı olabilecekken bütün gençliğini ona adamaktan başka bir şey değildi. Yine de bunun bir parçası olmak dahi benim açımdan asildi, kıvançlı bir işti.

Sınıfa girdiğimde Beyza, Poyraz ve Aleyna'nın ufak çaplı şaşkınlığını giderdikten sonra hemen sınavın olduğu derse göz atmaya koyulmuştum. Altını çizdiğim cümleleri incelerken Beyza yanaştı ve "Bir sorun yok, değil mi?" diye sordu. Gözlerimi kağıttan almadan "Annemle biraz tartıştık," dedim sıkıntılı çıkan sesimle. Ve bir an önce konuyu özetlemek adına hızlı hızlı konuşmaya devam ettim. "Evi terk ettim. Abimin bir arkadaşında kalıyorum ve onun evinden geldim buraya. Annem İzmir'e dönene kadar eve gitmeyeceğim."

Tek gözünü hafifçe kısarak, "Çok mu önemli bir konuydu?" diye sordu.

"Yo," dedim kafamı iki yana sallayıp. "Onunla aynı evde bulunmak istemiyorum." Sonra oturuşumu düzelttim ve "Hadi şunlara bir bakalım," deyip konuyu noktaladıktan sonra sınav saatine kadar beraberce çalışmaya devam ettik. Teneffüse çıkma ihtiyacı hissetmemiştim ve sürekli olarak sınava hazırlık yapar haldeydim. Sınav saatinden önceki son teneffüs vaktinde Poyraz lavaboya giderken Beyza da onunla beraber su almak adına sınıftan çıktı. Ben bu sırada hararetli bir halde elimdeki kağıda dalmış bir vaziyetteydim, üzerindekileri nerdeyse ezberlemiş olsam da yine de bir şeyler eksik gibi geliyordu. Kağıdın içinde farklı dünyalara daldığım esnada birdenbire etrafımın sessizleştiğini ve yalnızca tam önümde ufak bir hareketlenme olduğunu fark ettim. Bu enterasanlık içime tuhaf bir sancı salarken üzerime çöken kasvet duygusuyla kafamı yukarı kaldırdım.

Ve Çağatay'la göz göze geldim.

Poyraz'ın sırasına yaslanmıştı ve beni izliyordu, yüzü göz göze gelmemize rağmen çelik kadar sertti. Ağır ağır başımı çevirip sınıfta göz gezdirdim ve bütün sıraların bomboş olduğunu gördüm. Bunun doğal olduğuna inanamadım nedense, Çağatay'ın parmağı var gibiydi. Usulca tekrar gözlerimi gözlerine dikip "Bir sorun mu var?" diye sordum.

Aramızda çok az bir mesafe olmasına rağmen kilometrelerce öteden bakıyor gibiydi, ne diyeceğini kestirmek imkansız gözüküyordu, gözleri ürkütücü bakıyordu. "Ders çalışmaya vakit ayıramıyorsun artık galiba," dedi bir kinaye sezdiğim sesiyle. Kucağımdaki kağıtları sıramın üstüne bırakıp yerimde huzursuzca kıpraşarak dikleştim. Bana böyle davranmasının sebebi ne merak etmiştim. "Evet..." dedim ne diyeceğimi bilemeyip. "Evde pek vakit ayıramıyorum."

Tek kaşı hafiften hesap sorar gibi ayağa kalktı, üslubundan resmiyet akıyordu. "Evine de pek vakit ayıramıyormuşsun kulağıma gelene göre."

"Ne demek istiyorsun?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Lafı dolandırmasana."

Önüne döndü, yere baktı, iç geçirdi ve tekrar bana döndüğünde "Dün gece nerde kaldın?" diye sordu.

Altından bunun çıkabileceğini tahmin etmediğim için dudaklarım şaşkınlıkla hafifçe aralansa da elle tutulur bir mazeretim olduğu için rahatça, "Hakan abilerde..." diye cevap verdim.

Bunun üzerine kısa bir süre ifadesiz bir şekilde yüzüme baktıktan sonra kafasını geriye yatırarak büyük bir kahkaha patlattı. Şaşkın şaşkın yüzüne bakarken onun ardından bir tane daha patlattı ve neden güldüğünü bilmediğim için can sıkacak bir süre kadar gülmeye devam etti. Sonra boynunu dikleştirdi, bana döndü ve anında buz kesen yüzü ve sesiyle, "Kimi kandırıyorsunuz kızım sen?" diye sordu. Ne dediğini anlamayarak yüzüne baktım. "Abi diyerek güya bizim aramızda bir şey yok demeye mi çalışıyorsun?"

Buruşturduğum yüzümle, "Çağatay, anlamıyorum, gerçekten..." dedim sıkıntıyla.

"Sevgili olmuşsunuz," dedi sesini yükselterek. "Bugüne kadar abi diye uyutmak mantıklı fikir ama... şeytanın aklına gelmez," dedi her geçen saniye daha bir sinirlenerek. "Davetlere falan beraber gider olmuşsunuz... Boy göstermeler falan?"

Duyduklarımla beraber ense kökümden anlık bir ağrı girip bütün kafama yayıldı, Çağatay'ın bunu duyabileceği aklıma hiç gelmemişti. Birden samimice davranıp her şeyi olduğu gibi anlatmak geldi içimden. Ama daha sonrasında Hakan'ın bu işi herkese karşı oynanan tehlikeli bir oyun olarak nitelendirdiği aklıma gelince bu oyunu tutup da düşman gözüyle baktığı birine ötmek yapabileceğim en büyük salaklık olacağını fark ettim. Ayrıca bana sana güveniyorum, başka kızlara güvenemem, oyun olduğunu söylemeyecekleri nerden bileyim, demişti. Şimdi ben de aynısını yaparak Hakan gibi birinin nispeten de olsa güvendiği bir kız olmaktan çıkıp o güvenmediği kız sınıfına mı girseydim? Yapamazdım, oynadığımız oyunun hiçbir hükmü kalmazdı. Çağatay benim için özel biri olsa da Hakan açısından düşmandan başka bir şey değildi, Hakan'la ilgili en ufak detayı dahi ifşa etmek istemezdim.

Mecburen olmadığımız halde sevgili olduğumuzu kabullenmek zorunda kaldım. Mecburen Çağatay'ın çıldırmasına göz yumdum. Peki... Çağatay'ın bunu abime taşıma olasılığı kaçtı?

Suçlu bir ifade takınmaya çalışarak yere baktım, bunun üzerine "Hani güneş oluyordun?" dedi sorar gibi. "Hani aydık, güneştik?" Artık boğazlarını patlatırcasına bağırıyordu, hiçbir şey umrunda değil gibiydi. "Hakan gibi biriyle nasıl olursun? Onun gibi akıl hastası piçten ne beklentin olabilir senin?"

Sandalyeme sinmiş bir vaziyette susarken sırama vurarak ileri itti ve "Konuşsana Ceren!" diye gürledi. "Susma, konuş! Bunun bir açıklaması olamaz ama varsa söyle, ne?"

Bunalmış bir halde tek elimi şakaklarıma attım ve kaşıyıp "Çağatay..." dedim sıkıntılı çıkan sesimle. "Bunu sonra konuşsak olmaz mı?"

"Şimdi konuşacağız!" diyerek itiraz etti. Ardından kaldığı yerden devam etti. "Herkesle olsaydın da o piçle olmasaydın! Sabrımı mı deniyorsun?"

Baktım gerçekten delirecek gibi gözüküyor, sıramdan kalktım ve usulca yanına yanaştım, "Çağatay, sinirlenecek bir şey yok, tamam mı? Bana güven," dedim ve elimi omzuna koyacağım sırada kendini sertçe geri çekip "Ona dokunduğun ellerle dokunma bana!" diyerek bir defa daha bağırdı. Sonra tek elini havaya kaldırdı ve işaret parmağını ileri geri sallayarak "O puşt bir daha bu okulun etrafından geçmeyecek," dedi tehditvari bir tavırla. Ben daha cevap veremeden sinir kusar bir vaziyette parmağını sallamaya devam ederek tehditlerini sürdürdü. "Seni de onunla bu okulun etrafında görmeyeceğim, canını yakarım, duydun mu?"

Titremeye başlayan sesimle "Bak, sandığın gibi değil, pişman olacağın şeyler söyleme," dedim ama beni  dinlemedi bile.

"N'aptınız?" dedi gözlerini kısarak. "Dün gece nasıl geçti? Yattın mı onunla?"

Haddinden fazla güçsüz çıkan sesimle "Ha-hayır," dedim kekeleyerek.

Beni yine duymadı. "Sakın," dedi sinirden köpürürken. "Bir daha sakın benim karşıma çıkma... Biz seninle asıl bugün ayrıldık... Bir daha asla ama asla..." Son süratle hararetli konuşmasına devam ediyordu ki gözü birden üstüme kayınca sustu, kaşlarını çattı, duraksadı ve tekrar bana bakıp "O montu nerden buldun?" diye sordu kaygılı bir sesle.

Anlam veremeyerek üstüme baktım ve "Hakan'ın ablasının..." dedim. "Az önce üşüdüğüm için giymiştim."

Bir daha asla yüzüme bakmadı, monta bakmaya devam ederken dudakları hafifçe aralandı. Nutku tutulmuş gibiydi, dudakları susuz kalmış gibi hızlıca yaladı. Bu sırada ders zili çaldı, sınıfımızın kapısı anında açılırken içeri öğrenciler dolmaya başladı. Çağatay'la pozisyonumuz hiç değişmedi. Monta neden ve neyine bu kadar takıldığını bilemediğimden afalladım ve o kadar şiddetli sinirini dahi bastırabilecek ne gibi bir duygu uyandırdığını merak ederek şaşkınca yüzüne bakmaya devam ettim. Bu sırada yanımızda bir kız durdu, Çağatay'a yönünü döndü ve "Şey..." diyerek lafa giriş yaptı. Çağatay'ı kıpırdatamadı bile, hala dalmış bir vaziyette montu inceliyordu. "Benim sayısalım biraz zayıf da... sen de on ikilerin en iyi matematikçisiymişsin galiba. Özel ders veriyor musun?"

Çağatay sersemlemiş bir halde geri geri çıkarken kıza boş bir bakış attı, ardından önüne döndü ve hızlı, aynı zamanda dengesiz adımlarla sınıftan çıktı. Keskin bakışlarım kıza kayarken ona üst perdeden bir bakış attım; usulca önüne döndü ve sırasına doğru ilerlemeye başladı. Ben de dağılmış, sarsılmış bir halde sandalyeme oturdum. Onca çalışmaya rağmen sınav bok gibi geçti. Fakat Poyraz buna da el atmıştı. İyi bir sonuç alırsam bu onun sayesinde olacaktı.

Geriye kalan saatler, Çağatay ve davranışlarını düşünerek geçti. Hayatıma yön veremeyecek kadar geçmiş, söylediklerini hiçe sayamayacağım kadar tazeydi. Gözünden düşmek istemezdim, kırmak istemezdim ama Hakan için sessiz kalmak zorundaydım. Hakan için, Çağatay'ı kaybetmeyi göze almak zorundaydım. Canımın sıkkınlığıyla kaşlarım derinden çatıktı, taksi ilerliyordu fakat cama yasladığım kafam kurbanlık bir hayvanın çaresizce kafasını yere yatırması gibiydi.

Çağatay'la tekrardan olmak gibi bir düşüncem zaten yoktu fakat onun nazarında olmayan bir şey için bu kadar alçalmak hoşuma gitmemişti. İçimde bağdaş kurup oturan Ceren bir gün Hakan'la gerçekten sevgili olursam bunlardan çok daha fazlasıyla karşılaşacağımı, buna hazır olup olmadığımı sordu. Belki de Hakan sadece uzaktan güzeldi. Belki de Hakan sadece platonik aşkını kaldırabileceğim biriydi.

Yine de...

Altında ezilme ihtimalini de göze alarak...

Onu istiyordum.

Abime rağmen istiyordum, Çağatay onun yanında çerez olmalıydı. Tamam, kötü olmuştu, böyle olsun istemezdim ama olmuştu işte. Günün birinde bunun gerçek bir ilişki olmadığını açıklayabilirsem beni anlardı. Veya günün birinde gerçekten Hakan'la sevgili olurduk ve Çağatay'ın sözlerinin hakkını verirdim; ki, tercihimdi.

Taksi durunca hafifçe öne savrularak kendime geldim ve etrafıma bakarak Hakan'ın villasının önünde olduğumu fark ettim. Ücreti ödedikten sonra aşağı indim, parmak ucumda yükselerek bahçe kapısının tokmağını havaya kaldırdım ve içeri girip taş yolda ilerlemeye başladığımda karşıdan gelen birini daha fark ettim. Yolun iki ucundan birbirimize doğru yürürken gittikçe birbirimize yaklaşıyorduk, kahverengi kabanı olan genç bir kızdı, kumraldı. Gözleri renkliye benziyordu, yanakları al al olmuştu.

Karşı karşıya geldiğimizde gözlerimiz kesişti, nasıl bakacağımı bilmediğimden anlam çıkarılamayacak kadar boş bakıyordum, o da öyleydi. Omuzlarımız birbirimizin ardına geçerken o çıkışa ben ise girişe doğru yürüyordum.

Bütün karşılaşmalar, kesişmeler, ince hesaplardan ibaretti. Her birinin akıl işinden çok daha fazla bir anlamı vardı ve bizim sonumuzu getirecek olanlar da farkında olmadan göz göze geldiğimiz insanlar, kulak vermediğimiz iç sesimiz olacaktı.

~

Merhabaa, yazarınız geldi! Ve sizi çok özledi❤️

Bu bölüm hiç akıcı değildi ve beklediğimden daha geç bitti. Kurgunun geri kalan kısmını iyice oturtarak yazmaya çalışıyorum ve bu yüzden kafamı toplamam gerek, artık üstü kapalı şeylerin yavaş yavaş ;) üstünü açmaya başlıyoruz. Hoşunuza gideceğinden emin olduğum bölümler sizi bekliyor :))

Yine de oy ve yorum sayısını okunmayla orantılı bir hale getirirseniz düzenli bölüm yükleme konusunda size teminat veririm. Kitabın yükselmesi de yerinde sayması da sizin elinizde, bence daha iyi yerleri hak ediyoruz.

Her bölüme olduğu gibi bu bölüme de oy vermeyi ve az da olsa düşüncenizi belirtmeyi unutmayın, gelecek bölüm ithafını da yorumların arasından seçebilirim, hoşça kalın!

Bu arada Çağatay'a İnstagram üzerinden parodi hesap açtık. Neden Çağatay? derseniz hesabı açan kişinin favori karakteri Çağatay. Siz de isterseniz kendi favori karakterinize beni haberdar etmek şartıyla parodi hesap açabilirsiniz, gelecek bölümde de sizinkini duyururum. Takip etmek isterseniz >>@cagatayttetik

(Facebook grubumuza ve diğer bütün hesaplara profilimden ulaşabilirsiniz, her türlü haberden önce haberdar olmak isterseniz İnstagram; @takintiwattpad & @suhedaozz.)

Continue Reading

You'll Also Like

1K 70 5
Varla yok arasında bir şeydi. Ordaydı işte, bir gölge gibi yaşıyordu. Tek çete'nin değil, Tüm çetelerin lideriydi o, buna rağmen onu sadece birkaç k...
2.2M 135K 60
pabucumun bayboyu Ayşen: Ama senin gibi tiplerden hoşlanmam. Ayşen: Senin gibi tipler dediğim. Ayşen: Kötü çocuk gibi takılan. Ayşen: Zeki ve çalışk...
9.8K 1K 98
Dudakları dudaklarıma çarparken sırtımı duvara yaslamaya devam ettim. "Opal," dedi tüm sakinliğiyle. Lenslerinin ardındaki mavi gözleri ismimi fısıld...
1.6M 87.6K 47
En yakın arkadaşının hattını değiştirmesi sonucu, ona yeni numarasından mesaj atmaya çalışan Ada, aslında mesajı attığı kişinin bir yıldır hoşlandığı...