TAKINTI

By suheda_zsy

3.7M 141K 50.3K

Ona hiç sarılamamıştım mesela. Hiç elini tutamamıştım. Hiç öpememiştim. Hiç koklayamamıştım. Hiç sevdiğimi sö... More

TAKINTI
1.Bölüm "OKUL"
2.Bölüm "ÖZLEM"
3.Bölüm "ŞOK"
4.Bölüm "KARMAŞIK"
5.Bölüm "ENDİŞE"
6.Bölüm "BEKLENMEYEN YOLCULUK"
7.Bölüm "ÇIKMAZ SOKAK"
8.Bölüm "ÇIĞLIK"
9.Bölüm "YALNIZLIK"
10.Bölüm "BİR HAFTA"
11.Bölüm "YÜZLEŞME"
12.Bölüm "SESSİZLİK"
13.Bölüm "CESARET"
14.Bölüm "DUYGULAR"
14.Bölüm "DUYGULAR" (2.KISIM)
15.Bölüm "PİŞMANLIK"
16.Bölüm "AİLE"
17.Bölüm "UMUT"
18.Bölüm "ARAF" (1. Kısım)
18.Bölüm "ARAF" (2.Kısım)
19.Bölüm "SARHOŞ"
20.Bölüm "SERZENİŞ"
21.Bölüm "MUCİZE"
22.Bölüm "RENKLER"
23.Bölüm "MEDCEZİR"
24.Bölüm "MEFTUN"
25.Bölüm "HİCRAN"
26.Bölüm "KAYIP"
27.Bölüm "YARI ÇIPLAK"
28.Bölüm "MESAFE"
29.Bölüm "YANKI"
30.Bölüm "NEFES"
31. Bölüm "KUMPAS"
Yazar'dan
31.Bölüm "KUMPAS" (2.KISIM)
32.Bölüm "İRTİCA"
33.Bölüm "PUNT"
34. Bölüm "İNTİKAM"
35. Bölüm
35. Bölüm "ENKAZ" (2.Kısım)
36. Bölüm "NEFRET"
37. Bölüm "AVDET"
39.Bölüm "VİRAJ"
40.Bölüm "İTTİHAT" (1. Kısım)
40.Bölüm "İTTİHAT" (2. Kısım)
41. Bölüm "ANDAÇ"
42. Bölüm "FORSA"
43. Bölüm "DERSAADET"
44. Bölüm "EZA"
45. Bölüm "NİHAN"
46. Bölüm "YEİS"
47. Bölüm "ELFİDA"
48. Bölüm "FEVERAN"
49. Bölüm "GİRİFT"
50. Bölüm "İZAN"
51. Bölüm "TEMAŞA"
52. Bölüm "KOYGUN"
53. Bölüm "MUNTAZAR" & ÇEKİLİŞ
54. Bölüm "MEYİL"
55. Bölüm "İLTİMAS"
56. Bölüm "GİZ"
57. Bölüm "TESHİR"
58. Bölüm "İSTİNAT"
59. Bölüm "PERESTİŞ"
60. Bölüm "FEYİZ"
61. Bölüm "KIVANÇ"
62. Bölüm "VUSLAT"
63. Bölüm "İŞTİYAK"
64. Bölüm "TEMAYÜL"
65. Bölüm "DANS"
66. Bölüm "İNTİBAH"
67. Bölüm "İNHİDAM"
68. Bölüm "DİLHUN"
69. Bölüm "HİTAM" -SON-
Yazar'dan
H.P
ÖZEL BÖLÜM DUYURUSU ✨
ÖZEL BÖLÜM YAYINDA!

38. Bölüm "ÇAĞRI"

32.9K 1.4K 544
By suheda_zsy






"Senden ne kadar özür dilesem az..."

Yaklaşık yarım saattir gözümü ileriden alamadığım gibi bunu söylerken de uzaklara dalmış, nereye baktığımı bile bilmediğim bir yere odaklanmıştım. Okul bahçesinde bulunan banklardan birinde oturuyor, sakin sakin muhabbet ediyorduk. Ilık ılık esen rüzgar saçlarımızı okşuyordu. Rahatlamış ve gevşemiştim. Onunla beraberken bedenen ve zihnen dinlendiğimi hissediyordum.

"Hiç sorun değil Ceren, gerçekten..." diye cevap verdi. "Bana o kadar vakti ayırman bile çok mutlu etti. Ayrıldıktan sonra aramızda bir selamlık dahi muhabbetin kalmayacağını düşünmeye başlamıştım."

"Evet," dedim bakışlarımın daldığı noktaya gözlerimi kısarak. "Ayrıldıktan sonra, çok kısa bir süre aramız epey açıldı ama bu senden kaynaklı değildi. Ben ayrıldığımız andan itibaren seninle sohbetimi devam ettirme taraftarıydım. Yanlız... okulda olduğum zamanlar pek kendimi buraya veremedim bir zaman. Kafam doluydu. Farklı günler geçirdim ve... sana vakit ayıramadım." Bu konuşmayı onun beni kantin kapısında görmezden gelip ağlattığı günü yok sayarak yapıyordum.

"Biliyorum..." dedi. "Seni yakından tanıyorum. Kafanın dolu olduğu uzaktan o kadar anlaşılıyor ki... Son zamanlarda ne zaman seni görsem  kaşların çatık, bir şeyler düşünüyorsun. Bunların ne olduğunu sana sormayacağım. Eğer istersen anlatırsın zaten. Ama kendini üzmemen gerektiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Dünyanın en büyük derdi olsa dahi geçiyor, inan. Ömür geçiyor, o nasıl geçmesin..."

Ruhsuz bir şekilde gülümsedim ve ona çevirdim kafamı. Tam konuşmaya başlayacakken, "Heh!" dedi o da gülerek. "Gül biraz. Kaşlarını çatmanı hiç sevmiyorum."

Daha çok güldüm. "Beni senin kadar düşünen var mı acaba... Çok teşekkür ederim." Kısa bir süre sustuk. Ardından ben devam ettim. "Zor şeylerle uğraşıyorum ama dediğin gibi, geçecek. Elbet geçer... Ben dün yaptığım ayıbı düzeltmek istiyorum. Tekrar özür dilerim. Daha partinin yarısına gelemeden eve döndüm... ama cidden seninle hiçbir alakası yok. Eşlik edemeyecek durumdaydım sadece."

Biraz ciddileşerek, "Saçmalama ya," dedi  samimiyetle. "Aptal bir parti işte. Benim de aşırı derecede keyif aldığım söylenemezdi. Eve geldim ve dinlendim, artık özür dileme."

Daha fazla ısrar manasız kaçacağından, "Peki," dedim ve kafamı önüme eğerek parmaklarımla oynamaya başladım.

Dirseğini bankın sırtlığına yaslayıp yüzünü avucuna yerleştirdi ve tebessümle beni izlemeye başladı. Kafamı kaldırıp ona baktım ve ben de güldüm. "Ne?"

"Dün çok güzel olmuştun..."

"Teşekkür ederim," dedim şımararak ve aynı onun gibi dirseğimi banka, yüzümü elime yasladım. Şimdi yüzlerimiz daha yakın ve aynı hizadaydı. "Ama kabul et... benden başka bir sürü güzel kız daha vardı," diye konuştum ağzından laf almak ister gibi.

"Sana yalan söylemeyeceğim," dedi kaşlarını yalandan çatarak. "Sen yanımda yokken kızları baştan sona inceliyorum, süzüyorum, bir sürü şey düşünüyorum ama... sen yanımdayken... sanki hipnotize olmuş gibi sadece sana odaklanıyorum." Yanlış anlaşılmayı reddeden bir tavırla, "Tabii bunlar ayrıldıktan sonrası için geçerli," diye açıkladı.

Aksini zaten aklımdan bile geçirmediğimden hemen, "Biliyorum, anladım," dedim kafamı sallayarak. "Zaten aksini söylesen inanmazdım. Erkeksiniz sonuçta... Bakmadan duramazsınız. En azından yalan söylemiyorsun."

"Bir şey daha itiraf edeyim mi?" diye sordu.

"Et," dedim düşünmeden.

"Bir sürü kızla  en küçük bir tetiklenmede bile temasın had safhaları aklımdan geçerken... seni hiç bu şekilde düşünemedim."

"Neden?" diye sordum kaşlarımı çatarak.

Dudaklarını geriye bükerek, "Bilmem," dedi. "Olmadı. Belki onlar gibi olmadığından... ya da hani olur ya, erkeklerin hayatlarında bir kadın olur, o kadına dokunmaya bile kıyamazlar... Galiba benim hayatımdaki o kadın sensin. Hayal bile olsa saçlarını okşamaktan öteye gidemiyorum."

"Bunun için sana sarılabilirdim ama... başka kızlarla neler düşündüğünü öğrendiğim için sarılmayacağım."

Gülerek, "Ah be!" dedi yalancı bir tavırla kendine kızarak.

Ben kıkırdarken bu sırada zil çalmaya başladı ve son dersin çıkış ziliydi -bizim dersimiz boş olduğundan ben girmiyorum diye Çağatay'ın da girmediği dersin zili.             

Eve gitmek mecburlaştığı için suratımı asarak ayağa kalktım. Çağatay da aynısını yapmıştı. "Neyle gideceksin?" diye sordu ilerlemeye başlarken.

Kısaca, "Taksi," diye cevap verdim.

"Seni bırakmaktan keyif alacağımı biliyorsun," dedi telkin etmek ister gibi.

"Biliyorum," dedim gözlerimi yumarak. "Ama böylesi daha iyi."

"Peki," diyerek  o da kısa kesti. "Üstelemeyeceğim."

Tebessümle ,"Teşekkür ederim," dedim.

"Görüşmek üzere."

"Görüşürüz."

Çağatay arabasına doğru ilerlerken ben de arkamı döndüm ve bahçe kapısına doğru ilerlemeye başladım. Adımlarım sırasıyla zemine düşerken montumun cebinden telefonumu çıkartıyordum.

Bir rüzgar saçımı arkaya attığında eteğim de bacaklarıma yapışmıştı, okul kapısından öğrenciler çıkıyordu. Arkamda bir arabanın motoru harladı, telefonumun ekranı aydınlandı ve dokunmamla tuşlar önüme serildi.

Bunlar yaşanırken adımlarım sürekli ileriye kilitlenmişti. Taksinin numarasını tuşlarken ilk önce yaptığım şeyin doğruluğunu, ardından da asık suratımı sorguladım. Kendi memnun olmadığım bir şeyi, başkaları memnun olsun diye yapıyordum. Oysa ki ne kadar yanlıştı... Ne yaparsam yapayım onları memnun edemeyecektim ki. Hep daha fazlasını isteyeceklerdi benden. Taviz tavizi doğuracak, geriye benden hiçbir şey kalmayacaktı. Belki... Belki insanları memnun etmek için çabalamış fakat ilk fırsatta önüne kapının yolu serilmiş bir kukla.

Tıpkı Aras'ın yaptığı gibi.

Telefonu avucumun içine aldım ve olağan gücümle sıktım. Hakan'ın aynı dün gece yaptığı gibi her fırsatta sarıldığı emrivakilerden daha fazlasını istemiyorsam ve bunlardan gerçekten sıkıldıysam onun istediği gibi şekil almayacaktım. Abimi dozunda olduğu sürece bir nebze anlayabilir, hak verebilirdim fakat Hakan gibi, kendi hayatına benim ya da herhangi bir başkası için çizik bile atmayan bencil bir kimseye asla ve asla hak veremezdim.

Ki zaten, bu konuda Aras'a bile rest çekmişsem Hakan hiç de zor olmayacaktı.

Sıktığım elimi aşağı indirdim ve kendi eksenimde geriye tam bir dönüş yaptım. Bu hareketim üzerine Bmw model araba  ile burun buruna gelmem bir oldu. Dengemin sarsılması sonucunda iki elimle birden kaputa tutunduğumda  Çağatay yukarı kıvrılmış dudaklarıyla beraber ellerini direksiyona sardı ve çenesini de direksiyona yaslayarak, kapağı kapatılmış bir kavanozun içinde kanat çırpan bir kelebeği izler gibi beni izlemeye başladı. Yaptığım dengesizliğe hem anlam veremiyor  hem de hoşuna gittiğinden sorgulamak istemiyor gibiydi.

Ellerimi kaputtan çektim ve önüme dökülen saçlarımı umursamadan, dengesizliğimden yana çaresizliğimi anlatmak için gülerek iki yana açtım. Omuzlarımı da hafifçe yukarı silktiğimde değişken kararlarımdan dolayı af diler gibi bir tebessüm ettim.

~

Önümdeki kaseden yükselen sıcak buharlar yüzümü turladığında elimdeki kaşıkla çorbamı karıştırmaya devam ediyordum. Çorbanın ilk önce kaşıktan aşağı dökülmesini, ardından da tekrar içine dolmasını izlemek beni hipnoz etmişti. Düşünüyordum... Genel olarak Aras'ı. Onunla aram bozukken huzursuzdum ama barışmak için de elimden bir şey gelmiyordu. Keşke haksız olsaydım, işte o zaman özür diler, kendimi affettirmek adına bir sürü yol dener ve boş boş oturmazdım fakat işler böyle olmayınca geriye kalan tek seçenek onun bunları yaptığı anı beklemek oluyordu.

Kara kara çorba kasesine bakmaya devam ettim. O kadar başıboş ve yorgun hissediyordum ki... Yaptığımın doğruluğundan emin değildim, Aras'ı bir daha kazanır mıyım bilmiyordum ve daha kaç kişiyi kaybedecektim düşünmek dahi istemiyordum. Acaba sürekli olarak yanlış kararlar verip hata yapan taraf ben miydim? Ne acıdır ki bunu sorabileceğim kimse yoktu etrafımda. Yoluma ışık tutan tek bir insan dahi yoktu. Hikayenin sonunda ne bekliyordu beni? Yapayalnız kalmak mı? Sanırım anne ve babasız büyümenin en ağır bedelini o zaman ödeyecektim; yaptığım hatalardan veya izlediğim yoldan dolayı etrafımda kimse kalmadığında.

Peki ya şimdi gerçekten hata mı yapıyordum?

Öyle olmasa Hakan her söylediğim söze sinirlenmez, Aras ise terk etmezdi, değil mi?

Yine de doğru bildiğim yanlışın -yanlışsa eğer- yanlış olduğunu biri bana öğretene kadar yapmaya devam edecektim.

Anne ve babasızların mecburen uyum sağlaması gereken düzendi bu. Eğer yardım alabileceğim annem ya da babam yanımda olsaydı, bu kadar çok kendimle konuşup bu denli içimde savaş oluşmasına izin vermezdim.

Sorar, cevap alır, fikir danışırdım ve bunlar her zaman kesin  bir çözüm teşkil etmese dahi en azından bu kadar yalnız hissetmezdim ancak... ancak yoklardı.

Kaşığı elimden bıraktım ve oflayarak ayağa kalktım. Oturduğum sandalyeyi geriye iterek yerimden çıktığımda yanımdaki sandalyenin üzerine bıraktığım çantamı kavrayıp omzuma astım ve sakin adımlarla kapıdan dışarı çıktım.

Abimi daha rahat eder düşüncesiyle bugün odasına çıkarmışlardı. Meral abla da bundan dolayı artık genellikle üst katta bulunuyordu. Hakan'ın da ona ayrılan odada olduğunu sanıyordum.

Hızlıca basamakları çıkmaya başladım. Onunla konuşmam gereken bir davet olayı vardı.

Odama hiç girmeden Hakan'ın kaldığı odanın kapısının önüne geldim ve gelişigüzel tıklattım. İçeriden ses gelmedi ama umursadığımı söyleyemeyecektim. Kapı koluna elimi attım ve aşağı indirip hızlıca içeri girdim.

Gözlerimiz anında kesişti.

Ellerini ensesinde birleştirmiş boylu boyunca yatıyordu.

Kapıyı usulca kapadım ve göz temasını koruyarak, "Neden ses vermiyorsun?" diye sordum.

Yüzüme bir süre ifadesini hiç bozmadan boş boş baktı; ardından, "Kafa dinliyordum," dedi düz bir tonda.

Bunun üzerine hemen, "Çok vaktini almayacağım..." diye cevap verdim. "Sadece, o bahsettiğin davet için bana güvenme demeye geldim. Tekrar ediyorum, sana eşlik etmeyeceğim."

Tek elimi kapı kulpuna attım ve edeceği herhangi bir ısrara veya tehdide karşılık, dışarı çıkıp kapıyı suratına çarparcasına kapatma kararı aldım. Bir süre yine aynı ifadeyle yüzümü süzdü, tek bir mimik dahi yapmadan ve o sıra çıldıracağımı sandım. Neden bu kadar donuktu?

En sonunda oldukça sakin bir tavır ve varla yok arası bir sesle "İyi," dedi.

İyi mi?

Pardon?

"İyi mi?" diye sordum yüzüne uzaylı görmüş gibi bakarak. "Sen daha dün beni tehdit etmiyor muydun?"

İfadesiz suratı sıkıntıyla buruştu ve elini oflayarak şakaklarına attı. "Ceren," dedi sıkıntıyla, şakaklarını ovuştururken. "Yorgun hissediyorum. Çoluk çocukla uğraşacak vaktim yok, tamam mı? Gelmek istemiyormuşsun, ne güzel. Zaten ben de senin için ölmüyorum. Davet sahipleri aşırı ısrarcı olduğu için gitmek istedim ama şimdi senlik durum da ortadan kalktı, çıkabilirsin."

Elim kapının kulpundan aşağı düştü. O kadar bitkin bir hali vardı ki bunu yeni fark ettiğim için kendime kızıyordum. Onu böyle bırakamazdım. Geldiğimden beri ifadesiz tuttuğu suratı şu an kafasının içinde bir şey ona işkence ediyormuş gibi buruşuktu. Usulca, "Neyin var?" diye sordum fısıltıyla. Sesim hiç istemeyeceğim kadar endişeli çıkmıştı.

Ters bir sesle, "Yok bir şey," dedi sesini yükselterek. "Kimseyi zorla yanımızda tutacak halimiz yok... Kapı tam arkanda bak, çıkabilirsin."

"Seni kızdıracak bir şey yapmadım," dedim kendimi açıklamaya çalışarak. "Ben sadece... Sadece..."

Aynı agresiflikle, "Umrumda değil!" diyerek lafımı kesti. "Güzellikle söyledim, olmadı. Tehdit ettim, olmadı. Şimdi gelmezsen gelme diyorum, yine olmuyor. Neden Ceren? Herkesi kendin gibi on yedilik ergen mi zannediyorsun? Veya oradan Çağatay gibi mi gözüküyorum? Ben seninle uğraşamam, tamam mı? Benim derdim bana yeter."

Birkaç defa gözlerimi  kırpıştırmak zorunda kaldıktan sonra, "Neden böylesin?" diye sordum gözlerimi kısarak. "İnsanların kalbini kırmak senin için nasıl bu kadar kolay olabiliyor? Nasıl bu kadar kaba olmayı becerebiliyorsun?"

"Sen nasıl bu kadar narin olmayı becerebiliyorsun?" diye o bana sordu bu defa. "Herkesin her dediğini dikkate alma." Sen herkes değilsin. Dikkate almadığım tek bir kelimen dahi yok. Tek elini havaya kaldırdı ve arkamdaki kapıyı işaret etti. "Git artık. Kendimi iyi hissetmiyorum."

Şimdi daha bariz olan yüzündeki hastalıklı ton ne diyeceğimi unutturmuştu. "Neyin var?" diye sordum tekrar. İçimden yanına koşup elimi alnına yaslayarak ateşini ölçmek ve daha yakından ilgilenmek geldi ama fikrin mantıksızlığı her yandan kaçınılmaz olduğundan yapamadım.

Nihayet, "Başım ağrıyor biraz," dedi. Yüzünü ifadesiz tutmaya çalışmasına rağmen nasıl bir acı içerisindeyse buruş buruş olmuştu.

Gerçekten benimle uğraşacak hâli olmadığını o zaman anladım ve hiçbir şey söylemeden arkamı dönerek kapıdan dışarı çıktım.

İlk adımlarım ağırdan olsa da sonrasında koşar gibi bir hal aldığını ben de bir zaman sonra fark etmiştim. Merdivenleri apar topar indim, yine aynı vaziyette mutfak kapısından içeri gireceğim sırada neredeyse Meral ablayla çarpışıyorduk. "Meral abla," dedim hızlıca. "Evde ağrı kesici var mı?"

"N'oldu? Bir şeyin mi var yoksa?" dedi endişeyle koluma dokunarak.

Hızlıca, "Benim değil, Hakan'ın biraz başı ağrıyormuş," diye açıkladım.

Gerisin geriye arkaya döndü ve çıkmakta üzere olduğu mutfak kapısından bir daha içeri girdi. Peşinden ben de onu takip ettim. Buzdolabının önünde durdu ve kapağını aralayıp bir hap kutusu çıkardı. "Bunun geçirmesi lazım. Bir denesin bakalım."

"Teşekkür ederim," diye mırıldanarak tezgaha döndüm ve bir bardak çıkarıp sürahiden su doldurdum. Salondan vuran ışıkla aydınlanan yarı karanlık mutfaktan bir elimde su bardağı, diğer elimde hap kutusuyla alelacele ayrıldım. Hakan'ın acıyla buruşmuş yüzünü hatırladıkça benim de istemsiz olarak yüzüm ekşimsi bir hal alıyordu. Onun o hiç sarsılmayan güçlü görüntüsüne alışmıştım, bitkin gözükmesi benim de içten içe enerjimi emiyordu sanki. Çünkü... Çünkü biliyordum ki o güçlüyse ben de güçlüydüm.

Merdivenleri hızlı hızlı tırmandım. Bir an önce o buruşuk surat yerini ilelebet baki kalacak gibi ehemmiyet veren ifadesiz yüze  bırakmalıydı. Kapıyı tıklatmadım bu defa. İçeri daldığımda Hakan'ın önümde duran çıplak sırtı karşıladı beni. Bedeninin arkası bana dönüktü, gövdesi pencereye bakıyordu. Pencereden sokak lambasının ışığı içeri yayılıyordu; sarı, loş ışık gövdesine çarpıyordu. Arkadan görüntüsü muazzamdı, kürek kemikleri göz alıcı gözüküyordu. Omuzları, saçları, ensesi...

Kafasını hafifçe bana çevirdi. Yüzünün görünmeyen yarısına kirli bir sokak lambasının sarı ışığı vuruyordu, hayal edebiliyordum. Omzunun üstünden bana döndürdüğü kafasının en ilgi çeken detayı çene yapısıydı. Kusursuz kavise sahip çene yapısı...

Beni fark ettiğinde yönünü tamamen bana çevirdi. Karanlık bir siluetten bir başkası gözükmese de gözlerimi hap kutusunu tutan elimle örttüm. "Özür dilerim. Hâlâ yatıyorsun sanmıştım..."

Sesini çıkarmadı ve adım seslerinden anladığım kadarıyla ilerlemeye başladı. Elim gözlerimin üzerindeyken durmaya devam ettim. Aradan çok geçmeden, "Bak sen," dedi e harfini uzatarak, keyifli çıkan sesiyle. Artık sesi çok yakından geliyordu. Mesela karşımda dikiliyormuş gibi. "Benim cimcime neler düşünürmüş..."

Benim?

"E-Evet."

Hap kutusunu elimden alırken teni tenime değdi. Sessiz olmaya özen göstererek usulca bir nefes aldım. Nefesin ciğerlerime süzüldüğünü hissettiğim anda bir daha geri vermek istemedim çünkü eli elime değdiğinde, bir saniye dahi olsa bende oluşturduğu afetleri bir ben, bir de o nefes bilebilirdi. Avucumun içi boş kaldığında tam gözlerimi ne zaman açacağımı düşünürken, "Gözlerini açabilirsin," dedi.

Usulca kirpiklerimi birbirinden ayırdım. Hemen ardından çıplak gövdesinin şu an siyah bir kazakla çevrili olduğunu gördüm.

Biraz uzunca bakınca, inanması güç ama kazağı kıskandığımı hissettim. Düşüncelerim daha saçma bir hal almadan boynumu diktiğimde Hakan'ın yüzüne bakmaya başladım. Haplardan bir tanesini avucuna düşürdükten sonra siyah parlak gözlerini gözlerime dikti.

İki elimle birden bardağı tuttum ve onu görmek için yukarı kaldırdığım kafamı, göz temasından sonra daha bir yukarı diktim. Bardağı yavaşça ona doğru uzattığımda ikimiz de hâlâ göz gözeydik.

Birden gülümsedi.

Ve benim bunun için yalnızca küçük bir kıpırtıya ihtiyaç duyan yüzüm çiçek açtı.

İri eli benim iki elimle tuttuğum dev bardağı kolayca kavrarken önünde kısa boylu, küçük bir kızın minik elleriyle ona şeker uzatması gibi bir şey yaşadık.

Hapı ağzına atıp hemen arkasından suyu kafasına dikti.

Bardağı aşağı indirdiğinde, yine aynı gülümsemeyle, "Sana her kızdığımda, beni buna pişman etmek zorunda mısın?" diye sordu.

Ben de yine aynı çiçek açan yüzümle, "Sana her tavır alma kararı aldığımda, bunu yaptırmamak zorunda mısın?" diye sordum.

Bunun üzerine kaşları hafiften çatıldı ve "Allah Allah," dedi. "Bana neden tavır alacakmışsın bakayım?"

Ben de ciddileştim biraz. "Çünkü sana hâlâ sinirliyim."

Hakan tam konuşacaktı ki abimin ismimle bana seslenmesi sonucu sustu. Ben geri geri kapıya doğru ilerlemeye başlarken işaret parmağını ileri geri sallayarak, "Bunu sonra konuşacağız," dedi yalancı bir ciddiyetle.

Cevap vermeden dışarı çıktım ve doğrudan abimin odasına yöneldim.

İçeri girdiğimde başlığa sırtını vermiş ve bacaklarını da ileriye doğru uzatmış bir vaziyette yatağının içerisinde oturuyordu. "Efendim abiciğim?" dedim yanına doğru ilerlerken.

"N'aber bebeğim?" diye sordu. Eğilip yanağını sertçe öptüm. "İyiyim, sen nasılsın?"

Yatağının kenarına çöktüm ve ellerini tuttum. "İyiyim... Birazdan daha iyi olacağım," dedi ve devam etti. "Ne kadar sıkıldığımı biliyorsun, bütün gün dört duvar arasında... Birazdan Kübra ve Melis gelecek. Benim de havam değişir belki."

"İyi düşünmüşsün," dedim. "Sakatlandığından haberleri var mı ki?"

"Yoktu, artık var," dedi gülerek. "Telefonda öğrendi, attığı çığlığı duymalıydın."

Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Melis epey üzülmüştür... Ne zaman gelecekler peki?"

"Pijamalarla sokağa fırlamış görüntüsünü hayal edebiliyorum... Evler de yakın olunca... Birazdan kapıya dayanırlar. Sen Hakan'a haber ver de salona inmeme yardım etsin."

"Sen niye salona iniyorsun ki?" diye sordum. "Bu odada oturabilirsiniz. Biz zaten Kübra'yla benim odama geçeriz. Bacağını zorlama o kadar."

Biraz düşündü. "Peki o zaman, sen odamda olduğumu söylersin..."

Cevap vermeme fırsat kalmadan alt kattaki dış kapının yumruklanma sesi duyuldu. Gülümseyerek ayağa kalktım ve sordum. "Buna hazır olduğuna emin misin?"

O da güldü ve kafasını salladı. Hızlı adımlarla odanın kapısına doğru ilerleyip dışarı çıktığımda benle beraber aynı hareketi Hakan da yapmıştı. Gözleri iri iri olmuş bir vaziyette, "N'oluyor lan?" diye sordu.

Onun endişeli yüz ifadesine zıt olarak sırıttım. "Korkma, ben seni korurum."

Anlamakta güçlük çekiyormuş gibi yüzüme boş boş bakarken kıkırtılarımı durduramadan, "Arkama saklan," dedim ve merdivenlere yöneldim.

Çok geçmeden, "Aptal aptal konuşma," diyerek bana yetişti ve ben ilk basamağa adımımı atmışken güçlü eliyle kolumu sıkıca kavradı. "Sen geç içeri, ben bakarım."

Bakışlarım kolumun üzerindeki ele kaydı. O kadar sıkı tutuyordu ki parmak boğumları elinin diğer kısımlarından daha açık bir renk almıştı. İstese etimi morartabilecek güç bileklerinden koluma doğru akarken canımın acısı hoşuma gitti; neden bu kadar sıkı tutuyordu? Bana zarar gelmesinden mi korkuyordu yoksa?

Daha fazla uzatmayıp, "Kimin geldiğinden haberim var," dedim gözlerine bakarak.

Ne kolumu tuttuğu elinin sıkılığı ne de bakışlarındaki şüpheci ifade silinmeyince devam ettim. "Abimin bir arkadaşı. Sakatlık geçirdiğini duyunca telaş yapmış anlaşılan. İzin verirsen kırılmadan önce kapıya bakmak istiyorum."

Bir süre daha yüzümü ifadesiz suratı ve hafiften aralık dudaklarıyla inceledikten sonra kolumu serbest bıraktı. Gözlerimi yüzünden zar zor ayırıp önüme döndüm ve merdiven basamaklarını hızlıca inmeye başladım. Dış kapıya vardığımda Melis'in elleri acıdığından olsa gerek, yumruklarının yavaşladığını fark ettim. Daha fazla canı yanmasın diye kapı koluna bir an önce asılıp kapıyı araladım ve geri çekildim. Melis saniyesinde adımını içeri attı ve hızla bana döndü. "Nerede?"

Soluduğu sık nefeslerden dediğini güçlükle anladım. Çıldırmış gibi gözüküyordu. Sorduğu sorunun cevabını vermeden önce onu sakinleştirmeyi düşündüm fakat abimi kendi gözleriyle gördüğünde abartılacak bir şey olmadığını daha iyi anlayacaktı. "Odasında."

Kelime iki dudağımdan çıkar çıkmaz Melis adeta bir ok gibi merdivenlere doğru atıldı. Onun paldır küldür merdivenleri tırmanmasını hayretle izlerken gözüm biraz daha tepeye kaydığında Hakan'ın hâlâ orada beklediğini gördüm. Kimin geldiğinden gerçekten emin olmak ister gibi tetikte bir hâli vardı.

Aşağılayıcı gözlerle Melis'i süzdü. Melis ise onun önünden geçmesine rağmen varlığını fark etmedi bile. Abimin odasına daldığında Hakan da "Kimlerle uğraşıyoruz" der gibi bir mimik yapıp baygın adım ve gözlerle kaldığı odadan içeri girdi.

"Kimdi o?"

Gözlerim Kübra'ya kayarken yanağına doğru eğildim. "Hoş geldin."

"Hoş buldum."

Birbirimizden ayrıldıktan sonra, "Şey..." diye mırıldandım. "Sana bahsetmiştim ya hani... Hakan..."

"Hı..." diye mırıldandı hınzır bir şekilde. "Epey de yakışıklıymış."

Oğlunun ders notları güzel olunca bundan gurur duyan anneler gibi başımı öne eğerek tebessüm ettim.

Eliyle kapıyı iterek kapattı ve beraber merdivenlere yöneldik. Basamakları tırmanırken, "Koray abi nasıl?" diye sordu. "Bu tür olaylarda ablam gibi olağanüstü tepkiler veremiyorum kusura bakma. Sakin karşılıyorum biraz."

"Olması gereken," deyip omuz silktim. "Aradan günler geçti. Biz de artık alıştık."

Üst kata çıktığımızda kanım dondu. Melis öyle içten ve sesli ağlıyordu ki tüylerim diken diken olmuştu. Kapının eşiğinden öteye gidemedim. Kübra içeri girip ablasını susturmaya çalıştı. "Abla, tamam..."

Melis'in sırtı bize dönük olduğundan yüzü gözükmüyordu. Aynı şekilde abime de sıkı sıkı sarıldığından abimin de yüzü gözükmüyordu. Yalnız, elini kaldırıp Melis'in sırtının arkasından eliyle, bize gidin işareti yaptığını çok net gördük. Kübra'yla birbirimize baktık, ardından sessizce odayı terk ettik.

Odama girdiğimizde zaten epeydir görüşmediğimiz için sıkılmaya veya susmaya ayıracak vaktimiz olmadı. Biraz ondan, biraz benden ve biraz da Hakan'dan bahsettik. Hakan hakkında herkes gibi olumsuz düşündü. Zaten Kübra gibi gerçekçi düşünen birinden farklı bir şey beklemiyordum. Olmamızın zor olduğunu beni kırmamak için yumuşak bir üslupla söylemeye çalışsa da umutsuz vaka olduğumuzu net olarak yüzünden okuyabilmiştim. Bilmediğim bir şeyden bahsedilmemişti yani.

Zamanla Melis'in sesi de kesilmişti. Hatta çok geçmeden bize kadar gelen kahkaha sesleri abimin onu güldürmeye çalıştığının, hatta başardığının bir göstergesiydi.

Aynı katta olduğumuz için birbirimize sesimiz çok kolay ulaşsa da bir tek, bir tek Hakan'ın odasından çıt dahi çıkmıyordu.

Aradan bir buçuk-iki saat geçti. Onu çok özlediğimi fark ettim. Aynı evde olup birbirimizle dipdibe olmayışımız çok saçma değil miydi? Başının ağrısı geçmiş miydi acaba?

Kübra yatağımın üzerine gelişigüzel bıraktığı telefon ve ev anahtarını cebine atınca yerimde dikleştim. "Nereye?"

"Yavaştan gideyim Ceren," dedi ayağa kalkarken. "Ödevler var. Ablama da bir bakayım geliyor mu..."

Ceketini üzerine geçirince ben de ayağa kalkmak zorunda kaldım. Fermuara erişmek için kafasını öne eğdi ve elleriyle ceketin iki ucunu birleştirdi. "Kendini çok özletiyorsun ama," dedim sızlanarak. "Sanki aramızda dağlar bayırlar var."

"Bana diyene bak," dedi fermuarı boğazına kadar çektikten sonra. "Evimizin yolunu unuttun..."

Benim odamdan çıkıp kapıyı tıklayarak açtıktan sonra abimin odasına girdik. Ben biraz geri planda dursam da Kübra, "Geçmiş olsun Koray abi," diyerek odanın içine doğru ilerledi. "Ablamın abarttığı kadar mühim bir şey yok; benim de kolum kırılmıştı ama bir ayda iyileşti. Endişe etme sen." Abim konuşmaya başlayacaktı ki Kübra kaşlarını hafiften çatıp konuşmaya devam etti. "Sahi, nasıl oldu?"

"Görünmez kaza işte," diyerek abimin yerine konuyu Melis geçiştirdi. Belli ki abim ona biraz bahsetmişti. Sonrasında yalancı bir dikkatle, "Sen nereye böyle?" diye sordu Kübra'ya.

Kübra yerinde kıpırdayarak, "Benim gitmem lazım," dedi. "Yığınla ödevim var. Sen gelmiyor musun?"

"Ben biraz daha Koray'ın yanında kalacağım."

Abim Kübra'ya bakarak, "Sen tek gidebilecek misin ki?" diye sordu.

Kübra omuz silkti. "Evet. Şuradan şurası..."

"Fazla geç olmadı mı sence?"

Kübra abarttığını düşünür gibi, "Yok be Koray abi," dedi umursamaz bir sesle. "Hızlı hızlı giderim ben. Sen kendine dikkat et, olur mu? Bir an önce iyileş."

"İnşallah güzelim. Çabalıyorum," dedikten sonra Kübra, tek elini veda eder gibi havaya kaldırıp, "Allah rahatlık versin," dedi ve abimin verdiği karşılığı dinledikten sonra kapıya doğru yürüyüp dışarı çıktı. Ben zaten kapının pervazında beklediğimden tek adımla ona yetiştim. Beraberce merdivenleri indik ve kapıya kadar ona eşlik ederek yolcu ettim.

Dış kapı bir kez daha her defasında kendine has anlam içeren kilit sesiyle kapandı.

Yönümü tekrar evden tarafa döndüğümde adımlarım benden bağımsız olarak yorgunlukla bir sağa bir sola yalpaladı. Birden öyle bir yorgunluk çökmüştü ki kısa bir süre olduğum yerde dikilip nereye gideceğimi düşündüm. Kafam çok dağınıktı.

Susamıştım. Boğazımdaki sıcaklık adımlarımı mutfağa yöneltti.

İçeri girdiğimde Hakan'ın sandalyelerden birinde oturduğunu görünce yerimde hafifçe sıçradım. Neyse ki durumu çabuk kanıksadım ve hiçbir şey olmamış gibi ilerlemeye devam ettim. Siyah kazağının altına siyah eşofmanını geçirmişti, sandalyede öne eğilerek yayvan bir biçimde oturmuştu. Önündeki masanın üzerinde boş bir su bardağı duruyordu. Gözlerini yüzüme dikti, umursamaz gözükmeye çalıştım. Bana her baktığında ne kadar heyecanlandığımı ve hatta heyecandan -dikkat edildiği sürece fark edilecek derecede- ellerimin titrediğini bilse hakkımda ne düşünürdü gerçekten tahmin edemiyordum.

Baktım konuşacağı yok, beni süzmesi elimi ayağıma dolaştırınca, "Daha iyi misin?" diye sordum ilgiyi üzerimden azaltmak adına.

"Evet." Tok sesi konuşmak istemeyen bir tavırla, konuyu noktalar gibi çıkmıştı.

Bizden başka kimsenin olmadığı bu mutfakta, ürpertici sessizliğin karşısında daha fazla ayak diretemedim ve sustum. Tezgahın üzerindeki sürahiyi sapından kavrar kavramaz tekrar geriye döndüm ve masanın diğer tarafına geçip Hakan'ın karşısından bir sandalye çekerek oturdum. Önünden bardağı alırken göz göze geldik, sanki benimle bakışlarıyla iletişim kuruyordu. Dikkatli, siyah gözlerinden çok da bir şey okunduğu söylenemezdi fakat beyninin içinde bir sürü sese söz hakkı verdiğini nerdeyse hissediyordum.

Önüme bardağı çekip sürahiyi havaya kaldırdım ve berrak suyun bardağa dökülmesini izledim. Bakışları üzerimdeydi, sanki bu durum bana  bir tür sorumluluk yüklüyordu. Her açıdan güzel hareket etmeye çabaladım. Sürahiyi masaya bırakıp bardağı elime aldığımda arkama yaslandım ve suyu ağır ağır yudumlamaya başladım. Sırf Hakan'ın dudağı değdi diye. Tadını çıkara çıkara.

Biraz zaman sonra, Hakan mutfaktan içeri girdiğim andan itibaren üstümden çekmediği dikkatli bakışlarıyla, "Şimdi söyle bakalım," dedi üstü kapalı bir sorgu gibi. "Bana neden tavır alacakmışsın? Ya da... Bana neden kızgın olduğunu mu sormalıyım?"

Ani soruları karşısında şaşırdım. Bunları bu denli önemsemiş miydi gerçekten? Belki de sadece merak ediyordu. Yerimde hafifçe doğrularak bardağı masaya bıraktım ve ağzımdaki suyu yutup tekrar sırtımı sandalyeye bıraktım. Gözlerimi gözleriyle kesiştirdiğimde omuz silktim. "Boş ver." Biraz bekledim. "Söylesem umursayacak mısın sanki?"

Söyleyeceklerini deli gibi merak etsem de kendimi dizgin tutmaya çalıştım. Dudaklarını geriye doğru büktü. "Kim bilir." Hemen sonrasında tekrar ifadesizleşti. "Sen söyle, orasını bana bırak. Davete neden gelmediğinle başlayabilirsin mesela."

"Gayet açık," dedim düz bir sesle. "İstemiyorum."

"Neden?" diye bastırdı.

"Tehditlerine boyun eğmediğimi gösteriyorum. Kör müsün?"

Kör kelimesi dudaklarımdan dökülür dökülmez aklıma o adam geldi. Zaten yavaş yavaş sinirlenmeye başlamıştım, bu da ateşin çırası oldu.

"Tamam," dedi ağır ağır. "Gördüm, tehditlerime boyun eğmiyormuşsun. Aferin akıllı kızıma. Şimdi geliyor musun?"

"Ciddiye almayacağını biliyordum!" dedim hırsla ve sandalyemden kalkmaya yeltendim. Fakat bunun dönütü, sert ve korkutucu sesten gelen, "Otur!" kelimesi olunca kendimi sandalyeye tekrar otururken buldum. Bir ses nasıl bu kadar etkili olabilirdi?

"Sırf bana kendini kanıtlamak için gelmemezlik ediyorsan boşuna çabalıyorsun, söyleyeyim," dedi. "Bununla bana hiçbir şey kanıtlayamazsın."

"Kendimi kanıtlamaya ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum," diyerek yapıştırdım cevabı.

"O zaman artık geçerli bir sebep söyle." Sesi sabırsız çıkıyordu.

"İs-te-mi-yo-rum!" diyerek heceledim. "Bence gayet geçerli bir sebep."

Anında, "Seninle aynı taşın altına elimizi koyduk," dedi. "İnsanlar seni sevgilim olarak tanıdı ve sen bunu severek yaptın. Benim hiçbir baskım olmadan. Şimdi böyle... Böyle yüzüstü bırakmak sana hiç yakışmıyor."

Yüzünü bir süre inceledikten sonra dudaklarımı araladım. "O halde yolları ayırmakla ilgili konuşmayı yaparken bir kez daha düşünmeni ümit ederdim."

"O ayrı," diyerek karşı çıktı. "Biz seninle sevgili rolünü o konuşmadan önce yapmıştık. O yüzden bu hususta o söylediklerim geçersiz."

"Aslında sorun o da değil, biliyor musun?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Ben artık hayatımda tehdit, emrivaki, mecburiyet istemiyorum... Bir şeyleri yapıyorsam bu seve seve olmalı. Örneğin o davete tehditle değil de teklifle çağırsaydın sana eşlik etmekten memnuniyet duyardım. Tıpkı Çıkmaz'a gittiğimiz o gün gibi. Ama sen öyle yapmadın. Reddedildiğinde açıklarımı çıkar olarak bana karşı kullanan birisin. Böyle birini ben dost hatta senin deyiminle abi olarak yanımda tutamam. Seninle olan anlaşmalarımıza sadıklık etmemi istiyorsan değiştir kendini." Derinden bir iç geçirdim. "Demek istediğim, ya bir yol aç ya da yoldan çekil."

Biraz düşündükten sonra, "Bunların hiçbiri için sana söz veremeyeceğim," dediğinde bu sefer gerçekten yanından gitmek üzere ayağa kalktım. Sandalyeyi hızlıca geriye itip yerimden çıktım ve yine hızlı adımlarla mutfak kapısına doğru ilerlemeye başladım. Kendinden hiçbir taviz vermeyip benim tümüyle ona ayak uydurmamı bekliyordu. Çok bilmiş!

Kapıdan çıkmama bir adım kalası, "Ceren!" diye seslendi arkamdan, yaramaz bir tonla. Ona dönmedim ama duraksadım. Aynı tonla devam etti. "Tehdidimde son derece ciddiydim."

Tek nefeste derin bir soluk verdim ve orantılı olarak omuzlarım sonuna kadar düştü.

Hakan Atan değişmezdi.

Yine aynı şeyi yapıyordu. İstediğini yapmadığımda açıklarımı kullanarak beni tehdit ediyordu. Boşa kürek çektiğimi o kadar iyi anladım ki kendimi ifade etmek adına sarf ettiğim kelimelere acıdım.

Döndüm ve ona şöyle dedim: "Sana sevindirici bir haber vermemi ister misin?" Soru sorar gibi baktı. "Bugün beni eve Çağatay bıraktı. İnan, yol hiç bitmesin istedim."

Hakan zeki çocuktu, haberin sevindirici kısmının ona bir tane daha tehdit malzemesi vermek olduğunu hemen anlamıştı. Yatağıma girdiğimde tehditlerini gerçekleştirme ihtimalinden hiç korkmadım. Aras'ı kaybetmek bana bağışıklık kazandırmıştı ve kalıbımı basabilirdim ki Çağatay Hakan'dan daha zararsızdı. İçimi döktüğümden dolayı biraz rahatlamış ama en çok da yorgun hissediyordum. Öyle ki saniyeler içerisinde uykuya dalmıştım.

~

İnsanlara ne kadar tahammül gösterirseniz bir dahakine yapacakları hatanın dozu da o kadar artardı. Ve ne kadar kırmızı çizgi ve ölçülerinizi belli ederseniz de o kadar sağlıklı, düzeyli bir ilişki çıkardı ortaya. Herkes haddini bilirse ne gereksiz özgüven gösterisi yapanlar olurdu ne de canınızı sıkanlar.

Başından beri bu düşüncelerin taraftarı olsam da uygulamaya geçemediğim için kendime çok kızıyordum ancak şimdi ne kadar yanlış yaptığımı anlamıştım. Keşke biraz daha mesafeli olsaydım, diyordum içimden. O zaman belki Aras hayatıma hükmetme lüksünün olmadığını kavramış ve beni ben olduğum için kabul etmiş olurdu. Ya da şu an yaptığı, hayatımı terk etme olayını en başında yapardı ve benim de kafamı bu kadar meşgul edemezdi. Çok fazla düşünüyordum, çok fazla özlüyordum. Keşke o an başka bir çözüm yolu üretebilseydim.

Peki ya Hakan? Aramızda her daim duvarlar ve soğukluk olmasına rağmen o nasıl bu kadar kendini hakimiyet sahibi hissedebiliyordu? Ama doğru, sanırım onu da bu hale getiren bendim.

Bundan sonrasının yine aynı vaziyet ilerlememesi için dün gece mutfakta yaptığım konuşma şarttı. Onun tehditleri bitecek gibi değildi; her seferinde istediğini yapacak olsam bunun sonu gelmezdi. O nedenle abimin duyması dahilinde vereceği tepkilere katlanmak zorundaydım. Dünkü konuşmanın ardından kahvaltı masasında da gayet metanetli ve kararlı durarak Hakan'la neredeyse hiç denecek kadar az konuşmuş, onlarda da resmi bir dil kullanmıştım.

Kahvaltı ettikten hemen sonra masayı da ben toplamak zorunda kalmıştım çünkü Meral ablanın eşi aramış, çocukların annelerini görmek isteyip sorun çıkardıklarını haber vermişti. Haliyle o da taksiye atlayıp evine gitmek zorunda kalmıştı. Abimin yardıma ihtiyacı olduğunu ve çocukların babalarıyla kalmaktan rahatsız olmadıklarını söylese de onu güç bela ikna etmiştim, çocuklarını da buraya getirecekti.

Melis'in sabaha kadar abimin yanında kaldığını sonradan öğrenmiştim.

Masayı toplarken epey oyalanmıştım ve ilk dersi kaçırmamak için süper süratle odama çıkmış, yine süper süratle hazırlanmaya başlamıştım. Kravatımı bağlamakla uğraşmadım ve gömleğin yakasından gelişigüzel sarkıtıp saçlarımı en azından kabataslak düzenli gösterebilmek için boy aynamın karşısına geçtim. İki elimi birden saçlarıma daldırıp tepeye kaldırdığımda aklımdan at kuyruğu yapmak geçiyordu.

Bileğimdeki tokayı saçımdan geçirdiğimde alt kattan yükselen zil sesi odama yayıldı. Kapıya bakmak benim ihtimallerimin arasında bile bulunmadığından salonda olan Hakan'a bıraktım bu işi. Saçımı hızlıca topladığımda yatağımın üzerinde telefonumu aramaya başladım. O sırada alt kattan Hakan'ın seslenişini duydum. "Kapıda bir kadın var!"

Telefonu aramaya devam ederken Meral ablayı tanımama ihtimalinin saçmalığını düşünüp, "Meral abladır," diye karşılık verdim yine de. "Aç!"

Telefonu bulduğumda cebime atıp yere eğildim ve çantamı kavrayıp omzuma astıktan sonra hızlıca odamdan dışarı çıktım. Daha bunun taksiyi çağırması, beklemesi, trafiğe karışıp okula gitmesi vardı ve o kadar acele ediyordum ki Hakan'ın söylediklerine son anda kulak verebildim. Merdiven basamaklarını inmeye başladığımda, "İsmi Eslem'miş... Eslem Soysal..." dedi sonlara doğru sayıklama gibi çıkan sesiyle.

Bunları söylemeden hemen önce kapıyı açmış, ardından da Eslem Soysal'ı; annemi, karşısında görmüştü.

Annemi görmeme engel olan birkaç basamağı hemen aştım ve imkansız olduğunu sayıklayan binlerce hücreme inat, gözlerimi sokak kapısına dikerek onunla göz göze geldim. Benim şaşkınlıkla büyüyen gözlerime inat onun gözleri gayet sakin, gayet normaldi. Ayağında topuklu botları vardı; siyah, diz kapaklarının hemen üstünde biten kalem etek giymişti. Üzerinde ince, boğazsız bir kazak ve onun da üzerinde siyah mantosu vardı. Eliyle bavulunun sapını tutuyordu. Saçları dalgalıydı, son görmemin üzerine birkaç çizik daha yaşlandığını ayrımsadım. Bordo ojelerinden de anlaşıldığı gibi, ayan beyan Eslem Soysal'dı.

Neden, ne zaman geldiğini sormak istedim ama ne aralık duran ağzımı ne de hissedemediğim bacaklarımı kıpırdatabildim. Hakan'ın duygusuz oluşu bir işe yaradı ve kapının önünden çekilip annemi içeriye buyur etti. Annem bavulunu sürükleyerek içeri girdikten sonra Hakan kapıyı kapattı. "Açılmayan onca telefonumdan sonra bir daha hiçbir iz bulamayacağımı düşünmeye başlamıştım. Kapıyı da sen açınca... Nerdeyse kalbime iniyordu."

Hakan güldü. "Yok, her şey yerli yerinde. Ben Koray'ın yakın bir arkadaşıyım. Hoş geldiniz, ismim Hakan."

Annem uzatılan eli sıktı. "Ben de Eslem Parlak," dedi ardından, kızlık soy ismine vurgu yaparak. "Koray ve Ceren'in annesiyim." Döndü ve bana, hâlâ aynı duran bedenime baktı. "Ceren? Kızım? Özlemedin mi beni?"

Kafamda o kadar çok soru işareti ile sonlanan cümle uçuşuyordu ki aralarından bir tane seçip konuşamadım. "Ben..." dedim sonuna kadar şaşkınlık içeren sesimle. Ardından, "Sen..." diye devam etsem de olanları sindiremeden mantıklı bir konuşma yapamayacağımı biliyordum.

"Yine kal geldi bu kıza," dedi hiç özlemediğimi fark ettiğim küçümseyen, benden şikayetçi olan tavrıyla. Hakan mahçup bir tavırla dudaklarını birbirine bastırdı. "Şaşırınca tutukluk yapabiliyor..."

Kendi aralarında espri yapıyor olabilirlerdi ama içimde ne kayışlar kopuyor haberleri bile yoktu. Annem bavulunu kenara koydu ve benim yanıma doğru ilerlemeye başladı. "Bana başka çare bırakmadınız," dedi aynı zamanda. "Meraktan ölmektense bavulumu hazırlayıp İstanbul turu yapmaya karar verdim." Yanıma geldiğinde beni kucakladı ancak maalesef, karşılık veremeyecek kadar donuk bir hale gelmiştim. O da bunu fark etti ama fark etmemiş gibi yapıp benden ayrıldığında, "Koray nerede?" diye sordu.

Uzaylı görmüş gibi olan bakışlarım hiç değişmese de, "Odasında," diyebildim. Der demez yanımdan geçip gitmişti zaten. Hakan'a döndüğümde gergin gözüküyordu. "Koray'ın bacağından haberi var mıydı?" diye sordu alçak sesle. Neyse ki benim neden gergin ve bu denli şaşkın olduğumu çok geç olmadan anlayabilmişti. Kafamı umutsuz bir şekilde iki yana salladım.

Merdivenin yarısından tekrar geriye döndüğümde adımlarımın hızı en az inerken olduğu gibiydi. Abimin odasına girdiğimde yüzünden nutkunun tutulduğunu hissettim. Mutlu gibi gözükmeye çalışıp tatlı bir şaşkınlıkla gülümsemeye çalışsa da battaniyenin altına gizlenen alçılı bacağından dolayı aşırı endişeliydi, net olarak gördüm. "Bu ne güzel sürpriz validem!" dedi sevinmiş gibi yaparak ve kollarını iki yana ayırdı. Bacağı sağlam olsaydı nasıl yerinden fırlayıp annemin üzerine atılacağını hayal ettim. Annem abimin kollarının arasına girer girmez abim kollarını kapayıp annemi sardı. Hayıflanır gibi, "En azından biriniz sevindiniz," dedi annem.

Abim yandan bana bakıp, "Ceren sevinmedi mi ki?" diye sordu tehditvari bir tavırla.

Bunun üzerine annem abimden ayrılıp bir bana bir ona baktı. "Bilmiyorum... Siz de bir gariplik var gibi... Telefonları mı neden açmıyorsunuz?" Abimle şaşkın şaşkın birbirimize baktık. Annem devam etti. "Ceren'in yüzü sirke satıyor, sen yerinden dahi kalkmadın." Kendini gülmeye zorladı. "Kendinize yeni bir üvey anne mi buldunuz yoksa?"

"Olur mu hiç öyle şey anneciğim," dedi abim eliyle odasındaki koltuğu işaret ederek. "Öncelikle dinlen, otur biraz."

Annem, "Yorgun değilim ben zaten, dün gece geldim ama geç saat olduğu için sizi rahatsız etmek istemedim ve bir otelde dinlendim," dese de abimin gösterdiği yere oturdu. "Neler yapıyorsunuz? Nasıl gidiyor? Siz anlatın bakalım."

"Nasıl olsun işte, aynı," dedi abim. Hâlâ gergindi. Hakan kapının eşiğinde olanları izliyordu. "Ceren okuluna gidip geliyor, ben de öyle. Her şey yolunda."

Nereye kadar yalan söylemeyi düşünüyordu? Annem bana döndü ve üzerimi süzdü. "Sen okula mı gidiyordun?"

Yavaşça kafamı salladım. "Git sen," dedi. "Gecikme. Ben daha burdayım. Gelince görüşürüz."

"Yo," diyerek çantamı omzumdan aşağı indirdim ve yere bıraktım. "Bir günlüğüne aksatabilirim."

Abimin bacağını gördüğünde yanında olmak ve teselli etmek istiyordum. Epey sarsılacağa benziyordu çünkü. Annem tekrar abime döndü. "Sen niye hâlâ yataksın? Hasta falan mısın yoksa?"

Abim, "Yo, gayet iyiyim. Sen nasıl işlerini bırakıp gelebildin?" diye sorarak konuyu geçiştirmeye çalışsa da annem çoktan ayağa kalkmış abimin ateşini ölçmeye çalışıyordu. "Bir şeyin de yok gibi..." diyerek mırıldandı çatık kaşlarla. Sonrasında elini alnından çekip, "Hadi o zaman, aşağıya inelim de orda rahat rahat konuşalım," dedi. "Burası küçük."

Odanın gerildiğini büsbütün hissettim. Abimin yüzüne baktığımda çok kısa bir süre yeni bir yalan uydurmayı düşündüğünü fark ettim ama nereye kadar saklayabileceğini düşünmüş olacak ki yüzü gerçeği söylemeye karar almış gibi daha farklı bir ifade aldı. Hakan ve benim karışmaya niyetimiz yoktu. Abimin açıklaması gerekiyordu ve bunu nasıl yapar, hiç bilmiyordum.

"Anne," dedi yavaşça. "Ben ayağa kalkamam."

Annem bir süre abimi inceledi ve ardından tamamen ona dönüp, "Ne oluyor?" diye sordu sabırsızlıkla. "Biri bana açıklama yapsın artık."

"Sakin kalacağına söz verirsen o açıklamayı bizzat ben yapabilirim," diyerek annemden söz istedi. Kararlı gözüküyordu.

Annem iki elini havaya kaldırarak, "Tamam, sakinim," diye cevap verdi.

Abim biraz durduktan sonra tek eliyle, arkamda kalan Hakan'ı işaret etti. "Arkadaşımla tanıştın mı?"

Annemle konuyla alakasız olduğunu düşünmüş olacak ki omzunun üstünden Hakan'a sıkılgan bir bakış atıp tekrar abime döndü. "Evet?"

"O benim uzun zamandır sıkı dostum..." diyerek devam etti abim. Konuyu nasıl toparlayacaktı merak ediyordum. "Her yere beraber gideriz, her işimizi birlikte hallederiz." Durakladı ve devam etti. "Geçen gün yine beraber okula gidiyorduk... Önümüze birden bir araba çıktı." Tabii ya! Klasik trafik kazası yalanını söyleyecekti. "Görünmez kaza işte. Herkesin başına gelebilir. Ama merak etme, karşı taraf suçlu. Alkollüymüş. Neyse ki pek bir zararımız yok. Yalnız bende..." Yorganı kenara itti ve alçılı bacağını gözler önüne serdi. "...bir sakatlık meydana geldi."

Annemin gözleri büyümeye başlar başlamaz ağzı da aralanmıştı. "Hih!" diye çığlık attı ve hemen ardından elleriyle ağzını kapadı.

"Annecim," dedi abim bunun üzerine, yatıştırmak ister gibi. "Daha yeni doktora gittik, iyiye gittiği söylendi. Kaynamaya başlamış bile."

Abimin sözleri annemin, "Kırık mı bir de!" diyerek yeni çığlığına sebebiyet vermişti. Abim annemi sözleriyle sakinleştirmeye çalışmaya devam ederken annem bacaklarını zar zor kıpırdatıp abime yaklaştı ve inanamıyormuş gibi alçıya dokundu. "Sana haber vermeyi ben istemedim. Boşuna üzülme diye. Ondan dolayı telefonlarına cevap vermedik."

Annem alçıdan parmaklarını indirdi ve bana çevirdi kafasını. "Sen neden haber vermedin? Beni pekâlâ abinden gizli arayıp haberdar edebilirdin. O zaman en azından daha erken gelirdim ve el gibi günler sonra öğrenmezdim."

Azarlamasına karşılık, "El değil misin zaten?" diye karşılık verecektim ki abim müdahale etti. "Ceren'e de ben izin vermedim." Yatağında doğruldu ve annemin ellerine uzandı. "Annecim, üzülmene gerek yok. Ceren'in de kolu kırılmıştı, hatırlıyor musun? Ama hemencecik geçti. Sen de artık burda olduğuna göre benimki de hemencecik geçecek... Sen üzülme diye söylemedim, inan. Hem fena mı oldu? Görüşmüş olduk böylece."

"Ah be oğlum," dedi annem sıkıntıyla. Sindirmiş ve sakinleşmiş gözüküyordu. "Kendinize dikkat etsenize biraz... Beni de düşünün. Size bir şey olsa ne yaparım ben?"

"Dünyanın sonu değil," dedi abim hafife alır gibi. "Bu da geçecek. Hem sen geldin ya, geçmese de olur."

"Nasıl oldu peki?" diyerek annem sorularına devam etti. "Ne taraflarda oldu? Başka zarar ziyan var mı? Dava açtınız mı?"

Abim annemin bitmek bilmeyen sorularını yalan yanlış cevaplamaya başladığında Hakan bizi yalnız bıraktı. Ben ise sessizce dinledim. Nerdeyse bir buçuk, iki saat abimin odasında kalıp muhabbet ettik. Abim yürüyemediği için doğaldı tabii.

Bana pek söz hakkı doğmadığından konuşmalar abim ve annemin arasında geçiyordu genelde. Annem zamanla durumu kabullenmiş gözüküyordu. Hatta abime daha çabuk iyileşmesi için yapacağı birkaç tariften bahsetmişti. Burada ne kadar süre kalacağı konuşulmamıştı hiç.

Akşamüstü annemle beraber o bahsettiği tarifleri yapmak için mutfağa indik. Bir yandan çorbayı yapıyor, diğer yandan ilk defa başbaşa kalmanın çekimserliği ile usul usul muhabbet ediyorduk.

Anne ve kızın arasında yabancılaşma olur muydu? Oluyordu işte.

Mutfakta başbaşa kaldığımız süre zarfında aramızdaki mesafeyi hep korumaya çalıştım. Haftalarca anneliğin sadece telefon görüşmelerinden ibaret olduğunu düşünüp de şimdi abartı bir ilgi alaka ile kendini iyi anne olarak kabul ettiremezdi. Birkaç çorbayla da olmuyordu ayrıca, Meral abladan öğrenmesi gereken çok şey vardı. Ben bu nedenlerden dolayı serin kalmayı tercih ediyordum, annem ise benim bu soğuk tavırlarımı hissettikçe hiç de hoşnut kalmıyordu. Karşılıklı olarak bir gerilim başlamıştı aramızda. En ufak bir sürtüşmede kıvılcım çıkacağa benziyordu. Daha farklı bir karşılama beklemişti çünkü o; daha canlı, daha sevinç dolu. Fakat atladığı bir şey vardı ki hak ettiği kendi hayalindeki karşılama değil, bizzat benim uyguladığım karşılamaydı.

Bakışlarım saate takıldığında okuldakilerin çıkış saati olduğunu gördüm. Keşke gitseydim, dedim içimden. Annem geldiğinden beri abimin başından ayrılmıyordu. Tabii ki onunla ilgilenmek istiyordu fakat bu kadar işlevsiz kalacağımı bilseydim okula gitmeyi tercih ederdim.

Arkadaşlarım okuldan çıkarken ben bir köşeye çekilmiş annemin abime çorba içirmesini izliyordum. Anneme yabancılaşmama ek olarak sanki abim de hep annemle ilgilendiğinden benden uzaklaşmıştı. Ya da hepsi beynimin bir oyunuydu; sonuçta biri öz abim, diğeri de öz annemdi ve beni neden saf dışı bıraksınlardı ki?

"Amaan sen de!" dedi iç sesim. "Baban olmadığı sürece bu böyle olacak, bilmiyor musun sanki?"

Sahiden kendimi dışlanmış hissetmeye başladım. Hatta birdenbire babam burnumda tütmeye başladı. Annem ve abimin yanında durduğum dakikalar işkenceye dönüşüverdi. Hakan'ı, annem ve abimden daha yakın hissettim ve sessizce kapıdan çıkıp onun odasına doğru sıvışma isteğiyle dolup taştım.

Dakikalarca ağzımı bıçak açmadı. Ta ki abim, "Ee Ceren, senin anneme anlatmak istediğin bir şeyler yok mu?" diye tehditvari bir tavırla topu bana atana kadar. Annemle ilgilenmeyişimden rahatsızdı. Ayıp olduğunu düşünüyordu belki de. Ama kime karşı ayıp? Kendi anneme mi? Belki ayıbı günahı öğretmediğindendir.

Tek kelimeyle, "Yok," diye cevap verdim. Abim dişlerini sıktı, annemin yüzü düştü. Alışmıştı tabii saatlerdir abimi dinlemeye. "Şimdiye kadar olmadığı gibi, şimdiden sonra da yok."

Annem sessiz kalırken abim, "Ceren," dedi sakinliğini sürdürmeye çalışır gibi. "O senin annen, illa ki anlatacak bir şeylerin birikmiştir."

"Karşımda anne değil de çocuklarının varlığını yeni hatırlamış bir yabancı var. O yabancıya da içimden hiçbir şey anlatmak gelmiyor."

Annem, "Kızım..." diyerek cevap vermeye yeltenmişti ki abimin, "Saygısızlık yapma!" diyerek kükremesiyle yerinde sıçrayarak sustu. Ortamın ciddiyetini bilmesem nerdeyse gülecektim. Neden korkuyordu ki? Ben artık etkilenmiyordum bile.

"Saygısızlık yapmıyorum," diye kendimi savunmaya geçtiğimde, "Kes sesini!" diyerek susturdu. Her konuşmaya çabalamamda daha büyük bir öfkeyle lafı ağzıma tıkadı. En sonunda kendimi açıklamayı çalışmayı bırakıp dolan gözlerimle odadan çıkmıştım ben de. O nasıl bu kadar hoşgörülü olabiliyordu hiç anlamıyordum. Asıl benimle bir olup bazı konularda tepkisini belli etmeliydi ancak babam olmadığı sürece anlaşılan benimle bir olan olmayacaktı, bunun da böylece farkına varmıştım. Ondan dolayı da annem bu evde olduğu müddet boyunca ben hep hakkımı aramaya, abim ise annemi korumaya çabalayacağından bavulunu alıp tekrar İzmir'e gidene kadar bana rahat yüzü olmayacaktı.

Her zaman olduğu gibi şimdi de Hakan'ın yanına gitme ihtiyacı bedenime uğradı. Sesini duyma, konuşma, fikrini alma ihtiyacı... Abimin odasının kapısının önünde, Hakan'ın kaldığı odaya dönük vaziyette bir süre öylece bekledim.

Gitse miydim?

Sadece odasına da değil, o davete de.

Annemin, abimin, hattâ kimsenin bırakamadığı etkileri o ben de bırakıyor ve kimsenin beni üzemediği kadar üzüyor olsa da aynı zamanda kimsenin edemediği kadar mutlu da ediyordu. Hele ki sevgili olacaksak mutluluk payı çıkarmamak elde değildi. Bu ev bana zindan olacaksa olabildiğince az kalırdım ben de. O davete deli gibi gitmek istiyordum ama bu defa kendime verdiğim sözler, Hakan'a çektiğim rest ne olacaktı?

Tek fark, artık tehditleri için değil de evde mutsuz olduğum için ona eşlik edeceğimi ister istemez kavramış olacaktı.

Yine de dünkü kararlı konuşmadan sonra neyi sebep olarak öne sürersem süreyim, geri basmış olacaktım. Bu da kendime yaptığım büyük bir saygısızlık olurdu.

En iyisi bu fikrin daha fazla beynimi kemirmesine izin vermeden ihtimalini bile düşünmemekti. Belki bu daveti Hakan'ın kaba üslubundan dolayı reddetmem diğer davetlerin daha kibar olmasını sağlayacaktı -hiç sanmasam da.

Davete gitme isteğimi zar zor bastırdım ama kendimi yanına gitmekten alıkoyamadım. Hiçbir şey konuşmasak bile onun bakış açısı bana iyi geliyordu. Zaten hiçbir şekilde normal bir ilişki yaşamadığımızdan ne kavga ettiğimizde bir küslük meydana geliyordu ne de mutlu bir vakit geçirdiğimizde herhangi bir ilerleme. Dün kavga etmesek de sert bir konuşma geçmişti aramızda fakat bugün kimsenin umrunda değildi.

Kapısını tıklattıktan sonra boynumu içeri uzattım ve "Girebilir miyim?" diye sordum.

Bana çevirdiği kafasını mekanik bir hareketle tekrar önüne döndürdü ve tek eliyle karşısındaki koltuğu işaret ederek beni içeri davet etti. Usulca içeri süzülüp kapıyı kapattım ve yavaşça odanın içerisine doğru ilerlemeye başladım. Karşısına, gösterdiği yere oturduğumda kafasını yerden kaldırdı.

Hiç konuşmadık. Gözlerimden anlayabilirdi zaten her şeyi. Yüzümü, dağınık saçlarımı, yorgun bakışlarımı ve çökmüş omuzlarımı inceledi.

Ben ise onun her baktığımda ayrı güzellikler yakaladığım ifadesiz yüzünü, düz dudaklarını, ne düşündüğünü asla belli etmeyen gözlerini inceledim.

Bana bakarken her şeyin farkında gibiydi, ne tek kelime etti ne de soru sordu çünkü bana benden daha çok hakimdi. İçeride ne yaşandığını, benim ne hissettiğimi, ne istediğimi ve neye ihtiyacım olduğunu biliyordu. Hâl böyle olunca konuşmaya gerek duymuyordu tabii, ben de anlatmaya.

Konuşmasa bile karşımda oturur, bana sessizlik içirir sanmıştım.

Dikkatini tamamen bana verip bir defa daha en ince ayrıntıma kadar inceledikten sonra ayağa kalktı ve kapıya doğru ilerlemeye başladı. Şaşırmasam da beklemediğimden sırtına bakakaldım. Elini kapı koluna attı ve aşağı indirip dışarı çıktı. Arkasından haykırasım gelse de yüzüme kapanan kapıya karşılık tek yapabildiğim sessizce aralık ağzımı toparlayıp başımı önüme eğmek oldu. Yaptıklarına anlam veremediğimden iyiye ya da kötüye yönelik bir tahmin yürütmeye çalışmak yerine elim suratımda, boş boş parkeleri izledim. Nereye gitmişti? Ve neden?

Hissiz hissiz yeri incelemeye devam ederken odanın kapısı bir kez daha açıldı. Kafamı kaldırıp yüzüne baktığımda arkasında kalan elleriyle kapıyı kapattı ve "Bizi bir davete çağırdılar," dedi. İlk başta ne dediğini anlamayarak kaşlarımı çattım. Üzerime gelerek bana yaklaşmaya başlayınca yerimde dikleştim.

"Malûm," dedi. "İkimizi hâlâ sevgili sanıyorlar." Muzipçe tebessüm edişi amacını anlamama yetti. Başa sarıyordu.

Başucuma gelene kadar tek kelime etmedi. Fakat olabilecek en yakın mesafeye geldiğinde içeri girdiğinden beri arkasında duran ellerinin birinden göz kamaştıracak kadar centilmen bir hareketle kırmızı gül uzattı. Elinde tuttuğu kırmızı gül tek başına dahi gözümü ondan alamayacağım kadar afilli gözüküyordu.

Dudaklarım şaşkınlık dolu bir ifade ile yukarı kıvrılırken, "Bana eşlik etmenden onur duyacağım," dedi. "Bir gece daha sevgilim olmak ister misin?"

Gülden gözlerimi alıp Hakan'a baktığımda gözlerimin içinden de okunduğu gibi onunla iftihar ediyordum.

Hakan Atan değişmezdi.

Ama değişmek için çabalayabilirdi.

~

Bildiğiniz gibi geçen bölümde etkinlik düzenlemiştim, katılan herkese teşekkür ederim. Bütün soruları yazarım demiştim ama katılım çok olduğu için bu mümkün olmadı. Bazılarını buraya bırakıyorum:

1-) Hakan'a soru: Ceren'le Çıkmaz'a gittiğiniz gün Ceren sarhoş olmuştu ve seni istediğini söylemişti, ciddiye aldın mı yoksa sarhoşluğuna mı verdin? Ceren o sabah uyandığında boynunda bir ıslaklık hissetti, acaba bir ilgin var mı sonuçta odasındaydın?

Tabii ki hayır, o tarz bir cümleyi ayıkken söylese bile ciddiye alamam. Ve evet, ıslaklık bana ait

2-) Hakan'a soru: 1) Ceren senin için ne ifade ediyor? 2)Ceren'i ne kadar tanıyorsun, hoşuna giden ve gitmeyen özellikleri neler? 3) Diyelim ki bir kadına güvenmek zorundasın, bu kişi kim olurdu?

1- Can dostumun kız kardeşini.
2-Tanımaya vakit ayırmadığım için çok iyi tanıdığımı söyleyemem. Önümde ağladığı, bağırdığı, çağırdığı halde duruşu hiç bozulmadı, belirli bir kırmızı çizgisi var ve onun dışına hiç taşmadı. Seviyeli oluşunu seviyorum. Dengesiz, dik başlı, kendi bildiğini okuyan halleri sinir ediyor.
3- Hande. 

3-) Hakan'a soru:  Hakan sence İren nasıl biri ?

  İlgi alanımda değil. Hoş ama. Göze hitap ediyor. 

4-) Aras'a soru: Aras, ileride Ceren sana gelip ben birine aşık oldum derse ilk ne yaparsın?

Yüzüne düz düz bakarım. O benim bu bakışımdan ne demek istediğimi anlar. Biz bunu geçmişte yaşadık. Geldi, aşık olduğunu söyledi. Aşk sanmışsındır, dedim. Kabul etmedi ve çıkmaya başladılar. Ardından ayrıldılar. Geldi, aşk sanmışım, dedi. Artık buna bağışıklık kazandık.

5-) Koray'a soru: Hakan ve Ceren'in arasında bir gelişme yaşansa bu duruma tepkin ne olur?

Bu imkansız ve çok saçma. Güldüm.

6-) Ceren'e soru: Gizemli kız şu anda çıkagelse umudunu yitirir misin?

Hayır, aksine işim kolaylaşır. Bilmediğin biriyle savaşmak zordur ama düşmanını tanırsan açıklarını, kusurlarını bilirsin. Alaşağı etmek basit bir hâl alır.

7-) Koray'a soru: Koray, sana göre aşk nedir?

Aşka inanmıyorum güzelim.

8-) Hakan'a soru: Ceren'i ilk gördüğün gün ne hissettin?

Ceren'in lafı birkaç kez geçmişti ama öyle düşünmemiştim hiç doğrusu. Ufak tefek, küçük bir şey bekliyordum. Beklentimin üzerinde buldum. O nedenle küçük bir şaşkınlık duydum, o kadar.

9-)Ceren'e soru:  Ceren babanı özlüyor musun?

Eskisi kadar değil. Soğuyorum galiba. 

10-)  Ceren'e soru: Hakan'ın sana koyduğu uzaklıktan da faydalanıp onu unutmak üzere Çağatay'la yeniden olma olasılığın kaç olurdu?

Hiç. Bitti mi bitiyor gerçekten.

11-) Hakan'a soru: Hakan sence Ceren güçlü biri mi?

Evet. Çağatay ile ayrıldıklarında onun için ağlamıştı ve güçsüz bir kız olduğunu düşünmüştüm içimden. Anne ve babası ile ilgili bir şey olduğunda da hemen ağlamaklı oluyordu, yine güçsüz gördüm. Koray bağırdığında hemen ağlıyordu, bu da onu güçsüz yaptı gözümde. Sonra bir baktım; Çağatay'ı umursamaz, ailesini önemsemez, Koray'ı görmezden gelir olmuş. Ceren ağladığında artık aciz değil, asil görünüyor gözüme. Çünkü biliyorum ki eğer ağlıyorsa içinden bir şeylere son veriyor. Kimin için ağlıyorsa o kişi Ceren'in gözyaşlarını eğilip yerden toplamalı. Ona ait olan son şeyler kayıp gidiyor olacak çünkü.

12-)Ceren'e soru: Şu anki duygularını anlatan bir şarkı istiyorum Ceren'den.

  Nil İpek - Gömülür. 

13-) Hakan soru: Hakan, geceye bir şiir bırak.

Gözlerin gözlerime değince
Felaketim olurdu ağlardım
Beni sevmiyordun bilirdim
Bir sevdiğin vardı duyardım
Çöp gibi bir oğlan ipince
Hayırsızın biriydi fikrimce
Ne vakit karşımda görsem Öldüreceğimden korkardım
Felaketim olurdu ağlardım

Ne vakit maçka'dan geçsem
Limanda hep gemiler olurdu
Ağaçlar kuş gibi gülerdi
Bir rüzgar aklımı alırdı
Sessizce bir cigara yakardın
Parmaklarımın ucunu yakardın
Kirpiklerini eğerdin bakardın
Üşürdüm içim ürperirdi
Felaketim olurdu ağlardım

Akşamlar bir roman gibi biterdi
Jezabel kan içinde yatardı
Limandan bir gemi giderdi
Sen kalkıp ona giderdin
Benzin mum gibi giderdin
Sabaha kadar kalırdın
Hayırsızın biriydi fikrimce
Güldü mü cenazeye benzerdi
Hele seni kollarına aldı mı
Felaketim olurdu ağlardım

-

Oy ve yorumlarınıza ihtiyacım var:)

Continue Reading

You'll Also Like

2.7K 264 11
Ben Okyanus Kara. Kimileri için bir kurtarıcı, Kimileri için bir hırsız, kimileri için bir çıkış yolu, kimileri için bir katil, kimileri için bir mel...
900K 56.6K 38
"Bana cehennemi yaşatmana rağmen, sen benim cennetimsin Meira." Fantastik değildir. DİKKAT! Bu kitapta cinayet, cinsel istismar, psikolojik ve fizik...
154K 10.5K 40
(4) Dennis Boyle, arkadaş grubunun en aklı başında olan üyesiydi ve hata yapmaktan hep kaçınırdı. Chalsea Lorenna Almei ise onun aklını başından alma...
8.2K 668 25
Sessiz, sakin bir o kadar çekingen adımlarla giriş yaptı yeni hayatına.... Onu masmavi gözleri, kızıl saçları olan bir meleğin ve kıvırcık saçlı, sev...