HUZUR

By edasozuer

802 78 32

"Yanaklarını tokatlayacak rüzgara hazır ol!" diyerek salıncağın arkasına koştum. Vücudumun tüm ağırlığını kol... More

1.Huzur
2.Huzur
3.Huzur
4.Huzur
5.Huzur
6.Huzur
7.Huzur
8.Huzur
9.Huzur
10.Huzur
11.Huzur
12. Huzur
13.Huzur
15.Huzur
16.Huzur
17.Huzur
18.Huzur
19.Huzur
20.Huzur
21.Huzur

14.Huzur

19 1 2
By edasozuer

"Annem" tekrar evlenmişti. Babamla aradığını bulamamış, ondan boşanmış ve başka biriyle evlenmişti. Üstelik o kişiyle on yedi yıldır evliydi. Bu demek oluyordu ki, babamla eksik ya da fazla olan ne varsa, Ahmet Bey abiyle tamdı. Babamla ne kadar mutsuzsa, Ahmet Bey abiyle o kadar mutluydu. Babamla ne kadar anlaşamıyorsa, Ahmet Bey abiyle o kadar anlaşabiliyordu. Babamı ne kadar sevmiyorsa, Ahmet Bey abiyi o kadar seviyordu...

Bunun benim içime oturması saçma mıydı bilmiyordum. Babamı ilgilendiren bir konu olduğu için benim içerlenmem, gereksiz bulunabilirdi. Belki de hakikaten gereksizdi. Beni ilgilendiren kısmı, "annem"in benimle görüşmek istememiş olmasıydı ve içerleneceksem buna içerlenmeliydim ki içlerlenmiştim çokça. Anne baba arasında olan anne baba arasında kalır sonuçta.

"What happens in Vegas stays in Vegas" demiş Amerikalılar.

Bunlar hep Amerika'nın oyunu zaten...

Bütün gün ebeveynlerimin boşanması, Bulut'un Aslı'yı bir ölü olarak kabul etmemekte ısrar etmesi, Selim'in imalı cümleler sarf etmesi gibi ana düşünceler ve bunlardan türeyen; iki evladın bile Sevda-Galip Uluhan'ın Sevda Yüksel –Ahmet Bey abinin soyadının Yüksel olduğunu, faturalardan birinde görmüştüm- ve Galip Uluhan olarak ayrılmasını engelleyememesi, Bulut'un salıncakta ciğerini zorlayarak Aslı'ya aşkına haykırması gibi ikincil düşüncelerle boğuştum durdum ve bunu yaparken Aslı'nın odasında, Aslı'nın yatağındaydım. Hava kararana kadar odanın bir ruha ait olduğu aklımın ucundan dahi geçmedi fakat karanlık bastırıp, dolayısıyla gündüzün aydınlık yüzünü de bastırılınca, odada tek başıma durmam imkansızlaştı neredeyse.

Paranoyak gibi etrafıma gergin bakışlar atmaya başladığımda anladım ki odadan çıkma vaktim çoktan gelmişti. Arkamdan bir kovalayan varmış ama aramızdaki mesafe fazla olduğundan henüz koşmama gerek yokmuş gibi aceleci adımlarla kapıdan dışarı attım kendimi. Aynı anda soldaki odanın da kapısı açıldı ve kapı aralığında beliren kişi bana, Aslı'nın odasında "yüzyıllık esaret mode on" şeklinde yaşasaydım da o kapıdan çıkmasaydım detirtecek tek kişiydi.

"Annem"di...

Her zamanki gibi bir irkildim, geriledim.

"Isırmaz korkma."

Konuştu!

Benimle konuştu!

Ne yapacağım şimdi?

Ne yapılır bu durumda?!

İç sesim cevap verebilirsin mesela diye ortaya bir düşünce atınca, uygulamaya karar verdim.

"Doğru, ısırmaz, terk eder." Yanından uzaklaştım ve Selim'in odasına girdim.

Vay, vay, vay.

"Annem"e de laf soktum ya, bence bütün sorunlarımız çözüldü.

"Girebilirsin tabi."

Kapıyı çalmadan girmeme tepkisiydi o Selim'in.

"Bir daha laf sokunca, yüzünün aldığı şekli görmeden arkamı dönüp gitmeyeceğim." Kendi kendime konuşuyordum. Yatağın dibine çöktüm. "Annem"in yüzüne bile bakmadan Selim'in odasına dalmıştım. Şimdi ise meraktan ölüyordum yüzünün ne hal aldığını. Madem İstanbul'a gelmek zorunda bırakmıştı beni, bunlara da katlanacaktı.

"Benim mi? Hangi ara laf soktun bana acaba? İçinden sokuyorsun da dışından mı söyledim sanıyorsun?" Yüzüne anlayışlı, "bu da geçecek" diyen bir ifade yerleştirip bana baktı.

Gözlerimi devirdim. "Sana değil. Genel olarak. "Annem"le karşılaştım da az önce." Omuzlarımı silktim, önemsizleştirme çabası içinde, halbuki o an amorti kazandığım anki kadar sevinmiştim içimden, "of, bu laf sokumu ders olarak öğretilmeli" diye.

"Sevda anneye laf sokmanı gerektirecek bir durum yok."

"Dedi 'profesör doktor bir şeyden haberi olmadan boş konuşan'."

"Her şeyden haberim var. Sevda anneyle babanın ayrılması, senin anneni, Aslı'nın da babasını on yedi yıldır görmemesi. Biliyorum yani..." Kafasını her zaman yaptığı gibi yana yatırıp, kısa bir an sonra kaldırdı.

"Gerçekten haberin varmış da, şeytan ayrıntıda gizlidir bildiğin üzere. Ayrıntılardan da haberin var mı? Mesela, 'sevda anne'nin Aslı'yla mutlu mesut yaşayıp, diğer kızını çöp etmesi gibi... Ya da sevgili kraliçemizin, yüzünü bile bilmediğim ablamın ölümünden sonra beni yanına istemesi, ben istemememe rağmen? Üstüne üstlük adamın biriyle evlenip on yedi yıldır evli kalması da var. O adamın çocuğuyla benim öz ablam kardeş gibi büyümüş de ben dış kapının dış mandalı olmuşum!" Ayaklandım yine. Yine isyan ettirdiler beni bakın. Burada, Halil Sezai "İsyan" çalmaya başlar alttan alttan. "Kimse bana benim ne yaşadığım hakkında en ufak bir fikri varmış gibi konuşmasın mümkünse. Ben senin annen öldüğünde ne yaşadığını bilemem değil mi?" Selim'in yattığı nereden kalkıp yanıma uçması yaklaşık 1,8 saniye sürdü. Fakat sözümü bitirmeme engel değildi, ellerinin saçıma yapışması. "Sen de benim ne yaşadığımı bilemezsin!"

Ellerinin saçıma yapışması derken, saç saça baş başa kız kavgası yapmaya başladık demek istemedim. Sol eli omuzlarıma dökülen saçlarıma sarıldı ve hafif çekmeye başladı.

"Bu samimiyet nereden geliyor, pardon?" demekten de geri kalmadım.

Konuşmaya başladığında nefesini dudaklarımda hissediyordum ve, hayır, bu romantik bir an değildi. Şehvetli bir an değildi. Bu Selim'in başka bir yüzünü daha gördüğüm andı. Kızgın yüzünü...

"Merhaba, ben Huzur. Milletin annesi ve kendi annem de dahil olmak üzere anneler hakkında konuşmaya bayılırım. Atıp tutarım. Kendi yaşadıklarımdan bahsederim ama asla empati yapmaya çalışmam. Anlamaya çalışmam. Önemli olan benim ne hissettiğimdir, ne yaşadığımdır. Laf sokmak uğruna vefat etmiş anneleri bile olaya karıştırırım çünkü bencillikte sınır tanımıyorum."

Asla bağırmadı. Sesini dahi yükseltmedi. Sadece öyle etkili konuştu ki, küfür yemişten beter oldum. Elini gevşetti ve saçımın tek bir telini bile incitmeden beni serbest bıraktı.

"Merhaba, ben Selim. Nerede ne yapacağım belli olmaz. Zorla babasından, arkadaşlarından koparılan kızlara ön yargıyla yaklaşıp, onları ablalarının yerini almaya çalışmakla suçlarım. He bir de, hadlerini bildirmek için insanlara çelme takarım çünkü olgunluğun, insanlarla da alakalı olduğundan haberim yok, sadece meyvelere özgü olduğunu sanıyorum." Madem o bana içten küfürlü cümleler kullanıyordu, ben de ona kullanacaktım. Altta kalanın canı çıkardı çünkü Türk örf ve adetlerine göre.

Saçını tutup, gerisin geri yürütmedim onu ama sözlerimin etkisi ve yetkisi yerli yerindeydi bence. Göz dağı verme amaçlı beni yasladığı duvardan ayırmadım bedenimi. İyice yaslandım aksine. Meydan okuyan bakışlarımı onunkiyle çarpıştırdım.

Kaşları kalktı önce, sözlerime ilk tepki olarak. Sonra gülümsedi. Daha doğrusu, hislemeyle karışık bir gülümse dudaklarını terk etti. "Ne çok biriktirmişsin."

Kızgınlığının on saniye beş salise sürmesi iyi bir şeydi sanırım. Beş salisede yüz ifadesini değiştirmeyi başarmıştı.

"Ustasından öğrendim." Gülmesine şaşırsam da, klasımı bozmadan, inceden meydan okuyan ifadem ve ses tonumla cevapladım.

"Yemeğe inelim o zaman, çırak, haydi." Solumda kalan kapıdan dışarı süzülmeden önce saatine göz attı.

Al işte.

Az önce saçıma asılan o değilmiş gibi...

Klasım anında yerini meraklı melehata bıraktı. Gözümü korkutmak için seçtiği yol ilginçti. Bileğimi ya da kolumu da sıkabilirdi. O ise saçımı çekmeyi, yani yakınlık derecesi yüksek bir eylemi tercih etmişti. Bu çocuğun dağarcığında münasip, usturuplu gibi kavramlar da yoktu belli ki. Nerede ne yapacağı belli olmadığı gibi, nerede hangi münasebetsizliği yapacağı da belli değildi.

Münasip, usturuplu, münasebetsiz...

Bugünlük eski türkçe kotamı doldurmuş bulunmaktayım.

Melahat ablayla olan beş dakikalık muhabbetimin ardından ben de aşağı indim. Merakım, yemek yeme arzumdan daha baskın çıkmıştı ki yemek masasına beş dakika gecikmeli inmeyi midem kabul etmişti. Benim erkekler gibi kalbime giden yol midemden geçmiyordu. Kalbim direk midemdeydi. Midem utanmasa onu bile sindirecekti.

"Afiyet olsun" demesiyle Ahmet Bey abinin, ilk yemeğimiz başladı.

Let the hunger games begin...

Ortamdaki gariplik, gerginlik hissiyatından çok daha fazla olduğundan, bu sefer damarlarımın bile gerildiği zamanlardaki gibi olmadım. "Annem", cici babam, cici babamın oğlu Selim ve bendeniz dev-evde ilk akşam yemeğimizi yiyorduk. Ancak ve ancak "saçmalığın daniskası" olarak adlandırabileceğim bu durumu günün birinde, biri bana yaşayacağımı söylese, o kişiye "münasip" bir tarafımla gülmek içten bile olmazdı.

Ben de bunu düşününce ağzımdan ve dıştan gülmeye karar vermiş olacağım, kıkırdamam sessiz ortamda patladı birden. Beynim yine benden önce hareket etmişti. Herkes -minus Selim- haliyle bana çatık kaşlı bakışlar atmaya başladı. Selim ise yine beklenmedik tavrını koyuverdi masanın orta yerine.

"O kadar da belli etme diye uyardım seni, Huzur" demesin mi, flirt eden bir ses tonu ve imalı bakışlarla?

Demesin.

Keşke demesin.

Hayır, ne mana?

Hobi olarak insanları zor durumda bırakıyor anlaşılan bu karakter.

"Neyi belli etmeyecekmiş?"

"Annem"in ağzının yemek yemek harici bir eylem için açılmış olması şok ediciymiş gibi kafam hızla ona döndü.

Her seferinde irkilmesem iyiydi.

Babamın dünkü sözleri ve Selim'in bu hareketleriyle, "annem"in işkillenmesi çok sürmezdi. Gerçekten bir şey olsa gam yemezdim. Selim sadece Selim'lik yapıyordu işte.

Yıllardır çocuğu tanıyormuşum gibi davranmam da çok benlik.

Önceden de dediğim gibi Selim, Selim'lik yaptığında normal ve olağan karşılamanız gerektiğini şıp diye anlıyordunuz.

"Hiç" derken Selim'in "i"leri uzatması hiç de hiç olmadığını kanıtlar nitelikteydi.

Neyse ki "annem" mevzuyu uzatmadı ve sessizlik içinde yemeği bitirdik. Ahmet Bey abi özellikle konuşmaktan kaçınıyor gibiydi. Bu Selim karakteri, bu Ahmet karakterinden nasıl çıkmış anlamlandıramıyordu insan.

Yemeği başka bir diyalog olmadan tamamladığımız için şükür dansı yapmak geliyordu içimden. Şükür namazıyla, yağmur dansının karışımını yapıp ne kadar müteşekkir olduğumu bildirmek istiyordum ilgili mercilere.

Müteşekkir...

Henüz kotamı doldurmamışım demek ki...

Birden aklıma ağacın dibindeki biralar geldi.

Şükür namazından sonra bira?

Münafıklığın dibine vururken ben.

Bir anne kedi şefkatiyle, biraları aldım bıraktığım yerden. Kimse kapı sesini duyunca dönüp de bakmadı bile. Herhalde alışmışlardı kaçıp gitmelerime. Bu sefer kaçmıyordum yalnız. Biraları kaçırıyordum.

"Annem"in bira olayına nasıl tepki vereceğini bilmediğimden ve öğrenmek istemediğimden, biraları tişörtümün içine soktum. Bence yakalanırsam ve karnımdaki şişliğin ne olduğunu sorarlarsa, "hamileyim"le kurtarabilirdim olayı.

Çünkü hamile olduğunu söylemek, asla başka sorunlara yol açmaz...

Kimse yoluma çıkmadan odaya kadar geldim ve yatağın altına ittirdim bira poşetini.

Bildiğiniz bira stokladım. Dışarıdan biri okusa şunu, regüler içici sanacak.

Biraların varlığı ve hatırlattığı anılarla, Aslı'nın yatağına uzanma cesaretini buldum kendimde. Daha dün yaşananlar da anı olarak nitelendirilebiliyor muydu? Yoksa üzerinden belirli bir zaman mı geçmesi gerekiyordu? Bir olayın anı olması için, o olayı önce unutmak, sonra bir an tekrar hatırlamak mı gerekiyordu? Ya da bir daha çok küçük bir ihtimalle yaşayacağın anlar mıydı anılar? Peki ya asla unutmayacağın ama bir daha yaşayamayacağın anlar? Onlar anı olmuyor muydu o zaman? Mesela İzmir bir anı mıydı benim için?

Bir daha İzmir'e gitmeyeceğini nereden biliyordun diyenler olabilir. Hissettim çünkü babamın beni geri alacağı olsaydı, başta göndermezdi. İzmir'i ziyarete gidebilirdim bir kaç günlüğüne, babamın yanına gidebilirdim, yine bir kaç günlüğüne, ama orada yaşayamayacaktım bir daha. Biliyordum. Bu his bir bıçak şeklini alıp, iç organlarım arasında kalbimi bulmaya çalışıyordu. Şu an tam olarak böğrümde idi. Batıp batıp duruyordu.

Benim dramatikliğim de bu kadar oluyor.

Böğrüsüne batan hisli bıçakmış...

Haspam.

Burada uyumam imkansız.

Aslı'nın odasında uyumamı nasıl bekliyorlar benden?

Ne kolay çocuk değiştiriyor bu kadın? Aslı'nın yerine hemen koydu beni.

Yok, yok, tek başıma uyumam imkansız.

Bir adet Bulut versinler sana o zaman, Huzur.

Saçmalama, Huzur.

Saçmalanmaz, taranır Huzur.

Sen espri yapma, Huzur.

Ben senim zaten.

Ben sen olamam.

Sen de espri yapma, lütfen.

O an düşüncelerimin şekil halmiş haline tanık oldunuz. Tahmin edersiniz ki, uyku sarhoşu idim ve zırvalıyor idim. "Uyku falan değil konuşan. Klasik Huzur zırvalaması" dediyseniz içinizden... Affediyorum sizi.

Aslı'nın odasında yalnız geçirdiğim ilk gece, o geceydi. "Mışıl mışıl uyumak" deyimini hayata geçirmek belki de yanlıştı, içinde bulunduğumuz şartları düşününce. Fakat duygusal ve fiziksel yorgunluğum, beynimin ve beynimin ürettiği düşüncelerin beni uyanık tutma çabalarına üstün gelmişti. Elbette yatağa uzandığım ilk yirmi dakika, derin bir düşünceler havuzunda, dibe çekilip boğulmaktan kurtulmaya çalışmakla geçmişti. Fakat sonrasında o havuz sığlaşmaya ve ayaklarım yere basmaya başlamıştı. Düşünceler yoğunluğunu kaybederken, uyku gücünü iyiden iyiye hissettirmişti ve sonunda uyuyakalmıştım.

Gece bir ara uzaktan gelen hıçkırık sesleriyle uyanır gibi olmuştum ama yatağın sıcak koynuna gömülüp, nereden geldiğini umursamadığım ve ertesi sabah duyduğumu hatırlamayacağım o hıçkırık seslerini geceyle baş başa bırakıp uykuma dönmeyi tercih etmiştim.

Pencerenin hala açık olduğunu ve gece boyunca da açık kaldığını ise asla fark etmedim.



Sevgili okurlarım, hikayeme gösterdiğiniz ilgi için çok teşekkür ederim. Fikirlerinizi paylaşıp, beğendiyseniz de vote'larsanız beni çok mutlu edersiniz. Çokça ve bolca sevgilerimle...

Continue Reading

You'll Also Like

6.4M 206K 103
Karan Haznedaroğlu. 27 yıldır her istediğini elde eden, sadece adıyla bile bütün kapıları açabilecek bir adam. Şimdi her şeyden çok istediği bir şey...
61.4K 3.5K 22
☆"Kayla ne biçim isim Rus musun sen?" "Hatırlatma travması var"
52.3K 3.7K 18
"Bir adam ile yara bandının hikâyesini hiç duydun mu?" diye sordum meraksız bir tonda. Çünkü anlatmak istediğim sıradan bir hikâye değildi, kendi yaz...
45.8K 5.6K 12
Bir kaldırımın köşesinde buldum hayalimi. Gözlerimi kapattım, bıraktım avucuna kalbimi. Dedi ki, sonuna kadar tutacak mısın elimi? İçimden cevapladı...