TAKINTI

By suheda_zsy

3.7M 141K 50.3K

Ona hiç sarılamamıştım mesela. Hiç elini tutamamıştım. Hiç öpememiştim. Hiç koklayamamıştım. Hiç sevdiğimi sö... More

TAKINTI
1.Bölüm "OKUL"
2.Bölüm "ÖZLEM"
3.Bölüm "ŞOK"
4.Bölüm "KARMAŞIK"
5.Bölüm "ENDİŞE"
6.Bölüm "BEKLENMEYEN YOLCULUK"
7.Bölüm "ÇIKMAZ SOKAK"
8.Bölüm "ÇIĞLIK"
9.Bölüm "YALNIZLIK"
10.Bölüm "BİR HAFTA"
11.Bölüm "YÜZLEŞME"
12.Bölüm "SESSİZLİK"
13.Bölüm "CESARET"
14.Bölüm "DUYGULAR"
14.Bölüm "DUYGULAR" (2.KISIM)
15.Bölüm "PİŞMANLIK"
16.Bölüm "AİLE"
17.Bölüm "UMUT"
18.Bölüm "ARAF" (1. Kısım)
18.Bölüm "ARAF" (2.Kısım)
19.Bölüm "SARHOŞ"
20.Bölüm "SERZENİŞ"
21.Bölüm "MUCİZE"
22.Bölüm "RENKLER"
23.Bölüm "MEDCEZİR"
24.Bölüm "MEFTUN"
25.Bölüm "HİCRAN"
26.Bölüm "KAYIP"
27.Bölüm "YARI ÇIPLAK"
28.Bölüm "MESAFE"
29.Bölüm "YANKI"
30.Bölüm "NEFES"
31. Bölüm "KUMPAS"
Yazar'dan
31.Bölüm "KUMPAS" (2.KISIM)
32.Bölüm "İRTİCA"
33.Bölüm "PUNT"
34. Bölüm "İNTİKAM"
35. Bölüm
36. Bölüm "NEFRET"
37. Bölüm "AVDET"
38. Bölüm "ÇAĞRI"
39.Bölüm "VİRAJ"
40.Bölüm "İTTİHAT" (1. Kısım)
40.Bölüm "İTTİHAT" (2. Kısım)
41. Bölüm "ANDAÇ"
42. Bölüm "FORSA"
43. Bölüm "DERSAADET"
44. Bölüm "EZA"
45. Bölüm "NİHAN"
46. Bölüm "YEİS"
47. Bölüm "ELFİDA"
48. Bölüm "FEVERAN"
49. Bölüm "GİRİFT"
50. Bölüm "İZAN"
51. Bölüm "TEMAŞA"
52. Bölüm "KOYGUN"
53. Bölüm "MUNTAZAR" & ÇEKİLİŞ
54. Bölüm "MEYİL"
55. Bölüm "İLTİMAS"
56. Bölüm "GİZ"
57. Bölüm "TESHİR"
58. Bölüm "İSTİNAT"
59. Bölüm "PERESTİŞ"
60. Bölüm "FEYİZ"
61. Bölüm "KIVANÇ"
62. Bölüm "VUSLAT"
63. Bölüm "İŞTİYAK"
64. Bölüm "TEMAYÜL"
65. Bölüm "DANS"
66. Bölüm "İNTİBAH"
67. Bölüm "İNHİDAM"
68. Bölüm "DİLHUN"
69. Bölüm "HİTAM" -SON-
Yazar'dan
H.P
ÖZEL BÖLÜM DUYURUSU ✨
ÖZEL BÖLÜM YAYINDA!

35. Bölüm "ENKAZ" (2.Kısım)

30.5K 1.5K 367
By suheda_zsy



Yorgun bedenlerimizin sabahı karşıladığı yeni bir günün başlangıcında yattığım yataktan benden önce bir ruh doğrulup kalkmıştı. Göz kapaklarımın arkasındaki girdap kan ter içinde kalmamı sağlarken ruh gayet özgür, semaya yükselip bulutların arasına karıştı. Tüy kadar hafif ve bir o kadar naifti. Beyaz, hafif bir duman gibiydi. O bedenimden koparken koptuğunu hissederek acı çektim, gitmesini engellemek istedim ama yapamadım. Göz kapaklarım tenime yapışmıştı adeta, açamıyordum ama etrafı görebiliyordum.

Bu sabahın benden bir şeyler götürdüğünü, eskisinden eksik olduğumu görüyordum sanki. Bir şeyler kaybetmiştim; hem de istemeden, acı çeke çeke.

Göğüs kafesime dolan ve kemiklerimi saran sıkı, yoğun bir acıyla gözlerimi sımsıkı yummak zorunda kaldım. Bedenim yukarıdan bir güç onu yanına çekiyormuş gibi yukarı kalktı; kalp masajı yapılan hasta bedeninin doktorun elindeki aletlerle havaya yükselmesi gibi olmuştu, olanları dışardan bir göz gibi izliyordum. Bedenim yatağa yan dönerek devrildi, aynı zamanda buruşuk yüzümü yastığa gömüp göğüs kafesimin acısını, "Ah," diye inleyerek dindirmeye çalıştım. Bu sırada acı yüklü ses en derinliklerimden gelmişti, kasıp kavuran acıyı sıcak nefesimle yastığa üflemiştim.

Gözlerimi araladığımda az önce izlediğim film kaldığı yerden -ancak bu defa kendim olarak- devam etti, avuç içlerimi yatağa bastırarak güç aldım ve kafamı yastıktan kaldırdım. İlk önce etrafa şaşkın şaşkın bakındım, odayı garipsememden daha çok az önce yaşadıklarımın gerçek olabilme ihtimali kafamı allak bullak etmişti. Yanım boştu, oda boştu, zihnim ikisine karşın kazan gibiydi.

Boş gözlerimi etrafta gezdirmeye devam ettiğimde odayı zihnim yavaş yavaş tanıdı; bu oda Hakan'a hem çok yakın hem de çok uzak hissederek geceyi geçirdiğim o puslu yerdi. Buraya beni kim yatırmıştı? Hakan neredeydi? En son o oturur vaziyette uyuyordu ve ben de onun kucağında uyukluyordum. Gece bana katlanamamış mıydı yoksa? Beraber uyumuş muyduk yoksa uyumamış mıydık?

Tek elimi saçlarıma daldırmadan önce dün gecenin neden bu kadar berbat geçtiğini açıklayan birkaç kare geçti gözümün önünden. Tiner. Hakan. Yangın.

Ölenler.

Bu kahrolası düşüncelerin ardından kapı kolunun aşağı indirilmesi ve Hakan'ın boş bakışlarla içeri girmesi 'keşke uyanmasaydım' dedirtti. Keşke sonsuza dek uyusaydım, tıpkı o adamlar gibi. Her günüm böyle mi başlayacaktı? Daha yatakta iken bile pişmanlıkla?

Hakan ağır adımlarla içeri girerken yüzümü buruşturdum. Onun yüzünden berbat bir suç işlemiştim ama bu onun umrunda bile değildi. Benim ondan daha küçük, ondan daha güçsüz ve her şeyden önce duygusal olduğumu unutuyordu. Kendi ile bir tutuyordu sanki, ya da beni nedenini bilmediğim bir şeyden ötürü cezalandırıyordu. Veyahut çok güçsüz olduğumun farkındaydı ve güçlenebilmem için bana böyle ağır şeyler yüklüyordu. Her ne olursa olsun, bunlar beni güçlü değil aksine daha çok güçsüz kılardı. Alınan canların yükünü omuzlarında taşıyan iki büklüm bir kız...

Bakışlarım tekrar canlanıp Hakan'ınkilere karşılık verdiğinde dudakları kıpırdadı ve konuşmaya başladı. "Başımı derde sokma, benden uzak dur, her tan ağrısı seninle uyanamam, gökçül bir yalnızlığı kucaklamışım, kimseyle bölüşmeye dayanamam, sen benim gözlerime uzaktan bak dur."

Kaşlarım çatılıp sarf ettiği kelimelerin şaşkınlığıyla gözlerimi kırpıştırınca halime ruhsuzca tebessüm etti. "Senin şarkınla uyuduk, benim şiirimle uyanalım istedim."

Neden bu şiir?

Şiirin sözleri beynimde dönüp durdu, o ise hala ruhsuzca kıvrılan dudakları ile beni izliyordu. Siyah bir gömlek ve siyah bir pantolon vardı üzerinde, giyinmişti. Çoktandır benim uyanmamı mı bekliyordu yoksa? Nerde uyumuştu? Beni bırakıp gitmiş miydi? Gömleğinin birkaç düğmesi iliklenmemişti, oradan açığa çıkan teni pürüzsüz gözüküyordu. Siyah dolgun saçları düzenliydi, halbuki biliyordum bir el hareketi ile onları karıştırıp birbirine katacağını. Kolunda şık bir kol saati vardı, hoş biçimi olan boynu gözümü alıyordu. Gömlek gövdesine tam olmuş ve kasların varlığını belli edecek kadar oturmuştu. Siyah gömleği bu defa ona ayrı bir yakıştırdım, akıl almaz derecede yaptığı her şey onda kusursuz duruyor ve yakışıyordu.

Sözler beynimde bir kez daha döndü. Başımı derde sokma, benden uzak dur. Her tan ağrısı seninle uyanamam. Gökçül bir yalnızlığı kucaklamışım, kimseyle bölüşmeye dayanamam. Sen benim gözlerime uzaktan bak, dur. Sözleri inceleyince kasti olarak bu şiiri seçtiğini düşünmemek elde değildi. En sonunda, "Bundan bir mesaj çıkartmalı mıyım?" diye sordum şüpheyle.

Yavaşça omuz silkti. "Onu bilmem ama üzerindekileri çıkarmalısın. Hatta bir an önce evden de çıkmalıyız. İlk önce dışarıda kahvaltı yaparız. Ardından eve gitmek istiyorsan eve, okula gitmek istiyorsan okula bırakırım seni."

Tek elimin avuç içiyle gözümü ovuştururken konuştum. "İlk önce elimi yüzümü yıkayıp kendime gelmem gerekiyor."

Bir süre sessiz kaldı. Ardından, "Gördüğün gibi ben hazırım," dedi. "Salonda seni bekliyor olacağım. Yataklar böyle kalsın. Yeter ki acele et."

Aynanın karşısında yüzümü yıkamam on beş dakikamı almıştı. On beş dakikanın sonunda ne kadar suyla haşır neşir olursam olayım, hâlâ el ve yüzümü kirli hissettiğimi fark ettim. Ve bu kirin bedenimden hiç arınmayacağını.

Tekrar misafir yatak odasına döndüğümde Hande'nin pijamalarını çıkarıp dün geceden kalma kazak ve pantolonumu üzerime geçirdim. Ardından başımı öne eğip saçlarımı aşağı sarkıttım ve iki elimle onları bir araya toparlayıp bileğimdeki tokayla dağınık bir topuz yaptım. Şu an fiziki olan hiçbir şey umrumda değildi.

Düz bir ifadeyle salona indiğimde Hakan yayıldığı koltuktan kafasını kaldırıp bana baktı. "Tamam mıdır?"

Başımla evetledim, bunun üzerine ayağa kalkıp bana doğru ilerledi. Bu sırada yüzümü inceliyor, arada bir gözlerime bakıyor ve tekrar yüzümde göz gezdiriyordu.

Sonrasında önden önden gitti ve sokak kapısını açıp arkasına bakmaya gerek dahi duymadan dışarı çıktı. Mekanik bir hareketle tek ayağımı öne ittim. Hâlâ beraber olmak aşırı sinir bozucu olsa da onu takip etmek zorundaydım. Ama bu sondu; onun bir daha beni bu denli yıpratmasına izin vermeyecektim. Ben ona zarar gelmesin diye gözümden bile sakınırken onun bu yaptığı bencillikti. O zaten hep bencil bir adam olmuştu, sevmesini beklemiyordum, bu olmayacaksa zararına da ne diye katlanacaktım ki?

Bu son olayla beraber ne kendime ne de bağdaş kurmuş oturan Ceren'e, Hakan'ı savunabileceğim elle tutulabilir bir yön kalmamıştı. Bu kadardı işte... Hakan bu kadardı. Sevgisi olmuyorsa kötülüğünü de istemiyordum. Çünkü onun kötü yanı benim kötü bildiklerimi iyi yapacak kadar aşırıydı.

Hakan'ın evinin kapısını çekip onu bahçe yolunda da arkasından takip etmeye devam ettim. Yere göğe meydan okur gibi yürüyordu; hem umursamaz, hem dikkatli, hem de kendine güveni tam bir vaziyette, karşısındakinin özgüvenini içine kaçıracak bir yürüyüşü vardı. Belki de bu yüzden olurumuz yoktu ya zaten, Hakan benim haddime miydi? Hayalini bile layıkıyla taşıyamıyordum.

Tek elini arabasının kulpuna attığında kafasını geriye çevirip beni kontrol etti. Çatık kaşlarımı bozmaya gerek duymadan yüzüne dik dik baktım ve lüks otomobilin etrafını dolaşıp öndeki yolcu koltuğuna ilerledim. Bu sırada Hakan ona yetişmem için bana izin vermiş, arabaya önden binmek yerine beni süzerek ona yetişene kadar beklemişti. İkimiz de elimizi tutanağa attığımızda arabanın üstünden kısa bir bakışmaya izin verip kapıları açtık.

Yerleştiğimiz arabanın içi her an çıkabilecek kargaşaya müsait, fırtına öncesi sessizliği andıran bir ortamdı. Hakan elini anahtara atıp yavaşça çevirdi ve arabasının motoru yavaşça çalışmaya başladı. Gözlerimi yola diktim ve sessizce yutkundum.

Boş yolda araba öne atılırken kimsenin konuşmaya niyeti yok gibiydi. Bana okuduğu şiiri düşünmeye başladım. Alevler arasında kalmış bir kağıt zihnimde belirdi, kağıdın üzerinde ise Hakan'ın sabah dudağından dökülen kelimeler. Hatırladığım kadarıyla şiiri içimden tekrar ederken duraksayıp azarlarken buldum kendimi. Hakan her şeyi önemseyen bir tip miydi sanki? Sırf canı istedi diye dahi okumuş olabilirdi. Ayrıca, kasti ve mesaj vermek isteyerek okusa ne olacaktı ki? Onun bana zarar verdiğini anlamamış mıydım hâlâ? Şiirinin ne önemi vardı? O, birden fazla kişiyi gözünü dahi kırpmadan öldürüp zerre kadar pişmanlık duymuyorsa ben de onu ve şiirini en azından kafamda öldürebilirdim. İnsanların canına kıymış bir caniden nasıl sevgi veya aşk beklerdim?

Alevlere teslim olan sadece bina ve insan bedenleri değil de umutlarım da olmuştu sanki. Hakan şerit değiştirirken sarsıldım. Bu ruhumun da sarsılışını getirmişti aklıma. Bütün umutlarımın içini ağzına kadar doldurup sonra o umut tohumlarını yüreğime ekerken aşkımın peşinden gitme konusunda oldukça kararlıydım halbuki. Alınan intikamla ruhumda bir heyelan oluşmuş, tohumlar yerlerinden sağa sola savrulmuşlardı. Belki Hakan'ın intikam tutkusu ile aşkını beslediği yerler birbirinden farklıydı fakat başkalarına acı çektirdiği -çektirdiğimiz- sürece biz de mutlu olamazdık. Ben böyle ilkel yöntemleri ne kadar zaman geçerse geçsin asla kabul edemez ve sindiremezdim. Bu böyle olduğu sürece de yüzüm her daim asık, ruhum her daim Hakan'ın kaleminden damlayan bir damla zehirli mürekkebin bütün ruhuma yayılması gibi karanlık kalacaktı. Hakan'ın yanında olsam ve bundan dolayı onun gözünde değer kazansam da hiçbir şey değişmeyecekti.

"Tırnaklarını yiyorsun."

"Biliyorum." Aslında farkında değildim. Elimi ağzımdan çekip aşağı indirdim.

"Kahvaltıya yer bırakmıyorsun midende."

"Bir katille başbaşa kahvaltı etmek istemiyorum."

"Katil demeyelim."

Kafamı ona çevirip keyiften yoksun bir alayla, "Ne diyelim peki?" diye sordum.

Bana bakmadan, "Adil bir yargıç," diye cevap verdi.

"Ceza kesmek sana mı düştü?" diye sesimi yükselterek diklendim. Fakat yine de yüzünü bana çevirmesini sağlayamamıştım.

"İşlerin karanlık ve kirliyse eğer adaleti polis veya avukatlardan bekleyemezsin ufaklık."

Ağzımı araladım fakat bunun üzerine söyleyecek laf bulamayıp geri kapamak zorunda kaldım. Bu hareketim ise beraberinde hırsla önüme dönüp arkama yaslanmayı getirmişti. Kollarımı da önümde bağladıktan sonra elimden başka hiçbir şey gelmedi. Onun işlerine ne yaparsam yapayım müdahale edemez ve karışamazdım, anladığım bir şey varsa o da buydu. En iyisi kendimi bu işlerden uzak tutmaktı. Çünkü o derin bir bataklıktaydı ve batabileceği kadar dibe batmıştı, onunla olduğum sürede ben de batıyordum ve buna son vermezsem yakında onunla aynı hizaya inecektim.

Yolculuk benim için tepemizdeki kasvet bulutundan yağan sessizlikle sürüp geçti. Fakat ikimizin de zihninin bir savaştan yükselen nidalar kadar gürültü olduğuna emindim. O ne düşünüyordu hiçbir fikrim yoktu fakat benim düşündüğümün aksine, onun zihninde intikam olayının tamamen noktalanmış bir vaziyette olduğunu tahmin edebiliyordum. Onun için gitmiş bitmiş bir şeydi, hatta yenilerini planlıyor bile olabilirdi.

Benim için bitmemişti, bitmeyecekti. Vicdanımın bu canice planlanmış olay karşısında susması imkansızdı, o susmadıkça zihnim de susmayacaktı. Fakat kimseye bir şey bahsetmeden nasıl atlatır ve bu sesle baş edebilirdim, onu ben dahi bilmiyordum.

Vücuduma nükseden iç çekişin bıraktığı titreme ile kendime geldim. Araba ağır ilerliyordu, bir kafenin yanına yanaşıyorduk. O sırada gözüme karşı caddeden bir adam takıldı. Siyah gözlüklü, bastonlu bir adam... Adamı uzun uzadıya inceledikten sonra "Yaşasaydı böyle olacaktı," diye mırıldandım kendi kendime konuşur gibi, gözlerimi bir saniye bile ayırmadan.

Hakan gözlerini yoldan ayırıp boş gözlerle yüzüme baktı. Ardından bakışlarımı takip ederek karşı caddedeki adamı buldu. Kör adamın koluna bir genç bir şeyler söyleyerek girdi ve karşıdan karşıya geçmesine yardım etti. İkimiz de aynı yöne bakarken Hakan, "Ödül gibi, değil mi?" diye sordu ihtimalinin bile ona dehşet verdiğini belli eden bir sesle.

Gözlerim yavaşça ona kaydı. Düşünce yapısı o kadar farklıydı ki bu beni korkutuyordu. Bir kez daha ondan uzak durmam gerektiğini kendime hatırlattım. Bu adam her şeyi yapabilecek güce ve potansiyele sahipti. Fakat ben değildim. Onun "basit" olarak adlandırdığı olaylar beni kökümden sarsıyordu. Bundan dolayı onun ne dostluğunu ne de düşmanlığını kaldıramazdım.

Kafeye girdikten sonra cam kenarından bir masaya karşılıklı yerleştik. Hakan bana bir şey sormadan masaya klasik bir kahvaltı menüsü sipariş etmişti. Sessizdik. Kelimelerimiz kül olmuştu.

Garsonlar geldi; önümüze yiyecek ve içecekler kondu, kısık sesle çalan müzik değişti, aradan dakikalar geçti ama kimse sessizlik orucunu bozmadı. Uzun uzun etrafı inceledim, insanlarla göz göze geldim fakat bakışlarımı hiçbir zaman karşımda oturan adamla yüzleştirmedim. Görmezden gelme sırası bendeydi. Ki artık olmalıydı da. Yaptığı çok kötü ve normal karşılanamayacak bir şeydi ve ben bunu ona hissettirmeliydim.

Hatta hissettirmemeli, direkt olarak söylemeliydim. Senin gibi bir insanla(!) işim olmaz, demeliydim. Yollar burda ayrılıyor, sen bana uğursuzluk ve sadece kötülük getiriyorsun, demeliydim. Evet, bunu yapmalıydım! Bir kez olsun ben geri çekilen taraf olmalıydım, bir kez olsun Hakan'ı iten ben olmalıydım.

Hakan'ın sertçe boğazını temizlemesiyle sanki bomba patlamış gibi yerimden korkuyla sıçradım. Bu epey derinlere daldığımın göstergesiydi, Hakan da bunu fark etmiş olacaktı ki yaptığı hareket sadece beni kendime getirmek için uygulanmıştı. Çeneme dayadığım elimi yavaşça aşağı indirdim ve kaşlarımı havaya kaldırıp "Ne var?" der gibi bir bakış attım. Yerimden sıçramam bana kalırsa komik gözükmüştü fakat onun yüzündeki ifade bir saniyeliğine dahi olsa sarsılmadı. Yavaşça ellerini masanın üstünde birleştirdi ve parmaklarını iç içe geçirerek, "Seninle bir konu hakkında konuşacağız," dedi gözlerime tam olarak bakarken, gayet ciddi.

İçimde garip bir huzursuzluk ve onun iki katı bir merak oluşup vücuduma hızla yayılırken, "Nedir?" diye sordum ben de resmi tavrımdan ödün vermeyip.

"İstersen kahvaltını ettikten sonra da konuşabiliriz, henüz hiçbir şey yemedin." İlla bir şey yemek zorundaymışım gibi konuşması sinirimi bozsa da buna takılmayıp, "Şimdi konuşalım," dedim. Aklıma binbir türlü iyi veya kötü fikir geliyordu, merakım ise birkaç saniyede çığ olmuştu.

Konuşacakları belki sinirimi yumuşatırdı ve ona hayatımdan çıkması gerektiğini söylemezdim. Her insan hata yapardı değil mi? Pişmanlık duyduğunu ve yaptığının yanlış olduğunu kabul ederse onun benden uzaklaşması sadece kayıp olurdu. Büyük bir kayıp.

Kısa bir süre gözlerini ellerine dikti ve omuz silkerek, "Bana uyar," dedi bomboş bir sesle. Ardından tekrar gözlerimin en içine baktı ve keskin bakışları karşısında yerimde huzursuzca kıpırdadım. Bakışları değişmese de çok geçmeden konuşmaya başladı neyse ki. "Bir gün bizim eve gelmiştin," dedi derinden gelen bir tonla. "Konuşuyorduk. Sana hiç yalan söylemediğimi söylemiştim."

Hiçbir şey anlamama ve tahmin yürütememenin verdiği kafa karışıklığıyla hafifçe kaşlarımı çattım. "Hiç yalan söylemezdim," dedi boş bir sesle. "Bu doğru. Çünkü gerek duymazdım. Kimse bana hesap soramaz, kimse yaptığım şeylerden dolayı beni yargılayamaz. Bu durumda yalana gerek var mı sence? Yalan korkakların işidir. Ben her yaptığımı açıkça söyleyebilecek kadar cesurum..." Derinden bir iç geçirdi, kısa bir süre sustu. Tekrar konuşmaya başladığında "Ta ki senle bir şeyler paylaşıp uzun vakitler geçirmeye başlayana kadar," dedi. "Son zamanlarda söylediğim yalanlara ben bile kanıyorum. Koray'ın arkasından ne kadar çok iş çeviriyoruz, farkında mısın? Bu ben değilim Ceren, el altından iş yürütmek benlik değil. Kimden ne korkum var ki yalan söyleyeyim? Neden pot kırmamak hayat gayem olsun ki? Ama sen... sen olunca yalan olmazsa olmaz. Sence de seninle gereğinden fazla yakınlaşmadık mı?" Alayla dudağının kenarı yukarı kıvrıldı ve kendi haline güler gibi yaptı. Ardından ise kendiyle konuşur gibi ve hala gülerek, "Benim Koray'ın kardeşiyle ne işim olabilir?" diye sayıkladı. "En fazla ne olabilir? Neden mesafemizi koruyamadık?"

Benim mesafe dediğimin onun gözünde yakınlık olduğunu yeni öğreniyordum.

"Açıkçası sana ilk başlarda bir bebek gözüyle bakıyordum. Çok küçüktün, yaşça. Fakat hareketlerini gözlemledikçe senin ne kadar akıllıca konuşup olgun hareket ettiğini fark ettim. Annesiz ve babasız olmana rağmen Koray'ı ve kendini çok iyi idare ettiğini gördüm. Kısacası beni şaşırttın. Bence çekim tam olarak burda başladı. Seninki nerde ve ne zaman başladı bilmiyorum ama sen gözümde ilk günkü gibi kalsaydın kesinlikle birbirimizi bu kadar yakından tanıyor olmazdık. Ve dün... Dün gece gördüm ki sen sandığım kadar olgun da değilsin. Sürekli beni yanıltıyorsun. Tamam, seni artık bebek olarak görmüyorum, göremem de zaten... fakat son olayla genç bir kız duruşun da yıkıldı."

"Neyim peki?"

"Çocuk... Evet, çocuksun." İç geçirdi ve oturuşunu düzeltti. Ardından tek solukta, "Kısacası," dedi. "Koray benim için değerli. Sen de olsa olsa Koray'ın kardeşi olduğun için değerli olabilirsin. Koray yoksa sen de yoksun, anlıyor musun? İkinizden biri seçilecekse bu tabii Koray olur. Ben sana zarar veriyorum. Her ne kadar bu benim gözümde zarar değil tecrübe olsa da sen zarar olarak görüyorsun. Koray da kardeşinin ne yaptığını görse buna zarar der. Sonra hem kendisinin hem de senin hayatından beni siler. Bunları sonsuza kadar gizleyebileceğimizi sanmıyorsun değil mi? Koray'ı kaybetmeyi göze alamam. Bizim normal bir arkadaşlık kurmamıza bile müsaade etmez. Neden mi? Çünkü ben ne Aras kadar seni koruyup kollarım, ne de Çağatay kadar merhametli davranırım. Benimleysen benimle beraber uçurumdan bile atlarsın. Kimse kız kardeşinin gerek yavaş yavaş gerekse aniden ellerinden kaymasını görmek istemez. İyisi mi, büyük bir olay çıkmadan ve Koray'la benim arama soğukluk girmeden biz yavaşça yollarımızı ayıralım. Benim yaşam tarzım sana, senin yaşam tarzın bana uymuyor. Görünen o ki ayak uydurmaya niyetin de yok. Tıpkı benim de ne kendimi ne de hayatımı değiştirmeye olmadığı gibi. Kendimi hayatımdan dolayı suçlu falan da hissetmiyorum; biz de böyleyiz, kabul eden böyle eder."

Etmiştim zaten.

"Ee?" dedi sorar gibi. "Bir şey demeyecek misin?"

Nefesim göğüs kafesime ağır geldiğinde bayılacağım sandım. Sonra yaklaşık on saniyede yutkunmayı, yirmi saniyede de konuşmayı başardım. "Ben de buna benzer bir konuşma yapacaktım seninle zaten." Sesim bunca çabaya rağmen yine de pürüzlü çıkınca boğazımı temizledim. "Ben de yaşantılarımızın son olayla beraber birbirinden çok farklı olduğunu anladım. Bana uygun olmadığını ve olamayacağını da." İç geçirdim. "Yani haklısın, yolları ayırmalıyız."

Kafasını tabağına eğerek yüzünü gizledi ve yalancıktan ensesini kaşıyarak mırıldandı. "Keşke bir önceki gece de bu kadar isteksiz olsaydın..."

Kaşlarımı çatarak yüzümü biraz daha ona yakınlaştırdım ve "Anlamadım?" diye sordum.

Bunun üzerine kafasını tekrar yukarı kaldırıp, "Hiç," dedi yarım ağız sırıtarak. "Hadi, ye yemeğini."

Çatık kaşlarımla dikkatli bakışlarımı ondan zar zor ayırıp tabağıma döndüm. Elime çatalımı alıp peynirin üzerinde gezdirirken acı dolu bir tebessüm belirdi yüzümde. Konuşacakları belki sinirimi yumuşatırdı ve ona hayatımdan çıkması gerektiğini söylemezdim. Her insan hata yapardı değil mi? Pişmanlık duyduğunu ve yaptığının yanlış olduğunu kabul ederse onun benden uzaklaşması sadece kayıp olurdu. Büyük bir kayıp.

Başımı derde sokma, benden uzak dur. Her tan ağrısı seninle uyanamam. Gökçül bir yalnızlığı kucaklamışım, kimseyle bölüşmeye dayanamam. Sen benim gözlerime uzaktan bak, dur.

Ne kadar saf ve iyimser düşünmüştüm, onun nasıl hareket edeceğini belli eden konuşmalarına rağmen. Bağdaş kuran Ceren'in bana aptal demesine izin verdim. Aptaldım! Ona karşı sert olacağımı kararlaştırdığım halde yine iltimas göstermiştim, sonra ne olmuştu? O bana sert davranmıştı. Neden? Çünkü ben onun zaafı değildim.

Ondan önce ben söylemeliydim yollarımızın ayrılması gerektiğini. Lanet olası, bir kez dahi olsa bunu ben yapmalıydım! "Olsun," dedi içimde beni savunan ve varlığından haberimin olmadığı ses. "İtiraz etmeyip dediğini anında kabul etmen de onun gururunu incitmeye yeter."

Kafamı yavaşça yukarı kaldırdım ve alçak bir sesle, "Peki, birbirimizi görmezden mi geleceğiz?" diye sordum.

Ağzının içinde bir şey çiğnerken tek omzunu silkti ve "Yo," dedi boğuk bir sesle. "Olması gerektiği gibi olacak her şey. Arkadaşımın kardeşi hayatımda nasıl bir yer kaplarsa işte o kadar. Tahmin edersin, oldukça küçük."

"O halde benim de sana abimin sıradan bir arkadaşı gibi davranmam gerekecek. Belki de muhataba almamam. Biliyorsun, senin gibilerden çok var."

En özel varlığım olmayı reddedip kendini sıradanlaştırmaya çalışırıyordu. Ama neden? Bu neden güzel olsundu ki? İlgimin farkına varmış ve bundan korkmuş olabilir miydi?

"Aynen öyle," dedi düz bir sesle. "Emin ol, ikimiz için de en iyisi olacak."

"Peki," dedim omuz silkip.

"Ceren," dedi sonra aniden. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. "Alınmıyorsun değil mi?" diye sordu çok umrundaymış gibi. "Benim seninle bir sorunum yok. Aslında tek sorun Koray da değil. Dün nasıl bir hale geldiğini gördüm, ki bu benim için çok ufak bir şeydi, onlara gözükmedim bile. İnan bu kadar etkileneceğin aklıma bile gelmedi. Çünkü abini çok seviyorsun, onun bunu yapmaya değer biri olduğunu düşünürsün sanmıştım. Benim gözümdeki küçük bir şey, seni bu kadar sarsıyorsa... beni tanıma derim Ceren. Lütfen, beni tanıma."

Sesindeki şu ana kadar hiç duymadığım tını beni büyüledi, gözlerimi yüzünden alamayacağım sandım. Bu düşünceye karşılık, "Yo, yo," diyerek itiraz ettim ve aynı zamanda kafamı iki yana sallayarak önüme eğdim. "Zorlamaya gerek yok, kimsenin bir şey demesine de. Biz biliyoruz ki uyumsuzuz."

"Güzel," diye mırıldandı. O an hoşnut bakışlarından anladım ki Hakan benim bu halimi seviyordu; olgun ve mantığıyla düşünen.

Eve geldiğimizde bomboş hissediyordum. Aynı anda hem dünyanın en doğru, hem de en yanlış kararını vermiş gibi. Bir de bir soru dönüp duruyordu kafamda... O gece neler yaşanmıştı? İlgimi belli edecek bir şey yaptığım için mi Hakan beni kendinden uzaklaştırıyordu? Durum gerçekten izah ettiği gibi miydi yoksa farklı şeyler de mi vardı?

Abimi, birkaç gündür onunla ilgilenemediğim için içimin rahat etmediğini ve bugün okula gitmek istediğimi söyleyerek ikna ettik. Çünkü bu kafayla okula falan değil, kapıdan dışarı bile çıkılmazdı. İkimizin sabah sabah nereden geldiğini sorduğunda ise Hakan kafeden hazırlatıp getirdiği birkaç paketi göstererek kahvaltı için yiyecek bir şeyler almaya çıktığımızı söylemişti. Bunu söylerken ikimiz de bunun Koray Soysal'a söylenen son yalan olduğunu biliyorduk. Geceyi ise kimse evde geçirmediğimizi fark etmemişti.

"İki gecedir Aras ve Selin buraya geliyor, seni göremeden gidiyorlar. Bir arasan iyi olur," dedi abim.

Ağzımı açıp tam konuşacakken Hakan sözümü kesti. "Onu neden kullanmıyorsun?"

Gözlerini köşeye atılmış tekerlekli sandalyeye dikmişti. Abim bir bakış atıp omuz silkti. "Yatmaktan daha aciz hissetiriyor."

Hakan sesli bir şekilde nefesini dışarı verdi ve yüksek bir gürültü ile, sustuk...

Akşam üzeri böyle geçti. Hakan odasına çıktı, abim uyuyakaldı, bense onun başından ayrılmadım. Ta ki hava karardıktan birkaç saat sonra yüzümü buruşturmama sebep olan zil çalana kadar. Evin içi o kadar sessizdi ki zil kulaklarımda çınladı. Abim uyanmış mı diye bir göz atıp yerimden fırladım.

Kapıyı açtığımda kargodan bir paket görmek şaşırttı doğrusu. Gereken imzayı atıp kapıda dikilen adamı apar topar yolladıktan sonra hızlı ve sessiz adamlarla, uyanmadığını bildiğim halde tekrar abime göz atıp merdivenleri tırmandım. Odama girdiğimde kapıyı usulca kapatıp paketi açmaya koyuldum. Bana aitti ve epey hoş bir kutuydu. Kutu çözüldüğünde bir not çıktı karşıma. "Tepkini görebilmek için bu paketi sana yüz yüzeyken vermek istiyordum aslında ama bugün seni göremedim. Her neyse. Beğenmezsen kesinlikle çöpe fırlat, istemeyerek giymendense çöpte olmasını tercih ederim.

Sen hâlâ yeryüzündeki tek meleksin, kendine dikkat et..."

Ah, Çağatay...

Ve incelikleri.

Notu komodinin üstüne bırakıp yatağımın kenarına oturdum ve kutuyu kucağıma koydum. İçinden sandalet de çıksa onu bir şekilde kombinleyip giyeceğimi şimdiden biliyordum aslında. Ellerimi kutunun kapağına yerleştirip yavaşça havaya kaldırdım. Bakışlarım içindekileri bulduğunda ise gözlerimin büyümesine ve dudaklarımın aralanmasına engel olamadım. Yavaşça kapağı yatağa bırakıp ayakkabılardan birini elime aldım ve havaya kaldırdım. Derine indiğim her detay beni mest etti ve "Vay canına," diye fısıldadım büyülenmiş bir şekilde.

Karşımdaki pabuçlara bir ayakkabıdan çok daha fazla anlam yüklendiği o kadar aşikârdı ki...

Topuklu, bilekten bağlama, burnu açık bir ayakkabıydı ve üst kısmına dört adet üst üste kanat figürü yerleştirilmişti.


Abim böyleyken ve ben insanların canına kıymışken partide eğlenip dans etmek hiç insani bir davranış değildi. Elimde tuttuğum ayakkabıyı iç çekerek tekrar kutusuna bıraktım ve kaliteli kutunun kapağını üstüne kapayıp yatağımın üstüne bıraktım.

Daha zaman vardı fakat düşüncelerimi kökünden dağıtabilecek bir hadise gerçekleşmediği sürece Çağatay'a layık bir eş olamazdım. Yüzüm hep asık olurdu çünkü, ona kötü enerjimi yayardım. Gerçi ne olursa olsun ona bir sözüm vardı ve evime ayakkabım bile gönderilmişken şu saatten sonra vazgeçmek büyük düşüncesizlik olurdu. Ellerimi sıkıntıyla şakaklarıma atıp ovalamaya başladım. Böylesi büyük bir suça beni ortak ettikten sonra çekip gitmek ne kadar kolaya kaçılmış bir hareketti, değil mi?

~

Karanlık, sessizlik ve kasvet bir araya gelip bütünleşmiş ve zihnimi ele geçirmişti. Dumanaltı bir yerde zor nefes alıyor gibiydim, sanki kapana kısılmış veya canımı veriyormuşçasına göğüs kafesim kilolarca ağırlaşmış, hayatta kalmak küçük bir ışık olarak gözükmeye başlamıştı.

Vücuduma tüylerimi ayaklandıracak bir ürperti değip geçti. Titredim. Göz kapaklarımı aralamak istedim ama yapamadım, olmayan kabusu izleyip yaşıyordum ve onunla beraber acı çekiyordum sanki. Her yer zifiriydi, terlemiştim. Bilincim yavaş yavaş ve ardından tamamen kendine geldiğinde güçbela kendimi toplayıp birbirine geçen kirpiklerimi ikiye ayırdım. Etrafıma göz gezdirdiğimde az önceki görüntü nerdeyse hiç değişmedi. Karanlıktı ve hiçbir şey göremiyordum. Halsizdim, kafamı kaldırmaya takatim yok gibiydi.

Ölü bir balığı andıran gözlerim karanlığa alışınca etraf ağır ağır gözükmeye başladı. Yattığım zemine dokundum, yatağımdaydım. Üstüme dokundum, biri bir battaniye örtmüştü ve ben Çağatay'ın yolladığı ayakkabı kutusunun yanında kıvrılıp uyuyakalmıştım. Battaniyeyi örtenin abim olduğu düşüncesi aklımdan geçse de her geçen saniyeyle biraz daha yerine gelen bilincim onun bacağının kırık olduğunu ve yürüyemediğini bana söylemişti. Peki ya o zaman...? Tamam, kesinlikle Meral Ablaydı.

Tek elimin avuç içini yatağa bastırdım ve ağrıdan sızlayan vücudumu dizlerimin üstünde doğrulttum. Ev inzivaya çekilmiş gibi sessizdi, herkes uyuyor muydu? Saat kaçtı?

Sürünerek komodine uzandım ve üzerinde duran telefonumu elime alıp ekranı aydınlattım. Annemden cevapsız çağrılarım vardı ve saat üçe geliyordu. Telefonu sertçe tekrar yerine koyup kendimi yatağa bıraktım. Düzensiz uyuyup uyanmamdan olsa gerek başım feci şekilde ağrıyordu.

Yüzümü buruşturarak tekrar yatakta doğruldum ve oturur vaziyet aldım. Ağzımın içi kupkuru kalmıştı, alt kata inip su içmeden kendime gelemeyecektim. Ayaklarım soğuk parkeye değince ürperdim, ev sanki birdenbire korkunç oluvermişti. Tek elimi saçlarımın arasından geçirerek ayağa kalktım ve düşüncelerimin saçmalığını düşündüm. Herkes uyumuştu, ev sessizdi ve bütün ışıklar kapatılmıştı, bu kadar. Yine de farklı bir şeyler var gibiydi; korkutucu kısmı belki değil de kasvet kısmı kesinlikle doğruydu.

Kendinden eminlik ve aynı zamanda güvensizlik barındıran adımlarla kapıya kadar geldim ve elimi soğuk kulpa attım. Bunun üzerine kendime düşünme payı bırakmadan elimi bastırdım ve kapı açıldı. İşte bu kadar, her şey normaldi.

Gözlerim karanlığa alışınca en azından merdiven basamaklarını görebildim ve duvardan tutunarak yavaş adımlarla aşağı inmeye başladım. Havaya karışan yalnızca adım seslerimdi. Biraz daha dikkatli dinleyince yanıldığımı anladım. Bir de salondaki kanepede uyuyan abimin nefes alışverişleri duyuluyordu. Onu uyandırmamak adına daha sessiz olmaya özen göstererek basamakları indim ve sonunda kendimi mutfağa atabildim.

Tuşu bulup ışığı açtığımda gözlerimi kısarak bir süre buruşuk yüzümle ışığa alışmaya çalıştım. Artık gözlerim acımadığında ise etrafa göz attım. Yine ve yine her şey normaldi. Işık olunca korkulacak bir şey de kalmamıştı işte. Fakat kasvet...? Hâlâ yerli yerindeydi.

Peki bu kasvetin Hakan'la yollarımızı ayırmamızla bir alakası olabilir miydi? Pekâlâ, olabilirdi. Bunu düşünmeyi beynimde ertelesem veya kendimi uykuya versem ne olurdu ki? Elbet önümü kesecekti işte, kesmişti; yolları ayırmıştık. Belki böylesi daha iyiydi, belki de değil. Bildiğim bir şey varsa o da kendimi kötü ve terk edilmiş hissetmemdi. Her ne kadar o zaten benimle olmasa ve bir yere gitmese de kötü ve terk edilmiş.

İki bardak suyu kana kana kafama diktikten sonra gene tuşu bulup ışığı kapamış ve merdivenleri tırmanmaya başlamıştım. Ama sanırım bir sorunumuz vardı... Uykum dağılmıştı. Ve içime bir bit yeniği düştükten sonra o odada nasıl duracağım hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Merdivenleri tırmandığımda burdan siyah gözüken odamın kapısına umutsuzca baktım. Ne kadar ürkütücü gözüktüğünün farkında mıydı acaba? İsteksizce bir adım attım ileriye doğru. Bu sırada bedenimin yanından bir sürü karartı geçip gidiyor gibi hissediyordum. Sanki... Sanki o adamların ruhları gibi. Kafamı iki yana sallayıp bu düşünceyi def etmeye çalıştım ama saniyesinde yine aynı şeyi hissedince bu mümkün olmadı. Kapımın önünden tekrar geriye döndüğümde gözlerim döner dönmez Hakan'ın kaldığı odanın kapısına saplanınca şeytan aklımı çelmedi değil. Bu yaşadığım paranoya ve korkunun sorumlusu oydu, bütün bunları üstüme yıktıktan -işi bittikten- sonra hayatımdan sıyrılması ne kadar doğru bir hareketti? Hiç. Bence koca bir HİÇ. Yanımda durmalıydı, destek olmalıydı ve ben bu olayı tamamen unuttuktan sonra siktir olup gitmeliydi. Ben o adamların ruhlarını yanımda hissederken asla değil.

Kapısının önüne geçip nefesimi seslice dışarı verdim ve elimi yumruk yapıp yukarı kaldırdım. Evet, onun bana zarar getirdiği ve hayatımdan çıkması gerektiği konusunda hemfikirdik fakat getirdiği zararları da kendisiyle beraber götürmeliydi. Beni böyle bir enkaz halinde bırakamazdı.

Kapıyı iki kez yavaşça tıklattım. Çıkan ses içimi titretti fakat bu hissi konuşarak geçiştirmeye çalıştım. "Şey..." diye fısıldadım kapıya iyice yaklaşıp. "Biraz konuşabilir miyiz?"

Sessizlik...

"Gerçekten konuşmaya ihtiyacım var," diye fısıldadım tekrar. Ardından sustum. İçeriden yine ses gelmedi.

Sessizlik...

"Ben bu haldeyken böyle kararlar veremezsin..."

"Konuşmamız gerekiyor."

Kapıyı sessizce tekrar tıklattım. "Duyuyor musun beni?"

Fısıltılarım evin tüylerini diken diken ediyor gibiydi. "Bu olay hakkında doğru düzgün açıklama bile yapmadın. Hak ettiler de ne demek? Maalesef bu benim hiç de içimi rahatlatmadı. Ama senin umrunda mı ki... Kimseyi düşünmezsin değil mi sen? Çünkü Hakan Bey sadece kendisini düşünme konusunda oldukça usta. Pardon, bey dedim, Hakan abi!"

Tek elimi saçlarıma atıp sıkıntıyla bu defa kendime fısıldadım. "Ne diyorum ben ya?"

Sessiz kalması bile beni çileden çıkarıyordu.

Aşağı eğdiğim kafamı yukarı kaldırdım ve kapıya bakarak sessizliğe konuştum. "İçeri girmemi istemiyor musun?"

İçeriden yine hiçbir ses gelmeyince dudaklarımı yaladım. "Pekâlâ... Belki de uyudun. Hatta büyük ihtimal uyudun. Şu an seni rahatsız ediyorsam özür dilerim. Tamam. Gidiyorum. İyi geceler."

İçimden bir ses onun uyumadığını söylüyordu. Bir şekilde beni duyduğunu hissediyordum. Bir adım geri çıktım ve öylece durup bekledim. Çıt çıkarmadan... İçeriden bir kıpırtı...

Bu süre zarfında içeriden de çıt çıkmamıştı.

Ellerimi iki yana sarkıtarak odama döndüm ve ilerlemeye başladım. Kendimi duvara karşı konuşmuş gibi hissediyordum. Bir nevi öyleydi de. Hiçbir şey değişmemişti. Yorgun. Bitkin. Aptal.

Bana yenilgiyi çağrıştıran adım seslerim haricinde hiçbir şey duyulmuyordu. Anlaşılan bu gece de umuduma sarılıp uyuyacaktım. O kapı belki bir gün bana açılırdı.

Derken yenilgi harici bir ses kulaklarıma ilişti. Çıkan gürültüyle yerimde sıçradım. Bir eşyanın kırılma sesine benziyordu ve Hakan'ın odasından gelmişti.

İrileşmiş gözlerimi birkaç defa kapatıp açmak zorunda kaldım.

İçerideydi ve uyumuyordu!

Beni, anlattıklarımı duymuştu ama buna rağmen ses çıkarmamıştı. Ense kökümden başlayan bir ağrı her yerime yayıldı. O kadar... O kadar değersiz hissediyordum ki...

Tek solukta arkamı dönüp tekrar kapıya doğru atıldım. Bu sefer lafı uzatmaya gerek yoktu, gerçek anlamda bana bunları yaşatmaya hakkı olmadığını bildirmeliydim.

Kapı kolunu aşağı indirdiğimde gözlerime inanamadım ve bunu birkaç defa tekrarlamak zorunda kaldım. Üst üste gelen iki darbe de beni öylesine derinden etkilemişti ki şaşkınlığım akıl alır vaziyette değildi.

"Kapıyı mı kilitledin?" diye sordum baştan aşağı hayal kırıklığı içeren fısıltılı sesimle.

"Bunu gerçekten yaptın mı?" Titreyen sesim ve dolan gözlerim umrumda değildi. "Ne yaptım ben sana?" diye sorarken buldum kendimi. Allah kahretsin, çenemi tutamazsam pot kıracaktım! "Asıl sorun abim değil, biliyorum. Neden kilitledin kapıyı?" Cevapsız kalan sorularım beni delirtti. Sertçe vurdum kapıya bir kez. "Aç şunu!"

"Bana yardım etmek zorundasın! Duyuyor musun beni? Zorundasın!" Titrek nefesimi yavaşça dışarı verdim ve daha sakin bir ses tonuyla "Bak," dedim. "Sadece konuşacağız. Tamam mı? Daha bir gece öncesi insanların hayatına kıyarken şimdi odama gidip uyuyamam ben." Omuzlarım kendiliğinden düştü ve ses tonum biraz daha alçaldı. "Sana ihtiyacım var. Lütfen."

Sessizlik...

Tek elimi kapıya, kafamı da elime yasladım. "Sana ihtiyacım var..."

Bacaklarım yorgunluktan sızlıyordu. Ben de diz çöktüm. "Yoksa açmaya cesaretin mi yok?" Fısıltımdaki tınılar çok keskin çıkıyordu. "İtiraf edemiyor musun yoksa en yakın arkadaşımın kız kardeşini pis işlerimde kullandım diye? Yoksa az önce kırdığın şey ayna mıydı? Belki o kız için ağlıyorsundur?" Göremeyeceğini ve cevap vermeyeceğini bilsem de gözlerimi kısarak sordum. "Biliyor musun? Aslında en sesli sen haykırıyorsun, en sesli sen yalvarıp en sesli sen yardım istiyorsun. Ama kimse duymuyor. Çünkü kimsenin gerçekten umrunda değilsin. Başta o kız olmak üzere..."

Sustum.

Ama dinliyordu, hissediyordum.

Bacaklarımdaki güç tamamen tükenince kapının yanına kıvrılmak zorunda kaldım. "Yine de sana ihtiyacım var..."

"Senin de bana ihtiyacın var. Birine ihtiyacın olduğu çok aşikâr, değil mi? Aç şunu hadi, konuşalım."

Ne bir ses ne de bir kıpırtı olmuştu...

Kafamı kapıya yasladım. "Biliyor musun, sen hayatımda gördüğüm en alçak, en acımasız adamsın." Kafamı hafifçe kapıya vurdum. "Seni hiç sevmiyorum."

O gece sabah ezanına kadar ben konuştum, Hakan da dinledi. Uyuyakalmışım tekrar. Uyandığımda anladım ki beni odama taşımış ve üstümü örtmüş; kendisi de tekrar ışıklarıkapamış, kapıları kilitlemiş... ve susmuş. Yerdeki ayna parçalarına bakmış, kız ise umuda sarılmanın yalan olduğunu anlayıp çaresizliğe tutunmuş.

Ve anlamış ki; o kapı ona hiç açılmayacak.

Geceler sabaha, umutlar çaresizliğe dönüşse bile...

~

Oy ve yorumlarınıza ihtiyacım var:)

Continue Reading

You'll Also Like

403K 34.1K 53
Texting ağırlıklıdır. (galiba) Dershanenin homof*bik serserisi Mete ve kalbi güzel sert oğlanımız Dorukhan arasında geçen pek de hoş olmayan mevzular.
9.7K 1K 98
Dudakları dudaklarıma çarparken sırtımı duvara yaslamaya devam ettim. "Opal," dedi tüm sakinliğiyle. Lenslerinin ardındaki mavi gözleri ismimi fısıld...
153K 10.5K 40
(4) Dennis Boyle, arkadaş grubunun en aklı başında olan üyesiydi ve hata yapmaktan hep kaçınırdı. Chalsea Lorenna Almei ise onun aklını başından alma...
Eftalya By esmaa

Teen Fiction

289K 12.9K 21
Eftal: Hamileyim Dora. Eftal: Cidden hamileyim.